Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

HELENİSTİK ÇAĞ : SELEUCİA PİERİA

     

      Tarihte 500 yıl boyunca çok önemli bir rol oynayan Al-Mina, İ.Ö 300 yıllarında bugün Çevlik dediğimiz yerde Musa dağı eteklerinde Seleucia Pieria şehrinin kurulmasıyla önemini kaybeder. Bu tarihten sonra 800 yılı aşkın sürede önderlik Seleucia'daki limanın eline geçer. Ancak Seleucia'nın kuruluşundan önce Al-Mina'nın büyük önem taşıdığı 500 yıllık süre içerisinde Ortadoğu ve Anadolu’da gelişen siyasal olaylara kısaca bir göz atalım.

    Asıl çekirdeğini Akkadlar’ın oluşturduğu Asurlular, Mezopotamya’nın en eski uygarlıklarından birisidir. İ.Ö 7. yüzyılda Suriye, Filistin ve Mısır’ı feth eden Asurlular bu egemenliklerini fazla sürdüremediler. İran’dan gelen Medler’in saldırılarıyla ve iç isyanlar sonucu Asur imparatorluğu yıkılır (İ.Ö 605). Bu arada ilk çağlarda büyük bir uygarlık kuran ve daha sonra çeşitli kavimlerin egemenlikleri altına giren Babil İmparatorluğu yeniden kudretli bir siyasal güç olarak tarih sahnesine çıkar. Babiller Suriye, Filistin ve Fenike’yi fethederler. 90 yıl kadar bölgeyi ellerinde tutan Babiller 6. yüzyılda İranda perslerin kurduğu Akamenid devleti tarafından yıkılır ( İ.Ö 538 ). Bu tarihlerde İran’da birbirine hısım iki siyasal gurup bulunuyordu.İ.Ö.588 yılında ilk defa siyasal bir güç halini alan Persler, Med imparatorlugunu yılında yıkar (İ.Ö 550). Hızla yayılan Persler kısa sürede tüm Anadolu’yu, Trakya’yı ve Yuyanistan’ın bir bölümünü ele geçirir. Orta Asya’nın bir kısmını da alan persler kısa bir süre sonra Suriye Filistin ve Mısır’ı da egemenlikleri altına alırlar.

    Anadolu 200 yılı aşkın Pers egemenliği altında kalır. Bu dönem boyunca Persler Anadolu’nun siyasi anlamda bütününe egemen olmuşlardı. Anadolu satraplıklara ayrılmıştı ancak burada yaşayan beylikler ve kent devletçikleri özgür bir durumda yaşamlarını sürdürürler.

    Pers egemenliğinin son dönemlerinde tarihte ilk defa bir siyasal topluluk kuran Mekedonyalılar bir hızla güçlenerek Yunanistan’dan Hindistan’a, Karadeniz’den Mısır’a kadar yayılan bir coğrafya içerisinde Hellenistik Dönem (İ.Ö333- İ.Ö30 ) denilen zaman dilimine damgalarını vururlar.

    Bu arada bilim ve felsefe alanında büyük ölçüde yol kateden Yunanlılar özgür düşüncenin ilk tohumlarını atmış ve birçok okul açmışlardı. İdare sisteminde demokrasiyi kuran (İ.Ö 508) Yunanlılar Tarih, Felsefe, Astronomi, Fizik, Geometri ve Matematik bilimlerini kurarak dünya uygarlığına armağan ederler. Thales İ.Ö 28 Mayıs 585 tarihinde dünyada meydana gelen güneş tutulmasını önceden hesaplayarak haber vermiştir. Maddenin çekirdeği demek olan Atom sözcüğü ilk defa bu dönemlerde kullanıldı. Hippokrates İ.Ö 460 sırasında hastalığın gerçek nedenlerini aynı özgür düşüncelerle araştırdı ve modern tıbbın kurucusu oldu. “Tek bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” diyen Sokrates, Tarihin babası Herodot ve daha birçok ünlü düşünür bu dönemde yaşamışlardır.

    Büyük İskender’in babası II. Filip zamanında ( İ.Ö. 359-336 ) hızlı bir gelişme kateden Makedonyalılar Hellenler’in anlayamadıkları bir Yunan lehçesi konuşuyorlardı. İyi bir eğitim alan II. Filip disiplinli bir ordu kurarak Yunanistan üzerinde egemenlik kurdu. Filip o zamanlar Anadolu’nun tümü ve Yunanistan’ın bir kısmına sahip Persler’in üzerine yürümeye hazırlandığı dönemde kızının düğününde öldürüldü (İ.Ö. 336). Onun yerine o sıralar 20 yaşında olan İskender tahta çıktı.

         İskender iyi bir Yunan eğitimi almıştı. Özellikle 3 yıl boyunca ders aldığı hocası Aristotales onu çok etkiledi. Aristotales onu eğitmekle kalmadı Yunan uygarlığı aşkını da aşıladı.

    İşte böyle bir durumda aslında küçük ordu denilebilecek bir güçle (40.000 kişi) Anadolu’ya geçen İskender (İ.Ö. 334) küçük Asya’daki Yunan kentlerini ikisi dışında kolayca aldı. Ertesi yıl Anadolu boyunca fetihlerine devam eden İskender İ.Ö. 333 yılında İSOS'ta III. Daraios (Dara)'nın kumanda ettiği büyük Pers ordusuyla karşılaşır. Pers ordusu bozguna uğrar. Dara herşeyini bırakıp kaçar ve daha sonra İskendere çağrı yaparak kayıtsız şartsız teslim olmak şartıyla barış ister. Babasının eski silah arkadaşı ve yetenekli bir komutan olan Parmenion, Dara'nın önerdiği barış koşullarını öğrenince İskendere “İskender olsaydım kabul ederdim” der. Ancak İskender hırslı, gençliğinin ve kazandığı zaferin verdiği güvenle yanıtı şu olur: “ Parmenion olsaydım, bende”.

    Makedonya ordusu kısa sürede Suriye, Filistin ve Mısır’ı fetheder. İskender duraksamadan yaptığı fetihlerde Hindistan’a kadar ulaşır. Komutanları ve Askerleri daha ileri gitmeyi reddetmeleri üzerine Babil’e dönen İskender (İ.Ö. 325) iki yıl sonra yeni bir sefere hazırlandığı sırada sıtmadan ölür. Öldüğünde 33 yaşındaydı.

    İskender fethettiği yerlerde doğu ile batı geleneğini kaynaştırmayı amaçlamıştı. Yunanlılar’la Persler’i kaynaştırmak amacıyla karma evliliklere baş vurdu. Bir günde 10.000 Yunanlı askerin Pers kızlarıyla evlendiği oldu. Kendiside iki Pers prensesiyle evlendi.

    İ.Ö 323 yılında Büyük İskender’in ölümünden sonra toprakların yönetimi konusunda anlaşmazlıklar çıkar. Çünkü İskender’in ardında tahtını bırakacağı bir varisi yoktu. Roksana adlı karısı hamileydi ve İskender doğacak olan çocuğunu görmeden ölmüştü.

    Babil’de toplanan komutanlar İskender’in ölümünden 3 ay sonra doğan oğlu ve gayrimeşru kardeşi Philippos'u çifte kral tayin ettiler. Bu arada imparatorluğun parçalanmasını önlemek için ülke bir çok satraplıklara ayrıldı. İskender’in her komutanı bir satraplığın başına getirildi. Önceleri Seleucos’a bir şey verilmezken daha sonra Babil satraplığına atandı. Mısır satraplığı Ptolemaios'a verildi. Bundan başka birçok bölge satraplığa ayrıldı.

    Ancak çok geçmeden her satraplığın hükümdarı kendi başına buyruk hareket etmeye ve ülkenin mirasçısı oğluna inanmaya başladı. Mısır satrabı Ptolemaios, İskender’in altın tabut içindeki cesedini abartılı biçimde tanzim edilen bir alayla Mısır’a götürdü. İskenderiye’de mermer bir lahit içerisinde defnedildi. Ptolemaios bu suretle İskenderin Mısır’ın meşru firavunu kendisini de onun mirasçısı olarak göstermek istemişti. Bir süre sonra Mısır genişleyerek Akdeniz Yunan alemine ve Doğu Akdeniz ticaretine hakim olacaktı.

    Bu arada İskender’in ailesi içerisinde türlü entrikalar ve kanlı hesaplaşmalar baş göstermişti. İskender’in mirasına konmak isteyen aile bireyleri adeta birbirlerini boğazlıyorlardı. Bu durum öylesine bir vahşet halini almıştı ki İskender’in ölümünden 14 yıl sonra ailesinden hiç bir kişi kalmamıştı. Karısı ve oğlu da bu karışıklıklar arasında öldürülmüşlerdi.

    İ.Ö 312 yılında İpsos'ta meydana gelen çarpışmada Anadolu’da büyük karışıklığa neden olan Antigonos savaş meydanında öldürülür. Bu çarpışmada Seleucos’un Hindistan’dan getirdiği savaş filleri önemli rol oynadılar. Bu önemli çarpışmadan sonra Seleucos Anadolu’dan Hindistan’a kadar olan bölgede İskender’in mirasına konmuş oluyordu.

    İpsos savaşı sırasında Seleucos’un yönetim merkezi Tigris (Dicle) kenarındaki Seleucia, Antigonos'un yönetim merkezi ise Antakya'nın 8 km. kadar kuzeyindeki Antigonia isimli kentlerdi.

    Savaştan sonra çok geniş bir bölgenin hakimi olan Seleucos, Dicle kenarındaki Seleucia'nın yönetim yeri için uygun olmadığını farketmişti.

Seleucos İ.Ö 312'de Dicle kenarında kurduğu Seleucia'da taç giydi. Seleucos önce doğu illerinde hakimiyetini sağlamlaştırma siyasetini izledi. Bunda da başarılı oldu. İ.Ö 305 tarihine doğru Hindistan boylarına indiği zaman Çandragupta adlı hükümdarın muazzam bir orduyla onu karşıladığını gördü. Seleucos akılı bir kararla anlaşma yoluna gitti. Batıdaki önemli olaylar yüzünden bir an önce dönmek isteyen Seleucos, Çandragupta'dan barış karşılığı aldığı 500 savaş fili alarak geriye döner. Bu sefer sonunda “Nicator” (galip) ünvanı verildi.

    Tarih sahnesine büyük bir devlet olarak ortaya çıkan Seleucos’lar topraklarını daha da genişletmek, komşuları üzerinde egemenlik kurmak ve Akdeniz ticaretini ellerine geçirmek için kıyıya ulaşmaları gerekiyordu. Bu durum Seleucos’un krallığın merkezini daha batıya taşımasını, kendine oralarda uygun bir yerde yeni bir başkent kurmasını gerekli kıldı. Bu amaçla Akdeniz’in en güzel limanlarından biri olan Seleucia Pieria’nın bulunduğu yer, topoğrafyası, deniz ulaşımına açık oluşu, zapdedilmesi zor bir akropole sahip olması gibi özellikleri nedeniyle uygun bulundu ve İ.Ö. 300 yılı nisan ayında Seleucia Pieria (bugün Antakyanın kazası olan Samandağ, daha eski ismi ile Süveydiye) başkent olarak kuruldu. Krallığın yönetimi Tigris (Dicle) kenarındaki Selaucia'dan, deniz kenarındaki Seleucia'ya taşındı.

    Kentin kuruluşu ile ilgili olarak anlatılan mittolojik bir hikaye oldukça ilginçtir. Malalas’a göre İ.Ö. 300 yılı 23 Nisan’ında, Casius Dağı (Keldağı)’na çıkan Seleucos I. Nicator yeni kuracağı kentin yerini gösterecek bir işaret vermesi dileği ile Zeus'a bir kurban keser. Bir kartal kurban etini kapar ve bir süre uçtuktan sonra eti bırakır. Böylece Seleucia Pieria'nın kurulacağı yeri Zeus'un gösterdiğine inanılır. Hemen bir mabet inşa edilir ve kentin himayesi Zeus'a verilir.

    Seleucia’nın kuruluşuyla ilgili bilgiler bir kaç noktada birbirinden ayrılmaktadır. Diodor İ.Ö. 305 yılında kurulmuş olan liman şehirlerini anlatırken Seleucia'dan bahsetmemektedir. Seleucia Amonos ormanlı dağlarının yakınlarında olduğu halde deniz kenarında kurulan zincir şeklindeki çarşıların arasında değildir. Bu limanın daha sonraki bir tarihte kurulduğuna işaret eder. Seleucia'nın kuruluş tarihini Wolley 301, malalas301-300 yılını göstermektedir.

    Seleucoslar döneminde Seleucia Pieria'nın ilk kurulduğu yıllarda krallığın merkezi buraya taşınır. Seleucia Pieria başkent olur. Al-Mina ve Sabuni'nin sakinleri buraya taşınır. Fakat çok geçmeden buranın çok güvenli olmadığı anlaşılır. Çünkü Seleucia Pieria deniz kenarında kurulmuştu ve gelebilecek deniz saldırılarına karşı açıktı. Ayrıca Seleucos'un kendine ait bir donanması yoktu. Seleucos Nicator kısa bir süre sonra babasının ismini taşıyan Antiochia (Antakya)'yı kurar. Yönetim merkezi yeni kurulan bu şehre taşınır. Antiochia, Seleucia'dan bir günlük mesafede denizden gelebilecek saldırılara karşı emniyet açısından yeteri kadar içeride bulunuyordu. Seleucoslar devlet idaresini sağlamlaştırmak üzere çok sayıda yeni kentler inşa etmişlerdir. Sadece Seleucos Nicator tarafından 16 tane Antiochia, 9 tane Seleucia, 5 tane Laodicia ve 3 tane Apemia kurulmuştur. Seleucia kendi adı, Antiochia babasının adı, Apemia (Humus) karısının adı ve Laodicia (Laskiye) annesinin adıdır. Al-Mina yakınlarındaki Seleucia diğerlerinden ayrılabilsin diye Pieria adı verilmiştir.

       

SELEUCİA PİERİA'NIN ŞEHİR YAPISI

      Seleucia Pieria'nın şehir yapısı konumu nedeniyle iki bölümden oluşuyordu. Yukarı şehir ve aşağı şehir olarak adlandırılan bu bölümler şehrin kurulduğu bölgedeki arazi yapısı bunu mecburi kılıyordu. Yukarı şehir dağın üst yamacında yer alıyordu. (Bugün Kapısuyu köyünün bulunduğu bölge) Denizden yaklaşık 30 metre yüksekliğinde imalathaneler, mabetler ve resmi binalar burada kurulmuştu. Dağın güney-batı tarafında dik kayalıklar şehri aşağıdaki bölümden ayırıyordu. Aşağı şehirle buradaki bağlantıyı dik kayalıklara oyulmuş ve 7-8 kişinin yanyana yürüyebileceği muazzam merdivenler sağlıyordu. (Merdivenler hala sapa sağlam durmaktadır ve görülebilecek durumdadır. Merdivenden biraz önce sol tarafta kayanın içine oyularak yapılan, bekçi odası olarak kullanılmış olması muhtemel bir mağara vardır. Burası daha sonra rahiplerin oturduğu yer olarak kullanılmıştır.)

    Aşağı şehir liman çevresinde kurulmuştu. Liman tesisleri yanında pazar, çarşı, dükkanlar ve zanaatkarlar burada bulunmaktadır. Aynı zamanda büyük bir hamam ve küçük bir tiyatro yer almaktadır. Burası şehrin en canlı en hareketli yeridir. İhracat ve ithalat merkezi olduğu için büyük depolar, ayrıca gemi onarımı için küçük bir tersane inşa edilmişti.

    Teraslarda zemini mozaikle kaplı lüks Roma villaları yer alıyordu. Şehrin surları içinde yer alan liman bir boğaz ile denize bağlıydı.

    Aşağı şehirle, yukarı şehir arasında bulunan kapı dahilen iki burçla dar bir geçidi ihtiva etmektedir. Bunu burcun kalan izlerinden anlamak mümkündür. Surun kalınlığı 4 metre'dir. Şehrin tamamı bir surla çevrilidir. Bu surun uzunluğu 12.5 km.’yi bulur. Bu duvarlardan günümüze çok az bir kısmı kalmıştır. Bazı yerlerde kalıntı izleri durmasına rağmen duvarın büyük bölümünü oluşturan taşlar eski evlerde kullanıldığından bugün sadece izi kalmıştır. Uzaktan bakıldığında rahatlıkla sur izleri görülebilmektedir. Çevre duvarları içerisinde kalan liman 16 hektardır. (160 dönüm)

    Şehrin 3 büyük kapısı vardır. En güneydeki kapı şehrin pazar kapısı olarak adlandırılmış, surların dibindeki kapı orta kapısı olarak kullanılmıştır. Bu kapı surların dibindeki kapı olarak Bab el- Kils (kireç kapısı) ve kral kapısı olarak bilindiğine dair görüşler vardır. Şehrin içinden geçen suyun surlardan çıktığı yerdeki kapıya Bab el-Mina (liman kapısı) denmektedir. Bu kapının pazar kapısı gibi şimdi yıkılmış olan iki büyük kulesi vardı. Biraz daha kuzeyde üçüncü bir kule inşa edilmiş ve şehrin iç tarafında uzun bir yapı savunma için yapılmıştır. Yukarı şehrin uzun duvarında yalnız bir kapı (Bab el-hava) yapılmıştır. El Kabusiye ( Kapısuyu ) köyüne giden yol buradan başlamaktadır.

         Kuzey-doğu şehir duvarından ayrılan çapraz şeklindeki duvar şehrin içine doğru kıvrılmış ve orada kesilmiştir. Şehir duvarı batıdaki suya kadar gelir, öbür uçtan devam edip limana kadar ulaşır ve orada son bulur. Bu liman şimdi Minat el- Atiga (eski liman) ve Minat el-Cedide (yeni liman) denilen yerden dış limana açılır. Kanal kuzeyde kalenin duvarları, güneyde liman duvarlarıyla korunmuştur. Boğazın denize açılan yerinde iki bekçi evi yapılmıştır. Güneydeki bekçi evi kalenin içinde 3x12 metre büyüklüğünde bir oda şeklindedir. Limanın doğu tarafındaki eski liman, duvar izleriyle tespit edilmiştir. Limandan denize bir kanalın gittiği, kanalın etrafındaki sıra kulelerle tespit edilmiştir. Dış binanın genişliği 130-140 metre olarak saptanmıştır. Güneydeki iskele 100 metre uzunlukta 9 metre genişlikte olup yapısını kısmen koruyabilmiştir.

      Dünyanın ilk barajı Seleucia' da mı?:

      Seleucia'nın kurulmuş olduğu dağın ortasından geçen sular geniş ve derin üç yarık açmışlardır. Bunlardan ikisi şehir surlarının dışındadır. Suların açtığı üçüncü yarık şehrin ortasından geçmektedir. Buradan doğan su kaynağı yarığı takip ederek tünellerden geçer ve denize kavuşur. Bu kaynak günümüzde dağ eteklerindeki bahçelerin sulanmasında değerlendirilmektedir. Suyun bollaştığı dönemlerde çevreye zarar vermemesi için çıkış yerinden 1330 metre batıda bir tünel açmak ihtiyacı doğmuştur. Tünelin üst tarafındaki yapı bir barajdır. Liman kirlenipte temizlenmediği zaman yukarıdan gelen suları durdurmaya yaramıştır. Böylece suyun düzenli bir şekilde kanala ulaşması sağlanmıştır. Su biraz batıdaki dönemeçten sonra ani bir dönüşle Çevlik köyüne ulaşır.

    Şehir için çok önemli olan limanın sellerin getirdiği kum ve çakılların doldurmasına karşı koymak için Roma döneminde 130 metrelik kısmı dağın altından geçen 1380 metre uzunluğunda 6x7 metre genişliğinde muazzam bir kanal inşa edildi. Bu limanın iyi bir durumda kalması yalnız Antiochia için değil aynı zamanda diğer liman şehirleri içinde gerekli idi. Tünel yapılmaya başlanmadan önce Orontes'in ağzının küçük tonajlı gemilerin girmesine müsait bir duruma getirildiği zannedilmektedir. Chapot, bu konuda imparator Tiberius (İ.S 14-37) zamanında çalışıldığını tahmin etmektedir.

    Kanalın üzerindeki bir köprüden tünel ağzına yakın bir yerden batı Nekrapoline (Mezarlık) geçilir. Yakınlarında uzun bir yeraltı su tüneli dağdan kıvrılarak geçer. Tünel ağzının 200 metre kadar güneyinde hanedan üyelerinin gömüldüğü taş mezarlar (şimdiki Beşikli Mağara) vardır. Bu mezarlara aynı zamanda “kral mezarları” da denmektedir.

    Pazar kapısının 500 adım güneyinde büyük bir kare şeklindeki düzlük bir agorayı* andırır. Burası eskiden limanın bir bölümü de olabilir.

           

TÜNELE ADINI VEREN İKİ İMPARATOR

      Bugün Samandağ’a gelip Çevlik’teki Vespasianus-Titus tünelini gezenler bu yapının muazzamlığı karşısında derinden etkilenmektedirler.

    Limanın korunması için yapılan tünelde yazılı en eski vesika Vaspasianus ve Titus zamanından kalmadır (İ.S. 69-79,79-81). Tünele onlar zamanında başladığı zannedilmektedir. Bir başka vesikada imparator Antonius Pius (İ.S 138-161) yazılıdır. Ancak kanalın ne zaman bitirildiği kesin olarak belli değildir. Kanalın üzerinde yapılan tek kemerli köprü o zamandan bugüne kadar durmakta ve hala kullanılacak durumdadır.

    Bir mühendislik harikası olan tünele adını veren iki imparatordan kısaca bahsetmekte yarar var.

    Vespasianus, Sabinler ülkesinde (Orta İtalya) Reate yakınında Falacrina adlı küçük bir köyde İ.S 9 yılı 17 kasımında doğmuştu. 1 temmuz 69 yılında imparator ilan edildiğinde 60 yaşında bulunuyordu. Çocukluğunda Tertulla adındaki büyük annesinin himayesine verilmişti. Onun anısını hiç unutmamış, eski evini daima ziyaret etmiştir. Flavius ailesindendir. Bu aile tanınmış olmamakla beraber namuslu ve saygı duyulan bir aile idi. Vespasianus oldukça iyi tahsil görmüştü. Grekçe’yi konuşabilmekte ve yazabilmekteydi. Flavia Domitilla ile evlenen Vespasianus'un üç çocuğu olmuştu. Titus, Domitianus ve Domitilla. Karısı ve kızı imparator olmadan önce ölmüştü. Vespasianus imparatorluğu zamanında bir çok başarılar elde etti. Roma hiyerarşik düzenini düzeltmek için büyük çabalar sarfetti.

    İ.S. 79 yılı yazında hastalandı. Hastalığı arttığı zaman dahi yatağında iken devlet işlerine devam etti. Bir diyare nöbeti sırasında bayıldı. Fakat “Bir imparator ayakta ölmeli” diyerek ayakları üzerinde doğrulmak istedi, ancak etrafındakilerin kollrina düştü. Vespasianus 24 haziran 79’da öldüğünde 70 yaşında bulunuyordu. Kendisine bir çok suikast tertip edildi ama hepsinden kurtuldu. Bunun üzerine Senato da kendisine oğullarının varis olacağını, aksi halde hiçbir varis bırakmayacağını söyledi ve öyle oldu. Titus babasının yerini aldı. Vespasianus Tanrılaştırıldı.

    Vespasianus 24 haziran 79 tarihinde ölünce oğlu Titus esasen 71’den beri babasıyla ortak yürüttükleri imparatorluk tahtına tek başına sahip oldu. Kardeşi Domitianus'a tahtta hiçbir ortaklık tanımadı.

    Titus İ.S. 41 yılı 30 aralık günü Roma’da doğmuştur. Ruhen ve bedenen güçlü, sıhhatli bir çocuk olan Titus, bütün sanatlara karşı yetenekli, hafızası da kuvvetliydi. Genç yaşta askeri tribun olarak Germania ve Britiania'daki savaşlara katıldı. Bu alanda da kabiliyetini gösterdi. Önce Arrecina Tertulla adındaki kadınla evlendi. Fakat bunun ölümü üzerine Marcia Formilla ile evlendi. Bundan bir kızı olduktan sonra ayrıldı. Tahta tek başına geçtiğinde bu kızı Julia 13 yaşlarında bulunuyordu. Bir oğlu olmaması nedeniyle kardeşi Domitianus'u ancak kendisinden sonra tahta varis görüyordu. Titus askerler ve halk tarafından çok seviliyordu. Kısa saltanatı sırasında 2 önemli felaket oldu. Bunlardan birincisi 79 yılı 24 Ağustosunda Vezüv yanardağının patlayıp lavlarla Pompei ve Herculaneum şehirlerini harap etti. İkinci felaket 80 yılında Roma'da büyük bir yangın çıkarak üç gün devam etti. Bu sırada birde veba salgını Roma ve İtalya'yı tehdit etti.Titus binaların yeniden yapılması ve hastalığın önlenmesi için hiçbirşeyi esirgemedi. Hatta masrafların karşılanması için kendi sarayındaki eşyaları bile sattırdı. Titus sevilmesine karşılık bazı suikastlere de maruz kaldı. Fakat bunları yapanların hepsini affetti. Titus kendisini halkın babası olarak görmüştü. Bir gün kimseye bir şey yapamadığı için “Dostlarım bugünü heba ettim” demiştir. Titus kendi halkına bu kadar iyi davranmasına rağmen Yahudiler’e ve Hıristiyanlar’a karşı aynı hoşgörüyü göstermedi. 70 yılında askeri görevde iken Kudüs’e gelerek şehri yakıp yıkar. Bu olaydan sonra bölgedeki Yahudiler sindirilmiş Hıristiyanlar’ın misyon çalışmaları ise bir süre için askıya alınmıştır. Bunun bir sonucu olarak Antiochia Hıristiyanlığın merkezi durumuna gelir.

    Titus'un saltanatı 81 yılı 13 Eylül'ünde sona ererek pek kısa ömürlü oldu .Sabinler ülkesinde iken birdenbire ateşi yükseldi ve babasının çiftlik evinde öldü. Bazıları bu ölümü şüpheli göstermektedir. Titus'un ölümü büyük üzüntü yarattı. Hemen Tanrılaştırıldı. Tahta kardeşi Domitianus çıktı.

SELEUCEİA VE SONRASI

      Seleucos akıllı,enerjili,müstesna bir askerdi. Doğu seferi sonunda “Nicator” (Muzaffer) unvanını alan Seleucos devletin yönetim yerini Dicle üzerindeki Seleucia’dan Orantes (Asi) yakınındaki Seleucia’yı kurarak buraya taşır. Bundan kısa bir süre sonra Antiochia'yı kuran Seleucos, Seleucia Pieria'yı her zaman başkent olarak görmüştür.

    Seleucos Nicator'dan sonra gelen hanedan üyeleri zevk ve sefahat düşkünü birbirinden zayıf insanlardı. Ön ve Orta Asya’nın ırk, kültür ve din bakımından birbirinden farklı savaşçı kavimlerini bayrakları altında birleştirmek oldukça zordu. Nitekim Seleucos I. Nicator’un ölümünden hemen sonra kurduğu hanedanlık parçalanmaya ve dağılmaya başlamıştır.

       

KARDEŞ ŞEHİRLER

           

      Straboya göre Seleucos tarafından kurulan dört büyük şehir zamanla “Kardeş şehir” (Polis Adelfe) kabul edildi. Bunlar Antiochia (Antakya) Seleucia Pieria (Samandağ) Apemia (Humus) Laodicia (Laskiye). Taşıdıkları ekonomik rol bu kardeş dört kenti uzun bir süre ticaret merkezi yaptı. Antakya o dönemde zengin ve dünyanın 3. büyük şehriydi. Bu büyüklük ve zenginlik diğer 3 kardeş şehre de yansıyordu. İ.Ö 149-128 yılları arasında ortak para birimi kullanmışlardır. Antiochia ve Seleucia kendi adlarına sikke bile basmışlardı.

    Fethedilen yerlerde yeni yerleşim kurma işlemini Seleucoslar iyi uyguluyorlardı. Askeri birliklerin kurulduğu yerlerde köyler inşa ediliyor, tarımla uğraşılıyor, çiftçilik yapılıyordu. Şehirler yeniden düzenleniyor ve örgütleniyordu. Daha sonra Romalılar şehir örgütlenmesini daha ileri bir dereceye geliştireceklerdi.

    İskender’in ölümünden sonra Akdeniz hegomanyası, Mısır’daki Ptolemiaoslar ile Seleucoslar arasında sürekli mücadele konusu oldu. Seleucos'un devlet merkezini Antiochia’ya taşıması bu hakimiyeti elde etmek düşüncesi ile yapılmıştı. Ayrıca Seleucia ve Antiochia coğrafi konumları nedeniyle avantajlı bir durumdaydılar. Seleucia Doğu Akdeniz ticareti için uygun bir yerde idi. Antiochia kara yoluyla gelen ve ipek yolu dediğimiz ticaret kervanlarının kavşak noktasındaydı.

    Mısır’daki Ptolemiaoslar Seleucoslar’dan önce Doğu Akdeniz bölgesine hakim oldular. İ.Ö 280 yılına gelindiğinde Seleucos'un karşısında sadece Mısır hanedanlığı kalmıştı. Onu da yıkmak an meselesiydi. Ancak bu tarihte kendisine düzünlenen bir suikast imparatorluğun dağılma sürecini beraberinde getirdi.

    Seleucos'un bir suikaste kurban gitmesinden sonra ardından gelen imparatorlar zevk ve sefahat düşkünü iradesiz kimselerdi. Ancak hepsi “Muzaffer, Yıldırım, Tanrı” gibi hiçte layık olmadıkları tantanalı ünvanlar almışlardı. Aile içi ihanet ve entrikalar imparatorluğu içten içe kemiriyordu. Birbirleriyle çarpışmaktan, isyan ve ihtilalleri bastırmaktan göz açamayan Seleucoslar İskender’in yalnız imparatorluğuna değil, savaşlarına da varis olmuşlardı. Bunlar Elamlılar’ın, Sümerler’in, Akkadlar’ın, Babilliler’in, Asurlular’ın, Hattiler’in, Urartular’ın ve nihayet Akamenid (Pers)’lerin medeni merkezlerine hakim olmalarına Orta Asya ve Hindistan uygarlıklarıyla temasta bulunmalarına rağmen ilim ve medeniyet yolunda önemli bir ilerleme gösterememişlerdir. Seleucos'ların yaklaşık 250 yıl süren hakimiyetleri tam manasıyla ibret alınacak cinsten olaylarla doludur. Bir yandan hakimiyetleri altında bulunan bölgelerde başlayan isyan ve kargaşalıkları önlemek diğer yanda aile içi hırs, kavga, ihanet ve entrikalarla boğuşmak zorundaydılar. Seleucoslar’ın içinde bulunduğu bu durum devlet yapısını zayıflatmış ayakta zor duran bir duruma sokmuştur.

    Aşağıda anlatacağımız örnek olaylar zincirinden önce Seleucia Pieria'da gelişen birkaç olaydan bizim konumuzun içine girmesinden dolayı bahsedelim.

    Üçüncü Suriye savaşına kadar (İ.Ö. 246 -241) Seleucia’da önemli bir hareket olmamıştır. savaş sırasında ise Seleucialılar Mısır’ı desteklemişlerdir. Mısırlılar Seleucia'yı 27 yıl ellerinde tutarlar.

    Antiochos III (223-189) zamanında Seleucia geri alınır. Antiochos III Antiochia tahtına oturduğu zaman 12 yaşındaydı. Bu zaman süresinde imparatorluk küçülmüş, çeşitli prensliklerde başkaldırı hareketleri yaşanmaktaydı. İmparatorun çevresindeki devlet yöneticileri ise iktidar mücadelesine girişmişti. Çok kötü bir zamanda tahta oturan Antiochos III kendisine (Büyük) ünvanını kazandıran birçok başarıya imza atar. İlk iş olarak ne pahasına olursa olsun önce Seleucia Pieria limanını alması gerekiyordu. Çünkü Seleucia Pieria limanı imparatorluğun kilitlerinden biriydi.

    Polybios, limanın 219 senesine kadar Mısırlılar’ın elinde kaldığını kaydetmektedir. Antiochos III Seleucia'lı doktor Apolphanes'in önerilerini değerlendirir, limanın deniz ve kara ile olan ilişkilerini keser. Seleucia'ya gönderdiği adamların telkinleri sayesinde şehri kolayca zapteder. Bu arada kış geldiğinden ordusunun bir bölümünü Antiochia’da bırakıp kışı Seleucia'da geçirir. Buraya gelen Mısır elçileriyle barış anlaşması yapar. Antiochos III Kıbrıs’a yaptığı bir keşif seferi sırasında fırtınaya tutulur ve deniz kuvvetlerinin önemli bir bölümünü yitirir. Bunun üzerine geriye dönerek Seleucia'ya gelir ve tersanede filosunu yeniler. Kısa sürede büyük başarılar elde eden Antiochos III Ege kıyılarına dayanır. Burada Romalılar’la karşılaşır. Romalılardan Makedonya ve Yunanistan’ı kendisine vermesini ister. bir süre sonra Romalılarla çarpışan Antiochos III ağır bir yenilgi alır. İmzaladığı barış anlaşmasıyla birçok bölgenin elinden alınmasına razı olur. (Apeme Kibotos - bugünkü Dinar Anlaşması İ.Ö. 188)

    Anlaşma sonucunda Seleucos devleti Dicle ile Toroslar arasında, Doğu Anadolu ve Suriye çölü arasında sıkışıp kalan bir devlet halini alır. Ancak aile içi ihanet ve entrikalar bu devleti kemirmeye devam edecekti. Bunlara ilginç olan bir örnek vermemiz bu ihanet ve entrikaların mahiyeti hakkında fikir sahibi olmamızı sağlayacaktır.

    Demetrios Soter (İ.Ö. 162-150) zamanında Antiochia ile birlikte Seleucia 5 yıl süreyle Aleksander Bala adında birinin eline geçer. Bu sırada Demetrius zevk ve sefahat hayatına atılmış olduğundan yaklaşan tehlikeyi fark etmez. Roma, Mısır ve diğer krallıklar tarafından desteklenen Alexsander Bala Demetrius'un kuvvetleri ağır bir yenilgiye uğratarak Antakya tacını giyer Demetrius öldürülür.

    Antakya tacını giyen Alexsendar Bala, Mısır kralı Ptolemiaos Filometer’in kızı Cleopatra ile şaşaalı bir düğünle evlenir. Kentin yönetimini nedimi Ammonious adındaki komutana teslim eden Aleksander Bala eğlence hayatına atılır. Ancak Ammonious halka karşı korkunç zulümler, işkenceler ve ağır vergiler uygulamaya başlar. Bu, halkta genel bir nefret uyandırır.

    Bu arada Demetrius'un kendi adındaki oğlu Girit'e kaçarak canını kurtarmış ve orada ücretli askerlerden oluşan bir ordu kurmuştur. Demitrius II tedarik ettiği kuvvetlerle Kilikya'ya çıkar (148-147). Aleksander Bala kayınpederi Mısır kralından yardım ister. Mısır kralı yardımına koşar. Ancak Mısır kralından şüphelenen Ammonius krala bir suikast düzenler. Suikast girişiminden haberdar olan Mısır kıralı bu adamın cezalandırılmasını ister. İsteği reddedilince damadına karşı savaş açar. Seleucia'ya kadar ilerler ve kızı Cleopatra'yı yanına getirir. Daha sonra Demitrus II ' yi tahta geçiren Mısır kralı Ptolemiaos Filopeter, kızı Cleopatra’yı Demitrus'la evlendirir. Aleksander Bala Arabistan’da bir Arap şeyhi tarafından öldürülür.

    Nicator (Galip-Muzaffer) sanıyla babasının tahtına oturan Demetrus II devlet işlerini veziri Lastenes adında birine bırakarak eğlence alemlerine dalar. Devlet kudretini eline alan Lastenes uyguladığı baskı ve zulüm sonucunda Antiochia’da korkunç bir isyan patladı. Bunun üzerine Demitrus II Yahudilerden yardım ister. Yıllardır Yahudi dinini yasaklayan ve Yahudilere baskı uygulayan Seleucoslar sonunda onlardan yardım isteyecek kadar zayıf bir duruma gelmişlerdi. Bunu fırsat bilen Yahudiler şehri yağma edip yaktılar. Halk Demitrusu sorumlu tutar ve aleyhinde hoşnutsuzluk belirir.

    Bu arada Aleksander Bala zamanında Antakya valisi olan Tryphon (Trifon) lakabıyla anılan Diodot fırsattan istifade ederek Bala’nın henüz çocuk olan oğlunu Antiochos VI Teos ünvanıyla kıral ilan eder. yapılan çarpışmada Demetrios II yenilir ve Mezopotamya’daki Seleucia'ya kaçar.

    Trifon düzenlediği bir tertiple önce Yahudi hahamı Jonathes, sonrada tahta çıkardığı Antiochos'u öldürttü. Kendisinide Antiochia kralı ilan etti. Mezopoyamya’ya kaçan Demetrius İran’daki Partlar’a karşı düzenlediği bir sefer sırasında esir düşer.

    Bu karışıklıklar sırasında Demitrus'un Antiochos adlı kardeşi Rodosa çekilmişti. Kardeşinin esir düştüğü haberini alınca Antiochia'ya geldi. Trifon’un uyguladığı despot yönetim yüzünden ondan nefret eden halk Antiochos VII'yi destekledi. Yapılan savaşta Trifon mağlup oldu ve öldürüldü. Antiochos VII kardeşinin karısı Cleopatra ile evlendi. İlk zamanlarda Partlar’a karşı üç kez galip gelerek koltuğunu sağlamlaştırmasına rağmen ordusu yağma ve eğlence hayatına dalınca Partlar’dan yedikleri darbelerle dağıtıldı. Bu arada Part kralı Demetrius'a kızını vermiş ve Antiochos'a karşı taht kavgası için onu serbest bırakmıştı. Kısa bir süre sonra Antiochos öldürülür.

    Bu sırada Mısır sarayında kanlı facialar yaşanmaktaydı. Kardeşinin oğlunu anasının kucağında parçalayan Ptolemiaos VIII Everjet tahta oturmuş, evvela hemşiresi olan Cleopatra’yı almış, sonra kızını almak üzere anasını boşamıştı. Demetrius II’ye kayın validesi kraliçe Cleopatra tarafından İskenderiye tahtını alması teklifinde bulundu. Ancak Antiochia’da patlayan bir ihtilal buna mani oldu. Everjet, Aleksander Zabinas adında birini eski kırallardan Aleksander Bala’nın oğlu diye Antiochia’ya göndermiş orada karışıklıklar çıkmasına sebep olmuştu. Kendini halka sevdiren Zabinas, Demetrus II’yi Suriye’de Şam önünde mağlup etti. Demetrius II eski karısının bulunduğu Ptolemais (Akka) kalesine sığınmak istedi. Ancak Cleopatra Part kralının kızıyla evlenmesini hazmedememişti ve bu nedenle onu şehre sokmadı. Oda Sina Dağı taraflarına kaçtı, orada öldü. (126/125)

    Demetrius karısı Cleopatra’nın reddetmesiyle sahneden çekildikten sonra Antiochia tahtı Alaksander Zabinas’ın eline geçmişti. Cleopatra ile Ptolemiaos (Akka)’da kedi başına bir hükümet kurmak istemişti.

    Clopatra’nın ikisi Demetrus II Nicator’dan, biri de Antiochos VII’den olmak üzere üç oğlu vardı. Bunlardan büyük oğlunu kral ilan etti. Fakat babasının öcünü almak isteyeceğinden şüphelenerek bir yolunu bularak öldürttü. Kendisi Akka’da hüküm sürmeye başladı. Ancak halk Seleucoslar adına Mısır’lı bir kadının hüküm sürmesine engel oldu. İkinci oğlu Antiochos Grypos tahta geçti. (Grypos : Kartal burunlu) Bu arada Mısır tahtına Ptolemiaos Fiskon geçmişti. Onun yardımıyla Aleksander Zabinas üzerine yürüdü. Zabinas mağlup oldu. Askerleriyle birlikte Antiochia’daki zafer tapınağını yağma etti. Seleucia Pieria'ya gelerek şehre sığınmak istedi. Ancak halk Antiochos’u destekledi ve şehrin kapılarını Zabinas’a kapattı. O da Yunanistan’a küçük bir yelkenli ile kaçmaya çalışırken korsanlar tarafından yakalandı ve Mısır’a götürüldü. Orada kralın emriyle öldürüldü.

    Her zaman bağımsız: Bu olaydan sonra Seleucia limanına "Is panda Hronon Elefceri" (her zaman bağımsız) adı verilmiştir. Aleksander Zabinas’ı Antiochia tahtından indiren Antiochos Grypos, Mısır kralının kızı Trifan ile evlenir. Ancak oğlunun devletin tek hakimi olmasını hazmedemeyen anası Cleopatra, bir gün avdan yorgun dönen oğluna hareretini gidermek bahanesiyle zehirli bir şerbet sunar. Annesinden şüphelenen Grypos şerbeti önce kendisinin içmesini ister. Saray erkanı önünde meydana gelen olayda ne yapacağını şaşıran Cleopatra, nihayet şerbeti içmeye ve kendi kendini zehirlemeye mecbur olmuş ve hemen orada ölmüştür. Seleucoslar devleti bu olaydan sonra kısa bir dönem rahat yaşamış ancak Grypos’un üvey kardeşi büyüyüp tahtta hak idda etmeye başlayınca kavga yeniden başlamıştır. Bundan sonra gelişen olaylar her biri diğerini aratacak cinsten devam etmiştir. Örneğin Grypos’un karısı Trifan bir ara Mısır kraliçesi olan Cleopatra Thea adındaki bir kadını kocası ile arasında gizli bir anlaşma olmasından şüphelenerek Antiochia’da bir tapınağın önünde öldürttü. Bu olayda Cleopatra tapınağa elleri ve ayaklarıyla öyle sarılmıştı ki askerler onu ayıramadılar. Sonunda Trifan bileklerini kesmelerini emrini verdi. Cleopatra’nın bilekleri vahşice kesilerek heykelden ayırabildiler. Daha sonra parçalayarak onu öldürdüler.

    Bu olaylar süresince Romalılar Seleucoslar’ın işlerine karışmadılar. Zatan Seleucoslar kendi kendini yiyerek Romalılar’a iş bırakmıyorlardı. Romalılar Seleucoslar’ın devletine son vermek için biraz daha bekleyeceklerdi.

    Seleucos krallığında iç çekişme ve aile faciaları sürüp giderken Doğu Anadolu’da bulunan Armenia (Ermeni) krallığı da giderek büyümüş ve bölgede önemli bir güç halini almıştı. İ.Ö. 83 yılında Suriye’li Aramiler Seleucoslar’ın bitmez tükenmez boğuşmaları yüzünden dehşete düşmüş ve Armenia kralı Tigranes’i(İ.Ö.95-60) bölgeye davet etmişlerdi. Tigranes bu isteği memnunlukla karşıladı. Suriye’yi idare etmek üzere baş komutanı Megadates'i görevlendirdi. Komutanın büyük bir kuvvetle Oront boylarına inmesi üzerine Şam ve Antiochia tahtı için boğuşan Seleucos prensleri her biri bir tarafa kaçarak gizlendi. Suriye ve Güney Anadolu Klikya’ya kadar Tigranes'in hakimiyeti altına girdi. Bu başarılardan sonra Armenia kralı Tigranes “Krallar Kralı” ünvanıyla anılmaya başlandı. Ancak Tigranes bütün Kuzey Suriye’yi eline geçirmesine rağmen Seleucia ona sert bir direniş göstermiş ve şehri alamamıştır. Tigranes'in Seleueia'yı alamayışına deniz filosunun olmayışı etken olmuştur. Tigranes elde ettiği başarılar karşısında imparatorluğun başkentini Ağrı dağının kuzeyindeki Artaksata’dan taşıyarak kendine yeni bir başkent kurdu. (Diyarbakır’ın doğusunda Mayafarikin yada günümüz Silvan’ı) Kentin adını Tigranokerta koydu. Hakimiyeti altına aldığı 12 Yunan kentinin halkını da buraya aktardı.

    Tigranes’in hakimiyeti fazla sürmeyecekti. 14 yıl sonra Romalı komutan Lucullus önce Tigranes’in kayınpederi Pontos kralı Mithridates’i daha önce işgal ettiği batı Anadolu’dan attı (İ.Ö 71). Ardından Armenia kralı Tigranes’i yenilgiye uğratarak yeni kurduğu ve henüz tamamlanmamış başkent Tigranokerta’yı yerle bir etti. Bu savaşta Tigranes'in şehre yerleştirdiği Yunanlılar Romalılar’a yardım etmiş ardından Romalı komutan Lucullus onların eski memleketlerine dönmesine izin vermişti (İ.Ö.69).

    Tigranes’in yenilgisinden istifade eden Seleucoslar Suriye’de Lucullus’un yardımıyla tekrar krallıklarını ilan ettiler. Ancak Lucullus Roma’ya çağırılıp yerine gönderilen komutan Pompeius önce Potos krallığını ardından da Armenia krallığını Roma’nın bir eyaleti haline getirmek üzere Tigranes üzerine yürüdü. Karşı koyamayacağını anlayan Tigranes Roma karargahına gelerek tacını Pompeius’un önüne koyar. Pompeius tacı iade eder ama fethettiği yerleri ellerinden alındı. Statüsüde “Roma'nın Dostu ve Birleşiği” olarak belirlendi. Tigranes bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu (İ.Ö - 67 ).

Pompeius bu sefer Seleucoslar’ın Suriye’de ilan ettikleri hanedanlığın üzerine yürüdü. Son hanedan Antiochos XIII. krallıkta bırakılması için ricada bulundu. Ama Pompeius memlekette huzur ve asayişi sağlayacak kudretten yoksun olduğunu ileri sürerek bu isteği red etti. Suriye bir Roma eyaleti haline getirildi (İ.Ö. 64). Pompeius Seleucia’nın yönetimini cesur Seleucia halkına vermiştir. Seleucoslar’ın son hanedanı Antiochos XIII. son yıllarını sade bir vatandaş gibi geçirdi ve İ.Ö 58 yılında öldü. Bu tarihten sonra bölge Roma’dan gönderilen konsül'ler tarafından idare edildi. Roma İmparatoru Augustos zamanında idare imparator vekillerine verildi. İskender’den kalan son kalıntı Mısır hanedanlığı ise İ.Ö 30 yılında Roma topraklarına katılarak Hellenizm tamamen ortadan kaldırıldı.

 

 

ROMA ÇAĞI

       İ.Ö.64 yılında Seleucoslar krallığı’na son verip bölgeyi İmparatorluğa katan Romalılar için Seleucia Pieria önemini korumaya devam etmiştir . Çok ilgi çeken bir liman olduğundan hellenistik dönemden beri diğer şehirlerle olan ilişkileri sürmüştür .

      Romalılar’ın bölgeyi almalarından bir süre sonra Hıristiyanlık yavaş yavaş ortaya çıkacak ve yeryüzünde yeni bir din şekillenmeye başlayacaktır. Önceleri Yahudi dininin bir mezhebi olarak algılanan Hıristiyanlık daha sonra yeni bir din olarak kabul edilecek ve Yahudilikten ayrılacaktır.

      Yaklaşık İ.S.43 yılında Antiochia’da Yahudi olmayanlarda dinlerinden döndürülerek bu konuda önemli adımlar atıldı . Bu haberin Kudüs’te duyulması üzerine ilk çalışmalarını burada yapan Aziz Pavlos’u aramak üzere Aziz Barbanas Kudüs’ten kalkıp Seleucia'ya geldi. Burada onu Tarsus'un yakınlarına götürecek bir gemiye binip oraya gitti. Çünkü Aziz Pavlos Tarsus doğumluydu. Pavlos’u bulan Barbanas onu Antiochia’ya dönmeye ikna etti.

      Pavlos ile Barbanas misyonerlik gezisine çıktıkları zaman sonraları Petros'un sekreteri ve yoldaşı olacak olan Markos'ta onlara eşlik ediyordu. Hareket noktaları yine Seleucia idi.

      Sonraki yıllarda Hıristiyanlık hızla yayılacaktı. Ancak Roma İmparatoluğunda devlet dini olarak kabul görmesi için daha 300 yıl geçmesi gerekecekti. Bu süre içerisinde Hıristiyanlığı kabul edenler birçok baskı ve takibata uğrayacaklardı. Örneğin İ.S.64 yılında 18 Temmuz gecesi Roma’da çıkan ve 9 gün devam eden yangın şehrin büyük bir bölümünü harap etti. O sırada İmparator Neron taht'ta bulunuyordu . Önceleri yangını Neron’un çıkardığına dair söylentiler çıkarıldı . Ancak İmparator bu töhmetten kurtulmak için yangını Hıristiyanların çıkardığını ileri sürerek suçu onlara attı. Bunun üzerine Hıristiyanlar hakkında takibat başlatıldı . İşkenceye tabi tutuldular, amfitiyatrolarda vahşi hayvanlara atıldılar, canlı canlı yakıldılar. Daha sonraki dönemlerde de benzer zulümlere uğradılar. Ancak hiçbiri Hıristiyanlığın yayılmasını önleyemedi.

    Hıristiyanlığın Seleucia’da yayılıp yayılmadığı tam olarak bilinmemektedir. Şehrin eski Hellen Pantheion’unda* bulunan bir din adamının yazısında (İ.Ö 187-175) tanrı olarak Zeus Olimpius, Zeus Keraunios Daphne (Defne: Harbiye)'li Apollon, Seleucia’lı Zeus Nicator, Antiochia’nın Apollon Soter'i ve tanrılaşan diğer kahramanlardan, krallardan bahsedilmektedir. Bu kutsal işaretler sikkelerde birkaç defa basılmıştır. En büyük tanrı olarak Zeus Keraunios ve Zeus Casius bilinmiştir. Liman kuruluşunda yazılan eserler bu konuda aydınlatıcı bilgiler vermektedir. Sikkeler üzerinde şimşeğin üzerinde duran taç giymiş bir kartal resmi bulunmaktadır. Bu şekiller herhalde Hitit Gök Tanrısı Tesub'un temsili şekilleridir. Seleucia’da Tesub için kurbanlar adanmış ağıtlar söylenmiştir. Seleucialılar önce hem Tesub, hem de Zeus Keraunios'a tapmışlar ve zamanla bunları tek bir güçte birleştirip Zeus Keraunios’ta sembolleştirmişlerdir. Zeus Casius ara sıra Gök Tanrısına benzetilmiştir. Zamanla güç kullanarak limanın tanrısı olmuştur. Yayılan Hıristiyanlığa karşı ayakta durabilen tanrı Zeus Casius olmuştur. Cassius tapınağına çıkan son imparator Julianus (İ.S 361-363) zamanında Seleucialılar eski tanrılarını bir daha isteyerek anmışlardır.

    Roma İmparorluğu’nun rahat zamanlarında Seleucia Pieria’nın adı pek duyulmamıştır. Zamanla imparatorluğun sınırları çok genişlemesine rağmen çevresinde yeni siyasal güçler oluşmuş ve güç kazanmışlardı. Aradan geçen zaman içerisinde İranlı Persler (Partlar) yeniden güçlenmiş ve bölgede önemli bir güç halini almışlardı. İmparator Valarian (253-260) zamanında Persler’le yapılan savaşta Roma ordusu ağır bir yenilgi alarak İmparator esir alınmıştır.

    256 yılında Antiochia'yı ele geçiren Şapor I kenti yakıp yıkmıştır. Ancak Seleucia’ya dokunmadığı tahmin edilmektedir. Persler 260 yılında Antiochia’yı tekrar ele geçirmiş ve yağmalamışlardı. Daha sonra Palmyra kraliçesi Zenobia Seleucia daki kehanet ocaklarının olumsuz görüşlerine rağmen Antiochia'yı işgal edecek ancak kısa bir süre sonra Romalılar tarafından yenilerek esir düşecekti.

    Roma İmparatoru Diocletion (284-305) zamanında Seleucia’da tıkanan limanın temizleme işlerine başlanmıştır. Temizleme işlerinin sonlarına doğru işçilere verilen yemek az ve kötü olduğundan işçiler bunu protesto için önlerine çıkan yerleri yağma etmişler ve Antiochia’ya kadar yürümüşlerdir. İşçiler Antiochia’ya varınca halk onları cezalandırmak için hepsini öldürmüştür. İhtiyar İmparator olaylar üzerine Atiochia ve Seleucia'yı ağır bir şekilde cezalandırmıştır.

    İmparator Constantius II (337-361) Seleucia yönetimini eline almış ve liman temizleme işlemleri çok ilerlemiştir. Limanın dolma tehlikesi olduğundan tünelin ağzı ile eski limanın çıkış yerlerinin orta yerinde yeni bir liman kurma ihtiyacı doğmuştur.346 yılında burada yeni limanın yapımı tamamlandı. Bu liman Antiochia için çok önemliydi. Çünkü bir yanda seyahat, haberleşme ve ticari eşya naklinde, diğer yanda malzeme ikmaline büyük imkanlar sağlıyordu. Antiochia’nın ekonomisinin gelişmesine, zenginliğinin artmasına da hizmet ediyordu. Özellikle İ.S. 4. yüzyılda Asi Nehrinin büyük gemiler için elverişsiz hale gelmesinden sonra Seleucia Pieria limanının önemi daha da arttı. Yeni limanın kurulması için dağa kadar olan taşlar kırılarak temizlenmiştir. Böylece limana yakın olan tünelin ağzından gelen çöplerin suyun akış kuvvetiyle denizin içlerine kadar sürüklenmesi sağlanmıştır. Bu çöp akışının sağlanması için 800 metre uzunluğunda bir kanal açma ihtiyacı doğmuştur. 4 nisan 372'de o sıralar İmparator olan Valens limandaki işleri kontrol etmek için Seleucia’ya gelmiştir.

     

DOĞAL FELAKETLERİN YOK ETTİĞİ KENT

     

      Antiochia'da özellikle Seleucos ve Roma dönemlerinin pek huzur ve sükunet içinde geçtiği söylenemez. Depremler, kıtlık, salgın hastalıklar, ayaklanmalar ve yangınlar şehrin tarihinde belli başlı dönüm noktalarını teşkil eden olaylardır.

    Depremler, (İ.Ö.148, 130, 83, 69. İ.S. 35, 37, 41, 45 arası, 155, 341, 365, 396, 526, 528, 531, 534, 542, 551, 557, 560, 588, 589 yıllarında büyük yıkımlara sebep olmuşlardır.

    Yangınlar, ( İ.Ö.145. İ.S. 23.24.70.138.161.507.525. Antiochia’da büyük zararlara yol açmıştır.

    Özellikle birkaç büyük deprem Antiochia, Daphne ve Seleucia Pieria'yı yerlebir etti. Bunlardan 29 Mayıs 526 yılının akşamı meydana gelen deprem tarihin en büyük depremlerinden birisidir. O sıralarda Antiochia'da düzenlenen festival için toplanmış çok sayıda ziyaretçi bulunuyordu. Hemen hemen tüm halk akşam yemeğindeydi. Bu yüzden can kaybı çok fazla oldu. 250.000 ile 300.000 kişinin öldüğü tahmin edilen bu depremde Dephne ile Seleucia Pieria yerle bir olmuştur. Bundan iki yıl sonra 528 yılında meydana gelen depremde kısmen yeniden kurulmuş olan şehirler tekrar yıkılmışlardır. Iustianus I (527- 565) kötü duruma düşmüş halkın toparlanmasına yardımcı olmuştur.

    540 yılı Haziran ayında Antiochia ve çevresini ele geçiren Pers kralı Hüsrev I . (Chasroes: Chasrow) Seleucia’ya gelip Akdeniz’de yıkandıktan sonra Güneşe ve Pers tanrılarına adaklar adamıştır.

    Daha sonraki dini-tarih eserlerde Seleucia ufak bir rol oynamıştır. Hala var olan eski tanrılar inancını Suriye’li rahipler Hıristiyan dini ile kaynaştırıp Hıristiyanlığın yayılmasını sağlamışlardır. Rahip Barlaam, Casius'un varisi durumuna geçerek Hıristiyanlığın bu bölgede yayılmasına yardımcı olmuştur. Ancak eski tanrıların güçlerini ortadan kaldırmak kolay olmamıştır. St. Simon (Symeon Stylites: Simon Stilit) bile Seleucia tanrılarını kovmak için çok mücadele etmiştir.

     

St. SİMON HİKAYESİ

      Antakya’nın 18 km. güney batısında Değirmenbaşı ve Aknehir beldelerine ayrılan yoldan gidilen manastırın hikayesi VI. Yüzyılın ortalarına doğru başlar. “TERK-İ DÜNYA” tarikatının öncülerinden sayılan Hıristiyan Aziz Saint Simon Manastırın orta yerinde duran taşın üzerinde bütün dünya nimetlerinden uzakta 30 yıl Tanrıya dua etmiştir. (Bazı kaynaklara göre 48 yıl ) Araştırmacılar burayı Genç Simon Manastırı olarak tanımlar. Mucizeler yarattığına inanılan Genç Simon 521-592 yılları arasında yaşamıştır. Kuzeyde ve batıda Antakya-Samandağ yolu, doğuda Büyük Karaçay güneyde Orentes Nehri (Asi) yer alır.

    Genç Simon Manastırı, Antakya’nın 45 km doğusunda bulunan Yaşlı Simon Kalesinden 100 yıl sonra inşa edilmiştir. Genç Simon Manastırına eskiden Cebel-Mar Sem‘an ya da Dar Sem‘an denilmekteydi. Ancak günümüzde bu isimler pek kullanılmamaktadır. Bölge halkı Manastıra Kale veya Kalet Sem‘an demektedir. Buraya son yıllarda açılan stabilize yoldan rahatlıkla gidebilmektedir.

    St. Simon Manastırı kısmen kayalardan yontulmuş 61’e 68 metrelik bir iç dikdörtgen içinde 3 kilise ve çeşitli yapılar ile bir vaftizhane mevcuttur. Vaftizhane kuzay taraftaki kiliseye bir girişle bağlanmıştır.

    Manastır dogu-batı yönünde 160 m. kuzey-güney yönünde ise 130 metrelik bir duvarla çevrilmiştir. Üç tane girişi vardır. Bu manastırın iyi anlaşılabilmesi için St. Simon’un hayatını ve tarikatının dini kavramlarını iyi bilmek gereklidir.

    St. Simon 7 yaşından 20 yaşına kadar “John’un Manastırı” olarak bilinen bir yerde stilit egitimi almıştır. İleri sürülen bir görüşe göre yetiştikten sonra şehir hayatını bırakıp dağa çıkması ve vahşi doğa içerisinde dünya nimetlerinden uzakta yaşaması istenmiştir.

    Zamanın Hükümet ve imparatorları tarafından desteklenmeyen St Simon Manastırının inşaası ona inanan göçmenler tarafından yapılmış ve yapılırken usta bir mimar hazır bulunmamıştır. Tedavi olmak ve Aziz Simon’un mucizevi gücünden faydalanmak isteyen hastalar ile yakınları yiyecek, içecek ve eşyalarıyla buraya gelir inşaata yardım ederlerdi. Manastır yerine 541 yılında gelen Aziz Simon bugün inşaatın orta yerinde duran taşı kendine mesken tutmuştur. Manastırın ilk bölümü buraya geldikten on yıl sonra 551 yılında bitirilmiştir. St Simon Stilit tarikatına bağlı olanlar Manastır planının bir melek tarafından çizildiğine inanmışlardır. St. Simon Manastırında tavan ve önemli eşyalar haricinde herşey yerli yerinde durmaktadır. Dış ve iç duvarlar St. Simon’un dua ettiği taşın çevresinde kayalara oyulmuş oturaklar sapa sağlam durmaktadır. Yakın zamana kadar zemin biraz kazılınca eski mozaik döşemelere rastlamak mümkündü. Ne yazık ki eski eser arayıcılarının her tarafta yaptıkları kazılar neticesinde bugün bu mozaik döşemeden bir şey kalmamıştır. Desenli taş oyma şekiller sağa-sola serpilmiş halde dağınık durmaktadır. Çevreyi görebilen tapınak kalıntıları ise çökmek üzeredir. Tapınağın kuzey yönünde geniş ve derin birkaç sarnıç vardır. Güney mahzenler yarı çökmüş vaziyette durmaktadır. St. Simon’un oturdugu taşın 13 m. uzunluğunda olduğu kaydedilmektedir. Depremler ve doğal koşullar sonucu yıkılmış, parçaları çevresinde devrilmiş halde görmek mümkündür.

     

SELEUCİA’DAN SÜVEYDİYE’YE

     

      Seleucia önemini çok önemli bir yerde kurulmuş olmasına borçludur. Yüzyıllar boyunca Antakya'nın kilit limanı olma özelliğini korumuştur. Seleucia Makedonyalılar tarafından kurulmuş olmasına rağmen doğu inançlarını benimsemiştir. 526 yılındaki depremden sonra kendine gelememiş Pers ve Arap istilalarıyla tarih sahnesinden silinmiştir. Ancak zamanla deniz ticareti azalmış, Suriye - Bizans ticareti daha çok kervanlarla küçük Asya’dan geçen yol üzerinden yapılmıştır.

    St. Simon zamanında Seleucia'nın çevresindeki yerleşim merkezleri ad olarak geçmektedir. Bu bölge Arapların istilasından önce son defa Seleuceia bölgesi olarak anılmıştır. Araplar Seleuceia adını unutmamışlar ve onu “SALUKİYA” olarak anmaya devam etmişlerdir.

    Sonraları Seleucia adından çok bahsedilmişse de söz konusu olan Seleucia Pieria değil St. Simon’dur. Seleucia zamanla Süveydiye olarak anılmaya başlayacaktır.

    12 Aralık 1084 yılında Anadolu Selçukluları hükümdarı Kutalmışoğlu Süleyman Bey Bizans hakimiyetindeki Antiochia’yı fethederek şahre hakim olur. Ancak büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah’ın kardeşi Dımışk (Şam) Meliki Tutuş’la yapılan bölgeye hakim olma mücadelesinde Halep yakınlarında meydana gelen savaşta Süleyman Bey yenilir ve ölür.*

    Bu kanlı olaylar sonucu bölgeye bir düzen sağlamak üzere Aralık 1086 sonlarında Antakya’ya gelen Sultan Melikşah oradan Süveydiye'ye gelir. Süveydiye’de Akdeniz sahiline ulaşan genç sultan denizi derin bir şevk ve heyecanla seyrettikten sonra atını dalgalı denize sürerek kılıncını üç kez suya daldırıp çıkarır. Burada Tanrıya şükreden Melikşah kıyıdan bir miktar kum alarak geriye döner. İleriki bir tarihte babasının (Alparslan) mezarını ziyaret edecek ve fethettiği yerler adına dua edecektir.

    Antakya Hıristiyanlar için çok önemli bir merkezdi. Şehrin Müslümanların elinden alınması için toplanan haçlı orduları Suriye Selçuklularının karşılık içinde bulundukları bir sırada 21 ekim 1097'de şehri kuşattı. Uzun süren bir direnmeden sonra şehir 3 Haziran 1098 tarihinde Haçlılar tarafından zapt edildi. Bu tarihten sonra Müslümanların yaptıkları savaşlarda başarı sağlanamadı. Selahaddin Eyyubi 1186 yılında Antakya’yı kuşatıp dış dünyayla ilişkisini kesmesine rağmen şehri alamadı. Bu arada Antakya şehri El-Mina limanı vasıtasıyla deniz yolundan ulaşım sağlayarak ayakta kalmayı başardı.

    Memlük Sultanı Baybars 1268'de şehri zaptedip Seleuceia limanını da tahrip etti.

     Hatay ve çevresi 1517 yılında Osmanlı yönetimine girdi. Bu tarihte Mısır seferine çıkan Yavuz Sultan Selim tarafından zapt edildi. Osmanlı döneminde Antakya’ya uğrayan tek Osmanlı padişahı ise Kanuni Sultan Süleyman’dır.  

PİRİ REİS SÜVEYDİYE'DE

      Osmanlı döneminde Süveydiye iskelesi ile Payas ve İskenderun iskeleleri faal durumdaydı.

    16. yüzyılın başında Piri Reis “ Kitabı Bahriye” sinde Süveydiye için şunlar yazar.

    “Süveydiye körfezi günbatısına karşı bir körfezdir. Bu körfeze içerden yani gündoğusu tarafından çok sert rüzgarlar eser. Ayrıca onun iç kısmı sığlıktır. Bu sığlıklardan içeride Asi Nehri akar gelir ve denize dökülür. Bu suya sandallar girer. Nehrin bir mil karayel tarafında küçük bir adacık vardır. Bu küçük adacık iyi limandır. Palamaları küçük adaya bağlarlar. Demiri ise poyraz yönünde 10 kulaç suya atarlar. Daha sonra bu küçük adadan “Hınzır Burnu” günbatısı Karayel yönünde 20 mil uzaklıktadır. Hınzır Burnu yüksek bir burundur. O burnun ucunda bir taş vardır. Hızır Burnu’ndan İskenderun .. gündoğusu poyraz üzerine 20 mildir.”

    Antakya, İmparatorluğun kuzeyini, güneyine bağlayan yol üzerinde bulunduğu için Anadolu’dan Suriye ve Arabistan’a veya oradan Anadolu tarafına giden paşalar, valiler karşılanıp ağırlanıyor. “Kudumuye” denilen ayak bastı parası ile çeşitli hediyeler sunulduktan sonra yolcu ediliyordu. Asker ve diğer görevlilerde burada dinlenir, katarlar menzillerde at değiştirirlerdi. Şehir aynı zamanda savaş ilan edildiğinde askerin toplanma yeri, erzak toplama ve sevk merkezi idi.

    Antakya’ya gelecek malzeme genellikle Süveydiye iskelesine (çıkarılamazsa İskenderun'a) gelir, dışarıya gidecek malzeme buradan gönderilirdi. Bazen hem Süveydiye hem İskenderun iskelelerinden İstanbul’a buğday gönderilirdi.

     

OSMANLININ SON DÖNEMLERİ

MUSA DAĞI OLAYI

     

      20.yüzyılın başlarında Antakya’nın bir nahiyesi olan Süveydiye'ye bağlı 22 köy bulunuyordu. Bunlardan yedisi Ermeni köyleriydi. Kebusiye (Kapısuyu), Vakıf (Vakıflı) Hıdırbey, Yoğunoluk, Hacı Habipli (Eriklikuyu), Bitias (Batıayaz = Teknepınar) ve Azir. ( Bugün Vakıflı’nın bir mahallesi )

    1914'te Birinci Dünya Savaşı başlar. Osmanlı hükümetinde İttihat ve Terakki Cemiyeti mecliste iktidarı elinde tutmaktadır. Padişah olarak Sultan Reşat tahtta oturmakta ama ülkeyi esasen Enver Paşa yönetmektedir. Enver paşa bir Alman hayranıydı. Osmanlı İmparatorluğu bilim ve teknolojide gerekli atılımları yapamamış dış sermayenin oyuncağı haline gelmişti. Ordu bile yabancı komutanlara teslim edilmişti. Emparyalist devletler Osmanlı’nın işini bitirmek için uygun anı kolluyorlardı. Fakat daha önce asırlardır yan yana yaşamış, Balkanlar ve Orta Doğuda birlikte savaşmış grupları birbirine düşürmek gerekiyordu. Böylelikle Osmanlı daha da zayıflayacaktı. Bu yüzden ülke topraklarında kışkırtma ve tahrikler başladı. 1915'e gelindiğinde çıkarılacak olan bir kanun ülkede kanlı olayların meydana gelmesine yol açacaktı. Anadolu’da meydana gelen bazı olaylar Emparyalist devletlerin ekmeğine yağ sürüyor, olaylar büyütülüyor ve yüksek mercilere isyan havasında yansıtılıyordu. Sonuçta fatura Ermeni halkının üstüne kesilecekti. Yüzyıllar boyunca Türk, Arap, Kürt, Çerkez, Rum, Laz, Süryani vs. vatandaşlarıyla yan yana özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Ermeniler’in Anadolu dışına gönderilmeleri için “Tehcir Kanunu” çıkarılmıştı. Bunlar arasında Süveydiye’de oturanlarda bulunuyordu.

Boşaltılması istenen yerler arasında merkez kazaları hariç olmak üzere Halep vilayetinde İskenderun,* Beylan, Cisrussuğur, Antakya kazaları ile köyleri ve kasabaları vardı. Ermeni halkı ilk etapta Halep’e gönderilecek, oradan da tespit edilecek bölgelere yollanacaklardı. Kilikya, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde oturan Ermeniler’in tehciri sırasında kanlı olaylar meydana gelmişti. Sıra Süveydiye de oturan Ermeniler’e gelince hesapta olmayan bir direnişle karşılaşıldı. O sıralarda yedi köyde oturan yaklaşık 6000 Ermeni bulunuyordu. Bunlardan 5000 kişiye yakını çoluğu, çocuğu ellerindeki silahlarla erzak ve sürüleriyle dağa çıktılar. Savunmaya çekildiler. Ağustos başlarında teslim almak üzere gönderilen Osmanlı birlikleriyle aralarında çok kanlı çarpışmalar meydana geldi. Direniş yaklaşık 40 gün devam etti. Bu arada Ermeniler İngiliz ve Fransız gemileriyle irtibat kurmayı başarmışlardı. Erzaklarının tükenmek üzere olduğu bir sırada İngiliz ve Fransız gemilerine nakledilen Ermeniler oradan Mısır’ın Port-Said limanına götürüldüler. Eylül ortalarında Musa Dağı tamamen boşaltılmıştı.

    Birkaç yıl sonra dünya siyasi tarihinde meydana gelen değişmeler Ermeniler’in köylerine geri dönmelerine yol açacaktı.

    Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu Mondros Mütarekesiyle (30 Ekim 1918) çok ağır koşulları kabul etmek zorunda kalmş ve kıskaca alınmıştı. Mondros Mütarekesi imzalandıktan bir hafta sonra bir İngiliz Müfrezesi Antakya’ya gelir ve askeri işgal halinde 5-6 gün burada kalır. İngilizler daha sonra petrol yatakları Musul ve Kerkük bölgesine gitmek üzere Fransızlarla bir antlaşma yaptılar. Antlaşmaya göre Hatay Fransızlar’a bırakılıyordu. Daha sonra Fransızlar 12 Kasım 1918 tarihinde İskenderun’a bir gemi ile asker çıkardılar. 7 Aralık 1918'de İskenderun’dan gelen bir Fransız taburu Antakya’yı işgal etti. Fransızlar 30 Aralıkta yönetimi ellerine aldılar.

Fransızlar Hatay, Suriye ve Lübnan’a yerleştikten sonra elde ettikleri bu bölgeleri 5 parçaya ayırdılar. Lübnan Cumhuriyeti, Suriye Hükümeti, Lazkiye Alevi Hükümeti, Cebelbürus Hakimliği, Bağımsız İskenderun Sancağı Hükümeti. Bunlar Fransız mafyası altında kukla hükümetlerdi. Bunlardan Lübnan Cumhuriyetinin parası ve pulları ayrı öbürlerinin paraları da Suriye lirası olarak seçilmiş ve alevi Hükümetine de ayrı pullar çıkarılmıştı. ancak bu hükümetlerin tümü Beyrutta’ki Fransız yüce komiserliğine bağlıydı. Komiserin izni olmadan hiçbir yasa ve buyruk yürümezdi. Bu bölgelerin gümrük ve resimleri Beyrut’ta “Masalihi Müştereke” adı altındaki Fransız örgütünce toplanır, gümrük gelirleri bu beş hükümetin nüfusları ölçüsünde paylaştırılırdı.

       

VAKIFLI KÖYÜ

ERMENİLERİN DÖNÜŞÜ VE GÖÇÜ

      1915’teki olaylardan sonra Mısır’ın Port-Said limanına götürülüp orada bir kampta yaşamaya başlayan Ermeniler 1. dünya savaşı boyunca orada kalır. Savaş sonunda Osmanlının yenik sayılması ve Mondros Mütarekesi sonunda Hatay, Fransız'lar tarafından işgal edilir. Mütarekeden beş hafta sonra yönetimi ele geçiren Fransızlar, daha önce İngilizler’le birlikte Port-Said’e götürdükleri Ermeniler’i köylerine geri getirip yerleştirmişlerdir. 1921 yılında imzalanan “Ankara İtilafnamesi”yle Payas’tan geçen sınırın kabul edilmesiyle bölge bütünüyle Fransızların yönetimine bırakılır. 1938 yazında halk temsilcileri önünde yapılan bir oylama sonunda “Bağımsız Hatay Cumhuriyeti” kurulur ve meclisine 5 Ermeni milletvekili seçilmiştir.

    23 Haziran 1939 tarihinde, Fransızlarla yapılan bir antlaşma ile gerçekleştirilen seçimlerde Hatay’ın Türkiye’ye katılma kararı alması sonucu, oylarını Suriye ve Lübnan lehine kullanılan Ermeniler’in büyük bir bölümü bu ülkelere göçmüşlerdir. Bazı köylerde kalan bir kaç aile ise Vakıflı’ya gelerek yerleşmişlerdir.

YALNIZKÖY

Vakıflı’nın Tarihçesi: Bugün Vakıflı köyü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde Hatay ili Samandağ İlçesine bağlı bir Ermeni köyüdür. Toprakları II. Mahmut (1808-1839) döneminden önce Yoğunoluk köyünün bir çiftliği olarak işlenirken, II. Mahmut köy topraklarının ondalığını Muhail adında bir Hıristiyan Arap’a vakfetmiştir. Köy bu olaydan sonra Yoğunoluk’tan ayrılarak “Vakıflı” adını almıştır. 1. dünya savaşı yıllarında savaş dışı kalmak isteyen Vakıflılar köylerini boşaltarak dağa çıkmış İngiliz ve Fransız gemileriyle 1915’te Port-Said'e giderek 1918 yılına kadar bir kampta yaşadıktan sonra mütareke yıllarında yeniden köylerine dönüp yerleşmişlerdir.

    Vakıflı köyü 1918-1938 yılları arasında 20 yıl boyunca Fransız yönetiminde kalmış; 1938-1939 yılları arasında Hatay Cumhuriyeti sınırlarına dahil olmuş ve 23 Haziran 1939'da da Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılmıştır. 1938 halk oylaması sonunda oylarını Lübnan ve Suriye lehine kullanan bölge Ermenilerinin çoğu göç etmiş bazı aileler ise Vakıflı’ya taşınarak oraya yerleşmişlerdir.

    Köyden ayrılanların özel mülklerine Milli Emlak Müdürlüğü el koymuştur. 1964 yılında yapılan bir araştırmada Vakıflı Köyü sınırları içinde Milli Emlak’ın tasarrufunda olan 150 dönüm toprak vardır.

    Köylüler, zamanla ondalık vererek işledikleri toprakların bir kısmına sahip olmuşlarsa da, köy topraklarının 1508 dönümü 1943 yılında Vakıflar idaresinin tasarrufuna geçmiştir. Vakıf topraklarının işlenmesi işi, köyde oturan Vakıflar idaresinden bir memur tarafından yürütülmektedir.

    Toprağın tarıma elverişsiz ve kıt olması, bahçe ve tarla tarımına elverişli toprakların da büyük bir kısmının Vakıflar idaresinin tasarrufu altında bulunması bir çok ailenin zaman zaman köyden göçmesine yol açmıştır. 1945’ten 1960 yılına kadar köydeki nüfus oranı 250-260 civarında olmuştur. 1964 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Yapı Araştırma Kurumu tarafından yapılan bir araştırmada köy nüfusu 320 olarak tespit edilmiştir. 1997 yılında yapılan sayımda ise köy nüfusu oldukça azalarak 129 olarak belirlenmiştir. Bu sayı içinde bir kaç Türkmen ailenin bulunduğu göz önüne alınırsa bugün Vakıflı’da yaşayan Ermeniler’in 120 kişi civarında olduğu tahmin edilebilir. Bazı Ermeni ailelerin Samandağ’a bağlı mahallelere taşınmaları da nüfusu azaltan etkenlerden biridir.

    1890 yılında köylülerin imece yoluyla inşa ettikleri kilise 1997 yılında restore edilerek modern mimarinin estetik güzelliği ile bütünleştirilmiştir. Halk Hıristiyan Ortodoks inancına sahip olup ibadetlerini özgürce yapabilmektedir.

    Köylüler genellikle narenciye işiyle uğraşmakta atalarının büyük emekler vererek yaptıkları taraçalarda ektikleri fidanlardan yılın 12 ayında portakal ürünü alabilmektedir. Özellikle bu bölgeye has “Mayıs” denilen bir cins portakal piyasada büyük rağbet görmekte yaz boyunca manav ve pazarlarda satılmaktadır. Göç edenlerin sonradan çok pişmanlık duydukları ve köylerini özlemle andıkları anlatılmaktadır.

    Diğer köy ve mahallelerle iyi ilişki içinde olan Vakıflı Ermeniler’i eğitime büyük önem vermekte okuyanlar ya büyük şehirlere göç etmekte ya da Avrupa ve Amerika’da çalışmaktadırlar. Ancak nerede olurlarsa olsunlar her yıl ziyarete gelmekte, bayramlarını genellikle köylerinde kutlamayı tercih etmektedirler. Bu gün Vakıflı köyü Türk ve Arap kökenli vatandaşlar tarafından çalışkanlığıyla örnek olarak gösterilen bir köy olma özelliğini sürdürmektedir.*

     

HAZIRLAYAN: İSMAİL ZUBARİ