|
|
|
Polemik |
Bu yazı 28 Şubat 2003 Cuma Günü Star Gazetesinde Yayınlanmıştır.
Enver savaşa girmeyebilir miydi? Hayır, girmeyebilemezdi. Bu konu doksan yıldır tartışılır. Ve hep de dönüp dolaşıp adamcağız 'istiskal' edilir. Hem 'sağcılar' kızarlar ona dünya savaşına girmiş olduğu için, yani Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın mirasçıları, hem de sonradan CHP kadrolarını oluşturan eski arkadaşları, yani İttihat ve Terakki çizgisinin B takımı. Ve de bugünkü torunları.
Tabii bu ikinciler kızarlar ama 'aynı kan grubundan oldukları için' saygıda da kusur edemezler, böyle bir ikilem içindedirler. (Eski Marksist, yeni Kemalist Toktamış Ateş, Enver'e sert bir laf ettiğimiz için bizi pek azarlamıştı!... Bizi öğrencisi sandığı, Enver de babasının oğlu olduğu için herhalde...)
Yani, Enver'in hep günahı alınagelmiştir vesselam.
Oysa, Enver kadar, bu işte Talat ve Cemal de suçludurlar.
Savaşa giriyorlardı, ve hükümet üyelerinin yarıdan fazlasının bundan haberi yoktu! İşi, dört-beş İttihatçı 'rüesadan' oluşan bir 'iç kabine' bitirmişti... Halil Bey ile Mithat Şükrü (parti genel sekreteri) biliyorlar mıydı, hatırlamıyorum...
Alman elçisi Baron Von Wangenheim Sait Halim Paşa'nın Yeniköy'deki yalısına gelmiş (hani şu, Tansu Hanım'ın komşu olduğu ve içinden değerli tablolar araklanıp sonra da yakılan yalı), selamlıkta volta atıyor, hükümet toplantısının yapıldığı odada Talat da arkadaşlarına 'gavura ayıp oluyor, şu işi bir an önce bitirelim' diye bastırıyordu.
İngiliz donanmasından kaçan Göben ve Breslau zırhlıları bize sığınmışlar, sonra da Yavuz ve Midilli'ye dönüşmüşlerdi (hani şu, sanki kendimiz inşa etmişiz gibi pek övündüğümüz şanlı Yavuz canım, daha sonra da jilet yaptık onu)... Mürettebat Osmanlı bahriye üniforması giymiş, sonra da Berlin'den aldığı emir üzerine Karadeniz'e açılıp Rus mevzilerini topa tutmuştu.
(İyi ama kardeşim, medeni memleketlerde bunlar okullarda öğretilir ve yazının yarısını kaplamaz!)
Bizi böyle böyle dünya savaşına soktular.
Ve öyle bir battık ki, Enver, Talat ve Cemal bir Alman denizaltısıyla Kuruçeşme'den ufak ufak tüydükleri zaman devletin kasasında kaç lira kalmıştı biliyor musunuz?
Doksan dört bin lira!
Kumarda kaybettiğimiz dört yüz bin kişinin kan parasını da isterseniz siz hesaplayınız.
Girmeyebilir miydik? Hayır.
Çünkü taa Abdülhamid döneminden beri hep 'Alman kartına' oynamıştık, yalnız eğitimini falan değil, bütün orduyu fiilen Alman komutasına vermiştik.
Savaşa girdiğimiz gün, hadi başkumandan teorik olarak padişah, 'başkumandan vekili' de Enver'di ya, erkan-ı harbiye-i umumiye reisimiz, yani genelkurmay başkanımız kimdi, bilir misiniz?
Herr General Bronsart von Schellendorf!
Danışmandan falan sözetmiyorum, Osmanlı genelkurmay başkanı, düpedüz bir Alman generaliydi. Beyazıt'ta, Harbiye Nezareti'nde lök gibi oturuyordu adam.
Kıvırtmadılar değil canım, savaşa üç ay geç girdiler, bu arada 'İngiliz kartını' oynamaya da çalıştılar... Oysa Alman ordusu, şansını savaşın ilk haftalarında, Marne meydan muharebesinde kaybetmişti, ve yenileceğini görebilen de bir tek Miralay Mustafa Kemal Bey'di o sıralar!...
Bugünkü durum o günkü duruma benziyor mu?
Hayır. Bu kez 'kazanacağı belli olan' taraftayız. Her ne kadar ikili oynamaya, yani Amerika-Avrupa kartlarını birbirine tokuşturmaya çalışsak, ve her ne kadar savaşa gene bir gölge yönetim ('sade vatandaş' Erdoğan) karar verse bile. Her ne kadar, dün Fatih Çekirge'nin de altını çizdiği gibi, 'tamtakır hazineyle kırtasiye imparatorluğu' durumuna -gene- düşmüş olsak da...
Lakin... Savaşı İngiliz-Fransız ittifakı kazandı, bizi parçaladılar ve batırdılar. Almanya kazansaydı, hepten Alman sömürgesi olacaktık. Uçarımız kaçarımız yoktu.
Şimdi de, girmezsek parçalayacaklar. Girersek hepten Amerikan sömürgesi olacağız.
Tayyip savaşa girmeyebilir mi? Hayır, girmeyebilemez.
Tekerrür falan değil, rezillik.
|
|
|
|