YERYÜZÜNÜN en eski PİKTOGRAMLAR’ı (resim-yazı,
30.000 yıllık) ve PETROGLİFLER’i (yazı elementi taşıyan resimler,
15.000 yıllık) ORTA ASYA'da bulunmaktadır. 40.000-25.000 öncesinin
BU-KİSİLER’i, taşlar üzerine PİKTOGRAMLAR ve PETROGLİFLER
resmetmişlerdir... KAZAKİSTAN'ın ACISU, YILANLI, BAŞBATIR, KARATAV
(KARADAĞ) alanlarında OGÜL-UKUSLAR’ın eseri olan TAMĞALI TAŞLAR’ın
bulunduğu galeriler vardır. Başka yerlerde de, ULU-KEM (BELOY),
AK-İDİL (ORTA YENİSEY), SAMARKANT’ta ve BAYKAL GÖLÜ’nün civarında
bunlara rastlanmıştır.
Bu kal'alarda (yerleşim bölgelerinde) yaşayanlar sadece taş balta
falan yapmak suretiyle değil, kayalar üzerine çizdikleri her resimde
"yazı başlangıcı" şekiller kullanarak, OGÜL-UKUSLAR olduklarını
kanıtlamışlardır.
Hatırlanacağı gibi, BU-KİSİ, ASYA'da görülen ilk insandır...
OGÜL-OKUS ifadesi ise, "BİLGİ ve TECRÜBESİ ile yücelen" demektir...
Bu resim ve yazılar, ORTA ASYA'nın ilk insanlarından
olan PROTO-TÜRKLER arasındaki böyle yücelmiş kişilerin, bilgilerini
taşa dökmelerinin sonucudur.
FRANSA’da 30.000-20.000 yıl öncesine ait RESİMLER, keza AFRİKA’da
RESİMLER bulunmasına rağmen, hiç yazıya rastlanmamıştır. RODEZYA’da,
CEBELİTARIK’ta, İSVİÇRE’de bulunan RESİMLER de yazı ögesi taşımaz.
HİNDİSTAN ve HİNDİÇİNİ’de de bir proto-yazı yoktur.
Çok sonraları ortaya çıkan ve M.Ö. 3.000 yılında yaygınlaşan
SÜMER ÇİVİ YAZISI’nin kökeni, ve PRE-MISIR işaretleri, bu bahsettiğimiz
ORTA ASYA RESİM-YAZI’ya dayanmaktadır.
AMERİKA kıtasında resimlerde de, bu AVRASYA harflerini görmekteyiz.
ÇİN’in Büyük Okyanus kıyılarında kurulan medeniyetin OK halkına (TÜRK)
ait olduğunu, Moğolistan tarihçileri tesbit etmişlerdir. TABIGAÇ
(PRE-ÇİN) dilinin pek çok kelimesi PROTO-TÜRK kökenlidir.
ÖRNEKLER (Birincisi ÇİNCE, ikincisi PROTO-TÜRKÇE):
Ç’İ= GÜÇ....... İÇİ= GÜÇ,
VU = MEVCUT OLMAMA ...... UYUV =CANLI OLMAMA ..... TAO= ATUV
CHİNG-CH’İ= TOHUM GÜCÜ ....... İÇİN-İÇİ (BİR ŞEYDEKİ ANA GÜÇ)
YİN=İYİN(İYİM-ON) ........ YAN= OYIL (OY-ONIL)
Proto-dünya insanının hiç biri, ORTA ASYA ÖGÜL-OKUSLARI kadar AKIŞ
ON OŞ (AKINIŞ) ÇARKI’nın farkına varmamıştır. Bu halkın resimlerinde
ezoterik bilgi yanında, her şeyi gerçekçi bir yaklaşımla
değerlendirmeyi de görmekteyiz. Güneş, ay, dağlar, yıldızlar, hayvanlar,
ağaçlar, hatta boşluk dahi Eğer bir ÖGÜL-OKUS duvar resminde GÜNEŞ çizilmiş ise, bu onların güneşe
taptıkları anlamına falan gelmez!.. Güneş, TANRI kavramının ana
unsurlarından olan ENERJİ-GÜÇ’ün en önemli sembolüdür.
Bir DAĞ resmi, manzara olarak çizilmemiştir!.. DAĞ, yeryüzünden
göklere uzandığı için mukaddes güçlerin sembolüdür.
AT (NAM-AD-İSİM) kavramı AT ile, İT (İTİCİ-UYARICI GÜÇ) kavramı
İT (KÖPEK) ile anlatılmıştır... Yani, çok basit bir şekilde anlatmak
gerekirse; yanyana bir İNSAN, bir AT, bir KARTAL resmi varsa, bu
büyük bir ihtimalle BU ADAMIN ADI KARTAL’DIR anlamındadır.
Renklerin kullanılması da öyledir... Güneş ışığı spektrumda sıra
ile KIZIL, SARI, YEŞİL, GÖK (MAVİ) ve MOR olarak görülür... Kürtler'in
sözümona kendilerine mal etmeye çalıştıkları, KIRMIZI-SARI-YEŞİL
renkler aslında binlerce yıldır TÜRKLER tarafından tercih edilen
ana renkler olmuştur. Halen de Anadolu Alevileri, Orta Asya
Türkleri’nin giyimlerinde KIRMIZI-SARI-YEŞİL veya KIRMIZI-SARI-MOR
ön plana çıkar.
Renkler belli bir dalga boyu ile alâkalı olduğu için insanlar
üzerinde bâriz etkiler yaratırlar. Bu yüzden hepsinin zaman içinde
oluşmuş birer anlamı vardır.
KIZIL: ATEŞ RENGİ olması dolayısiyle ENERJİ sembolüdür. CELAL
ifadesidir... TÜRKLER bir olay karşısındaki menfi heyecanlarını bu
yüzden KIZMAK - KIZARMAK kelimeleri ile ifade ederler... KIZAN,
KIZDIRILAN cisimde ATEŞ etkisi olduğunu gene bu renkle olan
ilişkisinden anlarız. Domatesin, elmanın kızarması, kızılcık, hep bize
bu meyvalarda ENERJİ kaynağı GÜNEŞ’in etkisini hatırlatır.
KIZIL kelimesinin bir de, SU’yun İNFRARED (kızılötesi) ışınları
absorbe etmesi yüzünden, BİO-ENERJİ, yani bedenimizdeki KAN (ki o da
kırmızıdır) vasıtasıyla varlığını sürdüren ve dolaşan ENERJİ anlamı
vardır.
SARI: KIZIL ile ifade edilen ATEŞ’in solgun halini belirttiği için,
SARI renk ÖLÜM ve YİTMİŞLİK anlamı taşır... Sararan yapraklar, azalan
GÜNEŞ enerjisinin, soğuğun geldiğinin ve ÖLÜM’ün işaretidir. Benzin
sararması, bir insanın vücudundaki BİO-ENERJİ oranının düştüğünü
gösterir.
YEŞİL: Bu renk, ATEŞ ve ENERJİ’nin ne yakıcı derece fazla, ne de
dondurucu derecede az olduğu, yani tam olarak HAYAT’ın oluşmasına
imkân tanıyacak oranda olduğunu gösterir... Onun için YEŞERMEK,
canlanmak anlamında kullanılır. YEŞİL, HAYAT ve VAROLMA demektir.
TÜRKLER'in SARI ve YEŞİL’i aynı oranda kullanmaları, onların
gerçekçiliğine işarettir... Çünkü HAYAT ve ÖLÜM birbirinden ayrılmaz!
Doğan her şey ölür, ölen her şey başka bir varlığa HAYAT verir.
MAVİ: GÖK rengidir, zaten eski TÜRKLER bu adı kullanırdı. Hâlâ da
"gök gözlü" dendi mi, mavi göz anlaşılır... GÖK ise OKSİJEN, yani
NEFES almamızın amacı demektir. Bu acıdan GÖK rengi CAN’a işarettir.
AK: Işığı olduğu gibi geri iade eden renktir. Çünkü ENERJİ’ye,
mücadeleye ihtiyacı yoktur... Bu yüzden, SAFLIK, ARINMIŞLIK, OLGUNLUK,
KEMÂLE ERMİŞLİK halidir. Ayrıca CENNET demektir.
KARA: Işığı tümüyle absorbe eder. Bütün renkleri yutar... Bu
bakımdan, GİZLİLİK, KAPALI KALMIŞLIK, CEHALET, TECRÜBESİZLİK, KÖTÜLÜK
ifade eder. Saç ve sakalın SİYAH olması, GENÇLİK ama aynı zamanda
TECRÜBESİZLİK ve CEHALET sembolüdür. Bunların AKLAŞMASI veya AĞARMASI
(bu kelime aynı zamanda ERMEK, GÖĞE AKMAK anlamına da gelir), ise
BİLGİ, TECRÜBE ve OLGUNLUK işaretidir.
TÜRKLER bu renkleri, taşıdıkları sembollere uygun olarak binlerce
yıl bayraklarında, kilimlerinde, halılarında, çoraplarında,
kıyafetlerinde, yazma ve mendillerinde, çok eskilerden kalma semboller
ile birlikte kullanmışlardır.
1605 yılında Holandalılar Avustralya’nın kuzeybatı kıyılarına
çıktılar... Yerli halkın görünüşte hiç bir medeniyeti yoktu. Avcı ve
toplayıcı idiler. Yani ilkel insanların düzeyinde yaşıyorlardı ve
14.000 yıldan beri bu koca kıtada varlıklarını sürdürmüşlerdi.
Ne var ki, Batı Avustralya mağaralarında KIMBERLY diye bilinen
yazılı resimler bulundu. Bir astronata benzetilen resimlerden birinin
üzerinde ETRÜSKÇE, PROTO-TÜRKÇE, PROTO-İYONCA, PRE-MISIRCA'da görülen
harfler ile yazılmış yazıda şu kelimeler vardı: ELİS ESİS OZ... yani
KİŞİ HALİNDE GÖĞE GEÇME...
Bugün ESKİ DÜNYA’da (ASYA, AFRİKA, AVRUPA) bulunmuş olan bütün
yazıların aynı esasa OGÜL-UKUS ALFABESİ'ne (ESKİ BİLGELERİN ORTAK
ALFABESİ) dayandığını tesbit etmiş bulunuyoruz.
Ancak izahı zor olan husus, aynı alfabenin AMERİKA kıtasında da
görülmesidir. AVUSTRALYA’da da!..
Mesela MAYA TAKVİMİ ’ndeki İS harfi, PRE-MISIR
yazılarından ve ETRÜSKÇE’den çok iyi tanıdığımız bir harftir. TENOHA
TAKVİMİ’nde ise US-ÜÇ, İT, AT, OĞ gibi o zamanların
BEYNELMİLEL-uluslararası harflerini okuyabilmekteyiz.
Alimler AMERİKA uluslarının 30.000 ASYA’dan, BERİNG BOĞAZI’nı
kullanarak geçtiklerini belirtiyorlar... Ancak 30.000 yıl öncesinin
insanı, değil yazmak, doğru dürüst konuşma kaabiliyetine bile sahip
değildi. Ya bu geçiş tarihi yanlış, ya da medeniyeti daha sonra
gelenler oluşturdu.
PRE-MISIR medeniyeti 1. Sülâlesinin kurucusu MENES’in M.Ö. 2849
yılında başlıyan saltanatı ile başlar... Ancak onların ressamlığı,
heykeltraşlığı, mimarisi, felsefesi günümüze yanlış yansımıştır.
Firavunlarının İLAH olduğuna mı inanmışlardır?.. Bir kısmı belki,
ama hepsini öyle değerlendirmek doğru olmaz... Hayvan putlara mı
tapmışlardır?.. Büyük bir ihtimalle, hayır!
KONGO’da pigmeleri inceliyen bir yazar, onların avlamak istedikleri
file BWANA KUBA TENBO dediklerini yazar. Bu, "Büyük Allah Tenbo"
demektir... Bundan pigmelerin file taptıklarını çıkarmak acaba doğru
olur mu?.. Çünkü avladıkları fili oturup yiyorlar. Yani, taptıkları
varsayılan nesne yok oluyor!
Bir halkın kültürü, onun çağında ve içinde yaşamadan, kolay
anlaşılamaz!
Bu yüzden MISIR piktogramlarını da farklı değerlendirmek gerekir.
MISIR’ın THEBEN (SUDAN) yakınlarındaki NEGADE bölgesinde
M.Ö. 3000-2000 yıllarına ait bulgular, SÜMER kültürüne şaşırtıcı
derecede benzemektedir.
MENES’ten önce MISIR’da hiç bir resim-yazıya rastlanmamaktadır...
Ancak o tarihten (M.Ö. 2948) sonra birdenbire medeniyet hızla gelişme
göstermiş, karmaşık piktogramlar bütün yapıları süslemiştir.
İşte biz bunu SÜMERLER’den TEB şehrine, oradan da KUZEY MISIR’a
gelen ÖGÜL-OKUS kültürüne bağlıyoruz... Yani PROTO-TÜRKLER'e!..
M.Ö. 1650’de MISIR’da bir HİKSOS istilası vardır... HİKSOSLAR,
ANADOLU’yu, MEZOPOTAMYA’yı ve YUNANİSTAN’I etkisine alan OK (TÜRK)
ırkıdır!.. MISIR’a, atı ve savaş arabalarını getiriyorlar. 108 yıl
MISIR onların hakimiyetinde kalıyor... Sonra M.Ö. 1542’de HİKSOSLAR
MISIR’dan çıkartılıyorlar... Bu tarihten sonra da MISIR’da büyük
piramitlere rastlanmaz!
MISIR yazısı 1821’de Fransız alim ŞAMPOLYON’un ROSETTA TAŞI’nı
okumayı başarması ile çözüldüğü belirtilmektedir... Bugün 24 harfi
olduğu kabul edilmektedir, halbuki aslında 604 değişik harf vardır...
Öte yandan, MISIR hiyeroliflerinde 3000 kadar değişik şekil vardır.
Tıpkı bugünkü ÇİN ve JAPON alfabesinde 2000’in üstünde şekil olması
gibi!.. Aslında ÇİNCE’deki ideogramların (kavramları belirten şekil)
sayısı 40.000’dir.
MISIR dilinin çözülmesini, KLEOPATRA gibi bir kaç kelimenin iki
ayrı dilde aynı taş üzerinde yazılı olmasının sağladığı öne
sürülmektedir... Biz alfabe sisteminden biliyoruz ki, başlangıçta her
HARF bir İDEOGRAM idi, yani anlatmaya çalıştığı şeyin resmi idi.
D resmin kendisinin bir okunuşu, bir de o harfin sonradan geliştirilen
okunuşu vardır... Her dilde bugün bile her ses için bir kaç harf
vardır, veya bir harf bir kaç ayrı şekilde telaffuz edilir. Arapça da
üç H (HA, HI, HE) harfi vardır. İngilizce’de C harfi bazen S (city),
bazen de K (case) okunur... Türkçe’deki K harfinin bir ince, bir de
kalın hali vardır. (KAL-KEL) H harfi de öyle. (HAP-HEP)
Bu yüzden Kâzım Mirşan MISIR yazısının doğru okunduğu inancında
değildir... Ve şöyle der:
Elbetteki zamanla bir tek TAMĞA’dan bir kaç ayrı ideogram çıkmıştır.
Meselâ ÜY tamğası, ORTAASYA’da KEÇE ÇADIR şekli ile ifade edilmişken,
PRE-MISIR’da bu, DİRSEKTEN BÜKÜLMÜŞ KOL halini almıştır... Aynı
şekilde AN tamğası, PROTO-TÜRKÇE’de KİŞİNİN BEYNİ VE OMURİLİĞİNDEN
MÜTEŞEKKİL DÜŞÜNME VE HİS SİSTEMİ’ni ifade ederken; MISIR’da KİŞİLERİN
AKLINI BAŞINA GETİREN TOKMAK haline dönmüştür... ED tamğası,
PROTO-TÜRKÇE’de CİNSÎ MÜNASEBET ARZUSU İLE YATAN KADIN anlamı taşırken,
MISIR’da bu AFRİKA kültürünün de etkisi ile DİŞİLİK ORGANI haline
gelmiştir... ER tamğası UÇAN KUŞ iken, KUŞ TÜYÜ olmuştur... ÜS tamğası
GÖK iken, MISIR’da GÖĞÜ GÖSTEREN KİŞİ’ye dönüşmüştür.
PRE-MISIR medeniyetinin MEZOPOTAMYA-TEB-NİL DELTASI yolunu takip
eden PROTO-TÜRK - SÜMER kültürü sonucu kurulduğunun delili, PRE-MISIR
dilindeki resim-yazıların PROTO-TÜRKÇE ile tercümeleridir.
Bunları ilerde vereceğiz.
KİSİ-OĞLU’nun hayatını ifade araçlarıdır.