KİMYASAL
YAKITLI MOTORLAR
Katı ve sıvı yakıt kullanan motorlara
kimyasal motorlar denir. Genellikle taşıyıcı olarak kullanılan
dev yapılı roketlerin motorları bu şekildedir. Ancak uydu
üzerine monte edilmiş sıvı yakıt kullanan küçük motorlar
uydunun döndürülmesinde ve yörünge değişiminde kullanılırlar.
Boyut olarak küçüktürler. Yakıt olarak uydunun içinde bulunan
yakıtı kullanırlar. Yakıt bitincede uydu yörünge kaymasından
dolayı atmosfere girerek yanar. Yani yakıtın miktarı uydunun
ömrünü belirler. Uydulara yakıt nakli yapmak çok zor bir iş
olduğundan uydunun düşmesine göz yumulur ve o uydunun işlevini
yapacak yeni bir uydu yörüngeye oturtulur. Sadece yörüngede
dolanan ve uzay istasyonu (Skylab, Mir gibi) olarak
adlandırılan ve yaşam üniteleri olan uydulara yakıt takviyesi
yapılabilmektedir (uzay mekikleri aracılığıyla). Başlangıç
yükü ile karşılaştırıldığında yerden fırlatılan roketler ancak
toplam yükünün binde yedisini yörüngeye yerleştirebilmektedir.
ELEKTRİKLİ ROKET MOTORLARI
Adından da
anlaşıldığı gibi elektrik enerjisini ya doğrudan ya da başka
enerji türlerine çevirmek amacıyla yapılmış motorlardır. Bu
nedenle büyük elektrik gereksinimleri vardır. Elektrik
enerjisi ise jeneratörlerden elde edilir ve jeneratöründe
yakıtı yine kimyasal bir yakıttır. Bu nedenle akü sistemleri
ve güneş enerjisini elektrik enerjisine çeviren ara sistemlere
ihtiyaç vardır. Bunlarda hem yükü arttırır, hem de maliyeti
kabartırlar. Ancak gezegenler arası uydular için uzun zamanda
büyük hızlar elde etmeye olanak tanıdığından dış gezegenlere
gönderilen uydularda ve yer yüzündeki uyduların ara
yörüngelere oturtulmasında kullanılırlar.
a)
Elektrotermal Motorlar
Motor yapıları, kimyasal roket
motorlarına çok benzemektedir. Basitçe kimyasal bir motorun
elektrik ısıtıcısı olmuş halidir. Bir patlama olmadan elektrik
enerjisiyle patlama (genleşme ve moleküler bozulma sağlanarak)
elde edilerek bir itme kuvveti yaratılır. Ancak gaza verilecek
ısı moleküllerin atomlarına ayrılmasına harcanacağından verim
kaybı büyük olur. Sistemin gereksinim duyduğu elektrik
enerjisi genellikle güneş pillerinden elde edilir. Şu anda
Resistojet ve Arcjet olarak adlandırılan iki elekrotermal
motor türü kullanılmaktadır. Resistojet sisteminde gaz
elektrik ile ısıtılarak itme sağlanmakta, Arcjet sisteminde
ise yanıcı gaz ateşlenerek itme sağlanmaktadır. Burada
ateşlemeyi sağlayan elektrik donanımıdır.
Arcjet’lerin termal verimi az olduğundan, geniş
güneş panelleri ve yörünge aktarımı sırasında uzun görev
süresine ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle yörünge aktarımları için
uygun değillerdir.
b)
Elektrostatik Motorlar (İyon Motorları)
Bu tip
motorlar ilk defa Oberth tarafından ortaya atıldı. Prensip
olarak elektrik ile iyonlaştırılan atomların elektrik ve
manyetik alanlar tarafından ivmelendirilmesine dayanıyor. Bu
da kimyasal motorların geliştirilmiş bir halidir. Çünkü iyon
için gaz kullanılıyor. En büyük özellikleri ise eksoz
hızlarının yüksek olmasıdır. Eksoz hızı 10000 km/saniye kadar
çıkabilmektedir. Halbuki kimyasal motorlarda bu değer 3
km/saniye dolayındadır. Bu da yakıt yükünde büyük bir tasarruf
sağlar. Bu sistemin çalışma süresi kısa olduğundan küçük
yörünge düzeltmelerinde kullanılmaktadır. Yakıt olarak genelde
buharlaştırılmış Cs kullanılmaktadır. Şimdiye kadar Civa ve
Sezyum kullanan iki tür elektrostatik motor yapılmıştır. 20
Temmuz 1964 yılında ise ilk denemeleri gerçekleştirilmiştir.
Sezyumun atom ağırlığının iki katı bir element kullanılırsa
ivmelendirme dört katına çıkabiliyor. Bu motorların %90 gibi
yüksek bir verimliliği olduğu halde uzun süre
çalıştırılamamaları bir dezavantajlarıdır. Uzun süre
çalıştırılmamalarının nedeni çok yüksek bir elektirik
gerilimine ihtiyaçları vardır ve bu gerilimin ömrü de üç beş
saniyeyi geçmemektedir. Bu nedenle gerekli olan elekritik atom
gücüyle çalışan elektirik jeneratörleri yardımıyla ya da güneş
enerjisiyle sağlanmaktadır. Kullanılan yakıtın iyonlaşma
potansiyelinin düşük ve atomlarının ağır olmaları tercih
ediliyor. İyonların eksoza doğru ivmelendirilmeleri iki yolla
mümkün olmaktadır:
Elektrik alan yaratarak
Değişebilen manyetik alan yaratılarak
Yer yörüngesine
oturtulan uzun ömürlü uydular bu tür motor kullanarak yörünge
düzeltmeleri yapmaktadırlar. Yer yörüngesinde nükleer yakıt
bulunduran uyduların nükleer yakıtlarının kullanımı sadece
elektik üretimini sağlamak içindir. Bu da uydunun yükünün
artması açısından dezavantajdır.
Uzaya atılan yer
yörüngesine yerleştirilen büyük kütleli uydu ve
labaratuarlarda yörüngeyi bozucu birçok etken vardır. Bu
etkiler:
Çok azda olsa atmosferin frenleme etkisi
Yer’in şeklinin tam bir küre olmaması ve
dağların etkisi
Diğer dış etkenler, meteorlar, gezegenler,
Ay’ın konumu, Yer-Güneş uzaklığındaki değişimler
Bu etkilerden dolayı yörüngeler bozulur. Bozucu etkilerin
sonucu küçük ve uzun sürede oluşur. Dolayısıyla bir motoru çok
kısa zaman çalıştırmakla etkiyi yok etmek mümkündür. Bu tür
işler için iyon motorları kullanılır. Bu tür uydular erken
uyarı uyduları (askeri), haberleşme uydularıdır. Genelde 24
saat peryotlu Yer ile senkronize ve Yer yarıçapının 5.6 katı
uzaklıkta dairesel yörüngelere oturtulmuş uydulardır.
b)
Elektromanyetik Motorlar (Plazma Motorları)
Henüz
deney aşamasındaki motorlardır. Bu tip motorlarda gaz plazma
haline getirilmekte, eksoza giden yanma odasında (bu odada
kimyasal bir yanma ve ısı üretimi söz konusu değildir)
elekromanyetik bir ortam elektrik akımıyla sağlanarak
plazmanın eksoz dışına doğru hareketi mümkün kılınmaktadır.
Hem yakıtı plazma haline getirmek hem de güçlü bir manyetik
alan yaratmak için çok fazla elektik üretimine ihtiyaç vardır.
Plazma motorları çok teferruatlı ve ağır yapılardır. Böyle bir
motora sahip uydunun yörünge dışına çıkarılması çok zordur.
Ancak yörüngede montajı mümkündür. Gezegenler arası çalışmalar
için düşünülmektedir. Gaz olarak da Helyum atomu
kullanılmaktadır. 15 km/saniye gibi yüksek itme hızları elde
edilebilmektedir
GÜNEŞ
IŞINIMLI İTME MOTORLARI
Bu sistemde güneş enerjisi
toplanıp parabolik ayna ile odaklandıktan sonra 'kara cisim'
özelliğindeki bir noktada toplandıktan sonra hidrojen gazının
ısıtılmasında kullanılmaktadır. Bu yolla hidrojen 2727
°C’ye kadar ısıtılmakta, sıcak gazın atılması ile
itme sağlanmaktadır. Yanma olmaması, hareketli parça
bulunmaması ve güneş enerjisinin doğrudan kullanımı nedeni ile
verimi yüksektir. Yörünge aktarımı amacıyla kullanılabilecek
yöntemleri karşılaştırıldığında, solar termal sistemler en
yüksek verimi sağlamaktadır. Ekonomik kriterler düşünüldüğünde
solar termal sistemler diğer sistemlere göre daha avantajlı
olmaktadır. Bu sistem kullanılarak yörüngeye yük taşıma
kapasitesi 2 ile 7 kat arasında artacağı düşünülmektedir.
NÜKLEER
MOTORLAR
Uzun uçuşlar için uygun motorlardır. Gerek
uranyum gerek plutonyum radyoaktif maddeler oldukları için
radyasyondan korunmak için özel şekilli uzay araçlarının
yapılması gereklidir. Proton-proton zinciriyle hidrojenden
helyuma dönüşüm yapılarak enerji elde edilebilir, ancak böyle
bir sistem henüz gerçekleştirilememiştir. Hidrojenin helyuma
dönüştürülebilmesi için çok yüksek sıcaklıklara ihtiyaç
vardır. Böyle bir sıcaklığa dayanabilecek reaktör yuvası henüz
yapılamamıştır. Teorik olarak böyle bir roket yapılabilirse
itme hızının 5 kh/sn olması beklenmektedir. Nükleer
motorlardan fazla bir verim elde edilememektedir. Buna rağmen
kimyasal motorlardan 2-3 kat itme gücü elde edilebilmektedir.
Nükleer motorların iki tipi vardır:
1. Tip: Atom
enerjisinin ısısından yararlanıp, itme gücü sağlayan gazın
ısınmasından eksoz hızı elde etmek. Bu tür motorlarda 6
km/sn’lik bir eksoz hızı elde edilebiliyor.
Radyoaktif maddenin bozulması sırasında oluşan enerji ya
direkt olarak gazın ısıtılmasında kullanılır ya da ek
sistemlerle elektrik enerjisine çevrilir. Sistemin avantajı,
bozulma sırasında oluşan ürün çekirdeklerinin dışarı atılması
gerekmiyor. Nükleer yakıt kaybı yok. Dezavantajları ise
reaktörün sıcaklığı yakıt olarak kullanılacak gazdan daha
fazla. Bir soğutma sorunu var. Ayrıca reaktörün etrafına çok
güçlü koruma kalkanlarının konulması gerekli. Sistem hacim ve
ağırlık olarak büyük.
2. Tip: Radyoaktif maddenin
bozulması sonucunda oluşan ışınımı kullanmak. Sistem genelde
basittir. Roketin arka kısmına radyoaktif madde sürülür.
Maddenin bozulma hızından yararlanılarak oluşan parçacıklar
(a, b ve g tanecikleri) rokete bir itme kazandırırlar. Böylece
10 km/sn’lik bir hıza ulaşılabilir. Genelde
radyoaktif madde plutonyumdur. Sistemin avantajı itme kuvveti
için gaz kullanmamasıdır. Dezavantajı ise bozulma işleminin
düzenli olmaması ve kontrol edilememesidir.
Deney
MALZEMELER
Plastik
kola şişesi , su , damlalık
Şişeyi ağzına kadar suyla
doldurun , damlalığa kafası dışarda kalabilecek şekilde su
çekin. Şişenin ağzını kapatın.
Sonra şişeyi
elinizle sıkın .Damlalık aşağıya doğru batmaya başladı mı?
Burada uyguladığınız basınçla damlalığın içinde kalan az
miktardaki havanın hacmi küçülecek dolayısıyla suyun kaldırma
kuvveti azalıp dibe doğru batacaktır.Denizaltılarda bu
prensiple suya dalıp çıkarlar.
NOT: Eğer damlalık
yerine serum şişelerine bağlanan ,damlalık bölümünü
kullanırsanız çok daha net sonuç elde
edersiniz.
ATOM
BOMBASI
İlk bomba Hiroşima kentinde patladı.
Bu patlamayla 140.000 kişi bir anda yok oldu. Bir o kadarı da
yaralandı. Bununla da yetinmeyen ABD, 3 gün sonra yani 9
Ağustos 1945'te bu sefer Nagasaki 'ye kinini kustu. Bombanın
muhatabı bu sefer Nagasaki'li masumlardı. Bu patlamayla da
80.000 kişi öldü.
Atom Bombası'nın fiziksel olarak icadı
1911 yılında gerçekleşmesine rağmen, gücü ve etkileri 1930'lu
yılların sonuna kadar anlaşılamadı. Atom enerjisinin
silahlarda kullanılmasını ilk olarak düşünen ve kısmen
uygulayan Almanlardır. 1939 Ağustos'ta fizikçi Albert Einstein
bir mektupla başkan Roosevelt'i uyararak, Atom Enerjisi'nin
Dünya üzerindeki en etkili güç olduğunu belirtti. Bu mektup
üzerine ABD, Manhattan Project olarak bilinen, gerçekte Atom
Enerjisinin insanları nasıl öldürebilir hale getirilebileceği,
doğa ve çevreye nasıl daha fazla zarar verebileceğini
araştıran projeyi başlattı. 1945 yılında Manhattan Proje'sine
bağlı olarak çalışan 40 labarotuar ve 200.000 bilimadamı
bulunmaktaydı. Bu sayı o sırada ABD'deki tüm makine sektöründe
çalışan işçi sayısından bile fazlaydı. 16 Temmuz 1945'te
Manhattan Projesinin ilk meyvası olan "Fat Man" isimli ilk
atom bombası New Mexico'nun Alamogordo bölgesinde denendi. Bu
yeryüzündeki ilk patlamaydı. Doğa atom enerjisi'nin korkunç
yüzüyle ilk defa karşılaşmış oldu. 2. Dünya Savaşı'nın
neredeyse bitmesine rağmen Başkan Harry Truman aslında Fat
Boy'un denenmesinden çok önce bu bombayı Japonya üzerinde
denemeye karar vermişti. Hırs, öldürme isteği , kişisel
bozukluklar ve intikam duyguları bunun başlıca nedenleri
arasında sayılabilir. Üzerinde bu kadar konuşulan, binlerce
insanın hayatına malolan bu atom bombasının enerjisi nerden
gelmekteydi? Atom'un çekirdekilerinde çok sayıda proton ve
nötron bulunan belirli atom türleri radyoaktiftir ve bunlar
karasızdır. Aniden parçalanabilirler. Başka atom türleri ise
bir nötron ile bombalandıklarında parçalanırlar. Bu olayda
çekirdeğin kütle sayısı geçici olarak bir artar ve enerji
açığa çıkmak suretiyle, tüm çekirdek ikiye bölünür. Kütle
numarası 235 olan bir plütonyum türünün birer atomu bu şekilde
bölünerek aynı zamanda ortama enerji de verirler. Uranyum 235
iki veya üç nötron, plutonyum 239 ise daha fazla nötron yayar.
Atom bombasında ya uranyum 235 ya da plutonyum 239 kullanılır.
Bir nötron ile bombalandıktan sonra bu elementlerin bir atomu
birçok nötron yayar ve zincir reaksiyonu oluşur. Atomların
yeterli konsantrasyonda olmaları halinde bu nötronlar komşu
atomlarla çarpışır ve onlar tarafından tekrar bombalanırlar.
Böylece komşu atomlarda fisyon oluşur ve daha fazla nötron
açığa çıkar. Böylece devam eden zincir reaksiyonu gittikçe
daha fazla nötron ve enerji üretir. Ortamın uygun olması
halinde sonuç olarak büyük bir patlama oluşur. Bir patlamaya
yol açmak için gerekli fisyon yapabilen malzeme miktarına
kritik kütle veya tetikleme miktarı denir. Zincir reaksiyonu
hemen başladığından bu malzeme herbiri kritik boyutundan daha
küçük parçalar halinde tutulmaktadır. Bu parçalar kritik üstü
büyük bir parçada birleştiriler ve patlama anında nötronlarla
bombardıman edilir. Fisyon yapan her atomunaçığa çıkardığı
enerji küçük olmakla birlikte, bu atomların milyarlarcasının
toplam enerjisi patlamaya yol açar. Ancak bu enerjinin kütle
eşdeğeri düşüktür. Örneğin Nagasaki'ye atılan bomba bir metal
paranın 1/3 ağırlığına eşdeğer miktarda enerji açığa
çıkarmıştır. Atom Bombası'nın enerjisi işte bu zincir
reaksiyonu ve Einstein'ın ünlü E = mc² formülüne dayanır.
Hiroşima'ya atılan ilk bomba olan Little Boy'un içinde temel
olarak iki Uranyum-235 parçacığı bulunuyordu. Klasik
bombalarda kullanılan bir tetik mekanizması ve barometre
sayesinde bomba şehirden hedeflenen yükseklikte olduğu anda
patlatıldı. Ne olursa olsun, Atom Enerjisi'ni hala savunanlar
olabilir. İnsanlık yaşanılanları unutur ancak doğa hiçbir
zaman sizleri unutmayacak ve affetmeyecektir..
DNA MODELİNİN İCADI
İçinde
bulunduğumuz yüzyılın en önemli biyolojik buluşu beklendiği
üzere bir bilim adamı ekibi tarafından tertemiz bir
labaratuarda değil, Cambridge Üniversitesi'ndeki mütevazi
odasında atak genç, Amerikalı araştırmacı 26 yaşındaki James
Dewey Watson tarafından gerçekleştirildi.
Watson ve 37
yaşındaki arkadaşı İngiliz Kimyacı Francis H.C. Crick'in
biyologlarca deoksiribo nükleik asit ya da DNA olarak bilinen
olağanüstü bileşiğin yapısını ortaya çıkarma çabaları hep
sonuçsuz kalıyordu. 1867'de keşfinden beri DNA'nın her
canlının her hücre çekirdeğindeki uzun aşırı ince iplikler
şeklinde bulunduğu görülmüştü. DNA'nın vücudumuzun her hücre
merkezinde 2 metre sarılmış uzunlukta bulunması şaşırtıcı. DNA
altı "yapı taşı''ndan ibarettir. Fosfor, oksijen ve fosforlu
bir madde (Fosfat); adlı bir tür şeker, ve nükleik asit
bezleri olarak tanına 4 azot bileşiği Watson ve Crick bu
yapıtaşlarının görünüşte kendi çoğaltma yeteneği olan bir
maddenin temel parçaları olduğunu biliyorlardı.
DNA'nın kendini çoğaltma yeteneği olayları bölünme ve
korunması şeklindeki hayati olayları kontrol eder. Hücrenin
çoğalma ve bölünme özelliği canlı yaratıkları cansız maddeden
ayıran temel etkenlerden biridir. Ve bu nedenle DNA yaşamın
temeli sayılmaktadır. Watson ve Cirick'e göre DNA'nın çalışma
prensibi bu büleşiğinm yapısı yoluyla en iyi biçimde
anlaşılabilecekti. Yıllarca süren ümitsiz çabalardan sonra iki
arkadaş 1953 ilkbaharında her biri faklı biçimdeki 6 tamel DNA
yapıtaşından birini gösteren el büyüklüğünde saç parçaları
kestiler. Daha sonra kimyasal bağların yerine geçen hareketli
ek yerleri kullanmak suretiyle parçalar çeşitli şekillerde
yapıştırıldı. Aylarca süren çabaları sonuç vermeyince iki
arkadaş vazgeçmeye karar verdiler.
Bir gece yarısı
Watson helisel bir merdiven rüyası gördü. Ertesi sabah Crick'e
rüyasını anlattı. 3 gün ve gece sürekli çalışmadan sonra iki
bilimadamı 1920'lerde sanat dünyasını altüst eden kübist
heykellerden birine benzeyen tuhaf bir model yaptılar bu
günümüzdeki çift helisin ilk modeliydi. Yapılan buluşun devrim
niteliğindeki sonuçları iki bilimadamını 1962'de Nobel ödülünü
kazandırdığında DNA'nın 3 harfi dünyanın tanınmış
kısaltmalarından biri olmak üzereydi...
OYUNCAK AYININ İCADI
Bir ayı
yavrusunu canlandıran oyuncak, biri Almanyada diğeri ABD'de
faaliyet gösteren iki ayrı firma tarafından 1902 yılında
üretilmeye başlandı. Her iki firma da, üretime kendilerinin
daha önce geçtiğini iddia ettiyse de bu konuda kesin bir kanıt
bulunmadı.
1902 yılınının 18 Kasım günü, 'Washington
Evening Star' gazetesinde bir çizgi resim yayınlandı. Clifford
ve Berryman tarafından çizilen bu resimde, dönemin ABD başkanı
Theodore " Teddy" Roosevelt, elinde bir ayı yavrusuyla
birlikte görülüyordu. Mississippi eyaletinin Louisiana ile
olan bir sınır antlaşmazlığını çözümlemek için bölgeye gelen
Roosevelt bir av partisi sırasında karşısına çıkan bir ayı
yavrusunu vurmayıp kucağına almış ve sevmişti.
Berryman'in çizdiği resim işte bu sahneyi
yansıtıyordu. Aynı resmin başka gazetelerde de yayınlanması
üzerine başkanın bu hayvan sevgisine hayran olanların sayısı
çok fazla oldu. Bunlardan biri de Morris Mitchom adlı bir Rus
göçmeniydi. Mitchom Brooklyn'deki küçük dükkanında kendisinin
ve karısının tamamen el emeği ile ürettikleri oyuncaklarını
satarak geçimini sağlamaya çalışıyordu.
Oğlu
Benjamin'in daha sonra anlattığına göre Morris Mitchom
Berryman'in çizdiği resimdeki sevimli ayı yavrusunu derhal 3
boyutlu hale getirmeye karar verdi.
Kolları ve
bacakları hjarekete edebilecek biçimde yaptığı bir oyuncak
ayıyı gazeteden küpürle birlikte dükkanının vitrinine koydu ve
altına "Teddy'nin Ayısı" diye yazdı. Ne var ki; otoriter bir
ülkeden ABD'ye gelen Mitchom'un içi rahat değildi. Çünkü ABD
başkanının adını kendi ürettiği bir oyuncağın satışını
kolaylaştırmak için kullanmıştı. Bütün cesaretini toplayıp
Beyaz Saray'a bir mektup yazdı ve 'Sayın Başkanın' isminin
kullanılması hakkında ne düşünüldüğünü sordu.
Başkanın
kendi elyazısıyla gelen yanıtta Mitchon'un istediği izin şu
sözlerle veriliyordu " Adımın oyuncak bir ayıya fazla birşey
kazandıracağını sanmıyorum. Ama onu dilediğiniz gibi
kullanmakta da serbestsiniz." Bu mektup eğer bulunabilseydi,
Morris Mitchon'un bu konudaki öncülüğüne büyük ölçüde gün
ışınığına çıkaracaktı. Ancak, büyük oğu Joseph Mitchon'uın
evrakları arasında olması gereken mektup onun 1951 yılında
ölmesinde sonra bulunamadı.
1903 yılında Buttler Bros
firması (Toptan oyuncak satan bir kuruluş) Mitchom'un ürettiği
tüm Teddy ayılarını satın aldı ve daha sonra üretilecek
ayıları da almayı garanti etti. O yıl ile 1938 yılı arasında
firma "Ideal Toy Co." adı altında dünyanın en büyük oyuncak
üretici soldu.
Böylelikle her yerde gördüğümüz sevimli
oyuncak ayılar, yaşamlarına başlamış oldular...
FERMUARIN
İCADI
Fermuar'ın bulunuşu aslında bir
zaruriyetten kaynaklandı. 1. Dünya Savaşından önce insanlar
giysilerini iri ve kapanması zor olan düğme ile kapatmaya
çalışırlardı.Bu sırada ortaya çıkan Whitcomb L.Judson ,
Chicago'lu bir makine mühendisiydi. Judson o yıllarda Tramvay
ve otomobil gelişmelerini incelemekte ve başarılı buluşlara
imza atmaktaydı. 1891 yılında Judson, "ayakkabılar için kilit
açıcı " buluşuyla ortaya çıktı.
Ancak Judson'un
buluşunda birçok tasarım hatası vardı. Yaratıcı zeka'nın bir
ürünü olan buluş kaba ve kullanışsız olduğu için tutulmadı.
Judson'un şirketinde çalışan Gideon Soundback isimli İsveçli
bir genç mühendis "Kancasız20" isimli buluşuyla büyük ilerleme
yaptı. Esnek ve güvenilir olması için bağlayıcıların küçük
olması gerektiğini farketti. 1913'e kadar bu doğrultuda
hareket ederek buluşunu geliştirdi.
1917 'de ABD'nin
savaşa girmesiyle birlikte, donanma komutanı binlerce fermuar
ısmarlayarak bir gecede Soundback'i zengin etmekle kalmayıp,
hepimizin vazgeçemediği ve açık kaldığında rezil
olabileceğimiz çok önemli bir buluşun bu günlere kadar
taşınmasına yardımcı oldu.
Sonuç olarak, birçok
tesadüfi icat gibi, fermuar da bir dizi maceradan sonra
bugünkü halini aldı.
UÇAĞIN
İCADI VE WRİGHT KARDEŞLER
İnsanoğlunun
uçma hevesi, insanlık tarihi kadar eskidir. Buna rağmen
uçaklar ve çeşitli hava araçları 2 yüzyıldır havada...
Modern teknolojinin gelişmesinden önce insan bu eski
isteğini yerine getirebilmek için kuşları taklit ederek sonuca
varmaya çalışıyordu. Kanatlı araçlar, kanat takan insanlar
vs.. tarihte sık rastlanılan olaylardan bazılarıdır.
Yapılan ilk kanatlı alete "Ornithopter" adı
verilmiştir. Basit bir ornithopter ağır, hantal, tekerlekli ve
kanatları olan bir araçtı. Zarif değildi. Estetik bakımından
birçok problemi vardı. Ağır olması yerden kalkmasını
zorlaştırıyordu.
Bu problemlerle sağlıklı bir şekilde
uçmak imkansızdı. Uçmak için daha değişik yolları düşünmeyen
başlayan insanlar daha "hafif" bir çözüm buldular. Balon...
Teoride herşey tamamdı. Balonun içindeki gaz, havadan daha
hafif olacağı için uçuş gerçekleşebilecekti. Ancak çıkacak bir
rüzgarın bu "hafif" balonu nereye götüreceği belli değildi.
Aynı şekilde nasıl ineceği de ayrı bir tartışma konusuydu.
İnsanoğlu her seferinde olduğu gibi yine hayalkırıklığı
içindeydi. Bu işle uğraşan insanlar sadece kuşları seyrederek
yetineceklerdi anlaşılan....
Wright Kardeşler Sahneye
çıkıyor.....
Ohio, Daytonlu iki bisiklet ustası olan
Wilbur ve Orville Wright, 1899'da kuşların nasıl uçtukları
hakkında kendilerine ipucu verebilecek herşeyi sistemli bir
şekilde incelemeye başladılar. Bilimsel eserlerde ve eski
insanların deneyimleri arasında kendi işlerine yarayacak
hiçbirşey olmadığını kısa sürede anlayan Wright kardeşler
sadece Berlin yakınlarındaki bir tepe üstünden planörle uçuş
denemeleri yapan ve bu konuda çok dikkatli notlar tutan Alman
mühendisi Otto Lilienthal'in çalışmaları vardı.
Lilienthal kuşların uçmalarını çok yakından incelediği
için planörünün bir kuşu andırmasına fazla şaşmamak gerekir.
Fakat o içlerinde ünlü ressam ve geçtiğimiz aylarda
CircumSpice'ta hayatını okuduğunuz Leonardo Da Vinci'nin de
olduğu birçoklarını cezbeden tuzağa, yani kuş uçuşunu temsil
eden kanat çırpma olayının cazibesine kapılmadı. Lilienthal
uçabilecek bir uçağın havayla temas halinde olan sabit bir
kanadı olması gerektiğini gösterdi. Kararlı bir uçuşu
gerçekleştirebilmek için gerekli kontrol sadece onun söylediği
böyle bir kanat tarafından sağlanabilirdi ve bu konuda Wright
kardeşler de onunla uyuşuyordu.
Wilgur ve Orville
Wright bilimsel öğrenim görmemişler liseden daha yüksek bir
okuldan da ayrı gitmemişlerdi. Fakat uçma alanındaki
çalışmalarını ilerlettirken kendi bilimsel yönlerini de model
uçaklar, uçurtmalar, insan taşıyan planörler ile yaptıkları
yüzlerce deney sayesinde bu konuda bilimsel bir eser
hazırlayacak kadar ilerlettiler. Hatta hazırladıkları 200'den
çok farklı tipteki kanatları denemek için bir rüzgar tüneli
dahi yaptılar. Wright kardeşlerin 17 Aralık 1903'te Orville'in
kontrolünde havalanan ilk uçağı aerodinamik ses teorisine
bağlı kalınarak yapılmıştı. Otto Lillienthal ve Wright
Kardeşler uçak dizaynı kurumunu kurdular. Bundan sonraki her
şey hava içinden geçişi ile uçapğın havalanmasını sağlayan
sabit kanat doktrininin bir devamıydı. Fakat kanat kontrol
edilemiyordu. Wright kardeşler, iyi bir uçak dizaynınnda
kanadın ani esen şiddetli rüzgarların zararlı etkisiyle sert
havanın aşağı ve yukarı çekici etkisine karşın pilotun
düzeltmesiyle kanadın daha uygun bir vaziyet almasını sağlayan
bir mekanizma bulunması gerektiğini anladılar. Kuşları
gözleyerek sert havalarda uçuş düzeylerini korumak için kanat
uçlarını nasıl büktüklerini not aldılar. Kanat bükmeyi
planörlerinin kanatlarının uçaklarını bir mekanizma yardımıyla
eğerek taklit ettiler. Deneylerinden bunun işe yarayacağını
tahmin etmişlerdir. Gerçekten de işe yaramıştır. Kanat eğmenin
uçuş aerodinamiğini nasıl etkilediğini doğru bir şekilde
tahmin ettiler ve anladılar. Wright Kardeşler artık uçabilen
bir uçak yaratmışlardı. Yeni görevleri ise onu nasıl
uçuracaklarını öğrenmekti. Bunu onlara gösterebilecek ne bir
kitap ne de bir öğretmen vardı. Fakat nasıl dizayn
yapılacağını öğrendikleri gibi bunu da öğrendiler.Yavaş yavaş
ve metotlu bir şekilde uçakla dönüş yapabileceklerinden çok
zaman önce emin olmuşlardı. Daha ilk denemelerinde uçak tam
bir daire dönüşünü kolaylıkla tamamlayarak havalandıkları
noktanın yanına indi. Uçak dizaynını diğerleri Wright
kardeşlerinin seviyesine gelinceye kadar bir süre olduğu yerde
saydı. Pilotun kanadın üzerine yatık bir şekilde yatık bir
şekilde durmaktan kurtarıp oturmasını sağlayacak bir yer
yapılması gibi zorunlu bir takım şeyler gerekiyordu. Wright
kardeşler pilotun oturabildiği bir uçak dizaynı hazırladılar.
Ayrıca bir de iniş takımı yaparak kendilerini ilk uçuşlarında
yanlarında taşıdıkları tekerlekli kriko ve monoraydan
kurtardılar
Bu arada 1909'de Manş Denizini ilk defa
uçarak geçen Fransız Louis Bleriot, 1. Dünya savaşının en
başarılı avcı uçağını ve savaş sonrasını ulaştırma işlerinde
büyük üstünlük sağlayan 3 motorlu uçağını yapan Hollandalı
Anthony Fokler ,Glenn Curtiss ve Glenn Martin gibi diğer
tasarımcılar olarak belirmeye başladılar. Bu kişilerin
düşüncelerinin yeni ve çekici endüstri dalına girmesiyle uçak
dizaynı değişmeye ve yerine oturmaya başladı.
Dünya
giderek küçülüyor, ve bu küçülmeyi sağlayan büyük etmenlerden
biri uçağın icadı. Artık lüks olmaktan çıkan uçaklar, ulaşımın
demirbaşlarından olmaya başladılar. Gelişen teknoloji ve
sosyal imkanlar sayesinde, gelecekte bir gün her şehrimizde
bir hava alanı olduğunu düşünmek hayal gücümüzün değil
gerçeğin eseri olacağa benziyor. Teşekkürler Wright
Kardeşler!....
LENSİN
İCADI
Dünya üzerindeki insanların %75'inde
az ya da çok göz kusuru bulunuyor. Yazımızda tarih öncesi
devirlerden beri bu sorunla mücadele etmeye çalışan
insanoğlunun ilkel bir icat olan gözlükten kurtulma serüvenini
bulacaksınız.
Gözlük takan bir kişinin en temelde
mantık olarak iki temel beklentisi vardır. Birincisi net
görme, ikincisi de dışardan "net" görünme. İnsanlar gözlük
kullanmaya başladıklarından beri hep gözlükle nasıl
göründüklerinden şikayet etmişlerdir. Bu şikayet ve kaygılar
sonunda lenslerin gelişimini etkileyerek pahalı, acı verici
bir merak olmaktan çıkarmış, yerini aldığı gözlük kadar yaygın
olmasını sağlamıştır.
Önce Lensleri biraz tanıtalım.
Lensler normal gözlükle düzeltilebilen bütün göz kusurlarında
kullanılabilir. Tıpkı gözlük gibi göze gelen ışığı kırmak için
göz önüne yerleştirilir. Lensten gelen hatalar,gözde temiz ve
net bir görüntü elde etmek için lens tarafından oluşan
hatalarla eşlenir. Gözlükte olduğu gibi, lenste de " İki
yanlış bir doğrudur " kuralı geçerli.
Sert Lensler
İlk lensler 1887' de İsviçreli doktor A.E. Fick
tarafından yapıldı.
(Özellikle midesi hassas olanlar ve
kan, göz gibi şeylere bakamayanlar çok dikkatli olsunlar,
çünkü bu buluş gerçekten ürkütücü)
Sert camdan
yapılmış Fick'in lensleri bütün gözü kaplamak amacıyla
gözküresinin yuvarlağı üzerinde acı verici bir şekilde
yerleştiriliyordu! Çünkü Fick'in bu yuvarlağı ölçecek aleti
yoktu ve her lens uzun bir deneme yanılma süresi sonunda göze
uygulanabiliyordu. Bundan başka göz geçirgen olmayan cam örtü
nedeniyle hava oksijeni ve gözyaşı kanallarından gözyaşını
almamaktan ve sonuç olarak çabucak kuruyordu. Bunun sonucunda
kişi birkaç saatte bir lensini çıkararak gözleri için solüsyon
kullanmak zorunda kalıyordu.
Yarım yüzyıl sonra
1938'de oftalmologist Theodore Obrig, genellikle Plexiglass
veya Lusit olarak adlandırılan saydam bir madde metil
metakritilat plastiğinden ilk lensi yaptı. Obrig aynı zamanda
lenslerin hızla uyumunu sağlayacak daha iyi bir gözölçüm
metodu buldu. Bununla birlikte onun lensleri de hala gözün
hassas dokusunu incitebiliyordu.
Bu rahatsızlığın
yanında bir çift lensin pahalı olması cok az sayıda kişi
tarafından kullanılmasına olanak veriyordu. Lens zamanla film
yıldızlarının modellerinin ve atletlerinin ilgisini çekmeye
başaldı.
1950' lerin başlarında şu anda kullanılan
lenslere temelde çok benzeyen Cornea lenslerinin ortaya çıkışı
büyük olay oldu. Çapı 10mm az olan ve en fazla 20 mm 'nin
1/25'i kalınlığındaki bu tip lenslerin sadece kornea'yı
kaplıyor, Yani gözbebeğinin saydam dış tabakası ve
çevresindeki renkli irisini örtüyordu. Bu tip lensler ince bir
gözyaşı tabakasında yüzebilecek kadar hafif olduklarından göz
yeterli oksijeni alabiliyor, dolayısıyla kişi bütün bir gün
boyunca çıkarmayabiliyordu.
Ancak bu lensler yine de
sert oldukları için uzun süren kullanımlarda kornea'da ciddi
tahriş ve yaralanmalara yol açabiliyor, zaten günümüzde sert
lens kullanımı da yok. ( Burada sert lens olarak adlandırılan,
şimdiki uzun süreli kullanılan sert lens değildir )
Yumuşak Lensler
20 yıl sonra yumuşak lensler
ortaya çıktı. Bu tip kontakt lensler göz şekline tamamen
uyabilen yumuşak bir madde ve suyu kolayca absorblayabilecen
hidrofilik plastikten yapılmışlardır.
Su oksijenin
lenslerden geçirilmesinin sağlayarak gözün kurumasını
önlemektedir. Bununla birlikte lensin kurumaması için özen
gösterilmelidir. Araştırmacılar lenslerin su absorblama
kapasitelerini yükseltecek şekilde geliştirdiler ve böylece
göze büyük bir rahatlık sağlandı. 1970'lerin ortalarında
birkaç firma haftalarca takılabilecek lensler ürettiklerini
açıkladılar.
Uzun kullanımlı lensler olarak
adlandırılan bu lenslerin sadece periyodik temizlenmeler için
çıkarılmaları gerekiyordu. Bu konuda en yeni buluş olan 2
odaklı lensler geleneksel 2 odağın ayrı lensler üzerinde
eşleştirilecek şekilde yerleştiriliyor. Lensin tepesi ile
tabanı arasında bir ağrılık farkı bırakılarak göze daima doğru
bir şekilde durması sağlanıyor.
Lenslerin icadı ve
gelişimi böyle, ancak ben de lens kullanan biri olarak birkaç
gün sonra lens takıp çıkarmanın son derece zahmetli bir iş
olduğunu farkedip kullanmayı bıraktım. Son çıkan lazer
teknolojisi ile 5 dakikada yapılan göz ameliyatları daha cazip
geliyor insana. Sağlam gören göze dokunmak, ameliyat ettirmek
ne derece doğru o da ayrı bir tartışma konusu tabi ki...
HAVAİ
FİŞEKLERİN İCADI
Gece gösterilerinde ve
şenliklerde renk renk ışıklar saçan havai fişekler, yakından
görenlerinizin bildiği üzere genellikle kartondan yapılan ve
içine izel bir patlayıcı karışımı doldurulan uzun tüp
biçimindeki bir kovandan oluşur. "Piroteknik karışım" dene bu
fişek dolduları havanın oksijen olmadan da yanabilen özel bir
karışımdır. Kapalı bir kabın içinden yanan mum, içerideki
havanın oksihenini bitince söner; oysa fişek kovanının içinde
hiç hava bulunmadığı halde bu karışım tükeninceue kadar
yanmayı sürdürür. Çünkü karışındaki maddelerden biri sürekli
olarak oksijen açığa çıkarır ve kapalı kovandaki yanma
olayının gerçekleşmesini sağlar.
Yüzyıllarca fişek
karışımında oksijen verici madde olarak güherçile(potasyum
nitrat) kullanıldı. Bu tuz bütün doğu ülkelerinde bulunduğu
için fişkeçilik doğuda, özellikle Çin'de gelişmiş ve
güherçile, kükürt, odunkömürü karışımından hazırlanan ilk
fişekler burada yapılmıştır. Aynı maddelerin karışımı olan
barutun, daha doğrusu kara barutun Avrupa'da tanınması ve
ateşli silah mermilerinde patlayıcı olarak kullanılması ancak
14. yüzyıla rastlar. Oysa bu tarihten çok önceleri Çin'de
barut doldurulmuş havai fişekler savaş ve gösteri amacıyla
kullanılıyordu.
Avrupalılar havai fişek yapmayı
Çinliler'den öğrendiler ve 13. yüzyıl boyunca fişekçilil önce
İtalya'da ,sonra Fransa'da ve bütün öbür Avrupa ülkelerinde
hızla gelişti. Başlangıçta yalnızca dinsel festivallerde
düzenlenen havai fişek gösterileri 18. yüzyılda ,büyük Avrupa
kentlerinde çok ilgi çeken gösteriler haline geldi. Sonuçları
hemen her ülkede ulusal kutlamaların ayrılmaz parçası olan bu
gösterileri genellikle uzmanlar yönetirdi.
19.
yüzyılın başlarına kadar havai fişek yalnızca bildiğimiz sarı
alev renginde ışıklarını saçardı. 18. yüzyılda potasyum
nitratın kimyasal bileşimle elde edilmesi renkli fişeklerin
yapılmasına olanak hazırladı. Çünkü potasyum kloratlı karışım
yeterince açığa çıkaracak biçimde yandığında, bu karışıma
katılan çeşitli metaller gaz haline gelerek alevi
renklendirebiliyordu. böylece baryum tuzlarıyla yeşil,
stronisyunla kırmız, sodyumla da sarı kıvılcımlar saçan havai
fişekler yapıldı. Bakır ise potasyum nitratın yanmasıyla açığa
çıkan klor gazının etkisiyle mavi renk verir.
Havai
fişeklerin bir bölümü renk renk alevler ve yıldızlar saçarak
yanar; bunların kovanları incedir ve içindeki patlayıcı
karışım tükenene kadar yanmayı sürdürür. Kıvılcımlar saçarak
havaya fırlayacak biçimde yapılan ikinci tip havai fişeklerin
kovanı ise yanmayacak kadar kalın ve sağlamdır. Bunlar,
kovanın içindeki yanma sonucunda açığa çıkan gazların
basıncıyla havaya fırlar ve karışımın tam olarak yanmamış
parçacıklarını bir kıvılcım yaağmuru gibi dört bir yana
saçarak görkemli görüntüler oluştururlar. Bu patlamalı
kıvılcım yağmurunu yaratmak için kovana genellikle demir ve
çelik parçaları, kandil isi ya da bol miktarda odunkömürü
koyulur.
Havai fişekler geçtiğimiz ay Hollanda'da
yaşanan havai fişek fabrikasının patlaması gibi çok ciddi
sonuçlara yl açabileceği gibi, bir çok ülkede çocukların roket
ya da maytap biçimindeki fişeklerden zarar görmelerini önlemek
üzere satışı yasaklanmıştır ve havai fişek gösterileri
uzmanların denetlemi altında düzenlenmesi gerekir. Günümüzde
ise bu kurallar hiçe sayılarak özellikle yazlık mekanların
önüne gelenlerin atış poligonuna dönüşmesi umarım uyarılarımı
gerçeğe dönüştürecek olayların yaşanmasına engel olur.
Bilinçli eğlenmemiz dileğiyle.
YOYO
Hepimizin çocukken oynadığı oyuncaklardan
olan Yoyo,günümüze kadar bir çok aşamalardan gelerek bizleri
eğlendirmiştir.
Yoyonun, ilk olarak Çin'de
kullanıldığına inanılmaktadır.Ancak yoyo hakkında ilk tarihsel
metin M.Ö 500 yılında Yunan metinlerinde görülmüştür.Bu eski
oyuncak ağaç kabuğu ve metaldan yapılmış bir diskten
oluşmuştur.Bu zamanda yapılmış ve şu an Yunanistan'daki Atina
Milli Müzesi'nde bulunan çömlek vazo'da Yunan Gençliği'nin
yoyoyla oynarak eğlendiği anlaşılır.Eski zamandan kalma
Mısır'lı tapınakların üzerindeki resimlerde Mısırlıların'da
yoyoyu kullandığı bilinmektedir.
Çinlilerin
kullandığı yoyo
Yine tarihi kayıtlar göstermekteki
,16. yüzyılda Filipinli avcılar ,vahşi hayvanları ,ağaçtan
yapılan bir cisim ve uzun bir ipi ,avlarının altına atmak
suretiyle yakalamışlardır. Bu silahtaki ip yukarı çekilir ve
av ip içerisinde çabalayarak döner.Bu ,pratik yoyonun u
silahın ,günümüz yoyosuna ilham verdiği söylenmektedir. Fakat
, bunun tamamen bir hayali bir fikir olduğu gözümüzden
kaçmamalıdır.
Yoyo'nun çıkış noktası ister Çin olsun
,ister Filipinler ya da Mısır ,sonuçta Yoyo çok uzun bir zaman
periyodu içerisinde çocukların favori oyuncağı olduğu
aşikardır.
Yoyonun bahsi geçtiği bir diğer
tarihçe ise 1765'de yapılan bir hindistan kutunun
varlığıdır.Bu ufak kutunun üzerinde elle çizilen yoyosu ile
oynayan kırmızı elbiseli minik bir kız çocuğunun resmi vardır.
Bundan 25 yıl sonra ise yoyo bir şekilde Avrupa'ya
seyahat eder.Böylece yoyo artık İngiliz ve Fransız
Aristokratlarının elinde bulunuyordu.
Tarihler
1789 yılını gösterdiğinde ise ,yapılan bir temsili resimde
geleceğin kral adayı 4 yaşındaki 17.Louis'in elinde bir
L'emigrette(yoyo) bulunmaktaydı.Fransız yaşam biçimleri ve
köylülerin ayaklanması sırasında Fransız Aristokrasisinin
Paris ve Almanya'ya gitmeye zorlanması sıralarında cam ve
fildişinden yapılmış yoyolar ,aristokratların elindeydi.
L'emigrette burda "ülkeden ayrılmak" anlamına gelen fransız
terimidir.Yoyo'ya Fransa'da verilen bir başka isim ise "De
Coblenz"(Fransız şehri).Aslına bu isimler, oyuncaklar ile
Fransız devrimi arasında önemli tarihsel bağlantıyı
yansıtırlar.
Yoyo Fransa boyunca yayıldı
ve genelde stress atmak içinde kullandı.Artık ismi JOUJOU DE
NORMANDIE olmuştu. Bu da Amerikalıların Yoyo olarak
isimlendirdiği oyuncağın isim kökünü oluşturmuştu. Oyuncağa
olan bu ilgi Figaro'nun Düğünü adlı piyes'te de dile
gelmişti.Piyes'in yazarı BEAUMARCHAIS yoluyla delillendirilen
bu oyunda sıkıntı atmak için yani düşüncelerinizi boşaltmak
için oyuncakların araç olduğu söylenmişti.
Daha
sonralari İskoçya ve Fransa'dan geçerek çılgın yolculuğuna
İngiltere'de devam eden yoyo, İngiltere'de fransızca bir
kelime olan bandrole olarak adlandırıldı. Bunun anlamı Fransız
züppesi idi.1791'de ise ileride kral olarak 4. George bu
bandrole ile eğlendi.Kral adayının bu oyuncağı kullanması
İngiltere'de Yoyo'nun popüler oyuncak olmasında önemli rol
oynadı.Ve ünlü kimseler yoyoyu elinden bırakmadı.
Amerika'da yoyonun kullanıldığına dair ilk kayıt 1866
tarihlidir.O zamanlar taşıt yoluyla Ohaio'ların evlerine
ulaşan yoyo "improved bandrole" yani gelişmiş bandrole olarak
patenti alındı.1 yıl sonra ise Alman göçmen Charles Kirchof
,dönen tekerleği endüstriyel yoyoya ilk ivmeyi verdi.Artık
yoyo ticari bir oyuncak olmuştu.1911'lere kadar ,çeşitli
patentlere karşın yoyo, pek de önemsenmedi. Ta ki Ünlü
Scientific Amerikan dergisi 1916 yılında yoyo hakkında bir
makale yayınlayıncaya kadar.Makale de oyuncağın Filipinerden
geldiği anlatılıyordu.Ve yoyo olarak isimlendirdi.Bunun
sebebinin de Filipinlilerin kullandığı kelime olan yoyonun
"come come"( gel gel )ve " to return(geri dönmek)" anlamını
taşımasıydı. Bu makalenin üzerine yoyo tüm Amerika'da duyuldu.
Bu arada Filipinlere geri dönersek , Filipin
yerlilerinin bu oyuncak konusunda uzman olduğu
söylenebilir.Yoyoyu harika oyma tekniklerini kullanarak odunu
biçimlendirirek oluşturmuşlardı.Daha sonra ip yardımıyla
dingili döndüren sistemi geliştirdiler. Ve bugünki yoyonun
kalıbını bu şekilde yön vermişlerdir.
1928 ve 1929
yıllarında iş adamı DONALD F DUNCAN, San Francisco'da iken
yoyonun geleceğini gördü ve Yoyonun kaderini çizdi. Aslında
Yoyoseverler Duncan'ın bazı kararlarını olumsuz gibi
algılasalar da ,bir bakıma da yeni yoyosevlerin bu yolla
oluşacağından seviniyorlardı.
1946 yılında
Duncan Şirketi saatte 3600 yoyo üretmeye başlamıştı.Ve her yıl
1 milyon yoyonun yolu açılmıştı.Akçağaçtan yapılan yoyolar
dünyayı kasıp kavuruyordu. 1960 yıllar plastik yoyonun
yıllarıydı. Satışlar git gide artıyordu.Ve Dunca Şirketi 45
milyon yoyoyu 40 milyon çocuğa satmayı başararak bir rekor
kırdı.
Duncan şirketini bu iş iyice sardı ve
mesai fazlası ücretlerlendirmelerle, televizyon reklamlarıyla
şirketi geliştirdiler. Ancak bu işte tek olmadıklarını
anladılar.Bir çok rakip firma oluşmaya başladı ve Duncan
Şirketi'nin üzerine gelmeye başladılar. Federal Mahkemeye YOYO
ismi hakkında Duncan Şirketi'nin patent alamayacağı konusunda
başvurdular.
Ve Duncan Şirketi trajik iflasın eşiğine
geldi.Bu gelişmenin üzerine Flambeau Plastik Şirketi "Duncan"
ismini yüklü bir ücret karşığında satın aldı.Bugün DUNCAN
Yoyolarının onbir farklı modelini imal eden ve satan FLAMBEAU
plastik şirketidir.6 Haziran ise Donald Duncan şerefine milli
yoyo günü sayıldı.
Son yıllarda teknoloji
kullandığımız ürünleri kat kat arttırdı.Görünüşte basit YOYO ,
hiç istisna olmadı.
Yoyo Amerika'da
oldukça tuttu ve uğruna bir çok milli organizasyon
gerçekleşti. Dünyanın her yerinden gelen YOYOcular bu
yarışmalarda hünerlerini sergiledi. Hatta yarışmalara bazı
katı kurallar konuldu. Örneğin yarışmaya katılan yarışmacılara
Dünya'nın her yerini gezme şartı konuldu. Bu kimimize anlamsız
gelebilir ama bu kural sayesinde yoyo bayağı bir yol katetti
ve dünyadaki ününe ün kattı.Ünlüler koleksiyonlarını sergiledi
ve oldukça yüksek ücretlerle müzayedelerde satıldı.
Bunun yanında yoyo bilimsel alanlarda da
kullanıldı. Örneğin NASA bu konuda oldukça ayrıntılı bir
çalışma yaptı.1996'da uzaya yolladığı STS-75 uydusu ile yoyo
artık uzaya da ayak basmış oldu. Bu salınım belki küçüktü ama
insanlık için büyük hareketlere neden olması şüphesizdi.Bu
konuda NASA astronotu ile yapılan bilimsel röportajda sorulan
soru ve cevabı şöyle idi:
"KUVVET ERGOMETER NE OLDUĞU
AÇIKLAYABİLİRMİSİNİZ ? "
"YOYO yu İsviçreli
araştırmacılarla birlikte deneysel olarak kullandık. YOYOYU
aşağı atarsınız ve açılır ve yoyo içindeki enerjiyi
bildirirsiniz."
Burdaki amaç yoyonun yaptığı
hareketini ve yavaş dönüşümü incelemekti.Yoyonun yaptığı
hareket sonrası biriken enerji ise ilginçti. Yoyo nasıl
enerjiyi tutuyordu? Bunun cevabını bulduklarında ise artık
araç içindeki insan hareketlerini kontrol edebileceklerdi.
Bildiğiniz gibi yoyoyu aşağı atarsınız ve bir sonraki
gelişinde onu aşağı çekecek hiç bir ağırlık yoktur.
Yoyo daha uzun süreler bilimsel ve sosyal
alanlarda kullanılacağa benzer. Nerden geldiği hiç bir zaman
kesin olarak bilinmesede, yoyonun nereye gideceği mutlaka
bellidir. Sizi klasik bir yoyo sloganıyla başbaşa bırakıp ,
yazıma son vermek istiyorum
ASKERİ
HABERLEŞME SİSTEMİ
Güzel Aktris Hedy
Lamarr'ın, Amerika'nın 2. Dünya Savaşı'nı kazanmasına yardım
edeceğini kim tahmin edebilirdi ki?
2000 senesinin
Ocak ayında hayata gözlerini yuman Hedy Lamarr, şüphesiz,
güzelliğiyle bütün gönüllerde taht kurmayı başarmış bir aktris
idi. Lakin, onu çok özel bir kişi yapan daha başka birşey
vardı. Amerika'nın 2. Dünya Savaşı'nı kazanmasını sağlayacak
ilk askeri haberleşme sistemini George Antheil'in yardımları
ile vücuda getirdi. Kariyerinin altın çağında, Lamarr
ve George Antheil, vücuda getirdikleri bu sistem için patent
aldılar(10 Ocak 1941). Bu haberleşme sistemi genellikle
denizaltılar için daha uygundu. Sistem tam bir şaheser idi.
Bir verici ile alıcının arasında eşit olmayan aralıklarla
değişen radyo dalgaları ile sağlanan bağlantı prensibine göre
çalışıyordu. Bir mesaj gönderildiğinde verici ve
alıcı, mesajı özel bir koda göre aynı anda değiştirir. Yani,
verici mesajı şifreler ve alıcı bu mesajın şifresini kırar ve
okunabilir hale çevirir. Bu haliyle bu haberleşme sistemi çok
güvenli bir sistem olmuştur.
Viyana doğumlu
Lamarr, öylesine hayırseverdi ki, bu buluşun patentinden para
kazanmayı reddetmiş, ve öylesine mütevaziydi ki işin büyük
kısmını yardımcısının yaptığını söyler, kedine pay çıkarmazdı.
Dijital elektroniğin daha henüz adının telafuz
edilmediği senelerde böyle bir buluşun sahibi olan Lamarr'a
bir dahiymiş gibi bakan insanlar, kendisine çok saygı
duyuyorlardı. Kim bilirdi, koskoca günümüz Network
teknolojisinin arkasından bir aktrisin olacağını. Umarım
Lamarr, insanlığa yapmış olduğu iyiliğin büyüklüğünü, son
senelerde büyük yeniliklere sahne olan internet ve enformasyon
teknolojileri sektöründeki gelişmelerden görmüştür. İnsanoğlu
son yıllarda kablosuz erişimde birçok atılım sağladı. Bunların
hepsi şüphesiz o buluşa dayanmaktadır. Hollywood deyip te
geçmeyelim, Hollywood'dan ne cevherler çıkıyor.
Televizyon bugün en yaygın elektronik
haberleşme şekli olmasına rağmen bir zamanların gözde aleti
radyo hala en yaygın yayıncılık aracı olarak yerini korumakta.
Radyo olmaksızın, günlük yaşamımızda yer alan birçok hizmet ve
konfor mümkün olmayacaktır. Radyo, halkın emniyetinin
sağlanmasında, endüstriyel üretimde işletmede, tarımcılıkta,
nakliyatçılıkta eğlence dünyasında uzay seyahatlarında deniz
aşırı haberleşmelerde kısacası aklınıza gelebilecek birçok
noktada kullanılmaktadır.
İtalyan kaşif Guglielmo
Marconi radyonun babası olarak kabul edilir. İngiliz
bilimadamı James Maxwell 1865 yılında elektronik olarak
üretilen radyo dalgalarının yayılma teorisini kurmuş ve Alman
fizikçisi Heinrich Hertz, 1888 yılında Maxwell'İn teorisini
pratik olarak gerçekleştirerek bu konuda öncülük etmişlerdir.
Marconi ile birlikte 1898 yılında ilk radyo resmen doğmuş
oldu. İlk kullanımı gemiden sahile haberleşme içindi. 1923
yılında yüksek frekans radyo dalgalarının iyonsfer'e çarparak
dünyaya döndüğü ispatlanınca radyo, deniz aşırı haberleşme de
dahil olmak üzere hızla yaygınlaştı.
İlk radyo 3 S 'i
iletti.
İlk keşif şu şekilde gerçekleşti: Marconi bir
gemide geliştirdiği radyo(!) ile kıyıda bulunan hizmetçisine
kablosus telgraf aracılığıyla 3 tane S harfi yolladı.
Mignani'nin asistanı da sinyali aldığı zaman ateş edecekti..
Marconi 3 S'i yollama komutunu verdiğinde yeryüzünde ilk defa
radyo dalgaları yayıldı, 3 S uzayda dolaştı, dolaştı ve
alıcıya ulaştı. Alıcıya ulaştığını gören hizmetçi Mignani
tetiği çekti. Deney başarılıydı. Böylelikle ilk radyo da
pratik olarak çalışmış oldu .
Bir
Ağacın Yaşı Nasıl Anlaşılır?
Bir ağacın gövdesinden
alınan kesit incelendiğinde, en dıştaki kabuk kısmından sonra
içe doğru daireler görürüz. Bu dairelerden her biri, ağacın
yaşadığı bir yılı gösterir. Daireler arasındaki bolüm, ağacın
bir yılda ürettiği odun hacmini belirtir. Bu daireleri
sayarak, ağacın kaç yıl yasamış olduğunu anlayabileceğimiz
gibi, aralarındaki bölgenin dar oluşundan, o yılın kurak
geçtiğini, aksine geniş ise, sulak geçtiğini ortaya
çıkarabiliriz.
Dünyanın üzerindeki baskı, yani
atmosfer basıncı sürekli değişim içindedir. Diğer gazlar gibi,
havanın ısı artışı ile birlikte hacmi de artar. Bu da, bir küp
soğuk havanın, bir küp sıcak havadan dana ağır olması
demektir. Dünyanın soğuk iklimli bölgelerinde ki ağır hava,
sıcak iklimli ve havanın daha ham olduğu belgelere doğru
hareket eder. Böylece, sıcak iklimli bölgede yükselen hava,
atmosferin alçak seviyesinde seyrelmiş bir hava sahası
oluşturur ve rüzgârlar gerçekleşir. Rüzgârın hızı, soğuk ve
sıcak hava sahalarının arasındaki atmosfer basıncının farkına
göre belirlenir. Rüzgarlar, periyodik, sürekli, yöresel ve
siklonlu şeklinde sınıflandırılır. Sürekli rüzgarlar, tüm yıl
boyunca aynı yöne esen rüzgarlardır. Yöresel rüzgârlar,
yalnızca küçük bir bölgeyi kapsarlar. Periyodik rüzgâr türü
ise, belli bir zamanda bir yöne, başka bir zamanda da onun
tersi yöne eser.
Akvaryumda
bakımı için gereken farklı uygulamalar
nelerdir?
Okulumuzun biyoloji kulübü üyeleri olarak
akvaryumda balık beslemeyi düşünüyoruz. Balıklarla ilgilenecek
arkadaşlarımız evlerinde fanusta yetiştiriyorlar.Akvaryumda
bakım için gereken farklı uygulamalar nelerdir? Akvaryumda
balık beslemek söz konusu olduğunda, dikkat etmeniz gereken
noktalardan ilki aldığınız tankın büyüklüğüdür. Eğer imkanınız
varsa olabildiğince büyük bir tank almaya çalışın. Çünkü
sanıldığının aksine büyük tank size çok daha az zorluk
çıkaracak ve bakım konusunda kolaylık sağlayacaktır. Bunun
sebeplerinden biri, akvaryumda balık beslemenin birincil
gereklerinden biri olan su kimyasının doğru tutturulmasının
büyük su tanklarıyla daha kolay olmasıdır. Akvaryumu hazır
olarak almanız ya da camcılara sipariş etmeniz mümkün. Fakat
camın gereken kalınlıkta olmasına ve camların birleşme
yerlerinin çok iyi silikonlanmasına dikkat edin. Silikonlama
iyi değilse bir gün akvaryumunuzu tüm suyu dışarı sızmış ve
balıklarınızı çırpınır halde bulabilirsiniz. Bu yüzden
akvaryumu aldığınızda balıklarınızı içine koymadan önce
akvaryumu tamamen doldurup bir süre bekletin. Balıkların
içinde yaşayacağı suyu önceden bir bidon içinde iki gün
bekletmeniz çok faydalı olacaktır. Akvaryumun içine
kocayacağınız her şeyin (dibe konacak kumun bile) çok iyi
temizlenmesi gerekir. Fakat temizlik için kimyasal temizlik
maddelerini kesinlikle kullanmayın. Akvaryumunuza filtre ve
sıcaklığı belli bir seviyede tutması için ısıtıcı da koymanız
gerekecek. Filtre ise suyun temizlemesinin yanında akvaryumda
sürekli su dolaşımı oluşturarak sıcaklığın eşit dağılmasını ve
suyun oksijence zenginleşmesini sağlar. Bunun dışında
akvaryumun pH değeri de çok önemlidir. Bu değeri ölçebilmek
için çeşitli testler uygulamak mümkün. Akvaryumunuzun pH
değerinin düzenlenmesiyle ilgili olarak yine akvaryumculardan
yardım alabilir gereken malzemeleri bu mağazalarda
bulabilirsiniz. Gerekli olacak diğer malzemeleri kısaca şöyle
özetleyebiliriz: akvaryum sıcaklığını sürekli kontrol
edebilmek için bir termometre, balık kepçesi, çeşitli balık
yemleri, ışığı otomatik olarak belirli saatlerde açıp kapamak
için bir saatli şalter... Büyük bir akvaryum içine su,
balıklar ve gereken diğer her şey konunca oldukça
ağırlaşacağından akvaryumu mutlaka sağlam bir zemine
oturtmalısınız. Seçtiğiniz yerin Aşırı sıcaklık farklarına
maruz kalmıyor olması gerek; örneğin pencere önü akvaryumu
koymak için iyi bir seçim değil. Önemli olan akvaryumunuzu
doğru şekilde ışıklandırmanızdır. Eğer yeterli ışıklandırma
sağlanıyorsa akvaryum karanlık bir yere bile konabilir.
Işıklandırma için gereken malzemeleri hayvanlarla ilgili
gereçler satan mağazalarda bulabilirsiniz. Daha ayrıntılı
bilgi için aşağıdaki adreslere göz atabilirsiniz:
http://www.bilyap.com.tr/ http://www.akvaryum.senligi.com/
http://www.sanalakvaryum.com/genel.asp?tur=ph
http://www.akvaryumklubu.com/akvgenel/genel/index.htm Bunun
dışında, kitapçılardan Peter W. Scott adlı yazarın
“Bütün Yönleriyle Akvaryum” kitabının
Türkçe çevirisini edinmeniz sizin için faydalı olacaktır.
B.Duygu Özpolat , Gülşah Göstaş
Vitaminler
insanlar için neden çok önemlidir?
Vitaminlerin
bulunması, fazla eskilere dayanmamaktadır. Ancak, vitaminsiz
yapılamayacağı, bilinen bir gerçektir. Vitaminler, günlük
beslenmemizde temel bir öğe oluştururlar. Onlar olmazsa, insan
bedeninde büyük aksaklıklar ortaya çıkar. Örneğin, A vitamini
eksikliği göz hastalıklarına, B vitamini eksikliği sinirsel
hastalıklara neden olurken, C vitamini alınmaz ise iskorbüt, D
vitamini alınmaz ise raşitizm hastalıkları doğar. Özellikle
beslenme yetersizliği olan ülkelerdeki çocuklarda, bu hastalık
yaygın olarak görülür: işte bu nedenlerle, dengeli bir vitamin
rejimi, bünyeyi en sağlıklı,sinirleri ise en iyi duruma
getirecektir.
Bisiklet
Dinamosu İle Bilgisayar Çalıştırabilirmiyim?
Çok teorik
bir sorum olacak. Yaşadığım yerde sık sık elektrik kesilmeleri
oluyor. Bisiklet dinamosuyla bilgisayarımı ve televizyonu
çalıştıracak kadar elektrik üretebilir miyim?
Yani
demek istediğim, bisikletin üstüne otursam ve çevirebildiğim
kadar hızlı bir biçimde pedalları çevirsem, bilgisayarımı
çalıştıracak kadar elektrik üretebilir miyim?
Bu
soruyu yanıtlayabilmek için öncelikle iki şeyi bilmek gerekir.
Bilgisayar ve televizyon ne kadar elektrik
tüketir?
Bir insan bir bisikletle bu kadar enerjiyi
üretebilir mi?
Normal bir masa üstü bilgisayarı ve
ekranı aşağı yukarı 200 vat elektrik tüketir. Ekranın daha
büyük olduğu varsayılsa, diyelim ki tüketimi 250 vata çıkarır.
Ama 200 vatı iyi bir ortalama sayabiliriz. Renkli televizyon
da yaklaşık bu kadar elektrik tüketir. Eğer beygir gücü
hakkında bilginiz varsa, bir beygir gücünün 746 vata eşit
olduğunu bilirsiniz. Dolayısıyla bir insanın bir bilgisayarı
çalıştıracak kadar elektrik üretebilmesi için 0.27 beygirgücü
üretebilmesi gerekir.
Bu üretecin yüzde yüz verimli
çalışmadığını da varsayarsak, bir insanın bir masa üstü
bilgisayarı çalıştırmak için yaklaşık üçte bir beygir gücü
kuvvet üretmesi gerektiği ortaya çıkacaktır.
Olimpik
atlet olmadığınız takdirde, her hangi bir zaman süresi içinde
bir beygir gücünün üçte birini üretebilecek kadar pedal
çevirmeniz pek olası görünmüyor. Normal bir insan ancak yarım
saat kadar bu ağır işe dayanabilir, sonra yorgun düşer. Bu
sorunun çözümü masa üstü bilgisayarı yerine diz üstü
bilgisayarı kullanmak olabilir, çünkü diz üstü bilgisayarlar
pille çalışmak üzere tasarlanmıştır ve son derece de verimli
çalışmaktadırlar.
Bir diz üstü bilgisayarı aşağı
yukarı 15 vat elektrik tüketir. Bu da bisiklette 0.02 beygir
gücü üreteceksiniz anlamına gelir ki, nispeten çok daha kolay
sayılabilir.
Bunu yapmak için kaç kalori yakarsınız,
hadi onu hesaplayalım. Bir saatte bir vat üretebilmek için
yaklaşık 0.85 kalori yakarsınız. Bunu yuvarlarsak, saate bir
kalori diyebiliriz.
Bisikletinizi kullanarak diz üstü
bilgisayarınızı çalıştırmak için saatte 15 kaloriye
gereksiniminiz olacak.
Yani diz üstü bilgisayarınızı
dört saat çalıştırmak için 60 kalorilik çikolatalı bir bisküvi
yeterli olacaktır!
Neden
sesleri duyabiliriz?
Dış dünyadan gelen mesajları,
duyularımız aracılığıyla alırız. Havadan dalgalar halinde
yayılan ses, kulaktaki işitme duyusu ile algılanır: seslerin
çoğunu ve ses tonunu almamızı sağlayan iki kulağımız, bu
görevi birbirlerine bağlantılı olarak sürdürürler. O halde,
işitme nasıl gerçekleşiyor? Kulak kepçesi aracılığıyla
toplanan ses dalgaları, orta kulaktaki davul boşluğunda
bulunan kulak zarını titreştirir. Bu titreşim, gene orta
kulakta bulunan ve biçimleri nedeniyle çekiç, örs ve üzengi
adlarını alan minik kemikleri harekete geçirir. Üzengi kemiği,
titreşimleri iç kulaktaki özel bir sıvıya iletir, sıvı da, bu
titreşimleri kulak salyangozunun içindeki esas işitme organı
olan yarım daire şeklindeki kanallara gönderir. Ses, buradan
da akustik sinir aracılığı ile beyne iletilir. Diğerleri ile
birlikte bu kanalların ve beynin işbirliği sayesinde dengemizi
sağlar, ayakta durabiliriz. Kulak zan veya kulağın herhangi
bîr bölümü zarar gördüğünde, işitme duyusu azalabilir ya da
tamamen kaybedilir. Gönümüzde, işitme kusurlarını düzelten
özel araçlar yapılmaktadır.
Bünyemiz
neden besin ister?
Bedenimizi oluşturan hücreler,
etkin bir şekilde çalışabilmek için karbonhidrat dediğimiz
bazı temel maddelere gereksinim duyar. Bu maddeler de karbon,
oksijen ve hidrojen elementlerinden oluşur. insan organizması,
hücrelerin karbonhidratı özümleyebilmesi için, onu şeker
haline dönüştürür. Eğer bir karşılaştırma yapılırsa, benzinin
otomobildeki işlevi ne ise, karbonhidratların bedenimizdeki
görevi de odur, denebilir. Karbonhidratlar, yağlar ve
proteinler, günlük besinlerimizde bulunurlar. Bu nedenle her
gün yemek yemek, insan organizmasının çalışabilmesi için
gereken enerjiyi sağlaması açısından gereklidir. Belirli
besinlerin içerdiği enerjiler, bilim adamlarının kalori adını
verdikleri üniteler aracılığıyla ölçülürler. 81 kalori, 1
kilogram suyu 1 °C'ye kadar çıkartacak ısıyı gerektiren
miktardır, insan bedeninin, yaptığı işe göre çeşitli
miktarlarda kalori atması gerekir, örneğin, hafif işte
çalışanlar için 3 bin kalori yeterli iken, ağır iste
çalışanların günde 4 bin 500 kalori almaları gereklidir.
Anımsanması gereken nokta şudur Gıda maddelerinden, özellikle
yağlardan sağlanan besinler, anında kullanılmakla birlikte,
ilerisi İçin stok edilebilir. Sağlıklı bir beden için, düzenli
ve dengeli beslenmek gerekir
SAF
SU YAPALIM
Malzemeler:
Su, ısıya dayanıklı büyük ve küçük kap, tuz, renklendirici,
naylon folyo,demir para
Deneyin Yapılısı: Suyu
kaynatıp büyük kabın içine boşaltıyoruz. bu suya renklendirici
ve tuz katıyoruz, sonra şekildeki gibi büyük kabın içine küçük
kabı yerleştiriyoruz. Büyük kabın ağzını naylon folyo ile
kapatılıyoruz. Küçük kabın İçine şekildeki gibi madeni parayı
yerleşmiyoruz, 2 saat bekledikten sonra küçük kabın içine
baktığımız zaman suyun tuzsuz olduğunu görüyoruz.
Bir
soru : Deneyde sizce bozuk paranın işlevi
nedir?
Cevabı
e-mail adresime gönderebilisiniz.
+
Yükle Yüklenme
- yükle yüklenmiş alta ki cisme
şekildeki gibi nötr halde bulunan gemi şeklindeki cismin
yalıtkan kubbesinden tutarak. Alttaki - yüklü cisme şekildeki
gibi yaklaştırırsak + yükler aşağı doğru iner - yükler
yukarıya itilir.aşağıdaki - yüke dokundurmadan gemi şeklindeki
cisme dokunursak - yükler toprağa akıp gider. Elimizi
çektiğimiz zaman cisim artık + yükle yüklenmiş olur.
Ciğeriniz
de Ne Kadar Hava Var
Bir 2,5 lt lik boş kola pet
şişesinin içine su doldurup , ağzını baş parmağımız ile
kapatalım. Daha sonra pet şişeyi ters çevirip su dolu kabın
içine pet şişenin ağzını daldıralım. Suyun hiç azalmadığını
göreceksiniz. Sizce bunun sebebi ne olabilir? Neyse biz devam
edelim. Plastik bir boruyu şekildeki gibi bir ucuna üfleyecek
şekilde dışarı da bir ucunu ise pet şişenin için de kalacak
şekilde koyalım.Sonra boruya derin bir nefes alıp , nefesimiz
bitinceye kadar üfleyelim. Borudan gelen hava şekildeki gibi
pet şişenin içine girecek ve bulunduğu alan kadar suyu da
dışarı çıkaracaktır.Pet şişenin içindeki hava yaklaşık olarak
bizim bir nefeste ciğerlerimize aldığımız hava
kadardır.
Kablosuz
Lazerle Ses İletimi
1-Lazerin(küçük anahtarlık şeklindeki
Çin malı) içinden pilini çıkarın. Ve pilin bağlanması gereken
+ - den birer kablo çekin) Lazeri ,pili,kulaklık kablosunu
,seri olarak bağlamanız gerekiyor.eğer lazerden ışık çıkmazsa
pilin - + sını değiştirin.
2-Walkmenin
hoparlör çıkışını kesin ve (veya bu iş için ucuz kulaklıkları
kullanabilirsiniz)
3-Walkmenin
çıkışını,lazeri,ve lazerin pillerini(isterseniz daha yüksek
voltajda kullanabilirsiniz d.c doğru akım(pil kullanın adaptör
cızırtı yapar) 6 v 8v 9 v olabilir ama sakın hemen vermeyin
lazeri yakabilirsiniz,ışık şiddetine göre ayarlayın)
4-Daha sonra karşıya bir fotodiyot ve bu
fotodiyotu amfiye bağlayın(mikrofon girişine) amfinin(ses
yükselten cihaz)hoparlör çıkışına hoparlör bağlayın(lazerin
ışığının foto diyotun üzerine gelecek şekilde sabitleyin) şu
anda Walkmeni çalıştırabilirsiniz lazerin ulaştığı bir yere
amfi ve hoparlörü koyun (sakın amfiyi çalıştırmayı unutmayın)
artık Walkmeninizi dinleyebilirsiniz. lazerin ışığının
ulaştığı her yerde bu işinize yarar(eğer Walkmen girişi yerine
mikrofon koyarsanız sizin sesiniz gider) bu çok güvenlidir
noktayı koyduğunuz yer haricindeki kimse sizi dinleyemez.(ama
telsiz veya kablo kullansanız
dinlenebilirsiniz)
*Yalnız burada önemli olan
foto diyotların frekans aralıkları her çeşidinden 1 tane
alsanız deneyerek uygun olanı bulursunuz,bozuk Mouse un
içindende fotodiyot çıkabilir. Zaten çokta ucuz bir
şey.
5-Bu sadece ses iletimi için değil
istediğiniz bilginin iletimi için
kullanabilirsiz.
*Yine lazeri karşıdaki bir sigara
barağına yolluyorsun ama yansıyan kısmı foto diyotla alıp
yükselti yorsun barağın arkasındaki konuşmaları
dinleyebilirsin.(EĞER GÜÇLÜ BİR AMFİNİZ VARSA BİR EVİN CAMINI
LAZER TUTUP İÇERİYİ DE
DİNLEYEBİLİRDİNİZ)
Taşı
En Uzağa Nasıl Atarız?
Eşit kuvvet ile atılan üç
taşı nasıl atarsak en uzağa düşer diye düşündünüz mü? Taşı en
uzağa atmak istiyorsak taşı atarken yer ile yaptığı açı
önemlidir.Eğer açı 45 derece ise en uzak noktaya düşer. 30
derecede fazla yükseğe çıkmadan , 60 dereceyle atarsak ise
şekildeki gibi yukarı çıkar fakat 45 derecedeki gibi uzağa
gidemez. Taşı en uzağa atmak istiyorsak 45 dereceye yakın bir
açı ile atmak gerekir.:)
KAPLUMBAĞA, KERTENKELE
BESLEYELİM
Büyükçe
bir karton kutunun tabanını keserek tahtadan oluşturduğunuz
iskeleti de oluşturup İnce şeffaf naylonlara satıp, şekildeki
düzeneği hazırlayın.
Biraz iri kum veya küçük çakıl bulun.
Bunların arasına aynı irilikte ufalanmış mangal kömürü
parçalan karıştırın. Bu karışımı hafifçe ıslatın ve hayvan
besleyeceğiniz alanın dibine 2 cm kalınlığında döşeyin. Bunun
da üzerine 3-4 cm derinliğinde nemli bahçe toprağı ekleyin.
Birkaç iri taş parçasıyla hayvan besleyeceğiniz alanın
süsleyin. Nemli yerlerden alacağınız karayosunlarını ve küçük
bitkileri dipteki toprağa dikin. Bir köşeye, su geçirmez bir
kabın içine su koyun. Sonra bir kara kaplumbağası, küçük bir
kertenkele, bir semender veya küçük bir zehirsiz yılan gibi
bir hayvan bulup hayvan besleyeceğiniz alanın koyun. Hayvan
besleyeceğiniz alanın ağzını yine bir plâstik parça ile
kapatıp bağlayın.
Besin olarak zaman zaman kıyılmış et
parçalan, sinek, çeşitli böcekler verebilirsiniz. (Kaplumbağa
bitki yer.) Ekmek
atmayın.