Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ÖNSÖZ

    Tarih kitabı yazabilmek için önce tarih bilimi eğitimini iyi almak gerekir. Bu eğitimi almadan yazılacak bir tarih kitabı ne kadar iyi hazırlanırsa hazırlansın eksik kalacaktır. Bu eksiklik beraberinde bazı yanlışlıklar doğurabilir. Bu noktada şimdiden affınıza sığınmak istiyorum.

    Beni “Samandağ’ın tarihçesi”ni yazmaya iten en büyük neden, yaşadığımız toplumun kültür zenginliğini yeterince kavrayamamış ve başkalarına tanıtamamış olmamızdan kaynaklandı. Dar kalıplar içine sıkıştırılmış tarih ve kültür anlayışımızın ufkunu açabilmek, yaşadığımız toprakların “Uygarlıklar Beşiği” olduğunu ortaya koymak bazı ön yargıların ortadan kaldırılmasına yardımcı olabilir. Kültür çeşitliliğinin kaynaklarına inebilmek için daha geniş ve derin araştırmalara girmek gerekiyor. Bu kitapta genel hatlarıyla ortaya konan Doğu Akdeniz uygarlıklarının tarihçeleri bizlere sadece “ön fikir” verebilir. Sahip olduğumuz kültür zenginliğinin farkında olmayanların yaptığı yanlışlıklar kimi zaman insanlarda “kimlik bunalımı” diye niteleyebileceğimiz yaralar açmaktadır.

    Farklı etnik yapıların bir arada yaşamasının sakıncalı bir durum olmadığı, aksine toplumun zenginlik kaynağını meydana getirdiğine inanıyorum. Tarihteki yüksek medeniyetler sayesinde insanlık bu düzeye yükselmiştir. Anadolu tarihini incelerken bunun farkına daha iyi varılır.

    Yapılan araştırmalarda İ.Ö. 100.000 yıllarına kadar uzanan süreçte insan izlerine rastlanan ilçemizde günümüze kadar başka bir yerde olmadığı kadar değişik uygarlıklar barış içinde bir arada yaşamıştır.

    Kitabımızda Hititler’den (Eti) söz ederken görüleceği gibi Anadolu topraklarının büyük bir bölümünde ileri bir uygarlık kuran Hititler daha önce Anadolu’nun bir yerlisi olan Hattiler’i ve Hurriler’i ortadan kaldırmamışlar, onların kültürlerinden faydalanmışlardır. Hatta Anadolu’nun o zamanki adı olan “Hatti Ülkesi” deyimini kendileri için kullanmaya devam etmişlerdir. Hatti ve Hurri tanrılarına tapmışlardır.

    Hititler’i yıkan barbar “Balkan Kavimleri” Anadolu, Yunanistan ve Suriye’de uzunca bir süre yazının unutulmasına dahi sebep olmuşlardır. Tarihçilerin “karanlık dönem” diye niteledikleri bu zaman diliminde yüzyıllardır kullanılan yazı 300-400 yıllık bir süre için tekrar unutulmuştur.

    İlçemizde İ.Ö. 750 yıllarına doğru kurulan Yunan Ticaret Kolonisi Al-Mina yaklaşık 500 yıl boyunca Doğu Akdeniz’in en önemli limanı olma özelliğini korumuştur. Bölgede İ.Ö. 300 yıllarında kurulan Seleucia Pieria ise önce Hellenistik dönem denilen Yunanlılaştırma siyaseti boyunca daha sonra Roma döneminde stratejik önemi büyük bir liman kenti olmuştur. Roma döneminde önemini koruyan bölgemiz ondan sonra yavaş yavaş derin bir sessizliğe gömülür. Bu arada farklı etnik yapılar kendi halinde yaşamaya devam ederler.

    XX. Yüzyılın başlarında meydana gelen karışıklıklar içerisinde Osmanlı Hükümetinin dağılma sürecinde Anadolu tarihinin trajik olaylarından birisi yaşanır. “Musa Dağı Olayı” denilen bu hikayenin ilgiyle okunacağını umuyorum.

    Fransızlar dönemi ise tarihte pek görülmeyen barışıl bir yöntemle sona ermiştir.

    Cumhuriyet döneminde önceleri Süveydiye olarak anılan ilçemiz 1948 yılında bakanlar kurulu kararıyla bana göre talihsiz bir ad seçimiyle “Samandağ” olarak değiştirilmiştir.

    Kitabımızda kültürel, sosyal ve folklorik özelliklere pek fazla değinmedik. Bunların ayrı bir çalışma konusu olduğunu düşünüyorum.

    Samandağ’ın bitki yapısı hakkında kapsamlı bir çalışma yapılmamıştır. Ancak mevzisel bazı araştırmalar yapılmış olup konu ile ilgili olarak kitabımızın sonuna eklenmiştir.

    İngiliz okulu hikayesi meraklıları için aydınlatıcı olacağı kanısındayım.

    Samandağ’ın bulunduğu Doğu Akdeniz bölgesi aslında bir çok tarihçi ve yazarın “Verimli Hilal” dedikleri bölgede yer alır. Gerçekten de Mısır, Mozapotamya ve Anadolu, dünyanın en verimli topraklarına sahiptir. Bu yüzden tarih boyunca oluşan uygarlıkların ilk hedefi bu bölgelere hakim olmak olmuştur. Kara ve deniz yoluyla dünya ticareti kontrol edilebilecek zenginlik ve refah sağlanacaktı. Bu nedenle oluşan insan hareketleri doğu Akdeniz’i tarihin her döneminde dünyanın en kalabalık merkezlerinden birisi yapmıştır. Bu insanlar yerleşim ve ticaret yoluyla birbirleriyle kaynaşmıştır. Dolayısıyla kendi kendimize “Bizler nereden geldik” ? diye sorarken bence verilecek en doğru cevap şu olacaktır: “Biz tarihin bir senteziyiz”.

    Dileğim odur ki bu barış ortamının bozulmasına alet olmayız ve bu ortamı bozacak çirkin oyunların içinde yer almayız.

    Bu çalışmanın bir benzeri 1994 yılında o zaman Samandağ’da yayınlanmakta olan yerel “Doğuş” gazetesinde yazı dizisi halinde çıkmıştı. Ancak kaynakların azlığı nedeniyle içindeki bazı bilgilerin eksik ve yanlış olduğunu farkettim. Bu çalışmada daha sade bir dil kullanmaya ve eksiklikleri tamamlamaya özen gösterdim. Bu sayede kimilerine yardımcı olabilirsem kendimi mutlu hissedeceğim.

 

 

İSMAİL ZUBARİ

HAZİRAN 1998 / SAMANDAĞ

 

 

DÜNYANIN YAŞI

      Bitki Hayvan ve İnsanın Organik Gelişim ile Ortaya çıkışı

    Dünyamız 4.5 milyar yıldan daha yaşlıdır.* Bilinen en eski hayat izi, Grönland'ın güneyinde bulunmuş 3.8 milyar yıllık bakteri fosilleridir. İlk bitki izleri Güney Afrika’da bulunan 2.5 milyar yıllık liken benzeri canlılardır.** İlk çok hücreli hayvanlar ise 600 milyon yıldan önce denizlerde ortaya çıktılar ve ilk omurgalılar yaklaşık 500 milyon yıldan önce gene denizlerde görüldüler.

     Karaların fethi 400 milyon yıldan biraz daha önce bitkilerle başladı ve 50 milyon yıldan daha kısa bir süre sonra bunu ilk çift yaşamlı hayvanlar (amfibiler) izledi.*** Hemen hemen 320 milyon yıl kadar önce ilk sürüngenler oluştu.Sürüngenlerin bir kolu 200 küsür milyon yıl önce insanın atalarını oluşturan memelileri oluştururken, diğer bir koluda dinozorları, kuşları, kaplumbağaları ve timsahları oluşturdu.  

İnsanın atası olan insanımsı yaratıklar (hominidler) primatlar denilen ve bugünkü lemurlar, maymunlar ve insanları içeren, yaklaşık 50 milyon yıl önce ortaya çıkmış olan bir hayvan grubunun üyesidirler. Hominidlerin en yakın akrabaları olan büyük Afrika maymunlarından (goril,şempanze) ayrılmaları ise 7 milyon yıldan biraz önce Doğu Afrika'da Sudan ve Etiyopya'dan Zimbabwe'ye kadar kıtanın doğu sahiline yakın uzanan büyük Rift Vadisi’nin oluşması sonucu meydana gelmiştir. Bol yağış alan ormanlı Batı Afrika'da kalan primatlar gorilleri ve şempanzeleri, aralıklı yağış alan Doğu Afrika’da kalanlar ise hominidleri oluşturmuşlardır                

    Ormansız açık alanda kalan hominidler dik yürümeye başlayınca elleri serbest kalarak aletle iş yapma olanağı kazanmış, beyin hacmide 3 milyon yıl gibi bir zamanda yaklaşık 500 cc'den bugünkü ortalama 1500 cc'ye ulaşmıştır. İlk insan'ın ortaya çıkışı ise Doğu Afrika’daki Omo Nehri yatağından toplanan fosillerden anlaşıldığına göre, 3 milyon yıl önce meydana gelen bir iklim soğuması esnasında olmuştur. İlk kesilmiş taştan yapılmış aletlerin yaşı 2 milyon yıldan fazladır.****

    Dolayısıyla, insan yaşamını anlatan tarih hemen hemen 3 milyon yıl öncesine kadar uzanan bir devreyi kapsar.

    Küremizin üzerinde canlıların yaşamaya başlayışından zamanımıza kadar canlıların yaşamı açısından geçirdiği belli başlı aşamalar dört ''zaman'' dilimi içinde sınıflandırılmıştır. İçinde bulunduğumuz 4. zaman dilimidir ve iki bölüme ayrılmıştır. Buzul devri olan ''En yeni çağ'' (pleistosen) ile halen içinde bulunduğumuz tüm yakın (Holosen) çağlardan oluşur. *

     İlk insan iskeletlerine yeryüzünün değişik bölgelerinde rastlanmıştır ve İ.Ö 600.000 yıllarına kadar uzanır.Bu süre içerisinde bir çok ''insan'' tipine rastlanmaktadır.

    Atalarımız içinde bize en yakın insan, 1856 yılında Almanya'da Düseldorf yakınında ''Neandertal'' adlı bir vadide bulunan kalıntılardır.Bu kalıntılara bulunduğu vadinin ismi verilmiştir.Yani "Neandertal İnsanı" Bu insan tipi eski dünyada yaşıyordu ve bunun kalıntılarına Java'da, Afrika'da, Orta-Doğu'da ve Avrupa'nın çeşitli yörelerinde rastlanmıştır.

    Avrupa'da Neandertal insanı 150.000 ile 60.000 yılları arasında yaşamıştır.Bu insan tipinin kullandığı aletler Dordegna'da Lemoustier adlı kazı yerine atfen isimlendirilmiş, bu nedenle devrenin bir bölümüne Mousterien denmiştir.Bu insan tipi taşları işleyerek kendine silah yapmasını ve ateşi biliyor, ölülerini eşyalarıyla birlikte gömüyordu.

 

İNSANIN KENDİSİ : HOMO SAPİENS

      İ.Ö 60.000 - 10.000 yılları arasında yeni bir insan tipi ortaya çıkmıştır. Bilim adamları tarafından Homo Sapiens olarak adlandırılan bu insan tipi bugün dünya üzerinde yaşayan insanların bir benzeri ve atasıdır. Homo sapiens insanı ölülerini dikkatlice gömüyor ve yanına çeşitli yiyeceklerle ziynet eşyaları yerleştiriyordu. Bunun nedeni öteki dünyada malı olması ve rahat bir yaşam sürdüreceğine olan inançtan kaynaklanmıştır.

DÜNYANIN GEÇİRDİĞİ İKLİMSEL FELAKETLER VE IRKLARIN DOĞUŞU

      Dünyamızın geçirdiği en büyük felaketler kuşkusuz buzul çağlarında yaşanmıştır. Yerkürenin oluşumundan insanlığın görünüşüne dek geçen milyonlarca yılda gelişen olaylar bilimin gelişmesi ve radyo - karbon ölçümleri sayesinde çok az bir zaman hatası ile belirlenebilmektedir. Buzul çağları genellikle dört bölüme* ayrılmasına rağmen bu olayın yaklaşık olarak 20 kez gerçekleştiği varsayılmaktadır. Son buzul çağı 80.000 yıldan 10.000 yıl öncesine kadar sürdüğü belirtilmektedir. Bu çağlarda Kuzey Amerika, Kuzey ve Orta Avrupa buzullarla kaplanmıştır. Buzulların bulunduğu bölgelerde bugünkü kutup manzarası mevcuttu. Bölgeler tundra ve steplerle kaplıydı. Avrupa’nın soğuktan korunmuş bölgelerinde ise bodur ağaçlar ve yosunlar görülmekteydi. Bu doğal ortam içerisinde görülen hayvanlar mamut, eski fil, gergedan, yaban atı, ren geyiği, in ayısı ve in aslanıdır. Av genellikle tuzaklarla yapılmaktaydı ve mızraktan başka ok kullanıldığı zannedilmektedir. Buzul çağı insanı avcı ve toplayıcı olup fosilleri çıkmış eski eşyaları toplamaktaydı. Ateş için ağaç bulunmayan yerlerde hayvan kemikleri yakılmıştır. Bu dönem insanı mamut ve ren geyiği eti stok ediyor ve aynı yerde uzun zaman kalabiliyordu. Ancak stoklar bittiği zaman göç ediyordu.

    Yeryüzünde farklı kıtalarda yaşayan insanlar doğal koşullar neticesinde birbirine kapalı bölgeler oluşturmuşlardır. İşte bu doğal koşullara bağlı olarak ikinci derecede dış farklılıklar artmıştır. Bugün ırk dediğimiz olay cildin rengi, gözlerin, saçın biçimi gibi farklılıkları anlatmak için kullanılır. Beynin büyüklüğü, ellerin durumu, düşünce ve bedensel yetenekler ise bütün insanlarda aynıdır.

TARİHE DAMGASINI VURAN ÇAĞLAR

      İnsan aklının yavaş yavaş uyanmaya başladığı ilk çağ Eski Taş Çağı’dır. (Paleolitik çağ) yaklaşık olarak İ.Ö 600.000 yıllarından başlayarak 10.000 yılına kadar sürer. Bu dönemin insanları avcılık ve toplayıcılıkla yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu çağın başlarında ateşin keşfi ile insanlık önemli bir aşama kaydeder. Eski taş çağının ortalarına doğru mağara resimleri ve heykel sanatları görülmeye başlanır. Bu dönemin sonlarında ise doğru sosyal bir varlık olarak kendini geliştiren insanoğlu ''klan'' denilen ve belirli iş bölümlerinin paylaşıldığı küçük guruplara ayrılır. Eski taş çağın bitiminde son buzul çağı geride kalmış ve dünyamız yavaş yavaş ısınmaya başlamıştır. Yeryüzündeki bitki örtüsü de büyük oranda değişmiştir. İnsanlık yeni bir döneme girmek üzeredir. Eski taş çağı bitiminden yeni taş çağına (Neolitik çağ) geçişe kadar süren birkaç bin yıllık süre içerisinde orta taş çağı olarak adlandırılan bir “ara dönem” yaşanır.

    İnsanlık tarihinde rol oynayan en önemli çağlardan birisi Yeni Taş Çağı’dır (Neolitik). Buna Cilalı Taş Çağı demekte mümkündür. Bu çağın başlangıç ve bitimi hakkında birçok araştırmacı-tarihçi ayrı ayrı zaman vermelerine rağmen birleştikleri ortak nokta insanlığın gelişimine vurduğu damgadır. Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal'ın “ Anadolu Uygarlıkları” için verdiği tarihçeyi dikkate alırsak bu çağ İ.Ö. 8.000 -4.500 yılları arasında yaşanmıştır.

    İlk defa bu dönemde insanlar yerleşik yaşama geçerler. Artık tarım başlamıştır. Ekip biçmeye ve hayvan yetiştirmeye başlamışlardır. Başlayan üretim sürecidir. İlk kez Mısır ve Mezopotamya'da insanlar tarım yaşamına geçerler. köpek, at, inek, öküz, koyun, insanoğlunun ilk ehlileştirdiği hayvanlar olur.

    İ.Ö 5.500 yıllarında ilk bakır aletler görülmeye başlanır. Artık Maden - Taş Çağı denen Kalkolitik Dönem başlamıştır. Herkesin ilgisini çeken bakırı elde etmek için karşılığında başka değerli mallar vererek değiştirme isteği sonucunda ticaret doğar.

    Anadolu’da İ.Ö 3.000 yıllarına doğru kalay ve bakırın karışımından oluşan tunç madeni alet ve kap yapımında kullanılmaya başlanır. Tunç Çağı denen bu dönemin ardından İ.Ö 1.200 yıllarında demirin ortaya çıkmasıyla insanlık yepyeni bir aşamaya erişir.

     Mezopotamya ve Mısır'da tunçtan eserlerin yapılmaya başlandığı sıralarda (İ.Ö 4.000 sonu) yazı keşfedilmiş bulunduğundan bu ülkeler için “Tunç Çağı” deyimi yerine yazılı begelerden elde edilen kronoloji ve sınıflandırmalar kullanılır. Buna karşılık yazıyı henüz kullanmayan Anadolu, Hellas (Yunanistan), Balkanlar ve Avrupa gibi bölgeler için Tunç Çağı değimi geçerlidir. Tunç Çağı Anadolu'da 3.000, Girit'te, Ege'de ve Hellas'ta 2.500 - 2.000, Avrupa’da ise 2.000 yıllarıe="mso-spacerun: yes"> Mezopotamya ve Mısır'da tunçtan eserlerin yapılmaya başlandığı sıralarda (İ.Ö 4.000 sonu) yazı keşfedilmiş bulunduğundan bu ülkeler için “Tunç Çağı” deyimi yerine yazılı begelerden elde edilen kronoloji ve sınıflandırmalar kullanılır. Buna karşılık yazıyı henüz kullanmayan Anadolu, Hellas (Yunanistan), Balkanlar ve Avrupa gibi bölgeler için Tunç Çağı değimi geçerlidir. Tunç Çağı Anadolu'da 3.000, Girit'te, Ege'de ve Hellas'ta 2.500 - 2.000, Avrupa’da ise 2.000 yıllarında başlar. Yazıyı ilk kullananlar Sümerler ve Mısırlılar olmuştur.

TARİHİ ÇAĞLAR VE ANADOLU

      Tarihçiler yazının buluşundan önceki dönemlere “Tarih Öncesi” (Prehistorya) yazının bulunuşundan sonraki dönemlerede “Tarihi Çağlar” deyimlerini kullanırlar. Yukarıda değindiğimiz gibi İ.Ö 4. binin sonlarında ve 3. binin başlarında aşağı yukarı aynı tarihlerde Mezopotamya ve Mısır'da bulunan yazı Anadolu'ya yaklaşık 1.000 yıllık bir gecikme ile girmiştir.

    Anadolu’nun bilinen en eski adı “Hatti Ülkesi” dir. İlk defa Mezopotamya tazılı kaynaklarında Akkad Sülalesi döneminde (İ.Ö 2.350 - 2.150) kullanılan bu adlandırma İ.Ö 630 yıllarına kadar sürmüştür. Yaklaşık İ.Ö 1.400'lerden kalma bir Asur metninde, metnin yazılış tarihinden yaklaşık bin yıl önce yaşamış Akkad hükümdarının işleri anlatılmakta, Anadolu’nun güneylerinde bir yerlerde Naram - Sin'in bir Hatti hükümdarıyla savaştığından söz edilmektedir.

    Orta ve Güneydoğu Anadolu’nun bir bölümünde oturan Hatti'ler Anadolu’nun yerli bir halkı idi ve en aşağı İ.Ö 3 binin ortalarından beri küçük krallıklar, beylikler halinde idare ediliyorlardı. Bir çeşit kent - devleti olan bu beylikler İ.Ö 2.000 tarihlerinden itibaren teker teker Hititler’in eline geçmeye başlamışlardır.

     Hititler’in okur - yazar olduklarını gösteren hiç bir belgeye rastlanmamıştır. Bu yerli halkın kendine has bir yazısı olmadığı anlaşılmaktadır. O zamanlar Mezopotamya ile ticaretlerinde Asurca bilen katipleri kullandıkları muhtemeldir.

HİTİT EGEMENLİĞİ VE HURRİLER

      Anadolu İ.Ö 2.000 yıllarının başlarından başlayarak kökenleri Hint - Avrupa olan kavimlerin istilasına uğrar. Avrupa'nın belki de Asya'nın kuzeyinde oturan Hint - Avrupa kökenli halkları Atlantik’ten – Hindistan’a kadar uzanan bölgede güneye göç ederler. Dalgalar halinde Anadolu'ya göç eden bu insanlar Orta ve Güney Anadolu’da önceleri küçük beylikler halinde belirmeye başlarlar. Daha sonra Anadolu’nun yerli halkı Hattiler’i yavaş yavaş egemenlikleri altına alırlar. İ.Ö 1700 yıllarından başlayarak 500 yıl boyunca Anadolu’da ileri bir uygarlık kuranlar Hitit'lerdir. Hattiler’in eski kenti Hattuşaş, Hititler’in başkenti olur.

    İşte tam bu tarihlerde Anadolu’nun bir bölümünde yerli halk olarak Hurriler oturuyordu. Hurriler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Alalah'a (Antakya yakınlarında bir yerleşim yeri) kadar uzanan ve Hititler’le çağdaş olan bir uygarlık kurmuşlardı. Ancak tarih sahnesine bir siyasal güç olarak İ.Ö 1500 yıllarında ortaya çıkarlar. Yöneticileri Hint - Avrupa kökenli olan bir halkın egemenliğine giren Hurriler “Mitanni” devleti adı altında yaklaşık 250 yıl boyunca yakın doğunun Mısır'dan sonra gelen ikinci büyük siyasal gücü olmuştur.Daha sonra Hititler’in egemeliğine giren Hurriler İ.Ö 1000 yıllarında Urartular olarak tarih sahnesine yeniden çıkarlar. Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal “Anadolu Uygarlıkları” adlı eserinde Urartular’ın Hurri dilinin bir lehçesini konuştuklarını ve bunların Hurriler’in devamı olduğunu kaydetmektedir. Urartu Krallığı Medler’in bölgede güçlü bir devlet kurmalarıyla 7. yüzyılın sonu yada 6. yüzyılın başında ortadan kaybolmuştur.   

         Verdiğimiz bu kısa bilgilerden sonra Hititler’e yeniden geri dönelim. İ.Ö 2000 yıllarından itibaren Anadolu’ya sızmaya başlayan Hititler önceleri beylikler halinde 1660 yılına kadar yaşarlar. Daha sonra krallık haline gelen Hititler 1460'a kadar faaliyet gösterirler. Sonunda büyük krallık olarak İ.Ö 1200 yıllarına kadar Anadolu’nun büyük bir bölümüne hakim olmuşlardır.

    Mezopotamya'dan çivi yazısını alan ve uygar bir ulus olarak kendi çağlarının en ileri ülkelerinden biri olan Hititler, Anadolu halkının yerli sakinlerinden çok yararlanmışlardır. Yerli Anadolu kavimlerini özellikle Hattiler’i ve Hurriler’i hoşgörü ve anlayışla yönettiler.  Başlangıçta uygarlık yönünden kendilerinden çok üstün olan kavimlerden büyük ölçüde yararlandılar. Onların geleneklerine, dinlerine saygı gösterdikleri gibi ülkenin adını bile değiştirmediler.

    Bugün “Hitit Güneşi” olarak bildiğimiz “Güneş Kursu” Hattiler’in taptıkları eski bir Anadolu “Bereket Tanrıçası” heykelciğidir. O dönemlerde Anadolu’da çok tanrılık egemendi. Örneğin bugün Kel Dağı olarak adlandırılan Samandağ’ın güney sınırında olan dağ Hurriler zamanında kutsal sayılıyor ve ona tapılıyordu. Hititler’in Hurriler’den aldıkları Hazzi ve Nanni dağ adları, gök tanrısı ile bağlantılı idiler. Hazzi Orontes (Asi) ırmağının denize aktığı yer civarındaki Romalılar’ın Mont Casius dedikleri dağdır. Nanni’nin hangi dağ olduğu saptanamamıştır.

BÜYÜK HİTİT KRALLIĞININ YIKILIŞI VE TARİH ÖNCESİNE DÖNÜŞ

      Hititler Orta Anadolu'dan yayılıp süratle güneye bereketli topraklara ve denize ulaştıklarında sınırları da oldukça genişlemişti. Güney Suriye'de Mısırlılar tarafından durdurulduktan bir süre sonra İ.Ö 1200 yıllarına doğru devlet yapısı oldukça zayıflamıştı. İ.Ö 1200 yıllarına doğru Orta Avrupa ve Balkanlar’dan gelen ilkel kabilelerden oluşan büyük göç dalgaları Yunanistan, Anadolu ve Suriye’yi yakıp yıkar. Barbar insanlardan oluşan bu istila hareketi karadan ve denizden öylesine şiddetli olmuştu ki Anadolu’da 600 yıl Hellas'ta (Yunanistan) 200 yıl boyunca kullanılan yazı unutulur. Her iki ülkede yazı yaklaşık 400 yıl sonra İ.Ö 8. yüzyılda yeniden kullanılmaya başlanacaktır. Tarihçiler bu yüzden aradaki dönem için “Karanlık Çağ” değimini kullanırlar.

    Hititler’in bu son dönemlerinde olagelen göç dalgaları genellikle Doğu Akdeniz havzası içerisinde gerçekleşmişti. Bu dönemde baş kaldıran Anadolu beylikleri de harekete geçince Hitit krallığı sona erer (İ.Ö 1190). Öyle ki Hitit adı Anadolu’da tamamen unutulur. Ancak küçük Hitit beylikleri Güney ve güneydoğu Anadolu’da İ.Ö 650 yıllarına kadar yaşamlarını sürdürürler. Bu arada Anadolu’da bir çok bağımsız kent devletçiği ortaya çıkar. Akurgalın belirtiğine göre İ.Ö bin yılları civarında Anadolu’da beyliklerin sayısı 60'ı aşıyordu.

    Hitit İmparatorluğu köleci bir toplum olmasına rağmen zamanının en uygar toplumlarından birisi idi. Örneğin kadınlara büyük haklar tanınmıştı. Köleler ise mülk sahibi olabiliyor ve uğradıkları zarara karşılık tazminat isteyebiliyorlardı. Köle bir erkekle özgür bir kadının boşanması halinde eşler, çocukları ve malları bölüşebiliyorlardı.

 

 

 

DOĞU AKDENİZİN DENİZCİ HALKI : FENİKELİLER

      Yukarıdaki bölümlerde Anadolu’da gelişen olayların bölgemize ulaşan etkilerini kısaca özetlemeye çalıştık. Özellikle Doğu Akdeniz'e kadar ulaşan uygarlıklar hakkında notlar vermeye özen gösterildi. Ancak Doğu Akdeniz'den yani kitabımızın konusu olan Samandağ'ın bulunduğu bölgeden söz ederken Fenikeliler’i atlamak bir eksiklik doğuracaktı. Bu yüzden Fenikeliler’e bir göz atmakta fayda var.

    İ.Ö 3 bin yıllarından önce “Kenan Ülkesi” denilen Filistin’in güney ve batısı ile İsrail’de oturan Fenikeliler bu tarihten itibaren Suriye kıyısı boyunca yayılarak bir çok yerleşim merkezi kurdular. Sami dillerini konuşan kabilelere ayrılan bu halk birbirinden bağımsız küçük kentlerde krallıklar halinde idare ediliyorlardı. Ugarit, Sidon ve Tyr (tir/ sur) kentleri belli başlı krallıklarıdır. İ.Ö 1500 yıllarında Mısırlılar’ın egemenliğine girer ve 300 yıl boyunca Mısırlılar tarafından yönetilirler. Daha sonra Gebal, Ugarit ve Ugarit kentleri Hititler’in egemenliğine girerler.

    Mısır’ın zayıflaması ve Hitit İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra Fenike krallıkları tekrar bağımsızlıklarını kazanırlar.İ.Ö 7. yüzyıl sonlarında Asurlular’ın egemenliğine geçerler.

    Fenikeliler denizci bir halktı. İlk çağın en iyi denizcileri olarak tarih sahnesinde yerini alan Fenikeliler İ.Ö üçüncü bin yıllarından başlayarak Mısır ve Ege kıyılarına kadar deniz yoluyla gidebiliyorlardı. İkinci bin yılda ise İspanya kıyılarına ulaşmaya başlamışlardır. İ.Ö bininci yılda Akdeniz’den dışarıya çikan Fenikeliler Batı Afrika kıyılarına Kamerun’a kadar ulaştılar.

    Ancak Fenikeliler’in uygarlığa en büyük armağanları “Alfabe Yazısı”nı yaratmış olmalarıdır. Fenike harfleri sonradan Yunan, Arami (Arap) ve Latin alfabelerinin oluşumunda kaynak oldu. Fenike alfabesinin eksikliği sesli harfleri gösteren işaretlerin bulunmaması idi. Bu ilkeyi İbrani ve Arap alfabeleri sürdürdüler.

HATAY’A GENEL BAKIŞ

      Üçüncü zamanın ortalarına kadar Hatay ovası ortada yoktu.* Deniz Toroslar’ın güney-batı yamaçlarına çarpıyordu. Üçüncü zamanın ortalarına doğru oluşan yer hareketleri sonucu günümüzdeki Hatay ovası oluştu. İl topraklarının ana çatısını Amonos dağları ile Keldağı oluşturur. Üçüncü zamanın ikinci yarısında kıvrılarak yükselen ve sonraları aşınmalarla dikleşen Amonos Dağları’nın en yüksek yeri Dörtyol ilçesinin doğusunda kalan 2.240 metre yükseltili Mığır Tepedir. (Bozdağ) daha sonra 1735 metre ile Kızıldağ gelir.

KELDAĞI: Hatay çöküntü alanının güneyini kuşatan Keldağı, Yayladağı ve Altınözü ilçeleri arasını bütünüyle kaplar. En yüksek noktası Yayladağı ilçesinin kuzey batısındaki 1730 metre yükseltili Akra dağı’ dır. 1235 metre yükseltili Ziyaret Dağı ve Antakya’ya doğru uzanan 440 metre yükseltili Habib-i Neccar Dağı diğer yükseltilerdir.

Samandağ’da Asi Nehri’nin alüvyonlarının oluşturduğu genç kara parçası hariç bu yörenin oluşumu da aynı zamanda gerçekleşmiştir. Söz konusu çağlarda ki büyük buzulların hareket etmesi sonucunda bazı volkanik tepeler oluşmuştur. Bunun güzel bir örneğini ilçenin güneyindeki sönmüş bir volkan olan Keldağı vermektedir. Üçüncü zamanın solarına doğru büyük buzulların erimesi sonucu deniz seviyesi 40 metre kadar yükselmiş ve daha sonra buharlaşıp suyun atmosferde kalmasıyla seviye tekrar düşmüştür. İleride bahsedileceği gibi bu yer kabuğu hareketleri ve deniz seviyesinin yükselip alçalması insanların yerleşimini etkilemiş ve uzun zaman aralıklarında buranın terkedilmesine neden olmuştur.

Üçüncü zamanın ikinci yarısında oluşmaya başlayan Hatay Ovası “Aşağı Asi Oluğu” denilen bölgede yer alır. Yapılan jeolojik araştırmalarda bölgenin Miyosen sonlarında oluşmaya başladığı aynı oluşumun Pliyosen’de devam ederek bu dönemin sonlarında ve dördüncü zamanın başlarında bugünküne yakın halini aldıgı ortaya konmuştur. Samandağ ovası ise dönem sonlarında Asi Irmağı’nın getirdiği alüvyonlarla dolarak bugünkü şeklini almıştır. Günümüzde bu oluşum yavaşta olsa sürmektedir. Amanos Dağları ve Keldağı arasında kalan Hatay çöküntü alanı içinde akan Asi Irmağı; ilk dönemlerde kapalı bir havza olan Hatay Grabeni (Hatay çöküntü alanı) içerisinde bugün Amik Ovası, eskiden Amik Gölü denilen bölgeye boşalıyordu. Asi Nehri, Akdeniz’e akmadan önce yöre kapalı bir havzaydı. Asi ve kollarının taşıdığı alivyonlar bu kapalı havzanın yakınına yığıldı. Asi vadisi ile öbür vadilerin tabanları birleşti ve çok geniş düzlükler oluştu. Asi Nehri sonraları Amonos Dağları ile Keldağ arasında bir yatak oluşturarak havzayı Akdeniz ile birleştirdi.

ASİ NEHRİ: Kaynağını, Lübnan ve Antilübnan dağları arasında kalan el-Bekaa vadisinin Lübnan dağlarına dönük yamaçlarından alan Asi Nehri’nin toplam uzunluğu 380 km’dir. Suriye topraklarını geçtikten sonra Etun yöresinde Türkiye’ye girer. Yaklaşık 30 km. Türkiye - Suriye sınırını oluşturacak şekilde aktıktan sonra batıya döner ve Kavşit yakınlarında bugün hemen hemen tümü kurutulmuş olan Amik Gölü’nün ayağı Küçük Asi ile birleşir. Kavşit’ten sonra güney-batı dogrultusunda akan Asi Irmağı yaklaşık 40 km. sonra Samandağ’a ulaşır. Burada Akdeniz’e dökülür. Asi Irmağı Afrin çayı ve Karasu’nun birleşmesiyle oluşan Küçük Asi’den başka Hatay topraklarında doğan kimi küçük dere ve çaylarda karışır. Bunlar 25 km. uzunluğundaki Büyük Karaçay ile 19 km. uzunluğundaki Küçük Karaçay ve 12 km. uzunluğundaki Hüseyinli deresi ile Kavaslı ve Defne (Harbiye) suları sayılabilir.

Tarihte Mısır, Mezapotamya, Önasya olarak bilinen bölgelere giden yolların kavşak noktasında kurulu Hatay’da denize ulaşan Asi Nehri ağzında insanlık tarihinin en önemli limanlarından birisi (Al - Mina) kuruluydu.

Yunan koloniciliği zamanında (İ.Ö. 750-64) ve Roma döneminin önemli bir bölümünde büyük gemilerin girişine olanak sağlayan nehir, zamanla zayıflayarak bu günkü halini almıştır.

İlk çağlarda Antakya’ya kadar gemilerin girebildiği Asi’nin çevresi ve bulundugu bölge sık ormanlarla kaplıydı. Bu yüzden yaz-kış suyun akış debisi aşağı yukarı aynıydı. Suyu berrak ve temizdi, içilebilir nitelikteydi.

    İnsanların plansız ve insafsızca kestiği ormanlar yok olunca su taşkınları ve seller milyonlarca metreküp toprağı Akdeniz’e boşaltmaya başladı. Binlerce yıllık erezyon, büyük miktarlarda toprak kaybı ve çoraklaşmaya neden olurken denizin dibi de çamurlu bir hal aldı. Son yıllarda enerji ve sulama amaçlı kurulan barajlar Asi’nin Asiliğini tamamen ortadan kaldırmıştır. Yaz aylarında bir kaç kaynak suyu ve dağlardan akan küçük derelerin suyu nehrin büsbütün kurumasını önlemektedir. Tarihin Orentes’i, günümüzün Asi’sine hiç benzemiyor.

      TARİHÇESİ: Hatay yöresi Anadolu’nun en eski yerleşim birimlerinden birisidir. Bölgede yapılan yüzey araştırmalarında ve kazı çalışmalarına göre yöredeki yerleşmelerin tarihi İ.Ö 100.000 ile başlatılan Orta Paleolitik döneme kadar uzanır.

    Bölge İ.Ö. üçüncü binin ilk yarısında Akkad kralı Sargon ve torunu Naram-sin’in yönetimi altına girer. Akkad’lardan sonra ikinci binden az önce Hurriler (Subariler) göç eder.

    Yöre 1800’lerden 1600’lere kadar Merkezi Halpa (Halep) olan Sami Yamhad krallığına bağlı bir beyliğin toprakları arasına katılmıştır. İçişlerinde bağımsız, dış ilişkilerinde Yamhad krallığına bağlı olan bu beyliğin başkenti Tell Açana (Alalah) idi.

Yamhad krallığı ise üst yekte olarak Babil krallığını tanıyordu. Bölge daha sonra Hitit ve Mısırlar’ın egemenliğine girer.

    İ.Ö. 1200’lerde çöken Hitit krallığının dağılmasından sonra Hatay yöresinde yaşamlarını sürdüren Geç Hitit Prenslikleri birleşerek “Hattena Krallığı” adını alırlar. Gelişen olaylar bu krallığı da yıkar. 1938-1939 yıllarında “Hatay Cumhuriyeti” adı altında devlet olan Hatay ili bu tarihlerden önce İskenderun-Antakya vilayeti olarak tanınıyordu.

 

 

S A M A N D A Ğ

COĞRAFİ KONUM

      Samandağ, Amanoslar’ın güneye inen kolları arasında genç bir kara parçası üzerinde kurulmuştur. Yunan ve Roma koloniciliği zamanında burası doğal bir körfez niteliğinde idi. Bugün ise Asi Nehri’nin kıyı şeridini doldurması nedeniyle büyük gemilerin sahile yanaşması olanaksız olmuştur. Şehrin içinden geçen Asi Irmağı yüksek Lübnan dağlarındaki Rahip Mağarası denilen oluktan doğar. Lübnan dağlarının selleriyle beslenerek Suriye'nin Humus ve Hama şehirlerinden geçer. Türkiye sınırında Hatay topraklarına girer. Hatay ovasının kenarında batıya, sonra güney batıya doğru akışını sürdürür. Antakya şehrini ikiye bölerek tepeler arasından kıvrılır ve eski AL- MİNA kenti yöresinde denize dökülür. Asi Irmağı yazları çorak bir bölgeden geçtiği için bu mevsimde suları azalmakla beraber kireçli yerlerden çıkan suyu bol kaynaklarla beslendiğinden büsbütün fakirleşmez. Su miktarı kışın ve ilkbaharda en yüksek düzeye ulaşır.

    Samandağ’ın güneyinde sönmüş bir volkan olan KEL DAĞI yamaçlarına kadar çıplak durmaktadır. Kel Dağı Hurriler’ce HAZZİ, Araplar’ca CEBEL-İ AKRA, Yahudiler’ce CEBEL - HALAK Klasik çağda MOUNT CASİUS olarak bilinir. Samandağ’ın kuzeyinde antik     Seleucia’nın kurulmuş olduğu Musa Dağı, doğusunda SEM‘AN Dağı ve dağlar arasında kalmış tepelikler, batısında Akdeniz yer alır. Dağlarında tipik Akdeniz maki bitki örtüsünü görmek mümkündür. Musa Dağı'nın iç kesimleri ormanlarla kaplıdır. Arap kaynaklarda SELEUCİA'ya giden yolun gür ormanlarla kaplı olduğu ve bu yoldan geçerken “Gündüz karanlık olacak kadar” ağaçlarla olduğu söylenir. Bu bitki örtüsünün günümüzde tümüyle ortadan kalkmasına rağmen tek tük orman parçalarına da rastlamak mümkündür.

    Akdeniz ikliminin egemen olduğu Samandağ'da kar hemen hemen hiç yağmaz. Denizin yumuşattığı hava Asi Nehriyle içerilere kadar uzanır. Kışın bol yağmur yağmasına karşın yaz ayları kurak ve sıcak geçer. Yılın büyük bir bölümünde denize girmek mümkündür. Yıllık ortalama sıcaklık 18.8 derece, ortalama yağış ise 726.1 mm’dir.

    Halk genellikle sebze - meyve üretimi ile uğraşmasına rağmen son yıllarda ticaret ve diğer küçük sanayi kollarında önemli mesafeler alınmıştır. Hızlı nüfus artışına paralel olarak artan işsizlik nedeniyle genç kesimin büyük bir kısmı yurt dışına işçi olarak gitmektedir. Samandağ'da kıyıya yakın yerlerde balıkçılık, Musa Dağı’nda ve Asi Vadisi boyunca kurulan köylerde sebze - meyve üretimi güneydeki dağ eteklerinde kurulan bir kaç köyde ise tütün ve tömbeki üretimi yapılmaktadır. Tarımda modern seracılık ve işletmecilik yapmaya özen gösteren halk bu konuda bölgede örnek gösterilen bir konuma sahiptir. Tarıma elverişli arazi yaklaşık 188.700 dekar (dönüm)’dür. Bunun 41.000 dekarlık bölümü sulanabilmektedir.

    İlçeye bağlı köy sayısı 31 Belde sayısı 10 dur. Alanı 382 km olup nüfusu 1997 sayımına göre merkezde 32.260'tır. Köylerde oturan nüfus sayısı 31.989, Beldelerde ise 31.987, Toplam 96.236 olduğu tespit edilmiştir.

    Tarihsel olayların gelişimine ışık tutan kozmopolit bir yapıya sahip olan Samandağ halkı, Alevi, Sünni, Hıristiyan vatandaşların aralarında bir sorun olmadan yaşadıkları örnek bir bölgedir. Türkiye’nin tek Ermeni köyü de burada bulunmaktadır. Geleneklerine bağlı Arap kökenli vatandaşlar her yıl “14 Temmuz” u yaz bayramı olarak kutlar.

    İlçe geniş ve uzun bir sahile sahiptir. Uzunluğu yaklaşık 13 km’dir. Bu sahiller bazı deniz canlıları için yumurtlama ve üreme merkezidir. Dünyada nesilleri tükenmekte olan ve uluslar arası anlaşmalarla (Bern-Barcelona) korumaya alınmış Chelonia Mydas (Yeşil Kaplumbağa) türü deniz canlıları her yıl Mayıs-Ekim dönemi arasında sahile uğrayarak yumurtalarını bırakırlar. Ancak ne yazık ki tahrip edilen kumsal ve deniz kirliliği nedeniyle bu canlıların son üreme alanları yok olmak üzeredir. 1993 yılında turizm bölgesi ilan edilen Samandağ, ayrıca önemli “kuş göç yolu ve konaklama merkezleri” arasında yer almaktadır.

1948 yılında alınan bir kararla Süveydiye olan ilçenin adı Samandağ olarak değiştirilmiştir. Bu ad ilçenin doğusunda bulunan Sem‘an Dağı adından kaynaklanmıştır. Sem‘an Dağı adını burada yaşayan Saint Simon adlı kutsal bir sofudan almıştır.

SAMANDAĞ'IN İLK SAKİNLERİ

( MAĞARALAR TARİHE IŞIK TUTUYOR)

      Samandağ'daki Tarih Öncesi (Prehistorik) yerleşmelerle ilgili araştırmalar yapan Muzaffer Şenyürek ve Enver Bostancı, Musa Dağı’nın eteklerinde Samandağ’ın 4,5 Km kuzey - batısında Mağaracık köyü yakınlarında birkaç mağarada çukur açıp incelemelerde bulundular. Araştırma yapılan mağaralar dışında bazıları doğal, bazıları da yapay olmak üzere daha bir çok mağara vardır. Bu bölgede bulunan doğal mağaralar eski çağlarda yerleşim yeri olmuştur. Bu mağaralar Musa Dağı’nın güney eteklerindeki kalkerler içinde bulunmaktadır.

    1956 yılında Enver Bostancı ve Muzaffer Şenyürek'in Çevlik mevkiinde “Merdivenli Mağara” da birlikte yaptıkları kazıda beş katman belirlenmiş bu katmanlardan, o dönem insanının kullandığı bazı gereçlerin bulunduğu 4. ve 5. katmanlar Orta Paleolitik döneme (İ.Ö.100.000 - 40.000 ) tarihlenmiştir. Yine aynı yerde “Merdivenli Mağara” yakınlarındaki “Tıkalı Mağara” da ortaklaşa yapılan kazılarda (1958) mağarada sadece bu dönemde yerleşme olduğu, daha sonra terkedildiği tespit edilmiştir. Yüzeyi dolduran moloz tabakasının 145 - 180 cm altında Orta Paleolitik döneme tarihlenen bazı aletler bulunmuştur. (üçgen uçlar, yan ve uç kazıyıcılar, deliciler, satırlar ve dört insan azı dişi )

    Şenyürek ve Bostancı tarafından araştırılan birinci mağaranın denizden uzaklığı 1 Km olup deniz seviyesinden 39 m. yüksekliktedir. Mağaranın doğu ve batı duvarlarında ve tavanın ön kısmında içinde fosil, memeli hayvan kemik ve dişleri ile karada yaşayan salyangozlara ait kavkı'lar* bulunan sert kumtaşı kalıntıları bulunmaktadır. Bu kumtaşı kalıntıları mağaranın zamanında tatlı su istilasına uğradığını ve tavanına kadar dolduğunu göstermektedir. Bu mağaranın Roma çağında bir taş ocağı olarak kullanıldığı saptanmıştır. Mağaranın üstündeki oyma merdiven Romalılar zamanında yapılmıştır. Bunun altında bulunan ikinci ve üçüncü tabakalar üst Paleolitik (İ.Ö 40.000 - 10.000) döneme tarihlenmişlerdir. Daha alttaki 4-5. katmanlar Musterien* kültürünü temsil etmektedir.

    Burada yapılan kazılarda birçok alet ve bazı kemik parçalarından yapılmış aletle çok sayıda fosil hayvan kalıntıları mağara sakinlerinin yedikleri omurgasız hayvanlara ait kabuklar ve insanlara ait kalıntılar bulunmuştur. Şenyürek'in yaptığı saptamalara göre ilk çağa ait memeli hayvanlardan mağara aslanı, ayı, gergedan, kirpi, dama, öküz ve yaban domuzlarına ait kalıntılar tespit edilmiştir. Bunlara ek olarak daha henüz teşhisleri yapılmayan kalıntılarda vardır. Ayrıca karada yaşıyan salyangozlar ve denizde yaşayan canlılara ait kabuklarda tespit edilmiştir.

    Bu yörede yaşamış olan mağara sakinleri ateşi biliyorlardı. Ocak kalıntıları ve yanık hayvan kemiklerinden bu anlaşılmaktadır. Elde edilen buluntular ve doğal afetler bu eski çağ sakinlerinin ne kadar zor ve çetin hayat koşulları altında yaşadığını göstermektedir. Mağaralarda yapılan kazılarda kum tabakasının üst kısmında büyük kaya parçalarına rastlanmıştır. Kumun üst kısmında duran bu taş parçaları deniz kumunun biriktiği zamanda insanlar tarafından uzun bir zaman aralığında terkedilmiş olduğuna işaret eder. Mağaranın kazılan kısımlarında kaya altında karşılaşılan deniz kumu bugünkü deniz seviyesinden 35-36 metre yüksekliktedir. Bu durum çok eski çağlarda mağaranın deniz istilasına uğradığını göstermektedir. Bu görüşü kum tabakaları arasındaki bazı fosilleri inceleyen prof. Dr. Guido Tavani'de desteklemektedir.

    Kazı yapılan mağaralarda rastlanan ateş ve kül izleri av hayvanlarının ve balığın pişirilerek yendiğini ortaya koymaktadır. Enver Bostancı yöredeki yerleşmenin İ.Ö 40.000-10.000'e tarihlenen üst paleotik dönemde de sürdüğünü göstermektedir.Yine Enver Bostancı Çevlik kanal mağarasında aynı dönemin başlarına ait olduğu belirlenen ikinci ve beşinci katmanlarda da bazı araçlarla Homo sapiens (alet kullanan akıllı insan) kalıntısı bir alt çene azı dişi, Merdivenli mağaranın 2 ve 3. katmanlarında da Kanal mağarasındakilere benzeyen çakmak taşı gereçler (kemik, iğne, keski vb ) bulmuştur. Aynı yörede bulunan ve "İNCİLİ MAĞARA" adıyla anılan mağarada 1970 - 1973 yılları arasında yapılan kazıda 11 ve 12. katmanlarda Üst Paleolitik döneme tarihlenen Homo sapiens'ten kalma kemikler bulunmuştur.

    Yapılan araştırmalar sırasında Mağaracık köyünde Çevlik’e giden yol kenarında ve Antik Seleucia limanının duvarlarının dışında bugünkü deniz seviyesinden yaklaşık 2-3 metre yüksekte duran ve içinde denizlerde yaşayan omurgasız hayvanlara ait kavkılar ve Klasik Çağ’a ait çanak - çömlek kalıntıları bulunan bir kum tabakası ile karşılaşılmıştır. Bu kum tabakası bugünkü deniz kıyısından yaklaşık 150 - 200 metre kadar doğuda bulunmaktadır. Bu yerin biraz doğusunda ve yine yol kenarında içinde denizlerde yaşayan omurgasız hayvanlara ait kavkılar ve Klasik Çağ’a ait seramik parçaları bulunan bir kum birikintisi daha vardır.Bu kum birikintisinin bugünkü deniz seviyesinden yüksekliği 3 metre kadardır. Yapılan gözlemlerde son 2250 - 2300 yıl içinde bu bölgede deniz ve kara arasında yaklaşık 2-3 metre bir değişikliğin meydana geldiği ihtimali üzerinde durulmaktadır.

       

SAMANDAĞ’DA YAZILI TARİHE DOĞRU

      Yukarıdaki bölümde anlatmaya çalıştığımız genelde ilk çağlardan başlayarak Hitit imparatorluğunun yıkılışına kadar olan bir dönemin özeti niteliğindedir. Bu zaman süreci içerisinde Samandağ’ın bulunduğu bölge üzerinde hakimiyet kuran uygarlıklar hakkında kısa bilgiler verilmeye çalışılmıştır. Bunun nedeni tarihsel gelişim içerisinde Samandağ’ın hemen hiçbir rolünün olmamasından kaynaklandı. Bazı doğal mağaralarda yapılan arkeolojik kazılarda çok eski zamanlardan beri buralarda insanların yaşadığı tespit edilmişse de yazılı kaynaklarda Samandağ’la ilgili bilgilere rastlanmamıştır. Ta ki İ.Ö 8. yüzyılda Yunanlılar’ın AL-MİNA'yı kurdukları tarihe kadar bu durum böyle devam etti. AL -MİNA'ya geçmeden önce Hititler’in yıkıldığı tarihten 8. yüzyıla kadar gelişen olaylar hakkında çok kısa bir bilgi verelim.

    Tarihte “Ege Göçü” ya da “Deniz Kavmi” olarak bilinen büyük göç dalgası İ.Ö 1200'den itibaren Trakya ve Balkanlar’dan başlayıp Yunanistan, Anadolu ve Suriye’yi kasıp kavurur. Barbar topluluklardan oluşan bu göç dalgası Mısır önlerinde durdurulur. Bu süre içerisinde Yunanistan ve Anadolu’da daha önce kullanılan yazı unutulur ve bölge yaklaşık 400 yıl boyunca karanlıkta kalır. Suriye’de ise 100 - 300 yıl arasında bir karanlık dönem yaşanır. Bu zaman diliminde beylikler halinde birçok kent devletçiği ortaya çıkar.

    “Ege Göçü”nün bir sonucu olarak üç büyük topluluk (Dor, İon, Aiol), güneybatı ve batı Anadolu'da yeni şehirler kurarlar. Bunlardan İon boyları kısa sürede önemli kentler geliştirerek Doğu Akdeniz’de seslerini duyurdular. Bu yüzden Mısırlılar, Mezopotamyalılar ve sonraları İranlılar bütün Hellenler’I, İyonlular olarak adlandırmışlardır. Bugün bizimle Hellenler’e, Yunanlılar dememiz bu eski doğu geleneğinden kaynaklanmaktadır.

 

KOLONİ ÇAĞI : AL-MİNA

      Yunanlılar, Antakya'nın güneyindeki Al – Mina kolonisini İ.Ö 750 tarihlerine doğru kurarak şark dünyasına ayak bastıklarında geç Hitit beylikleri ile karşılaştılar. Onların eserlerini yakından tanıdılar. Önlerine serilen altından, gümüşten, bronzdan ve fildişinden yapılmış yüksek nitelikteki eserleri satın almaya ve daha sonra onları taklit etmeye yöneldiler. Bu arada Al-Mina'dan Fenike alfabesini alarak kendi dillerine uyarladılar. Böylece 400 yıllık aradan sonra yeniden okur - yazar hale geldiler. Yunanlılar bu arada doğu Akdeniz'de etkisini sürdüren Mısır, Urartu ve diğer Mezopotamya uygarlıklarından da büyük ölçüde faydalandılar.

 

ANTAKYA’NIN ESKİ LİMANI

      Samandağ'da Koloni Çağı yada Yunan Çağı denince akla Al-Mina gelir. Antakya'nın eski çağlardaki limanı Asi Nehri ağzındaki işte bu limandır. Asi Nehri ilk çağlarda suyunun bol aktığı zamanlarda Akdeniz’den gemilerin Antakya’ya kadar gidebilmelerine elverişliydi. Şehrin köprü yanında Asi'nin eski şehir tarafındaki kıyısında uzun bir rıhtımı ve nehir kıyısı boyunca uzanan geniş bir agorası vardı. Ticaret ve kültür hayatı çok hareketliydi. İhracat ve transit ticareti şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynaklarından biriydi. Bu dönemde Al-Mina doğu ve batı arasında önemli bir liman ve ticaret merkezi durumundaydı. Gerçekten Al-Mina'nın kurulmuş olduğu ORONTES* ağzı (Asinin denize döküldüğü yer) gemilerin demirleyebileceği yegane yerdi. Bu konumu nedeniyle onun denizaşırı ticarette önemli bir rol oynadığını işin başında anlamak mümkündür. Düz alivüyonlu ovadan kıvrılarak akan geniş nehir eski dünya gemileri için ideal bir sığınaktı. Günümüzde Çevlik’te balıkçı barınağı yapılıncaya kadar küçük balıkçı tekneleri için sığınak vazifesi görmeye devam ediyordu.

    1936 yılında İngiliz British Museum (İngiliz Müzesi) adına kazı çalışmalarını yürüten Sir Leonard WOOLLEY araştırmalarında gümrük barakalarının olduğu yere kadar (eski karakol, şimdi ilkokul) hiç bir bina izine rastlamamıştır. Gümrük barakalarının biraz ötesinde kutsal Şeyh Yusuf Türbesi vardır. Burada toprak, türbeyi ziyaret edenlerin sığındığı damın olduğu yerde birkaç metre yükselmektedir. Eskiden nehrin buradan aktığına işaret eden kanal ve tümsekler vardır. ORONTES (Asi) eskiden bol aktığı zamanlarda sık sık yatak değiştirebiliyordu. Nitekim son 50- 60 yılda ( nehir yatağı 1970'li yıllarda değiştirilip kıyı boyunca sed yapılıncaya kadar ) taştığı zamanlar defalarca yatağını değiştirdiği bilinmektedir.

    Yapılan araştırmalarda İ.Ö 8. yüzyıldan İ.Ö 4. yüzyıla kadar bir tarih sıralaması içinde katmanlar tespit edilmiştir. Ancak liman kalesine rastlanmamıştır. Muhtemelen Orontes’in bu taşkınlıklarda kale yapılarını denize sürüklediği düşünülebilir.* Kazılar sonucu 10 katman tespit edilmiş olup, bu katmanlar nehrin yükselmesi ya da kasabanın genişlemesi ile yerleşimin batıya doğru kaydığını göstermektedir. Üst katmanlar oldukça geniş olduğu halde alt katmanlara inildikçe bu genişlik azalmaktadır.

    Yapılar birbirine çok benzemektedir. Duvarlar hemen hemen her zaman taş temeller üzerine toprak tuğlalardan örülmüştür. Taş temeller toprak yüzeyinden yukarıya su basma seviyesine kadar yükseltilmiştir. Tek katlı binaların duvarları ortalama iki ayak kalınlığında ağır duvarlardır. Taban , kil ve çamurdan olup alt katmanlarda rutubet yüzünden çakıl döşenmiştir. Üst katmanlarda yapı, çevre yüzeyinden yukarda olduğu için çakıl taşları kullanılmamıştır. Binalar dikdörtgen şeklinde ve aşağı yukarı eşit ölçülerde bloklar oluştururlar.

     Burası ikamet edilen bir kasaba değildi. Barınak olarak çok fakir olan bu binalar yaşama bakımından elverişsizdir. Bunlar Asya ve Ege arasında ithalat ve ihracat işleri ile ilgilenen tüccarların iş binalarıydı. Bu özellikle fazla hasar görmemiş üst kat binalarda belli oluyordu. Odalar aynı türden eşyalarla doldurulmuştu. Bir oda şarap fıçılarıyla, bir oda mahalli küçük yağ şişeleriyle, diğeri de Yunan kavanozları ve benzeri şeylerle doldurulmuştu. Bloktaki her binanın biri bir firmaya aitti. Gemilerden boşaltılan mallar depolarda son satış için ambarlanır ve daha sonra kervanlarla ülkenin iç kısımlarına taşıyacak olan tüccarlara satılırdı.

    Limanın oldukça sağlıksız ve sellerden kolayca etkilenir olması ayrıca çevrenin bataklık olması tüccarların daha iyi bir yerleşme yeri kurmalarını zorunlu kılmıştır. Bu yerleşim yerinin nehre yakın SABUNİ (şimdiki çöğürlü köyünün bitişiği) olduğuna dair bazı bulgular elde edilmiştir.

    SABUNİ'de yapılan araştırmalar Al-Mina’da bulunan 10 katmandaki çömlek parçalarına burada da rastlandığını göstermiştir. Burada rastlanan Miken* çömlekleri tüccarların burada oturduğuna hiç şüphe bırakmıyor.

Samandağ’da Sabuni dışında da yerleşmenin olduğuna dair işaretlere her zaman rastlamak mümkündür. Kuyu ve bina temelleri kazılırken belli yerlerde rastlanan mezarlar, eski bina temelleri ve çömlek parçaları buralarda yerleşildiğinin bir kanıtıdır. AL-MİNA 'da daha fakir türden yerleşim merkezlerinin oluşunun sebebi, burada bazı mağaza bekçilerinin, liman işçileri, denizciler ve işlerine bağlı ikinci derecede tüccarların oturduğu yerler olarak açıklanabilir.

    Limanın eski devirlerden beri kullanıldığına dair deliller, buranın eskiden ALALAH'ın ihracat limanı olarak görev yapmış olabileceğini de göstermektedir. (ALALAH: Tel Açana : Antakya'nın Kuzeydoğusunda eski bir yerleşim merkezi)

    Alttaki 10. ve 9. katmanlardaki yapılardan çıkan bol miktardaki çömleklerin çoğu ithal malıdır. Bu, buradaki Yunan ticaret kolonisinin ilk faaliyete geçtiği zamanlarda yerli yapımın fazla gelişmemiş olduğunu gösterir. İthal çömleklerinin çoğu 750-700 yıllarında Doğu Yunan adalarında yapılmıştır. 12. yüzyıldan bu zamana kadar Miken çömleklerinin kaybolması bu süre içinde ticaretin Suriye'nin diğer limanlarından yapıldığını göstermektedir.

    Eskiden Kıbrıs ve Girit ile sınırlı ticaret daha sonra Yunanlı tüccarların gelmesiyle daha çok canlanmıştır. Kıbrıs’a 60 mil uzaklıkta bulunan Casius Dağı (Keldağ) Kıbrıs’tan görülebiliyor ve bu güzergahtan deniz yolculuğu kolay oluyordu.

    Herodot* eskiden yaşamış Amphilokhos adında bir Yunan kahramanının Suriye şehrinde "POSİDEUM" şehrini kurmuş olduğunu açıklamaktadır. Şehir İ.Ö 5. yüzyılda gelişmişti. Daha sonraki Yunan yazarlar Sabuni, Al-Mina ile Posideum'u ilgili göstermektedir.

    8. katmanda daha önceki bir devrin birkaç duvarının temel olarak kullanıldığı görülse de genel plan çok değişiktir. Çömleklerde tamamen değişiklik göstermekte, hemen hemen hepsi "Demir Çağ" tipindedir. Kıbrıs ve yerli üretim tipinde çömlekler birbirine benzemekte ayırtedilememektedir.

    Arkeolojik buluntular burada bir tarihi hikayeye dönmemizi gerektirmektedir. Bizanslı tarihçi Malalas, Antakya bölgesini anlatırken Casius (Kasos) adlı Yunanlı kahramanın Kuzey Suriye sahilinde bir yerleşim merkezi kurduğunu ve buraya Kıbrıs ve Giritlileri yerleştirdiğini kaydetmektedir. Wolley, burada Casius’un kurduğu yerleşim merkezinin Posideum olabileceğinden söz etmektedir. Oysa daha önce Herodot, Posideum’u Amphilokhos'un kurduğunu belirtmişti. Ne var ki bugün Keldağı eteklerinde hala görülebilen ve Casius'a atfedilen bir yapı kalıntısı vardır. Casius'un bu yerleşim merkezini kurması 8. katmanda çıkan Kıbrıs çömleklerini açığa kavuşturmaktadır. Şüphesiz ki burası kutsal topraklar üzerindeki ilk yerleşim değildi. 9. katmanın ve 8. katmanın yer planlarına bakılırsa burada nelerin olduğunu anlamak mümkündür. Casius, korsan ve tüccarların aynı anlama geldiği günlerde bir ticaret maceracısı idi. Ada tüccarlarının iç Asya ile yaptıkları karları görerek, Kıbrıs'tan rakip tüccarların silahlı güçlerini toplamış ve Posideum’u ele geçirmiştir. Buradaki yerlilerle dostluk kurarak kervan yollarının güvenliğini sağlamıştır. Böylece liman ticaretini bir süre tekelinde bulundurmuştur.

    7. katmandaki tuğla yapılar birazdaha yüksektir ve Kıbrıs çömleklerine burada da rastlanmaktadır. Kıbrıs çömlekleri 6. Katmanda da vardır. Ancak Kıbrıs’la olan ticarette bir gerilemenin oluştuğunu göstermektedir. 6. ve 5. katmanlarda cazip renk ve motiflerde kaliteli Yunan çömleklerine rastlanmıştır. Bu sırada Pasideum’un dönük olduğu esas merkez Rodos’tur. 5. katmanda bulunan çömleklerin sonuncusu 550 yılına aittir. Oysa 4.katman bundan 30 yıl sonrasına rastlamakta, arada bir boşluk oluşturmaktadır. Bu süre içerisinde ticaretin politik nedenlerle askıya alınması veya bir temizleme işleminin olduğunu düşündürmektedir. Temizleme işleminin olduğu akla daha yakın görünmektedir. Çünkü 4. katmanla bir ilişkisi olmayan 5. katmanın yapıları değişik bir stilin örneğidir. 4. katmanın binaları tamamen değişik bir planda yapılmıştır. 4. kat döşemelerinin altında 5. katmanın duvarlarından ayrılan bir enkaz tabakası görülmüştür. Bu düzenli bir yıkım işlemi olduğunu kanıtlar.

    İ.Ö 520 yılından sonra liman kentinde bulunan her vazo Atina'dan gelir. Kıbrıs'tan küçük heykelcikler Mısır'dan kutsal taşlar, Güney Suriye’den Fenike bardakları gelmekte idi. Daha önceki devirlerde olduğu gibi mallar en iyi kalitedendi. Belki de doğal olarak en iyisini kullanmak isteyen Pers yönetici çevreleri için ithal edilmişlerdir. Eserlerden bazıları ucuz pazarlardan, bazıları özel olarak pahalı satılmak için yapılmıştır. Bu katmanlarda rastlanan vazolarda aynı desende olan birçok esere rastlanması Atina atölyelerinde toplu üretime geçildiğini göstermektedir. 4. katman İ.Ö. 520'den 430'a kadar sürmüştür.

         Bu çağda Atina'lılar doğu ticaretini ellerine almışlardı. Bu arada Mısır, Mezopotamya ve Anadolu'da önemli siyasal olaylar gelişmekte idi. Bu siyasal olaylara bölüm sonunda kısaca değineceğiz.

    3. katman basit olarak 4. katmanın yeniden inşa edilmiş şeklidir. Ancak İ.Ö. 375'te yeni depoların ve binaların çoğunu harap eden büyük bir yangın olmuştur. Yeni depolar yeni temeller üzerine kurulmuş fakat taban yanmış enkaz üzerinde olduğundan eskisinden üç ayak kadar yüksektir. Bu arada ağırlıklı olan Mezopotamya, Suriye, Yunan olarak geniş bir biçimde sınıflandırılması yapılan ticaretin uluslararası karakterinin kanıtlanmasıdır. Metal işleri olasılıkla Van gölü bölgesinden geliyordu. Suriye insan başı biçiminde nazarlıklar gönderiyordu. Kuyumcular tarafından kullanılan sırlar İspanya'daki madenlerden getirilmişti.

    Limanın olağanüstü gelişmesi ve İ.Ö 333'te Büyük İskender’in Pers İmparatorluğu’nu yıkması Batı Asya ve Doğu Akdeniz üzerinde tek bir yönetim kurulması,ticareti daha serbest kılmış, kasalardaki Atina paralarının yerini Makedonya parası almıştır.

    Bölge sakinleri yeni bir refah döneminin başlamış olduğuna inanmış olmalıydılar. Belki bu inançla Büyük İskender ve yardımcılarının lütfuyla mahalli tapınağın içine şehir tanrıçasının mermer bir heykeli yapıldı. Nitekim araştırmalar esnasında hırpalanmış, bir zamanlar savaş siperliği biçiminde bronz ve altın taç giymiş olan bir baş bulunmuştur. Büyük İskender’den sonra gelenlerin birkaç madeni parası ve bir kil vazo, buranın bir süre daha yaşatıldığını göstermektedir.

    İ.Ö 300'de görkemli yapılar ve yapma havuzlarıyla Al-Mina'nın dört mil kuzeyinde Seleucia limanı kurulur. Böyle bir rakibin karşısında eski limanın varlığı sona erer. Limanın kurucusu Seleucos Nicator buranın halkını zorla yeni kurmuş olduğu kente getirmiştir. Bu eski kent bir kere Mısırlı Ptolemaios tarafından yağmalanmıştı. Tanrıça heykelinin yıpranmış olması bununla ilgili olabilir. Ancak yeniden inşa edileceği yerde tamamen harap bırakılmıştı.

    Şehir 400 yıl kadar harap kaldı ve hatıralardan silindi. İ.S 1. yüzyılda Romalılar Orontes'in (Asi) sığ tabanını Antiochia (Antakya) kadar temizleyerek küçük gemilerini rahatlıkla hareket edebilecekleri bir hale getirdiler.Doğal olarak nehrin ağzında gümrük barakası ve birkaç bina inşa edilmişti. Burası İ.S 4. yüzyıla kadar küçük gemi istasyonuna dönüştü. Bazı yazarların sözünü ettiği BYTLLİON* adlı liman muhtemelen AL - MİNA'dır. (bazı yazarlar belgelerde “Seleucia'ya yakın liman şehri” olarak gösterilen Bytllion'u Al-Mina olarak kabul etme eğilimindedirler.

    İ.S 5. ve 6. yüzyıllara ait bina kalıntılarına rastlanmıştır. Bunlardan başka burada bulunan imparator justin, justinian ve Heraklius un madeni paraları İ.S 6. yüzyıl ve daha sonrasında limanın faaliyette olduğunu kanıtlamaktadır. Daha sonra değineceğimiz gibi İ. S. 526'daki büyük deprem ve yüzyıl boyunca süren sarsıntılar Seleucia'yı harebeye çevirdi. Bir dereceye kadar yeniden kurulduysa da geçmişin yapma eserlerini yeniden kurmak olanaksızdır. Antiochia'ın fakirleşen halkının da denizle ilişkileri kesilmişti. Onun için bölge halkının denizle ilişki kurmak için kullanacakları tek yer olarak nehir ağzındaki eski körfezden başka altarnatif yoktu. Antiochia ve Seleucia'nın yıkılması ve ticaretin durması Bytlllion (Al-Mina)'ya kısa bir yaşam devleti.

    7. ve 8. yüzyıllara ait kalıntılara rastlanmamıştır. Fakat 9. yüzyılın ortalarından sonraya ait bina kalıntıları ve çömlekler vardır. Çömleklerin bazıları yerli fabrikalarda imal edilmiş, bazılarıda Al-Mina’ya dış ticaret için getirilen Mezopotamya eserleridir. Al-Mina’nın bu canlanışı İ.S 969' a kadar sürmüştür. Bundan sonra refah sona ermiştir. Antiochia Bizans’ın elindeydi. Mezopotamya ile ticaret durmuştu. Çünkü Bizans’ın ihraç edecek hiçbir şeyi yoktu.

    1097'de Haçlı seferleri sırasında Antiochia fethedildi. Aynı yıl Ceneviz filosu Al-Mina'yı ele geçirdi. Bu yeni bir refah döneminin başlangıcı oldu.1188'den sonra Selahaddin Eyyübi Aşağı Suriye’yi fethedince Antiochia düklerinin elinde bulunan liman büyük önem kazandı. Bu dönemde liman St. SİMON limanı olarak bilinmekteydi. Liman bu adı burada yaşamış olan kutsal bir sofudan almıştır.

    1200 ve 1268 yıllarında Antiochia limanı Memlüklüler tarafından ele geçirildiğinde çömlek yapımı burada da yapılmakta idi. Hayranlık uyandıran bu çömlekler daha sonra İtalyan çömlekçiliğine ilham kaynağı olmuş ve model olarak kullanılmıştır.

    Memlük sultanı Baybars tarafından ele geçirilmesinden sonra liman harap kaldı. Binalar dağıldı ve yerlere serilen kalıntılar zamanla bir ekin tarlasına dönüştü. Eski isimler hatıralardan silindi. Sultan Alaiddin, Şeyh Yusuf ve St. Simon limanından arta kalanlara el koydu.

    Böylece herşeyin unutulduğu bu yerde bir şey kalmıştır. Limandan birkaç mil kuzeyde siyah kumlu, eskiden ıssız sahilde Müslüman, Hıristiyan bütün çevredekilerin saygı duyduğu, ziyaretlerinde “BAHHUR” (güzel koku veren bir bitki zamkı) yaktıkları bir kubbe durmaktadır. Yöre halkı bu kutsal yere uzun yıllar önce " ŞEYH EL-BAHR " (Denizler Şeyh’i) demekteydiler. Günümüzde Arap Müslümanlar Hızır, Hıristiyanlar ise Marcircus demektedirler. Alalah denizcilerinin 4000 yıl önce bildikleri deniz tanrısı Yunanlılar buraya geldiklerinde Posideum olmuştu ve kurdukları şehre onun adını vermişlerdi. Bu tapınma geleneği önceleri Şeyh el-Bahr, daha sonraları Marcircus ve Hızır olarak bugünde yaşamaktadır.

    İlk çağların işlek bir limanı olan Al-mina'dan günümüze çok az şey kalmıştır. Bir bölümü bataklık, bir bölümü narenciye bahçeleri ile kaplı olan bölge zamanla toprak altında kalmıştır. Bazı yerlerde duvar izlerine rastlamak mümkündür. Sabuni tarafındaki yapılar ise arazi niteliği kazanmıştır. Al-mina ile çağdaş olması muhtemel birkaç höyük ise kazılmamış olup yüzeyde tuğla parçaları serpilmiş durumdadır.