HELENİSTİK ÇAĞ : SELEUCİA PİERİA
Tarihte 500 yıl boyunca çok önemli bir rol oynayan Al-Mina, İ.Ö 300
yıllarında bugün Çevlik dediğimiz yerde Musa dağı eteklerinde Seleucia Pieria
şehrinin kurulmasıyla önemini kaybeder. Bu tarihten sonra 800 yılı aşkın sürede
önderlik Seleucia'daki limanın eline geçer. Ancak Seleucia'nın kuruluşundan
önce Al-Mina'nın büyük önem taşıdığı 500 yıllık süre içerisinde Ortadoğu ve
Anadolu’da gelişen siyasal olaylara kısaca bir göz atalım.
Asıl
çekirdeğini Akkadlar’ın oluşturduğu Asurlular, Mezopotamya’nın en eski
uygarlıklarından birisidir. İ.Ö 7. yüzyılda Suriye, Filistin ve Mısır’ı feth
eden Asurlular bu egemenliklerini fazla sürdüremediler. İran’dan gelen
Medler’in saldırılarıyla ve iç isyanlar sonucu Asur imparatorluğu yıkılır (İ.Ö
605). Bu arada ilk çağlarda büyük bir uygarlık kuran ve daha sonra çeşitli
kavimlerin egemenlikleri altına giren Babil İmparatorluğu yeniden kudretli bir
siyasal güç olarak tarih sahnesine çıkar. Babiller Suriye, Filistin ve
Fenike’yi fethederler. 90 yıl kadar bölgeyi ellerinde tutan Babiller 6.
yüzyılda İranda perslerin kurduğu Akamenid devleti tarafından yıkılır ( İ.Ö 538
). Bu tarihlerde İran’da birbirine hısım iki siyasal gurup bulunuyordu.İ.Ö.588
yılında ilk defa siyasal bir güç halini alan Persler, Med imparatorlugunu
yılında yıkar (İ.Ö 550). Hızla yayılan Persler kısa sürede tüm Anadolu’yu,
Trakya’yı ve Yuyanistan’ın bir bölümünü ele geçirir. Orta Asya’nın bir kısmını
da alan persler kısa bir süre sonra Suriye Filistin ve Mısır’ı da egemenlikleri
altına alırlar.
Anadolu
200 yılı aşkın Pers egemenliği altında kalır. Bu dönem boyunca Persler
Anadolu’nun siyasi anlamda bütününe egemen olmuşlardı. Anadolu satraplıklara
ayrılmıştı ancak burada yaşayan beylikler ve kent devletçikleri özgür bir durumda
yaşamlarını sürdürürler.
Pers
egemenliğinin son dönemlerinde tarihte ilk defa bir siyasal topluluk kuran
Mekedonyalılar bir hızla güçlenerek Yunanistan’dan Hindistan’a, Karadeniz’den
Mısır’a kadar yayılan bir coğrafya içerisinde Hellenistik Dönem (İ.Ö333- İ.Ö30
) denilen zaman dilimine damgalarını vururlar.
Bu
arada bilim ve felsefe alanında büyük ölçüde yol kateden Yunanlılar özgür
düşüncenin ilk tohumlarını atmış ve birçok okul açmışlardı. İdare sisteminde
demokrasiyi kuran (İ.Ö 508) Yunanlılar Tarih, Felsefe, Astronomi, Fizik,
Geometri ve Matematik bilimlerini kurarak dünya uygarlığına armağan ederler.
Thales İ.Ö 28 Mayıs 585 tarihinde dünyada meydana gelen güneş tutulmasını
önceden hesaplayarak haber vermiştir. Maddenin çekirdeği demek olan Atom sözcüğü
ilk defa bu dönemlerde kullanıldı. Hippokrates İ.Ö 460 sırasında hastalığın
gerçek nedenlerini aynı özgür düşüncelerle araştırdı ve modern tıbbın kurucusu
oldu. “Tek bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” diyen Sokrates,
Tarihin babası Herodot ve daha birçok ünlü düşünür bu dönemde yaşamışlardır.
Büyük
İskender’in babası II. Filip zamanında ( İ.Ö. 359-336 ) hızlı bir gelişme
kateden Makedonyalılar Hellenler’in anlayamadıkları bir Yunan lehçesi
konuşuyorlardı. İyi bir eğitim alan II. Filip disiplinli bir ordu kurarak
Yunanistan üzerinde egemenlik kurdu. Filip o zamanlar Anadolu’nun tümü ve
Yunanistan’ın bir kısmına sahip Persler’in üzerine yürümeye hazırlandığı
dönemde kızının düğününde öldürüldü (İ.Ö. 336). Onun yerine o sıralar 20 yaşında
olan İskender tahta çıktı.
İskender
iyi bir Yunan eğitimi almıştı. Özellikle 3 yıl boyunca ders aldığı hocası
Aristotales onu çok etkiledi. Aristotales onu eğitmekle kalmadı Yunan uygarlığı
aşkını da aşıladı.
İşte
böyle bir durumda aslında küçük ordu denilebilecek bir güçle (40.000 kişi)
Anadolu’ya geçen İskender (İ.Ö. 334) küçük Asya’daki Yunan kentlerini ikisi
dışında kolayca aldı. Ertesi yıl Anadolu boyunca fetihlerine devam eden
İskender İ.Ö. 333 yılında İSOS'ta III. Daraios (Dara)'nın kumanda ettiği büyük
Pers ordusuyla karşılaşır. Pers ordusu bozguna uğrar. Dara herşeyini bırakıp
kaçar ve daha sonra İskendere çağrı yaparak kayıtsız şartsız teslim olmak
şartıyla barış ister. Babasının eski silah arkadaşı ve yetenekli bir komutan
olan Parmenion, Dara'nın önerdiği barış koşullarını öğrenince İskendere
“İskender olsaydım kabul ederdim” der. Ancak İskender hırslı, gençliğinin ve
kazandığı zaferin verdiği güvenle yanıtı şu olur: “ Parmenion olsaydım, bende”.
Makedonya
ordusu kısa sürede Suriye, Filistin ve Mısır’ı fetheder. İskender duraksamadan
yaptığı fetihlerde Hindistan’a kadar ulaşır. Komutanları ve Askerleri daha
ileri gitmeyi reddetmeleri üzerine Babil’e dönen İskender (İ.Ö. 325) iki yıl
sonra yeni bir sefere hazırlandığı sırada sıtmadan ölür. Öldüğünde 33
yaşındaydı.
İskender
fethettiği yerlerde doğu ile batı geleneğini kaynaştırmayı amaçlamıştı.
Yunanlılar’la Persler’i kaynaştırmak amacıyla karma evliliklere baş vurdu. Bir
günde 10.000 Yunanlı askerin Pers kızlarıyla evlendiği oldu. Kendiside iki Pers
prensesiyle evlendi.
İ.Ö
323 yılında Büyük İskender’in ölümünden sonra toprakların yönetimi konusunda
anlaşmazlıklar çıkar. Çünkü İskender’in ardında tahtını bırakacağı bir varisi
yoktu. Roksana adlı karısı hamileydi ve İskender doğacak olan çocuğunu görmeden
ölmüştü.
Babil’de
toplanan komutanlar İskender’in ölümünden 3 ay sonra doğan oğlu ve gayrimeşru
kardeşi Philippos'u çifte kral tayin ettiler. Bu arada imparatorluğun
parçalanmasını önlemek için ülke bir çok satraplıklara ayrıldı. İskender’in her
komutanı bir satraplığın başına getirildi. Önceleri Seleucos’a bir şey
verilmezken daha sonra Babil satraplığına atandı. Mısır satraplığı Ptolemaios'a
verildi. Bundan başka birçok bölge satraplığa ayrıldı.
Ancak
çok geçmeden her satraplığın hükümdarı kendi başına buyruk hareket etmeye ve
ülkenin mirasçısı oğluna inanmaya başladı. Mısır satrabı Ptolemaios,
İskender’in altın tabut içindeki cesedini abartılı biçimde tanzim edilen bir
alayla Mısır’a götürdü. İskenderiye’de mermer bir lahit içerisinde defnedildi.
Ptolemaios bu suretle İskenderin Mısır’ın meşru firavunu kendisini de onun
mirasçısı olarak göstermek istemişti. Bir süre sonra Mısır genişleyerek Akdeniz
Yunan alemine ve Doğu Akdeniz ticaretine hakim olacaktı.
Bu
arada İskender’in ailesi içerisinde türlü entrikalar ve kanlı hesaplaşmalar baş
göstermişti. İskender’in mirasına konmak isteyen aile bireyleri adeta
birbirlerini boğazlıyorlardı. Bu durum öylesine bir vahşet halini almıştı ki
İskender’in ölümünden 14 yıl sonra ailesinden hiç bir kişi kalmamıştı. Karısı
ve oğlu da bu karışıklıklar arasında öldürülmüşlerdi.
İ.Ö
312 yılında İpsos'ta meydana gelen çarpışmada Anadolu’da büyük karışıklığa
neden olan Antigonos savaş meydanında öldürülür. Bu çarpışmada Seleucos’un
Hindistan’dan getirdiği savaş filleri önemli rol oynadılar. Bu önemli
çarpışmadan sonra Seleucos Anadolu’dan Hindistan’a kadar olan bölgede
İskender’in mirasına konmuş oluyordu.
İpsos
savaşı sırasında Seleucos’un yönetim merkezi Tigris (Dicle) kenarındaki
Seleucia, Antigonos'un yönetim merkezi ise Antakya'nın 8 km. kadar kuzeyindeki
Antigonia isimli kentlerdi.
Savaştan
sonra çok geniş bir bölgenin hakimi olan Seleucos, Dicle kenarındaki
Seleucia'nın yönetim yeri için uygun olmadığını farketmişti.
Seleucos İ.Ö 312'de Dicle
kenarında kurduğu Seleucia'da taç giydi. Seleucos önce doğu illerinde
hakimiyetini sağlamlaştırma siyasetini izledi. Bunda da başarılı oldu. İ.Ö 305
tarihine doğru Hindistan boylarına indiği zaman Çandragupta adlı hükümdarın
muazzam bir orduyla onu karşıladığını gördü. Seleucos akılı bir kararla anlaşma
yoluna gitti. Batıdaki önemli olaylar yüzünden bir an önce dönmek isteyen
Seleucos, Çandragupta'dan barış karşılığı aldığı 500 savaş fili alarak geriye
döner. Bu sefer sonunda “Nicator” (galip) ünvanı verildi.
Tarih
sahnesine büyük bir devlet olarak ortaya çıkan Seleucos’lar topraklarını daha
da genişletmek, komşuları üzerinde egemenlik kurmak ve Akdeniz ticaretini
ellerine geçirmek için kıyıya ulaşmaları gerekiyordu. Bu durum Seleucos’un
krallığın merkezini daha batıya taşımasını, kendine oralarda uygun bir yerde
yeni bir başkent kurmasını gerekli kıldı. Bu amaçla Akdeniz’in en güzel
limanlarından biri olan Seleucia Pieria’nın bulunduğu yer, topoğrafyası, deniz
ulaşımına açık oluşu, zapdedilmesi zor bir akropole sahip olması gibi
özellikleri nedeniyle uygun bulundu ve İ.Ö. 300 yılı nisan ayında Seleucia
Pieria (bugün Antakyanın kazası olan Samandağ, daha eski ismi ile Süveydiye)
başkent olarak kuruldu. Krallığın yönetimi Tigris (Dicle) kenarındaki
Selaucia'dan, deniz kenarındaki Seleucia'ya taşındı.
Kentin
kuruluşu ile ilgili olarak anlatılan mittolojik bir hikaye oldukça ilginçtir.
Malalas’a göre İ.Ö. 300 yılı 23 Nisan’ında, Casius Dağı (Keldağı)’na çıkan
Seleucos I. Nicator yeni kuracağı kentin yerini gösterecek bir işaret vermesi
dileği ile Zeus'a bir kurban keser. Bir kartal kurban etini kapar ve bir süre
uçtuktan sonra eti bırakır. Böylece Seleucia Pieria'nın kurulacağı yeri Zeus'un
gösterdiğine inanılır. Hemen bir mabet inşa edilir ve kentin himayesi Zeus'a
verilir.
Seleucia’nın
kuruluşuyla ilgili bilgiler bir kaç noktada birbirinden ayrılmaktadır. Diodor
İ.Ö. 305 yılında kurulmuş olan liman şehirlerini anlatırken Seleucia'dan
bahsetmemektedir. Seleucia Amonos ormanlı dağlarının yakınlarında olduğu halde
deniz kenarında kurulan zincir şeklindeki çarşıların arasında değildir. Bu
limanın daha sonraki bir tarihte kurulduğuna işaret eder. Seleucia'nın kuruluş
tarihini Wolley 301, malalas301-300 yılını göstermektedir.
Seleucoslar
döneminde Seleucia Pieria'nın ilk kurulduğu yıllarda krallığın merkezi buraya
taşınır. Seleucia Pieria başkent olur. Al-Mina ve Sabuni'nin sakinleri buraya
taşınır. Fakat çok geçmeden buranın çok güvenli olmadığı anlaşılır. Çünkü
Seleucia Pieria deniz kenarında kurulmuştu ve gelebilecek deniz saldırılarına
karşı açıktı. Ayrıca Seleucos'un kendine ait bir donanması yoktu. Seleucos
Nicator kısa bir süre sonra babasının ismini taşıyan Antiochia (Antakya)'yı
kurar. Yönetim merkezi yeni kurulan bu şehre taşınır. Antiochia, Seleucia'dan
bir günlük mesafede denizden gelebilecek saldırılara karşı emniyet açısından
yeteri kadar içeride bulunuyordu. Seleucoslar devlet idaresini sağlamlaştırmak
üzere çok sayıda yeni kentler inşa etmişlerdir. Sadece Seleucos Nicator
tarafından 16 tane Antiochia, 9 tane Seleucia, 5 tane Laodicia ve 3 tane Apemia
kurulmuştur. Seleucia kendi adı, Antiochia babasının adı, Apemia (Humus)
karısının adı ve Laodicia (Laskiye) annesinin adıdır. Al-Mina yakınlarındaki
Seleucia diğerlerinden ayrılabilsin diye Pieria adı verilmiştir.
SELEUCİA
PİERİA'NIN ŞEHİR YAPISI
Seleucia Pieria'nın şehir yapısı konumu nedeniyle iki bölümden
oluşuyordu. Yukarı şehir ve aşağı şehir olarak adlandırılan bu bölümler şehrin
kurulduğu bölgedeki arazi yapısı bunu mecburi kılıyordu. Yukarı şehir dağın üst
yamacında yer alıyordu. (Bugün Kapısuyu köyünün bulunduğu bölge) Denizden
yaklaşık 30 metre yüksekliğinde imalathaneler, mabetler ve resmi binalar burada
kurulmuştu. Dağın güney-batı tarafında dik kayalıklar şehri aşağıdaki bölümden
ayırıyordu. Aşağı şehirle buradaki bağlantıyı dik kayalıklara oyulmuş ve 7-8
kişinin yanyana yürüyebileceği muazzam merdivenler sağlıyordu. (Merdivenler
hala sapa sağlam durmaktadır ve görülebilecek durumdadır. Merdivenden biraz
önce sol tarafta kayanın içine oyularak yapılan, bekçi odası olarak kullanılmış
olması muhtemel bir mağara vardır. Burası daha sonra rahiplerin oturduğu yer
olarak kullanılmıştır.)
Aşağı
şehir liman çevresinde kurulmuştu. Liman tesisleri yanında pazar, çarşı,
dükkanlar ve zanaatkarlar burada bulunmaktadır. Aynı zamanda büyük bir hamam ve
küçük bir tiyatro yer almaktadır. Burası şehrin en canlı en hareketli yeridir.
İhracat ve ithalat merkezi olduğu için büyük depolar, ayrıca gemi onarımı için
küçük bir tersane inşa edilmişti.
Teraslarda
zemini mozaikle kaplı lüks Roma villaları yer alıyordu. Şehrin surları içinde
yer alan liman bir boğaz ile denize bağlıydı.
Aşağı
şehirle, yukarı şehir arasında bulunan kapı dahilen iki burçla dar bir geçidi
ihtiva etmektedir. Bunu burcun kalan izlerinden anlamak mümkündür. Surun
kalınlığı 4 metre'dir. Şehrin tamamı bir surla çevrilidir. Bu surun uzunluğu
12.5 km.’yi bulur. Bu duvarlardan günümüze çok az bir kısmı kalmıştır. Bazı
yerlerde kalıntı izleri durmasına rağmen duvarın büyük bölümünü oluşturan
taşlar eski evlerde kullanıldığından bugün sadece izi kalmıştır. Uzaktan
bakıldığında rahatlıkla sur izleri görülebilmektedir. Çevre duvarları
içerisinde kalan liman 16 hektardır. (160 dönüm)
Şehrin
3 büyük kapısı vardır. En güneydeki kapı şehrin pazar kapısı olarak adlandırılmış,
surların dibindeki kapı orta kapısı olarak kullanılmıştır. Bu kapı surların
dibindeki kapı olarak Bab el- Kils (kireç kapısı) ve kral kapısı olarak
bilindiğine dair görüşler vardır. Şehrin içinden geçen suyun surlardan çıktığı
yerdeki kapıya Bab el-Mina (liman kapısı) denmektedir. Bu kapının pazar kapısı
gibi şimdi yıkılmış olan iki büyük kulesi vardı. Biraz daha kuzeyde üçüncü bir
kule inşa edilmiş ve şehrin iç tarafında uzun bir yapı savunma için
yapılmıştır. Yukarı şehrin uzun duvarında yalnız bir kapı (Bab el-hava)
yapılmıştır. El Kabusiye ( Kapısuyu ) köyüne giden yol buradan başlamaktadır.
Kuzey-doğu
şehir duvarından ayrılan çapraz şeklindeki duvar şehrin içine doğru kıvrılmış
ve orada kesilmiştir. Şehir duvarı batıdaki suya kadar gelir, öbür uçtan devam
edip limana kadar ulaşır ve orada son bulur. Bu liman şimdi Minat el- Atiga
(eski liman) ve Minat el-Cedide (yeni liman) denilen yerden dış limana açılır.
Kanal kuzeyde kalenin duvarları, güneyde liman duvarlarıyla korunmuştur.
Boğazın denize açılan yerinde iki bekçi evi yapılmıştır. Güneydeki bekçi evi
kalenin içinde 3x12 metre büyüklüğünde bir oda şeklindedir. Limanın doğu
tarafındaki eski liman, duvar izleriyle tespit edilmiştir. Limandan denize bir
kanalın gittiği, kanalın etrafındaki sıra kulelerle tespit edilmiştir. Dış
binanın genişliği 130-140 metre olarak saptanmıştır. Güneydeki iskele 100 metre
uzunlukta 9 metre genişlikte olup yapısını kısmen koruyabilmiştir.
Dünyanın
ilk barajı Seleucia' da mı?:
Seleucia'nın kurulmuş olduğu dağın ortasından geçen sular geniş ve
derin üç yarık açmışlardır. Bunlardan ikisi şehir surlarının dışındadır.
Suların açtığı üçüncü yarık şehrin ortasından geçmektedir. Buradan doğan su
kaynağı yarığı takip ederek tünellerden geçer ve denize kavuşur. Bu kaynak günümüzde
dağ eteklerindeki bahçelerin sulanmasında değerlendirilmektedir. Suyun
bollaştığı dönemlerde çevreye zarar vermemesi için çıkış yerinden 1330 metre
batıda bir tünel açmak ihtiyacı doğmuştur. Tünelin üst tarafındaki yapı bir
barajdır. Liman kirlenipte temizlenmediği zaman yukarıdan gelen suları
durdurmaya yaramıştır. Böylece suyun düzenli bir şekilde kanala ulaşması
sağlanmıştır. Su biraz batıdaki dönemeçten sonra ani bir dönüşle Çevlik köyüne
ulaşır.
Şehir
için çok önemli olan limanın sellerin getirdiği kum ve çakılların doldurmasına
karşı koymak için Roma döneminde 130 metrelik kısmı dağın altından geçen 1380
metre uzunluğunda 6x7 metre genişliğinde muazzam bir kanal inşa edildi. Bu
limanın iyi bir durumda kalması yalnız Antiochia için değil aynı zamanda diğer
liman şehirleri içinde gerekli idi. Tünel yapılmaya başlanmadan önce Orontes'in
ağzının küçük tonajlı gemilerin girmesine müsait bir duruma getirildiği
zannedilmektedir. Chapot, bu konuda imparator Tiberius (İ.S 14-37) zamanında
çalışıldığını tahmin etmektedir.
Kanalın
üzerindeki bir köprüden tünel ağzına yakın bir yerden batı Nekrapoline
(Mezarlık) geçilir. Yakınlarında uzun bir yeraltı su tüneli dağdan kıvrılarak
geçer. Tünel ağzının 200 metre kadar güneyinde hanedan üyelerinin gömüldüğü taş
mezarlar (şimdiki Beşikli Mağara) vardır. Bu mezarlara aynı zamanda “kral
mezarları” da denmektedir.
Pazar
kapısının 500 adım güneyinde büyük bir kare şeklindeki düzlük bir agorayı*
andırır. Burası eskiden limanın bir bölümü de olabilir.
TÜNELE ADINI
VEREN İKİ İMPARATOR
Bugün Samandağ’a gelip Çevlik’teki Vespasianus-Titus tünelini
gezenler bu yapının muazzamlığı karşısında derinden etkilenmektedirler.
Limanın
korunması için yapılan tünelde yazılı en eski vesika Vaspasianus ve Titus
zamanından kalmadır (İ.S. 69-79,79-81). Tünele onlar zamanında başladığı
zannedilmektedir. Bir başka vesikada imparator Antonius Pius (İ.S 138-161)
yazılıdır. Ancak kanalın ne zaman bitirildiği kesin olarak belli değildir.
Kanalın üzerinde yapılan tek kemerli köprü o zamandan bugüne kadar durmakta ve
hala kullanılacak durumdadır.
Bir
mühendislik harikası olan tünele adını veren iki imparatordan kısaca
bahsetmekte yarar var.
Vespasianus,
Sabinler ülkesinde (Orta İtalya) Reate yakınında Falacrina adlı küçük bir köyde
İ.S 9 yılı 17 kasımında doğmuştu. 1 temmuz 69 yılında imparator ilan
edildiğinde 60 yaşında bulunuyordu. Çocukluğunda Tertulla adındaki büyük
annesinin himayesine verilmişti. Onun anısını hiç unutmamış, eski evini daima
ziyaret etmiştir. Flavius ailesindendir. Bu aile tanınmış olmamakla beraber
namuslu ve saygı duyulan bir aile idi. Vespasianus oldukça iyi tahsil görmüştü.
Grekçe’yi konuşabilmekte ve yazabilmekteydi. Flavia Domitilla ile evlenen
Vespasianus'un üç çocuğu olmuştu. Titus, Domitianus ve Domitilla. Karısı ve
kızı imparator olmadan önce ölmüştü. Vespasianus imparatorluğu zamanında bir
çok başarılar elde etti. Roma hiyerarşik düzenini düzeltmek için büyük çabalar
sarfetti.
İ.S.
79 yılı yazında hastalandı. Hastalığı arttığı zaman dahi yatağında iken devlet
işlerine devam etti. Bir diyare nöbeti sırasında bayıldı. Fakat “Bir imparator
ayakta ölmeli” diyerek ayakları üzerinde doğrulmak istedi, ancak
etrafındakilerin kollrina düştü. Vespasianus 24 haziran 79’da öldüğünde 70
yaşında bulunuyordu. Kendisine bir çok suikast tertip edildi ama hepsinden
kurtuldu. Bunun üzerine Senato da kendisine oğullarının varis olacağını, aksi
halde hiçbir varis bırakmayacağını söyledi ve öyle oldu. Titus babasının yerini
aldı. Vespasianus Tanrılaştırıldı.
Vespasianus
24 haziran 79 tarihinde ölünce oğlu Titus esasen 71’den beri babasıyla ortak
yürüttükleri imparatorluk tahtına tek başına sahip oldu. Kardeşi Domitianus'a
tahtta hiçbir ortaklık tanımadı.
Titus
İ.S. 41 yılı 30 aralık günü Roma’da doğmuştur. Ruhen ve bedenen güçlü, sıhhatli
bir çocuk olan Titus, bütün sanatlara karşı yetenekli, hafızası da kuvvetliydi.
Genç yaşta askeri tribun olarak Germania ve Britiania'daki savaşlara katıldı.
Bu alanda da kabiliyetini gösterdi. Önce Arrecina Tertulla adındaki kadınla
evlendi. Fakat bunun ölümü üzerine Marcia Formilla ile evlendi. Bundan bir kızı
olduktan sonra ayrıldı. Tahta tek başına geçtiğinde bu kızı Julia 13 yaşlarında
bulunuyordu. Bir oğlu olmaması nedeniyle kardeşi Domitianus'u ancak kendisinden
sonra tahta varis görüyordu. Titus askerler ve halk tarafından çok seviliyordu.
Kısa saltanatı sırasında 2 önemli felaket oldu. Bunlardan birincisi 79 yılı 24
Ağustosunda Vezüv yanardağının patlayıp lavlarla Pompei ve Herculaneum
şehirlerini harap etti. İkinci felaket 80 yılında Roma'da büyük bir yangın
çıkarak üç gün devam etti. Bu sırada birde veba salgını Roma ve İtalya'yı
tehdit etti.Titus binaların yeniden yapılması ve hastalığın önlenmesi için
hiçbirşeyi esirgemedi. Hatta masrafların karşılanması için kendi sarayındaki
eşyaları bile sattırdı. Titus sevilmesine karşılık bazı suikastlere de maruz
kaldı. Fakat bunları yapanların hepsini affetti. Titus kendisini halkın babası
olarak görmüştü. Bir gün kimseye bir şey yapamadığı için “Dostlarım bugünü heba
ettim” demiştir. Titus kendi halkına bu kadar iyi davranmasına rağmen
Yahudiler’e ve Hıristiyanlar’a karşı aynı hoşgörüyü göstermedi. 70 yılında
askeri görevde iken Kudüs’e gelerek şehri yakıp yıkar. Bu olaydan sonra
bölgedeki Yahudiler sindirilmiş Hıristiyanlar’ın misyon çalışmaları ise bir
süre için askıya alınmıştır. Bunun bir sonucu olarak Antiochia Hıristiyanlığın
merkezi durumuna gelir.
Titus'un
saltanatı 81 yılı 13 Eylül'ünde sona ererek pek kısa ömürlü oldu .Sabinler
ülkesinde iken birdenbire ateşi yükseldi ve babasının çiftlik evinde öldü.
Bazıları bu ölümü şüpheli göstermektedir. Titus'un ölümü büyük üzüntü yarattı.
Hemen Tanrılaştırıldı. Tahta kardeşi Domitianus çıktı.
SELEUCEİA VE
SONRASI
Seleucos akıllı,enerjili,müstesna bir askerdi. Doğu seferi sonunda
“Nicator” (Muzaffer) unvanını alan Seleucos devletin yönetim yerini Dicle
üzerindeki Seleucia’dan Orantes (Asi) yakınındaki Seleucia’yı kurarak buraya
taşır. Bundan kısa bir süre sonra Antiochia'yı kuran Seleucos, Seleucia
Pieria'yı her zaman başkent olarak görmüştür.
Seleucos
Nicator'dan sonra gelen hanedan üyeleri zevk ve sefahat düşkünü birbirinden
zayıf insanlardı. Ön ve Orta Asya’nın ırk, kültür ve din bakımından birbirinden
farklı savaşçı kavimlerini bayrakları altında birleştirmek oldukça zordu.
Nitekim Seleucos I. Nicator’un ölümünden hemen sonra kurduğu hanedanlık
parçalanmaya ve dağılmaya başlamıştır.
KARDEŞ ŞEHİRLER
Straboya göre Seleucos tarafından kurulan dört büyük şehir zamanla
“Kardeş şehir” (Polis Adelfe) kabul edildi. Bunlar Antiochia (Antakya) Seleucia
Pieria (Samandağ) Apemia (Humus) Laodicia (Laskiye). Taşıdıkları ekonomik rol
bu kardeş dört kenti uzun bir süre ticaret merkezi yaptı. Antakya o dönemde
zengin ve dünyanın 3. büyük şehriydi. Bu büyüklük ve zenginlik diğer 3 kardeş
şehre de yansıyordu. İ.Ö 149-128 yılları arasında ortak para birimi
kullanmışlardır. Antiochia ve Seleucia kendi adlarına sikke bile basmışlardı.
Fethedilen
yerlerde yeni yerleşim kurma işlemini Seleucoslar iyi uyguluyorlardı. Askeri
birliklerin kurulduğu yerlerde köyler inşa ediliyor, tarımla uğraşılıyor,
çiftçilik yapılıyordu. Şehirler yeniden düzenleniyor ve örgütleniyordu. Daha
sonra Romalılar şehir örgütlenmesini daha ileri bir dereceye geliştireceklerdi.
İskender’in
ölümünden sonra Akdeniz hegomanyası, Mısır’daki Ptolemiaoslar ile Seleucoslar
arasında sürekli mücadele konusu oldu. Seleucos'un devlet merkezini
Antiochia’ya taşıması bu hakimiyeti elde etmek düşüncesi ile yapılmıştı. Ayrıca
Seleucia ve Antiochia coğrafi konumları nedeniyle avantajlı bir durumdaydılar.
Seleucia Doğu Akdeniz ticareti için uygun bir yerde idi. Antiochia kara yoluyla
gelen ve ipek yolu dediğimiz ticaret kervanlarının kavşak noktasındaydı.
Mısır’daki
Ptolemiaoslar Seleucoslar’dan önce Doğu Akdeniz bölgesine hakim oldular. İ.Ö
280 yılına gelindiğinde Seleucos'un karşısında sadece Mısır hanedanlığı
kalmıştı. Onu da yıkmak an meselesiydi. Ancak bu tarihte kendisine düzünlenen
bir suikast imparatorluğun dağılma sürecini beraberinde getirdi.
Seleucos'un
bir suikaste kurban gitmesinden sonra ardından gelen imparatorlar zevk ve
sefahat düşkünü iradesiz kimselerdi. Ancak hepsi “Muzaffer, Yıldırım, Tanrı”
gibi hiçte layık olmadıkları tantanalı ünvanlar almışlardı. Aile içi ihanet ve
entrikalar imparatorluğu içten içe kemiriyordu. Birbirleriyle çarpışmaktan,
isyan ve ihtilalleri bastırmaktan göz açamayan Seleucoslar İskender’in yalnız
imparatorluğuna değil, savaşlarına da varis olmuşlardı. Bunlar Elamlılar’ın,
Sümerler’in, Akkadlar’ın, Babilliler’in, Asurlular’ın, Hattiler’in,
Urartular’ın ve nihayet Akamenid (Pers)’lerin medeni merkezlerine hakim
olmalarına Orta Asya ve Hindistan uygarlıklarıyla temasta bulunmalarına rağmen
ilim ve medeniyet yolunda önemli bir ilerleme gösterememişlerdir.
Seleucos'ların yaklaşık 250 yıl süren hakimiyetleri tam manasıyla ibret
alınacak cinsten olaylarla doludur. Bir yandan hakimiyetleri altında bulunan
bölgelerde başlayan isyan ve kargaşalıkları önlemek diğer yanda aile içi hırs,
kavga, ihanet ve entrikalarla boğuşmak zorundaydılar. Seleucoslar’ın içinde
bulunduğu bu durum devlet yapısını zayıflatmış ayakta zor duran bir duruma
sokmuştur.
Aşağıda
anlatacağımız örnek olaylar zincirinden önce Seleucia Pieria'da gelişen birkaç
olaydan bizim konumuzun içine girmesinden dolayı bahsedelim.
Üçüncü
Suriye savaşına kadar (İ.Ö. 246 -241) Seleucia’da önemli bir hareket
olmamıştır. savaş sırasında ise Seleucialılar Mısır’ı desteklemişlerdir.
Mısırlılar Seleucia'yı 27 yıl ellerinde tutarlar.
Antiochos
III (223-189) zamanında Seleucia geri alınır. Antiochos III Antiochia tahtına
oturduğu zaman 12 yaşındaydı. Bu zaman süresinde imparatorluk küçülmüş, çeşitli
prensliklerde başkaldırı hareketleri yaşanmaktaydı. İmparatorun çevresindeki
devlet yöneticileri ise iktidar mücadelesine girişmişti. Çok kötü bir zamanda
tahta oturan Antiochos III kendisine (Büyük) ünvanını kazandıran birçok
başarıya imza atar. İlk iş olarak ne pahasına olursa olsun önce Seleucia Pieria
limanını alması gerekiyordu. Çünkü Seleucia Pieria limanı imparatorluğun
kilitlerinden biriydi.
Polybios,
limanın 219 senesine kadar Mısırlılar’ın elinde kaldığını kaydetmektedir.
Antiochos III Seleucia'lı doktor Apolphanes'in önerilerini değerlendirir,
limanın deniz ve kara ile olan ilişkilerini keser. Seleucia'ya gönderdiği
adamların telkinleri sayesinde şehri kolayca zapteder. Bu arada kış geldiğinden
ordusunun bir bölümünü Antiochia’da bırakıp kışı Seleucia'da geçirir. Buraya
gelen Mısır elçileriyle barış anlaşması yapar. Antiochos III Kıbrıs’a yaptığı
bir keşif seferi sırasında fırtınaya tutulur ve deniz kuvvetlerinin önemli bir
bölümünü yitirir. Bunun üzerine geriye dönerek Seleucia'ya gelir ve tersanede
filosunu yeniler. Kısa sürede büyük başarılar elde eden Antiochos III Ege
kıyılarına dayanır. Burada Romalılar’la karşılaşır. Romalılardan Makedonya ve
Yunanistan’ı kendisine vermesini ister. bir süre sonra Romalılarla çarpışan
Antiochos III ağır bir yenilgi alır. İmzaladığı barış anlaşmasıyla birçok
bölgenin elinden alınmasına razı olur. (Apeme Kibotos - bugünkü Dinar Anlaşması
İ.Ö. 188)
Anlaşma
sonucunda Seleucos devleti Dicle ile Toroslar arasında, Doğu Anadolu ve Suriye
çölü arasında sıkışıp kalan bir devlet halini alır. Ancak aile içi ihanet ve
entrikalar bu devleti kemirmeye devam edecekti. Bunlara ilginç olan bir örnek
vermemiz bu ihanet ve entrikaların mahiyeti hakkında fikir sahibi olmamızı
sağlayacaktır.
Demetrios
Soter (İ.Ö. 162-150) zamanında Antiochia ile birlikte Seleucia 5 yıl süreyle
Aleksander Bala adında birinin eline geçer. Bu sırada Demetrius zevk ve sefahat
hayatına atılmış olduğundan yaklaşan tehlikeyi fark etmez. Roma, Mısır ve diğer
krallıklar tarafından desteklenen Alexsander Bala Demetrius'un kuvvetleri ağır
bir yenilgiye uğratarak Antakya tacını giyer Demetrius öldürülür.
Antakya
tacını giyen Alexsendar Bala, Mısır kralı Ptolemiaos Filometer’in kızı Cleopatra
ile şaşaalı bir düğünle evlenir. Kentin yönetimini nedimi Ammonious adındaki
komutana teslim eden Aleksander Bala eğlence hayatına atılır. Ancak Ammonious
halka karşı korkunç zulümler, işkenceler ve ağır vergiler uygulamaya başlar.
Bu, halkta genel bir nefret uyandırır.
Bu
arada Demetrius'un kendi adındaki oğlu Girit'e kaçarak canını kurtarmış ve
orada ücretli askerlerden oluşan bir ordu kurmuştur. Demitrius II tedarik
ettiği kuvvetlerle Kilikya'ya çıkar (148-147). Aleksander Bala kayınpederi
Mısır kralından yardım ister. Mısır kralı yardımına koşar. Ancak Mısır
kralından şüphelenen Ammonius krala bir suikast düzenler. Suikast girişiminden
haberdar olan Mısır kıralı bu adamın cezalandırılmasını ister. İsteği
reddedilince damadına karşı savaş açar. Seleucia'ya kadar ilerler ve kızı
Cleopatra'yı yanına getirir. Daha sonra Demitrus II ' yi tahta geçiren Mısır
kralı Ptolemiaos Filopeter, kızı Cleopatra’yı Demitrus'la evlendirir.
Aleksander Bala Arabistan’da bir Arap şeyhi tarafından öldürülür.
Nicator
(Galip-Muzaffer) sanıyla babasının tahtına oturan Demetrus II devlet işlerini
veziri Lastenes adında birine bırakarak eğlence alemlerine dalar. Devlet
kudretini eline alan Lastenes uyguladığı baskı ve zulüm sonucunda Antiochia’da
korkunç bir isyan patladı. Bunun üzerine Demitrus II Yahudilerden yardım ister.
Yıllardır Yahudi dinini yasaklayan ve Yahudilere baskı uygulayan Seleucoslar
sonunda onlardan yardım isteyecek kadar zayıf bir duruma gelmişlerdi. Bunu
fırsat bilen Yahudiler şehri yağma edip yaktılar. Halk Demitrusu sorumlu tutar
ve aleyhinde hoşnutsuzluk belirir.
Bu
arada Aleksander Bala zamanında Antakya valisi olan Tryphon (Trifon) lakabıyla
anılan Diodot fırsattan istifade ederek Bala’nın henüz çocuk olan oğlunu
Antiochos VI Teos ünvanıyla kıral ilan eder. yapılan çarpışmada Demetrios II
yenilir ve Mezopotamya’daki Seleucia'ya kaçar.
Trifon
düzenlediği bir tertiple önce Yahudi hahamı Jonathes, sonrada tahta çıkardığı
Antiochos'u öldürttü. Kendisinide Antiochia kralı ilan etti. Mezopoyamya’ya
kaçan Demetrius İran’daki Partlar’a karşı düzenlediği bir sefer sırasında esir
düşer.
Bu
karışıklıklar sırasında Demitrus'un Antiochos adlı kardeşi Rodosa çekilmişti.
Kardeşinin esir düştüğü haberini alınca Antiochia'ya geldi. Trifon’un
uyguladığı despot yönetim yüzünden ondan nefret eden halk Antiochos VII'yi
destekledi. Yapılan savaşta Trifon mağlup oldu ve öldürüldü. Antiochos VII
kardeşinin karısı Cleopatra ile evlendi. İlk zamanlarda Partlar’a karşı üç kez
galip gelerek koltuğunu sağlamlaştırmasına rağmen ordusu yağma ve eğlence
hayatına dalınca Partlar’dan yedikleri darbelerle dağıtıldı. Bu arada Part
kralı Demetrius'a kızını vermiş ve Antiochos'a karşı taht kavgası için onu
serbest bırakmıştı. Kısa bir süre sonra Antiochos öldürülür.
Bu
sırada Mısır sarayında kanlı facialar yaşanmaktaydı. Kardeşinin oğlunu anasının
kucağında parçalayan Ptolemiaos VIII Everjet tahta oturmuş, evvela hemşiresi
olan Cleopatra’yı almış, sonra kızını almak üzere anasını boşamıştı. Demetrius
II’ye kayın validesi kraliçe Cleopatra tarafından İskenderiye tahtını alması
teklifinde bulundu. Ancak Antiochia’da patlayan bir ihtilal buna mani oldu.
Everjet, Aleksander Zabinas adında birini eski kırallardan Aleksander Bala’nın
oğlu diye Antiochia’ya göndermiş orada karışıklıklar çıkmasına sebep olmuştu.
Kendini halka sevdiren Zabinas, Demetrus II’yi Suriye’de Şam önünde mağlup
etti. Demetrius II eski karısının bulunduğu Ptolemais (Akka) kalesine sığınmak
istedi. Ancak Cleopatra Part kralının kızıyla evlenmesini hazmedememişti ve bu
nedenle onu şehre sokmadı. Oda Sina Dağı taraflarına kaçtı, orada öldü.
(126/125)
Demetrius
karısı Cleopatra’nın reddetmesiyle sahneden çekildikten sonra Antiochia tahtı
Alaksander Zabinas’ın eline geçmişti. Cleopatra ile Ptolemiaos (Akka)’da kedi
başına bir hükümet kurmak istemişti.
Clopatra’nın
ikisi Demetrus II Nicator’dan, biri de Antiochos VII’den olmak üzere üç oğlu
vardı. Bunlardan büyük oğlunu kral ilan etti. Fakat babasının öcünü almak
isteyeceğinden şüphelenerek bir yolunu bularak öldürttü. Kendisi Akka’da hüküm
sürmeye başladı. Ancak halk Seleucoslar adına Mısır’lı bir kadının hüküm
sürmesine engel oldu. İkinci oğlu Antiochos Grypos tahta geçti. (Grypos :
Kartal burunlu) Bu arada Mısır tahtına Ptolemiaos Fiskon geçmişti. Onun
yardımıyla Aleksander Zabinas üzerine yürüdü. Zabinas mağlup oldu. Askerleriyle
birlikte Antiochia’daki zafer tapınağını yağma etti. Seleucia Pieria'ya gelerek
şehre sığınmak istedi. Ancak halk Antiochos’u destekledi ve şehrin kapılarını
Zabinas’a kapattı. O da Yunanistan’a küçük bir yelkenli ile kaçmaya çalışırken
korsanlar tarafından yakalandı ve Mısır’a götürüldü. Orada kralın emriyle
öldürüldü.
Her
zaman bağımsız: Bu olaydan sonra Seleucia limanına "Is panda Hronon
Elefceri" (her zaman bağımsız) adı verilmiştir. Aleksander Zabinas’ı
Antiochia tahtından indiren Antiochos Grypos, Mısır kralının kızı Trifan ile
evlenir. Ancak oğlunun devletin tek hakimi olmasını hazmedemeyen anası
Cleopatra, bir gün avdan yorgun dönen oğluna hareretini gidermek bahanesiyle
zehirli bir şerbet sunar. Annesinden şüphelenen Grypos şerbeti önce kendisinin
içmesini ister. Saray erkanı önünde meydana gelen olayda ne yapacağını şaşıran
Cleopatra, nihayet şerbeti içmeye ve kendi kendini zehirlemeye mecbur olmuş ve
hemen orada ölmüştür. Seleucoslar devleti bu olaydan sonra kısa bir dönem rahat
yaşamış ancak Grypos’un üvey kardeşi büyüyüp tahtta hak idda etmeye başlayınca
kavga yeniden başlamıştır. Bundan sonra gelişen olaylar her biri diğerini
aratacak cinsten devam etmiştir. Örneğin Grypos’un karısı Trifan bir ara Mısır
kraliçesi olan Cleopatra Thea adındaki bir kadını kocası ile arasında gizli bir
anlaşma olmasından şüphelenerek Antiochia’da bir tapınağın önünde öldürttü. Bu
olayda Cleopatra tapınağa elleri ve ayaklarıyla öyle sarılmıştı ki askerler onu
ayıramadılar. Sonunda Trifan bileklerini kesmelerini emrini verdi.
Cleopatra’nın bilekleri vahşice kesilerek heykelden ayırabildiler. Daha sonra
parçalayarak onu öldürdüler.
Bu
olaylar süresince Romalılar Seleucoslar’ın işlerine karışmadılar. Zatan
Seleucoslar kendi kendini yiyerek Romalılar’a iş bırakmıyorlardı. Romalılar
Seleucoslar’ın devletine son vermek için biraz daha bekleyeceklerdi.
Seleucos
krallığında iç çekişme ve aile faciaları sürüp giderken Doğu Anadolu’da bulunan
Armenia (Ermeni) krallığı da giderek büyümüş ve bölgede önemli bir güç halini
almıştı. İ.Ö. 83 yılında Suriye’li Aramiler Seleucoslar’ın bitmez tükenmez
boğuşmaları yüzünden dehşete düşmüş ve Armenia kralı Tigranes’i(İ.Ö.95-60)
bölgeye davet etmişlerdi. Tigranes bu isteği memnunlukla karşıladı. Suriye’yi
idare etmek üzere baş komutanı Megadates'i görevlendirdi. Komutanın büyük bir
kuvvetle Oront boylarına inmesi üzerine Şam ve Antiochia tahtı için boğuşan
Seleucos prensleri her biri bir tarafa kaçarak gizlendi. Suriye ve Güney
Anadolu Klikya’ya kadar Tigranes'in hakimiyeti altına girdi. Bu başarılardan
sonra Armenia kralı Tigranes “Krallar Kralı” ünvanıyla anılmaya başlandı. Ancak
Tigranes bütün Kuzey Suriye’yi eline geçirmesine rağmen Seleucia ona sert bir
direniş göstermiş ve şehri alamamıştır. Tigranes'in Seleueia'yı alamayışına
deniz filosunun olmayışı etken olmuştur. Tigranes elde ettiği başarılar
karşısında imparatorluğun başkentini Ağrı dağının kuzeyindeki Artaksata’dan
taşıyarak kendine yeni bir başkent kurdu. (Diyarbakır’ın doğusunda Mayafarikin
yada günümüz Silvan’ı) Kentin adını Tigranokerta koydu. Hakimiyeti altına
aldığı 12 Yunan kentinin halkını da buraya aktardı.
Tigranes’in
hakimiyeti fazla sürmeyecekti. 14 yıl sonra Romalı komutan Lucullus önce
Tigranes’in kayınpederi Pontos kralı Mithridates’i daha önce işgal ettiği batı
Anadolu’dan attı (İ.Ö 71). Ardından Armenia kralı Tigranes’i yenilgiye
uğratarak yeni kurduğu ve henüz tamamlanmamış başkent Tigranokerta’yı yerle bir
etti. Bu savaşta Tigranes'in şehre yerleştirdiği Yunanlılar Romalılar’a yardım
etmiş ardından Romalı komutan Lucullus onların eski memleketlerine dönmesine
izin vermişti (İ.Ö.69).
Tigranes’in
yenilgisinden istifade eden Seleucoslar Suriye’de Lucullus’un yardımıyla tekrar
krallıklarını ilan ettiler. Ancak Lucullus Roma’ya çağırılıp yerine gönderilen
komutan Pompeius önce Potos krallığını ardından da Armenia krallığını Roma’nın
bir eyaleti haline getirmek üzere Tigranes üzerine yürüdü. Karşı koyamayacağını
anlayan Tigranes Roma karargahına gelerek tacını Pompeius’un önüne koyar.
Pompeius tacı iade eder ama fethettiği yerleri ellerinden alındı. Statüsüde
“Roma'nın Dostu ve Birleşiği” olarak belirlendi. Tigranes bunun ne anlama
geldiğini çok iyi biliyordu (İ.Ö - 67 ).
Pompeius bu sefer Seleucoslar’ın
Suriye’de ilan ettikleri hanedanlığın üzerine yürüdü. Son hanedan Antiochos
XIII. krallıkta bırakılması için ricada bulundu. Ama Pompeius memlekette huzur
ve asayişi sağlayacak kudretten yoksun olduğunu ileri sürerek bu isteği red
etti. Suriye bir Roma eyaleti haline getirildi (İ.Ö. 64). Pompeius Seleucia’nın
yönetimini cesur Seleucia halkına vermiştir. Seleucoslar’ın son hanedanı
Antiochos XIII. son yıllarını sade bir vatandaş gibi geçirdi ve İ.Ö 58 yılında
öldü. Bu tarihten sonra bölge Roma’dan gönderilen konsül'ler tarafından idare
edildi. Roma İmparatoru Augustos zamanında idare imparator vekillerine verildi.
İskender’den kalan son kalıntı Mısır hanedanlığı ise İ.Ö 30 yılında Roma
topraklarına katılarak Hellenizm tamamen ortadan kaldırıldı.
ROMA ÇAĞI
İ.Ö.64 yılında Seleucoslar krallığı’na son verip bölgeyi
İmparatorluğa katan Romalılar için Seleucia Pieria önemini korumaya devam
etmiştir . Çok ilgi çeken bir liman olduğundan hellenistik dönemden beri diğer
şehirlerle olan ilişkileri sürmüştür .
Romalılar’ın bölgeyi almalarından bir süre sonra
Hıristiyanlık yavaş yavaş ortaya çıkacak ve yeryüzünde yeni bir din
şekillenmeye başlayacaktır. Önceleri Yahudi dininin bir mezhebi olarak
algılanan Hıristiyanlık daha sonra yeni bir din olarak kabul edilecek ve Yahudilikten
ayrılacaktır.
Yaklaşık İ.S.43 yılında Antiochia’da Yahudi olmayanlarda
dinlerinden döndürülerek bu konuda önemli adımlar atıldı . Bu haberin Kudüs’te
duyulması üzerine ilk çalışmalarını burada yapan Aziz Pavlos’u aramak üzere
Aziz Barbanas Kudüs’ten kalkıp Seleucia'ya geldi. Burada onu Tarsus'un
yakınlarına götürecek bir gemiye binip oraya gitti. Çünkü Aziz Pavlos Tarsus
doğumluydu. Pavlos’u bulan Barbanas onu Antiochia’ya dönmeye ikna etti.
Pavlos ile Barbanas misyonerlik gezisine çıktıkları zaman
sonraları Petros'un sekreteri ve yoldaşı olacak olan Markos'ta onlara eşlik
ediyordu. Hareket noktaları yine Seleucia idi.
Sonraki yıllarda Hıristiyanlık hızla yayılacaktı. Ancak Roma
İmparatoluğunda devlet dini olarak kabul görmesi için daha 300 yıl geçmesi
gerekecekti. Bu süre içerisinde Hıristiyanlığı kabul edenler birçok baskı ve
takibata uğrayacaklardı. Örneğin İ.S.64 yılında 18 Temmuz gecesi Roma’da çıkan
ve 9 gün devam eden yangın şehrin büyük bir bölümünü harap etti. O sırada İmparator
Neron taht'ta bulunuyordu . Önceleri yangını Neron’un çıkardığına dair
söylentiler çıkarıldı . Ancak İmparator bu töhmetten kurtulmak için yangını
Hıristiyanların çıkardığını ileri sürerek suçu onlara attı. Bunun üzerine
Hıristiyanlar hakkında takibat başlatıldı . İşkenceye tabi tutuldular,
amfitiyatrolarda vahşi hayvanlara atıldılar, canlı canlı yakıldılar. Daha
sonraki dönemlerde de benzer zulümlere uğradılar. Ancak hiçbiri Hıristiyanlığın
yayılmasını önleyemedi.
Hıristiyanlığın
Seleucia’da yayılıp yayılmadığı tam olarak bilinmemektedir. Şehrin eski Hellen
Pantheion’unda* bulunan bir din adamının yazısında (İ.Ö 187-175) tanrı olarak
Zeus Olimpius, Zeus Keraunios Daphne (Defne: Harbiye)'li Apollon, Seleucia’lı
Zeus Nicator, Antiochia’nın Apollon Soter'i ve tanrılaşan diğer kahramanlardan,
krallardan bahsedilmektedir. Bu kutsal işaretler sikkelerde birkaç defa
basılmıştır. En büyük tanrı olarak Zeus Keraunios ve Zeus Casius bilinmiştir.
Liman kuruluşunda yazılan eserler bu konuda aydınlatıcı bilgiler vermektedir.
Sikkeler üzerinde şimşeğin üzerinde duran taç giymiş bir kartal resmi
bulunmaktadır. Bu şekiller herhalde Hitit Gök Tanrısı Tesub'un temsili
şekilleridir. Seleucia’da Tesub için kurbanlar adanmış ağıtlar söylenmiştir.
Seleucialılar önce hem Tesub, hem de Zeus Keraunios'a tapmışlar ve zamanla
bunları tek bir güçte birleştirip Zeus Keraunios’ta sembolleştirmişlerdir. Zeus
Casius ara sıra Gök Tanrısına benzetilmiştir. Zamanla güç kullanarak limanın
tanrısı olmuştur. Yayılan Hıristiyanlığa karşı ayakta durabilen tanrı Zeus
Casius olmuştur. Cassius tapınağına çıkan son imparator Julianus (İ.S 361-363)
zamanında Seleucialılar eski tanrılarını bir daha isteyerek anmışlardır.
Roma
İmparorluğu’nun rahat zamanlarında Seleucia Pieria’nın adı pek duyulmamıştır.
Zamanla imparatorluğun sınırları çok genişlemesine rağmen çevresinde yeni
siyasal güçler oluşmuş ve güç kazanmışlardı. Aradan geçen zaman içerisinde
İranlı Persler (Partlar) yeniden güçlenmiş ve bölgede önemli bir güç halini
almışlardı. İmparator Valarian (253-260) zamanında Persler’le yapılan savaşta
Roma ordusu ağır bir yenilgi alarak İmparator esir alınmıştır.
256
yılında Antiochia'yı ele geçiren Şapor I kenti yakıp yıkmıştır. Ancak
Seleucia’ya dokunmadığı tahmin edilmektedir. Persler 260 yılında Antiochia’yı
tekrar ele geçirmiş ve yağmalamışlardı. Daha sonra Palmyra kraliçesi Zenobia
Seleucia daki kehanet ocaklarının olumsuz görüşlerine rağmen Antiochia'yı işgal
edecek ancak kısa bir süre sonra Romalılar tarafından yenilerek esir düşecekti.
Roma
İmparatoru Diocletion (284-305) zamanında Seleucia’da tıkanan limanın temizleme
işlerine başlanmıştır. Temizleme işlerinin sonlarına doğru işçilere verilen
yemek az ve kötü olduğundan işçiler bunu protesto için önlerine çıkan yerleri
yağma etmişler ve Antiochia’ya kadar yürümüşlerdir. İşçiler Antiochia’ya
varınca halk onları cezalandırmak için hepsini öldürmüştür. İhtiyar İmparator
olaylar üzerine Atiochia ve Seleucia'yı ağır bir şekilde cezalandırmıştır.
İmparator
Constantius II (337-361) Seleucia yönetimini eline almış ve liman temizleme
işlemleri çok ilerlemiştir. Limanın dolma tehlikesi olduğundan tünelin ağzı ile
eski limanın çıkış yerlerinin orta yerinde yeni bir liman kurma ihtiyacı
doğmuştur.346 yılında burada yeni limanın yapımı tamamlandı. Bu liman Antiochia
için çok önemliydi. Çünkü bir yanda seyahat, haberleşme ve ticari eşya
naklinde, diğer yanda malzeme ikmaline büyük imkanlar sağlıyordu. Antiochia’nın
ekonomisinin gelişmesine, zenginliğinin artmasına da hizmet ediyordu. Özellikle
İ.S. 4. yüzyılda Asi Nehrinin büyük gemiler için elverişsiz hale gelmesinden
sonra Seleucia Pieria limanının önemi daha da arttı. Yeni limanın kurulması
için dağa kadar olan taşlar kırılarak temizlenmiştir. Böylece limana yakın olan
tünelin ağzından gelen çöplerin suyun akış kuvvetiyle denizin içlerine kadar
sürüklenmesi sağlanmıştır. Bu çöp akışının sağlanması için 800 metre
uzunluğunda bir kanal açma ihtiyacı doğmuştur. 4 nisan 372'de o sıralar
İmparator olan Valens limandaki işleri kontrol etmek için Seleucia’ya gelmiştir.
DOĞAL
FELAKETLERİN YOK ETTİĞİ KENT
Antiochia'da özellikle Seleucos ve Roma dönemlerinin pek huzur ve
sükunet içinde geçtiği söylenemez. Depremler, kıtlık, salgın hastalıklar,
ayaklanmalar ve yangınlar şehrin tarihinde belli başlı dönüm noktalarını teşkil
eden olaylardır.
Depremler,
(İ.Ö.148, 130, 83, 69. İ.S. 35, 37, 41, 45 arası, 155, 341, 365, 396, 526, 528,
531, 534, 542, 551, 557, 560, 588, 589 yıllarında büyük yıkımlara sebep
olmuşlardır.
Yangınlar,
( İ.Ö.145. İ.S. 23.24.70.138.161.507.525. Antiochia’da büyük zararlara yol
açmıştır.
Özellikle
birkaç büyük deprem Antiochia, Daphne ve Seleucia Pieria'yı yerlebir etti.
Bunlardan 29 Mayıs 526 yılının akşamı meydana gelen deprem tarihin en büyük
depremlerinden birisidir. O sıralarda Antiochia'da düzenlenen festival için
toplanmış çok sayıda ziyaretçi bulunuyordu. Hemen hemen tüm halk akşam
yemeğindeydi. Bu yüzden can kaybı çok fazla oldu. 250.000 ile 300.000 kişinin
öldüğü tahmin edilen bu depremde Dephne ile Seleucia Pieria yerle bir olmuştur.
Bundan iki yıl sonra 528 yılında meydana gelen depremde kısmen yeniden kurulmuş
olan şehirler tekrar yıkılmışlardır. Iustianus I (527- 565) kötü duruma düşmüş
halkın toparlanmasına yardımcı olmuştur.
540
yılı Haziran ayında Antiochia ve çevresini ele geçiren Pers kralı Hüsrev I .
(Chasroes: Chasrow) Seleucia’ya gelip Akdeniz’de yıkandıktan sonra Güneşe ve
Pers tanrılarına adaklar adamıştır.
Daha
sonraki dini-tarih eserlerde Seleucia ufak bir rol oynamıştır. Hala var olan
eski tanrılar inancını Suriye’li rahipler Hıristiyan dini ile kaynaştırıp
Hıristiyanlığın yayılmasını sağlamışlardır. Rahip Barlaam, Casius'un varisi
durumuna geçerek Hıristiyanlığın bu bölgede yayılmasına yardımcı olmuştur.
Ancak eski tanrıların güçlerini ortadan kaldırmak kolay olmamıştır. St. Simon
(Symeon Stylites: Simon Stilit) bile Seleucia tanrılarını kovmak için çok
mücadele etmiştir.
St. SİMON
HİKAYESİ
Antakya’nın 18 km. güney batısında Değirmenbaşı ve Aknehir
beldelerine ayrılan yoldan gidilen manastırın hikayesi VI. Yüzyılın ortalarına
doğru başlar. “TERK-İ DÜNYA” tarikatının öncülerinden sayılan Hıristiyan Aziz
Saint Simon Manastırın orta yerinde duran taşın üzerinde bütün dünya
nimetlerinden uzakta 30 yıl Tanrıya dua etmiştir. (Bazı kaynaklara göre 48 yıl
) Araştırmacılar burayı Genç Simon Manastırı olarak tanımlar. Mucizeler
yarattığına inanılan Genç Simon 521-592 yılları arasında yaşamıştır. Kuzeyde ve
batıda Antakya-Samandağ yolu, doğuda Büyük Karaçay güneyde Orentes Nehri (Asi)
yer alır.
Genç
Simon Manastırı, Antakya’nın 45 km doğusunda bulunan Yaşlı Simon Kalesinden 100
yıl sonra inşa edilmiştir. Genç Simon Manastırına eskiden Cebel-Mar Sem‘an ya
da Dar Sem‘an denilmekteydi. Ancak günümüzde bu isimler pek kullanılmamaktadır.
Bölge halkı Manastıra Kale veya Kalet Sem‘an demektedir. Buraya son yıllarda
açılan stabilize yoldan rahatlıkla gidebilmektedir.
St.
Simon Manastırı kısmen kayalardan yontulmuş 61’e 68 metrelik bir iç dikdörtgen
içinde 3 kilise ve çeşitli yapılar ile bir vaftizhane mevcuttur. Vaftizhane
kuzay taraftaki kiliseye bir girişle bağlanmıştır.
Manastır
dogu-batı yönünde 160 m. kuzey-güney yönünde ise 130 metrelik bir duvarla
çevrilmiştir. Üç tane girişi vardır. Bu manastırın iyi anlaşılabilmesi için St.
Simon’un hayatını ve tarikatının dini kavramlarını iyi bilmek gereklidir.
St.
Simon 7 yaşından 20 yaşına kadar “John’un Manastırı” olarak bilinen bir yerde
stilit egitimi almıştır. İleri sürülen bir görüşe göre yetiştikten sonra şehir
hayatını bırakıp dağa çıkması ve vahşi doğa içerisinde dünya nimetlerinden
uzakta yaşaması istenmiştir.
Zamanın
Hükümet ve imparatorları tarafından desteklenmeyen St Simon Manastırının
inşaası ona inanan göçmenler tarafından yapılmış ve yapılırken usta bir mimar
hazır bulunmamıştır. Tedavi olmak ve Aziz Simon’un mucizevi gücünden
faydalanmak isteyen hastalar ile yakınları yiyecek, içecek ve eşyalarıyla
buraya gelir inşaata yardım ederlerdi. Manastır yerine 541 yılında gelen Aziz
Simon bugün inşaatın orta yerinde duran taşı kendine mesken tutmuştur.
Manastırın ilk bölümü buraya geldikten on yıl sonra 551 yılında bitirilmiştir.
St Simon Stilit tarikatına bağlı olanlar Manastır planının bir melek tarafından
çizildiğine inanmışlardır. St. Simon Manastırında tavan ve önemli eşyalar
haricinde herşey yerli yerinde durmaktadır. Dış ve iç duvarlar St. Simon’un dua
ettiği taşın çevresinde kayalara oyulmuş oturaklar sapa sağlam durmaktadır.
Yakın zamana kadar zemin biraz kazılınca eski mozaik döşemelere rastlamak
mümkündü. Ne yazık ki eski eser arayıcılarının her tarafta yaptıkları kazılar
neticesinde bugün bu mozaik döşemeden bir şey kalmamıştır. Desenli taş oyma
şekiller sağa-sola serpilmiş halde dağınık durmaktadır. Çevreyi görebilen
tapınak kalıntıları ise çökmek üzeredir. Tapınağın kuzey yönünde geniş ve derin
birkaç sarnıç vardır. Güney mahzenler yarı çökmüş vaziyette durmaktadır. St.
Simon’un oturdugu taşın 13 m. uzunluğunda olduğu kaydedilmektedir. Depremler ve
doğal koşullar sonucu yıkılmış, parçaları çevresinde devrilmiş halde görmek
mümkündür.
SELEUCİA’DAN
SÜVEYDİYE’YE
Seleucia önemini çok önemli bir yerde kurulmuş olmasına borçludur.
Yüzyıllar boyunca Antakya'nın kilit limanı olma özelliğini korumuştur. Seleucia
Makedonyalılar tarafından kurulmuş olmasına rağmen doğu inançlarını
benimsemiştir. 526 yılındaki depremden sonra kendine gelememiş Pers ve Arap
istilalarıyla tarih sahnesinden silinmiştir. Ancak zamanla deniz ticareti
azalmış, Suriye - Bizans ticareti daha çok kervanlarla küçük Asya’dan geçen yol
üzerinden yapılmıştır.
St.
Simon zamanında Seleucia'nın çevresindeki yerleşim merkezleri ad olarak
geçmektedir. Bu bölge Arapların istilasından önce son defa Seleuceia bölgesi
olarak anılmıştır. Araplar Seleuceia adını unutmamışlar ve onu “SALUKİYA”
olarak anmaya devam etmişlerdir.
Sonraları
Seleucia adından çok bahsedilmişse de söz konusu olan Seleucia Pieria değil St.
Simon’dur. Seleucia zamanla Süveydiye olarak anılmaya başlayacaktır.
12
Aralık 1084 yılında Anadolu Selçukluları hükümdarı Kutalmışoğlu Süleyman Bey
Bizans hakimiyetindeki Antiochia’yı fethederek şahre hakim olur. Ancak büyük
Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah’ın kardeşi Dımışk (Şam) Meliki Tutuş’la
yapılan bölgeye hakim olma mücadelesinde Halep yakınlarında meydana gelen
savaşta Süleyman Bey yenilir ve ölür.*
Bu
kanlı olaylar sonucu bölgeye bir düzen sağlamak üzere Aralık 1086 sonlarında
Antakya’ya gelen Sultan Melikşah oradan Süveydiye'ye gelir. Süveydiye’de
Akdeniz sahiline ulaşan genç sultan denizi derin bir şevk ve heyecanla
seyrettikten sonra atını dalgalı denize sürerek kılıncını üç kez suya daldırıp
çıkarır. Burada Tanrıya şükreden Melikşah kıyıdan bir miktar kum alarak geriye
döner. İleriki bir tarihte babasının (Alparslan) mezarını ziyaret edecek ve
fethettiği yerler adına dua edecektir.
Antakya
Hıristiyanlar için çok önemli bir merkezdi. Şehrin Müslümanların elinden
alınması için toplanan haçlı orduları Suriye Selçuklularının karşılık içinde
bulundukları bir sırada 21 ekim 1097'de şehri kuşattı. Uzun süren bir
direnmeden sonra şehir 3 Haziran 1098 tarihinde Haçlılar tarafından zapt
edildi. Bu tarihten sonra Müslümanların yaptıkları savaşlarda başarı
sağlanamadı. Selahaddin Eyyubi 1186 yılında Antakya’yı kuşatıp dış dünyayla
ilişkisini kesmesine rağmen şehri alamadı. Bu arada Antakya şehri El-Mina
limanı vasıtasıyla deniz yolundan ulaşım sağlayarak ayakta kalmayı başardı.
Memlük
Sultanı Baybars 1268'de şehri zaptedip Seleuceia limanını da tahrip etti.
Hatay ve çevresi 1517 yılında Osmanlı
yönetimine girdi. Bu tarihte Mısır seferine çıkan Yavuz Sultan Selim tarafından
zapt edildi. Osmanlı döneminde Antakya’ya uğrayan tek Osmanlı padişahı ise
Kanuni Sultan Süleyman’dır.
PİRİ REİS SÜVEYDİYE'DE
Osmanlı döneminde Süveydiye iskelesi ile Payas ve İskenderun
iskeleleri faal durumdaydı.
16.
yüzyılın başında Piri Reis “ Kitabı Bahriye” sinde Süveydiye için şunlar yazar.
“Süveydiye
körfezi günbatısına karşı bir körfezdir. Bu körfeze içerden yani gündoğusu
tarafından çok sert rüzgarlar eser. Ayrıca onun iç kısmı sığlıktır. Bu
sığlıklardan içeride Asi Nehri akar gelir ve denize dökülür. Bu suya sandallar
girer. Nehrin bir mil karayel tarafında küçük bir adacık vardır. Bu küçük
adacık iyi limandır. Palamaları küçük adaya bağlarlar. Demiri ise poyraz
yönünde 10 kulaç suya atarlar. Daha sonra bu küçük adadan “Hınzır Burnu”
günbatısı Karayel yönünde 20 mil uzaklıktadır. Hınzır Burnu yüksek bir
burundur. O burnun ucunda bir taş vardır. Hızır Burnu’ndan İskenderun ..
gündoğusu poyraz üzerine 20 mildir.”
Antakya,
İmparatorluğun kuzeyini, güneyine bağlayan yol üzerinde bulunduğu için
Anadolu’dan Suriye ve Arabistan’a veya oradan Anadolu tarafına giden paşalar,
valiler karşılanıp ağırlanıyor. “Kudumuye” denilen ayak bastı parası ile
çeşitli hediyeler sunulduktan sonra yolcu ediliyordu. Asker ve diğer
görevlilerde burada dinlenir, katarlar menzillerde at değiştirirlerdi. Şehir
aynı zamanda savaş ilan edildiğinde askerin toplanma yeri, erzak toplama ve
sevk merkezi idi.
Antakya’ya
gelecek malzeme genellikle Süveydiye iskelesine (çıkarılamazsa İskenderun'a)
gelir, dışarıya gidecek malzeme buradan gönderilirdi. Bazen hem Süveydiye hem
İskenderun iskelelerinden İstanbul’a buğday gönderilirdi.
OSMANLININ SON DÖNEMLERİ
MUSA DAĞI OLAYI
20.yüzyılın
başlarında Antakya’nın bir nahiyesi olan Süveydiye'ye bağlı 22 köy bulunuyordu.
Bunlardan yedisi Ermeni köyleriydi. Kebusiye (Kapısuyu), Vakıf (Vakıflı)
Hıdırbey, Yoğunoluk, Hacı Habipli (Eriklikuyu), Bitias (Batıayaz = Teknepınar)
ve Azir. ( Bugün Vakıflı’nın bir mahallesi )
1914'te Birinci Dünya
Savaşı başlar. Osmanlı hükümetinde İttihat ve Terakki Cemiyeti mecliste
iktidarı elinde tutmaktadır. Padişah olarak Sultan Reşat tahtta oturmakta ama
ülkeyi esasen Enver Paşa yönetmektedir. Enver paşa bir Alman hayranıydı.
Osmanlı İmparatorluğu bilim ve teknolojide gerekli atılımları yapamamış dış
sermayenin oyuncağı haline gelmişti. Ordu bile yabancı komutanlara teslim
edilmişti. Emparyalist devletler Osmanlı’nın işini bitirmek için uygun anı
kolluyorlardı. Fakat daha önce asırlardır yan yana yaşamış, Balkanlar ve Orta
Doğuda birlikte savaşmış grupları birbirine düşürmek gerekiyordu. Böylelikle
Osmanlı daha da zayıflayacaktı. Bu yüzden ülke topraklarında kışkırtma ve
tahrikler başladı. 1915'e gelindiğinde çıkarılacak olan bir kanun ülkede kanlı
olayların meydana gelmesine yol açacaktı. Anadolu’da meydana gelen bazı olaylar
Emparyalist devletlerin ekmeğine yağ sürüyor, olaylar büyütülüyor ve yüksek
mercilere isyan havasında yansıtılıyordu. Sonuçta fatura Ermeni halkının üstüne
kesilecekti. Yüzyıllar boyunca Türk, Arap, Kürt, Çerkez, Rum, Laz, Süryani vs.
vatandaşlarıyla yan yana özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan
Ermeniler’in Anadolu dışına gönderilmeleri için “Tehcir Kanunu” çıkarılmıştı.
Bunlar arasında Süveydiye’de oturanlarda bulunuyordu.
Boşaltılması istenen yerler arasında merkez kazaları hariç olmak
üzere Halep vilayetinde İskenderun,* Beylan, Cisrussuğur, Antakya kazaları ile
köyleri ve kasabaları vardı. Ermeni halkı ilk etapta Halep’e gönderilecek,
oradan da tespit edilecek bölgelere yollanacaklardı. Kilikya, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bölgelerinde oturan Ermeniler’in tehciri sırasında kanlı olaylar
meydana gelmişti. Sıra Süveydiye de oturan Ermeniler’e gelince hesapta olmayan
bir direnişle karşılaşıldı. O sıralarda yedi köyde oturan yaklaşık 6000 Ermeni
bulunuyordu. Bunlardan 5000 kişiye yakını çoluğu, çocuğu ellerindeki silahlarla
erzak ve sürüleriyle dağa çıktılar. Savunmaya çekildiler. Ağustos başlarında
teslim almak üzere gönderilen Osmanlı birlikleriyle aralarında çok kanlı
çarpışmalar meydana geldi. Direniş yaklaşık 40 gün devam etti. Bu arada
Ermeniler İngiliz ve Fransız gemileriyle irtibat kurmayı başarmışlardı.
Erzaklarının tükenmek üzere olduğu bir sırada İngiliz ve Fransız gemilerine
nakledilen Ermeniler oradan Mısır’ın Port-Said limanına götürüldüler. Eylül
ortalarında Musa Dağı tamamen boşaltılmıştı.
Birkaç yıl sonra dünya
siyasi tarihinde meydana gelen değişmeler Ermeniler’in köylerine geri
dönmelerine yol açacaktı.
Birinci Dünya Savaşından
yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu Mondros Mütarekesiyle (30 Ekim 1918) çok ağır
koşulları kabul etmek zorunda kalmş ve kıskaca alınmıştı. Mondros Mütarekesi
imzalandıktan bir hafta sonra bir İngiliz Müfrezesi Antakya’ya gelir ve askeri
işgal halinde 5-6 gün burada kalır. İngilizler daha sonra petrol yatakları
Musul ve Kerkük bölgesine gitmek üzere Fransızlarla bir antlaşma yaptılar.
Antlaşmaya göre Hatay Fransızlar’a bırakılıyordu. Daha sonra Fransızlar 12
Kasım 1918 tarihinde İskenderun’a bir gemi ile asker çıkardılar. 7 Aralık
1918'de İskenderun’dan gelen bir Fransız taburu Antakya’yı işgal etti.
Fransızlar 30 Aralıkta yönetimi ellerine aldılar.
Fransızlar Hatay, Suriye ve Lübnan’a yerleştikten sonra elde
ettikleri bu bölgeleri 5 parçaya ayırdılar. Lübnan Cumhuriyeti, Suriye
Hükümeti, Lazkiye Alevi Hükümeti, Cebelbürus Hakimliği, Bağımsız İskenderun
Sancağı Hükümeti. Bunlar Fransız mafyası altında kukla hükümetlerdi. Bunlardan
Lübnan Cumhuriyetinin parası ve pulları ayrı öbürlerinin paraları da Suriye
lirası olarak seçilmiş ve alevi Hükümetine de ayrı pullar çıkarılmıştı. ancak
bu hükümetlerin tümü Beyrutta’ki Fransız yüce komiserliğine bağlıydı. Komiserin
izni olmadan hiçbir yasa ve buyruk yürümezdi. Bu bölgelerin gümrük ve resimleri
Beyrut’ta “Masalihi Müştereke” adı altındaki Fransız örgütünce toplanır, gümrük
gelirleri bu beş hükümetin nüfusları ölçüsünde paylaştırılırdı.
VAKIFLI KÖYÜ
ERMENİLERİN
DÖNÜŞÜ VE GÖÇÜ
1915’teki olaylardan sonra Mısır’ın Port-Said limanına götürülüp
orada bir kampta yaşamaya başlayan Ermeniler 1. dünya savaşı boyunca orada
kalır. Savaş sonunda Osmanlının yenik sayılması ve Mondros Mütarekesi sonunda
Hatay, Fransız'lar tarafından işgal edilir. Mütarekeden beş hafta sonra
yönetimi ele geçiren Fransızlar, daha önce İngilizler’le birlikte Port-Said’e
götürdükleri Ermeniler’i köylerine geri getirip yerleştirmişlerdir. 1921
yılında imzalanan “Ankara İtilafnamesi”yle Payas’tan geçen sınırın kabul
edilmesiyle bölge bütünüyle Fransızların yönetimine bırakılır. 1938 yazında
halk temsilcileri önünde yapılan bir oylama sonunda “Bağımsız Hatay
Cumhuriyeti” kurulur ve meclisine 5 Ermeni milletvekili seçilmiştir.
23
Haziran 1939 tarihinde, Fransızlarla yapılan bir antlaşma ile gerçekleştirilen
seçimlerde Hatay’ın Türkiye’ye katılma kararı alması sonucu, oylarını Suriye ve
Lübnan lehine kullanılan Ermeniler’in büyük bir bölümü bu ülkelere
göçmüşlerdir. Bazı köylerde kalan bir kaç aile ise Vakıflı’ya gelerek
yerleşmişlerdir.
YALNIZKÖY
Vakıflı’nın Tarihçesi: Bugün Vakıflı köyü Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içerisinde Hatay ili Samandağ İlçesine bağlı bir Ermeni
köyüdür. Toprakları II. Mahmut (1808-1839) döneminden önce Yoğunoluk köyünün
bir çiftliği olarak işlenirken, II. Mahmut köy topraklarının ondalığını Muhail
adında bir Hıristiyan Arap’a vakfetmiştir. Köy bu olaydan sonra Yoğunoluk’tan
ayrılarak “Vakıflı” adını almıştır. 1. dünya savaşı yıllarında savaş dışı
kalmak isteyen Vakıflılar köylerini boşaltarak dağa çıkmış İngiliz ve Fransız
gemileriyle 1915’te Port-Said'e giderek 1918 yılına kadar bir kampta yaşadıktan
sonra mütareke yıllarında yeniden köylerine dönüp yerleşmişlerdir.
Vakıflı
köyü 1918-1938 yılları arasında 20 yıl boyunca Fransız yönetiminde kalmış;
1938-1939 yılları arasında Hatay Cumhuriyeti sınırlarına dahil olmuş ve 23
Haziran 1939'da da Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılmıştır. 1938 halk
oylaması sonunda oylarını Lübnan ve Suriye lehine kullanan bölge Ermenilerinin
çoğu göç etmiş bazı aileler ise Vakıflı’ya taşınarak oraya yerleşmişlerdir.
Köyden
ayrılanların özel mülklerine Milli Emlak Müdürlüğü el koymuştur. 1964 yılında
yapılan bir araştırmada Vakıflı Köyü sınırları içinde Milli Emlak’ın
tasarrufunda olan 150 dönüm toprak vardır.
Köylüler,
zamanla ondalık vererek işledikleri toprakların bir kısmına sahip olmuşlarsa
da, köy topraklarının 1508 dönümü 1943 yılında Vakıflar idaresinin tasarrufuna
geçmiştir. Vakıf topraklarının işlenmesi işi, köyde oturan Vakıflar idaresinden
bir memur tarafından yürütülmektedir.
Toprağın
tarıma elverişsiz ve kıt olması, bahçe ve tarla tarımına elverişli toprakların
da büyük bir kısmının Vakıflar idaresinin tasarrufu altında bulunması bir çok
ailenin zaman zaman köyden göçmesine yol açmıştır. 1945’ten 1960 yılına kadar
köydeki nüfus oranı 250-260 civarında olmuştur. 1964 yılında İstanbul Teknik
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Yapı Araştırma Kurumu tarafından yapılan bir
araştırmada köy nüfusu 320 olarak tespit edilmiştir. 1997 yılında yapılan
sayımda ise köy nüfusu oldukça azalarak 129 olarak belirlenmiştir. Bu sayı
içinde bir kaç Türkmen ailenin bulunduğu göz önüne alınırsa bugün Vakıflı’da
yaşayan Ermeniler’in 120 kişi civarında olduğu tahmin edilebilir. Bazı Ermeni
ailelerin Samandağ’a bağlı mahallelere taşınmaları da nüfusu azaltan
etkenlerden biridir.
1890
yılında köylülerin imece yoluyla inşa ettikleri kilise 1997 yılında restore
edilerek modern mimarinin estetik güzelliği ile bütünleştirilmiştir. Halk Hıristiyan
Ortodoks inancına sahip olup ibadetlerini özgürce yapabilmektedir.
Köylüler
genellikle narenciye işiyle uğraşmakta atalarının büyük emekler vererek
yaptıkları taraçalarda ektikleri fidanlardan yılın 12 ayında portakal ürünü
alabilmektedir. Özellikle bu bölgeye has “Mayıs” denilen bir cins portakal
piyasada büyük rağbet görmekte yaz boyunca manav ve pazarlarda satılmaktadır.
Göç edenlerin sonradan çok pişmanlık duydukları ve köylerini özlemle andıkları
anlatılmaktadır.
Diğer
köy ve mahallelerle iyi ilişki içinde olan Vakıflı Ermeniler’i eğitime büyük
önem vermekte okuyanlar ya büyük şehirlere göç etmekte ya da Avrupa ve
Amerika’da çalışmaktadırlar. Ancak nerede olurlarsa olsunlar her yıl ziyarete
gelmekte, bayramlarını genellikle köylerinde kutlamayı tercih etmektedirler. Bu
gün Vakıflı köyü Türk ve Arap kökenli vatandaşlar tarafından çalışkanlığıyla
örnek olarak gösterilen bir köy olma özelliğini sürdürmektedir.*
HAZIRLAYAN: İSMAİL ZUBARİ