|
BULUNMAZ HİNT KUMAŞI
Nankörlük etmeyiniz! "Bulunmaz Hint Kumaşı" tanımlaması bile yetersiz! Annesi Alman, babası Rıza Derviş, Yahudi asıllı (Sabataycı) Turk, eşi Amerikalı ve kendisi
ABD yurttaşı bir bakanımız oldu! Şimdi "ABD vatandaşlığına geçerken izin almış mı?" diye saçmalamayın! Karşınızda Fazilet Partili Merve Kavakçı yok! Ayrıca Kemal Derviş'in annesi, 2. Dünya Savaşı sırasında
Nazi Almanya'sının Turkiye'de büyükelçilik yapan ünlü ismi Franz Von Papen'in sekreteriymiş! "Anasına bak kızını al" diye bir atasözümüz var, fakat oğlunu ne yapacağımız konusunda elimizde bir talimat yoktu.
Sayin Ecevit sayesinde bu atasözümüze "oğlunu da bakan yap" diye bir ekleme yapabiliriz. Orta öğrenimini İsviçre'de, universite eğitimini İngiltere'de, doktorasını ABD'de yapmış sayın bakanımız. Türkiye'de de
bakanlık yapıp, ekonomiyi iyice karaya oturttuktan sonra, soluğu ülkesinde alıp, Miami sahillerinde satın alacağı saray yavrusunda emekliliğin tadını çıkaracağından hiç kuşkum yok. Bunların hepsi bir kenara! Daha önce ABD bizi
yönetecek kişileri bizim aramızdan seçerdi. Şimdi ise kendi yurttaşları arasından seçiyor! Onların da bize güveni kalmadı anlaşılan.
Can Macit ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Arnavut asıllı olduğunu
söyleyen: bizzat Kemal Derviş'in kendisidir! Annesinin Alman, eşinin ABD yurttaşı olduğunu söylediği gibi. Ben babasının 1923'de Yunanistan'dan ülkemize göç eden, Yahudi asıllı (Sabetaycı) vatandaşlardan olduğunu yazdım. Bunun
doğruluğunu size ispat edemem şüphesiz. Aynen İsmail Cem İpekçi'nin, Abdi İpekçi'nin, Dinç Bilgin'in, Coşkun Kırca'nın, Ahmet Emin Yalman'ın, Kemal Gürüz
'ün, Emre Gönensay'ın, Rahşan Ecevit'in, Halil Bezmen'in de Yahudi asıllı olduğunu ispat edemeyeceğim gibi.. Gerçi Halil Bezmen: "Başına gelenlerin Yahudi asıllı olmasından
kaynaklandığını ve bu yüzden kendisi ile uğraşıldığını" söylemiştir. Bu ülkede 1942 yılında uygulamaya konulan Varlık Vergisi ile "Sabetaycı" veya "Selanik dönmesi" denilen insanlardan aşırı vergi
alındığını herkes bilir. Bunlara Halil Bezmen'in ailesi de dahildir! Fakat Halil Bezmen'e de "Yahudi asıllı olduğunu ispatla!" deseniz, o bile ispatlayamaz! Kağıt üzerinde Fevziye Mektepleri'nin, Şişli Terakki
Lisesi'nin, Işık Üniversitesi'nin de diğer eğitim kurumlarından farkı yoktur! Fakat bunların Sabetaycı yurttaşlarımıza ait olduğunu Mısır'daki Sağır Sultan hariç herkes biliyor! Siz ne istiyorsunuz beyefendi? Muhtardan
tastikli kağıt filan mı? Aslında adamın etnik kimliği umurumda bile değil! Benim canımı sıkan: 65 milyon Türk insanının enayi yerine koyulduğu bu ucuz oyunda, Kemal Derviş isimli şahsın, oyunda rol kapmada gösterdiği heves!
Bu ülke iki yıldır Dünya Bankası ve IMF tarafından desteklenen ve denetlenen bir ekonomi politikası uygulamakta. Dünya Bankası'nda üst düzey yönetici olarak bulunan Kemal Derviş, bu süre içerisinde o engin bilgisinden(!) bizi
niye mahrum bıraktı da, ekonomimiz bu duruma düştü? Lafı daha fazla uzatmaya gerek yok! "Yaşayan görür!" demişler beyefendi. Bu sefer fazla beklemeyeceğiz...
Can Macit ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~ Yusuf Salman
Geçenlerde sahafları dolaşırken elime "Atatürk-İnönü-Menderes-Gürsel Dönemlerinin Ermeni-Rum-Yahudi Asıllı Milletvekilleri" adlı bir
kitap geçti. Süleyman Yeşilyurt adında, muhtemelen katıksız faşist biri tarafından yazılmış. Yorumlarını bir tarafa bırakacak olursak, derli toplu bir kaynak olması bakımından fena değil.
Kitapta XI. dönem İstanbul
Milletvekili Yusuf Salman'nın Selanik kökenli bir Yahudi olduğundan söz ediyor. Ben bu kişinin Sabetaycı olabileceği düşüncesine kapıldım. Yazar, Yusuf Salman'ın devlet kredisi alıp İsrail'in Hayfa kentinde ilk plastik
tesislerini kurduğunu, aynı zamanda üzt düzey bir mason olduğunu ileri sürüyor. Bir de şöyle bir bilgi var: "...Meclis yıllıklarını araştırırken Selanikli Ayşe Günel gözüme takıldı. Türkçe öğretmeni olan bu
milletvekilimiz, aslen Yahudi değildir. Ancak Yusuf Salman'la hemşerilik bağlarının bulunduğu inkar edilemez. Aynı dönem İstanbul milletvekili olan Ayşe Günel, Yusuf Salman'ın masonik eğilimlerine mahkum kalarak, Türkiyemiz
için büyük tehlike olan vs..." Yusuf Salman, 28 Kasım 1960'ta ölmüş.
Atilla ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yahoo'dan taranınca şöyle görünüyor :
"Jewish Surnames of Turkey (Part 3.) ... 189. Salman. Yosef Salmona (Yusuf Salman). 189. Salman. Yusuf Salman. 190. Salmona. Yosef Salmona (Yusuf Salman). ... http://www.sephardicstudies.org/turks3.html " (Sayfa kapanmışsa buraya tıklayınız!)
Ancak sayfa çok uzun ve ben açamıyorum, eğer bahsedilen aynı şahıs ise, Yesevizade Yusuf Salman'ın doğum tarihini 1888 olarak vermiş, böyle bir çakışma vardır. Eğer öyleyse de
Sabetaycı değil demektir. ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~ TAKİYYE CUMHURİYETİ!
Türkiye'de siyasi bir yol seçip, halkın oyları ile iktidara sahip
olmak için yola çıkan ve özel yaşamında "dindar" olarak bilinen herkes için mutlaka bir "TAKİYYECİ" yakıştırması yapılır.
Vaktiyle rahmetli Turgut Özal için de takiyyeci denildi!
Takiyye, tam
bir Takiyye Cumhuriyeti olan bu topraklarda, sistemin keskin bir kılıcı anlamına geliyor. Bu "TAKİYYE KILICI" ülkenin yönetimine katılmak isteyen dindar insanlar aleyhine öyle bir kullanılıyor ki, kılıcın her iki
tarafı da kesiyor!
Anıtkabir'i ziyaret için gider ve anıta çelenk koyarsın. Eğer dindar bir insansan bu yaptığın işin adı "TAKİYYE"dir. Anıtkabir'i ziyaret için gitmez ve anıta çelenk koymazsan sistem seni
"DÜŞMAN" ilan ediyor! Tam bir "sakal–tükürük meselesi", tam bir "dilemma."
Tayyip Erdoğan hareketi vesilesiyle Türkiye'de "takiyyenin yeni yeni tanımları" yapılmaya
başlandı. Oraya gelmeden önce sözlük anlamına göz atalım:
Takiyye en basit haliyle, zarar gelir korkusuyla gerçek inancı gizlemek anlamına geliyor.
Rahmetli Turgut Özal için "Takiyyeci" tabirini ilk
defa bir "Amerikan Yahudisi" kullandı. Bu kullanımı Türkiye'ye taşıyan ise Hasan Cemal'dir. Cemal, Özal'ın nasıl bir takiyyeci olduğunu anlatırken onun Avrupa Birliği taraftarı olmasını bile takiyye cenahından
yorumluyor:
"Bugün Batı'dan yana görünen Turgut Özal, yarın sırtını Batı'ya dönebilir mi? Batı ne anlam taşıyor onun için? Avrupa Topluluğu'na tam üyelik için 1987 Nisan ayında başvuran o olmadı mı?
Öyle;
ama AT zaten Türkiye'yi kendi içinde görmek istemiyor ki! (Demek ki AT da takiyyeci! N.G.) Tipik bir şark kurnazı olarak bu durumdan yararlanabilir ANAP lideri. Nasıl? Avrupa Topluluğu'na karşı gözükmesinin anlamı yoktur; çünkü
kredi, yabancı sermaye demektir onun için topluluktan yana olmak. AT fonlarının da katkısıyla ekonomisi güçlenmiş bir Türkiye'nin başında İslam âlemine açılmayı böylesine bir lider ülke olmayı düşleyemez mi?..(Özal Hikayesi,
Hasan Cemal, s.18)
Bu Özal için yapılan takiyye tanımıydı. Bugünlerde Tayyip Erdoğan için yapılan ve adeta ona "Takiyye Erdoğan" diyenlerin tanımı ise şöyle:
"Kopenhag Kriterleri, demokrasinin
evrensel ilkeleri, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi sözleri ardı ardına sıralamak; ama bunların hayattaki gerçek karşılıkları üzerine konuşmamak, somut olaylarda bunlara göre tavır almaktan kaçınmak 'takiyye'dir." (
Okay Gönensin, Sabah, 30 Ağustos 2001)
Fena bir tanım değil. Buna göre Takiyye evrensel senetleri, Avrupa
standartlarını kabul etmemek anlamına geliyor. Özelde Tayyip Erdoğan için yapılmış olduğu bilinmese bu tanım içine Türkiye'yi "TAKİYYE CUMHURİYETİ" diye oturtmak pekala mümkündür. Çünkü gerçekte AB normlarına uymayan,
uyuyor gibi yapan bir ülkeden söz ediyoruz!
Hayır, takiyye bir sahtekârlık değildir. Haydi onu bir tür sahtekarlık olarak kabul edelim. Peki insanların dinî duygu ve düşüncelerini açıkça söylemesini engelleyen düzenin
adı nedir?
Haydi hep beraber söyleyelim: "FAŞİZM!"
Bir ülkenin demokratik olup olmadığının artık yeni bir ölçüsü var. EĞER O ÜLKEDE İNSANLAR TAKİYYE YAPMAK ZORUNDA KALIYORLARSA O ÜLKEYE FAŞİST
DENİLEBİLİR. İnsanların hiç takiyye ihtiyacı hissetmeden düşüncelerini açıkça ifade edebildiği ülkelere de DEMOKRATİK ÜLKE denir. TAKİYYENİN KRALI FAŞİST REJİMLERDE OLUR!
Gelelim Tayyip Erdoğan'ın açıkça cevap vermediği sorulara.
Ona sorulan ve bir türlü açık cevabı alınamayan "ŞERİATÇI MISINIZ?" sorusunun Takiyye Cumhuriyeti'nde cevabı yok da ondan Tayyip Erdoğan cevap
vermiyor. Soruyu soranlar ya kendilerini çok akıllı, muhatabını aptal zannediyor, ya da başka amaçları var. Böyle bir soruya "evet" derse şiir okuduğunda nasıl KODESİ BOYLADIYSA, aynısı olacak. Hayır derse
"DİNDEN ÇIKMIŞ" olacak!
Tayyip Bey için TAKİYYE YAPMAKTAN BAŞKA YOL BIRAKMIYORLAR Kİ!
NUH GÖNÜLTAŞ - ZAMAN 31.08.2001 ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Hüzün ve Üsküdar
RAHMETLİ annem 1908’de
Üsküdar’da, Karacaahmed Mezarlığı’ndan çarşıya doğru inen yolun kenarındaki küçük bir ahşap evde doğmuş. Aradan altmış küsur yıl geçtikten sonra bir gün merhume teyzem Hamdune hanımla birlikte o sokağa gitmişler,
evin kapısını çalmışlar. Açan kişiye “Bizim çocukluğumuz bu evde geçmişti, izin verirseniz kısa bir müddet için girebilir miyiz?” demişler. Eksik olmasınlar evdekiler “Tabiî, buyurun efendim” diyerek
onları içeriye almış ve iki ihtiyar kadın orada mezarlığa bakan sedire oturup hıçkıra hıçkıra ağlamışlar.
Üsküdar Belediye Başkanı Yılmaz Bayat beyefendi ile hususî kalem müdürü Veli Saylam beyefendinin gayret ve
himmetleriyle yayınlanmış olan “Vakar ve Hüzün - Üsküdar Fotoğrafları” (1999 İst.) başlığını taşıyan güzel kitabı tedkik ederken birden bire hatırıma annemle teyzemin o eski küçük Üsküdar evine gidip ağlamaları
geldi.
Benim Üsküdar ile ilgili hatıralarım 40’lı yıllara kadar dayanır. 1940’da Galatasaray mektebinin Ortaköy’deki ilk kısmına yatılı olarak kaydedilmiştim. Mektep binası deniz kenarındaydı. Tam beş
yıl Kuzguncuk’u, Üsküdar’ı seyrettim. Üsküdar o zamanlar bugünkü gibi taş ve beton yığını değildi. Ahşap eski zaman evleri, bahçeler, ağaçlar beldesiydi. Nüfusu azdı, halkı muhafazakârdı, dindardı. Vapur iskelesine
çıktınız mı tramvaylar vardı. Bir hattı ta Kısıklı’ya kadar giderdi. Kadıköy tramvayına binerseniz aktarma yaparak Bostancı’ya, Moda’ya, Fenerbahçe’ye kadar uzanabilirdiniz.
Ben yıllarca
Üsküdar’da oturdum. 50’li yıllarda Sultantepesi’nde Kazanlı Abdullah beyin köşkünün bir bölümünde kiracı olarak ikamet ettik. Abdullah bey Bolşevik ihtilâlinde Rusya’ya gitmiş ve bir daha dönmemiş.
Köşkte çok zengin bir kütüphanesi varmış. Bizim kiracılık zamanımızda kızı Naciye hanım vardı. Naciye hanımın zevci doktor Sibgatullah beymiş. Abdullah Battal Taymas, bir kitabında Sibgatullah beyi, kendisine muayene için gelen
fakirlere, reçete kağıdının içine dürerek ilaç parasını da verdiğini yazar. İslâm tıbbında böyledir. Zengin müşteriler vizite ücreti verirler, fakirlerden ise para alınmaz. Şimdi Müslüman tabibler bu güzel töreyi devam
ettiriyor mu?
Kazanlı Abdullah beyin köşkü geniş bir bahçe içindeydi. Boğaz, Dolmabahçe Sarayı, Cihangir bütün nefasetiyle görünürdü. Gece yatakta, denizden geçen buharlı gemilerin uskur (pervane) gümbürtülerini
duyardım. Fecir vakti, Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’nde okunan ezanlar da duyulurdu. Bitişikteki köşk vaktiyle Vefik Ahmet Paşa’ya aitmiş. Biraz yukarıda Özbekler Tekkesi vardı.
Üsküdar’da
Paşalimanı Caddesi’nden yukarı çıkan Hüseyin Baykara Sokağı’ndaki bir evde de bir sene kiracı olarak ikamet ettim. Fıstıkağacı civarında da oturduk. Merhum üstad Mahir İz beyefendi o semtte doktor Keleşyan’a
ait bir evde otururdu.
Fıstıkağacı’ndan Üsküdar’a doğru inerken her taraf boştu, kırlık araziydi. Bostanlar vardı. Sağ tarafta Selanik Dönmeleri Mezarlığı -ki halen duruyor- yer alırdı. Çok eskiden oralarda
bülbüller öter, halk dinlemeye gelirmiş. Şimdi bülbül falan kalmadı, her yeri kargalar sardı. Çılgın ve kuduz yapılaşma esnasında tarihî fıstıkağacını bile kesip attılar.Ah, o ağaca nasıl kıydılar?
Köprü’den
Üsküdar’a küçük buharlı gemiler sefer ederdi. İnbisat, İnşirah, Halâs... Bugün gazetesini çıkardığım yıllarda Cağaloğlu’ndan Eminönü’ne iner, gece yarısından sonra kalkan en son vapurla karşıya geçerdim.
Vapurun yaşlı bir çaycısı vardı. Garsonu yoktu, önce çayı demler, sonra bardakları tepsiye doldurur, müşterilere dağıtırdı. Bana “ister misiniz?” diye sormazdı. Onun devamlı müşterisiydim. Çok güzel çay yapardı.
Eminönü’ndeki son vapuru kaçırdığım zaman Kabataş’a yollanır, oradan karşıya araba vapurlarıyla geçerdim. O tarihte Boğaz’da köprü olmadığı için bu vapurlar sabaha kadar çalışırdı. Yandan çarklı tarihî ve
antika bir Sahilbend vardı ki, ona binmekten ayrı bir haz alırdım.
Üsküdar İskelesi’nin karşısındaki Mihrimah Sultan Cami-i Şerifi’nin arkasında bahçeli ahşap evler ve konaklar mevcuttu. Bunların hepsi
yıkıldı, yerlerine suratsız beton binalar yapıldı. Bu yeni binalar ne kadar çirkin ve iğrenç...
Artık eski Üsküdar yok. Eski köşkler, ahşap evler, yalılar tarihe karıştı. Tek katlı, tahta kepenkli küçük dükkanlar, salaş
kahveler, Arnavut kaldırımları yok oldu. Eski insanlar, çarşaflı, siyah başörtülü ürkek ve hüzünlü kadınlar, utangaç çocuklar, mütevekkil halk başka bir âleme göçtü. Gerçekten hüzün verici bir değişim oldu. Bunu herkes anlamaz.
Üsküdar Belediyesi’nin neşrettiği “Vakar ve Hüzün -Üsküdar Fotoğrafları” başlıklı albüm gerçekten sanatkârâne bir kitap. Belediye Başkanı Yılmaz Bayat beyi ve esere emek veren diğer kişileri tebrik
ediyor ve buna benzer daha nice güzel kitaplar yayınlamaya muvaffak olmalarını niyaz ediyorum.
Şaşkın Fanatikler
“O Müslüman benim gibi düşünmüyor; benim meşrebimden ve mezhebimden değil; görüşleri ve
tercihleri başka. O halde o kötü bir Müslümandır, yanılmaktadır...” Böyle hüküm verenler ne büyük bir hatâ ve şaşkınlık içindedirler.
Müslümanlar çeşitlilik içinde birlik teşkil ederler. Müslümanların
meşreblerinin, mezheblerinin, görüşlerinin, tercihlerinin, tarikatlarının bir olması gerekmez.
Önemli olan Müslümanın itikadının sahih olması, Şeriat’ın kesin emirlerini yerine getirmesi, yasaklarından
kaçınmasıdır. Meşrebi yüzünden Müslümanı tenkit etmek, sapıklıkla suçlamak büyük bir kendini bilmezliktir.
Müslüman Hanefî veya Şafiî olabilir, Nakşî veya Kadirî olabilir, medrese veya tekke zihniyetli olabilir, şu veya
bu metodu uygun görebilir. Kimsenin bu yüzden ona hakaret etmeye, onu dışlamaya hakkı yoktur.
Bizim dinimiz İslâm dinidir. Mezhebimiz, tarikatımız, meşrebimiz, tercihimiz, görüşümüz, uygun bulduğumuz metod ve çalışma
sistemi din değildir, din ile özdeşleştirilemez.
Mezhebi, meşrebi, tercihi, metodu, fırkayı, hizbi, cemaati din ile özdeşleştirenler sapıktır. Aşırılıkları ve fanatizmleri ile İslâm kardeşliğini zedelemekte, ümmet içine
fitne ve fesat sokmakta, nifak ve şikaka sebebiyet vermektedirler. Mehmed Şevket EYGİ
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
|