BULUNMAZ HİNT KUMAŞI

Nankörlük etmeyiniz! "Bulunmaz Hint Kumaşı" tanımlaması bile yetersiz!
Annesi Alman, babası Rıza Derviş, Yahudi asıllı (Sabataycı) Turk, eşi Amerikalı ve kendisi ABD yurttaşı bir bakanımız oldu!  Şimdi "ABD vatandaşlığına geçerken izin almış mı?" diye saçmalamayın! Karşınızda Fazilet Partili Merve Kavakçı yok!
Ayrıca Kemal Derviş'in annesi, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya'sının  Turkiye'de büyükelçilik yapan ünlü ismi Franz Von Papen'in sekreteriymiş! "Anasına bak kızını al" diye bir atasözümüz var, fakat oğlunu ne yapacağımız konusunda elimizde bir talimat yoktu. Sayin Ecevit sayesinde bu atasözümüze "oğlunu da bakan yap" diye bir ekleme yapabiliriz.
Orta öğrenimini İsviçre'de, universite eğitimini İngiltere'de, doktorasını ABD'de yapmış sayın bakanımız. Türkiye'de de bakanlık yapıp, ekonomiyi iyice karaya oturttuktan sonra, soluğu ülkesinde alıp, Miami sahillerinde satın alacağı saray yavrusunda emekliliğin tadını çıkaracağından hiç kuşkum yok. Bunların hepsi bir kenara! Daha önce ABD bizi yönetecek kişileri bizim aramızdan seçerdi. Şimdi ise kendi yurttaşları arasından seçiyor! Onların da bize güveni kalmadı anlaşılan.

Can Macit
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Arnavut asıllı olduğunu söyleyen: bizzat Kemal Derviş'in kendisidir! Annesinin Alman, eşinin ABD yurttaşı olduğunu söylediği gibi. Ben babasının 1923'de Yunanistan'dan ülkemize göç eden, Yahudi asıllı (Sabetaycı) vatandaşlardan olduğunu yazdım. Bunun doğruluğunu size ispat edemem şüphesiz. Aynen İsmail Cem İpekçi'nin, Abdi İpekçi'nin, Dinç Bilgin'in, Coşkun Kırca'nın, Ahmet Emin Yalman'ın, Kemal Gürüz 'ün, Emre Gönensay'ın, Rahşan Ecevit'in, Halil Bezmen'in de Yahudi asıllı olduğunu ispat edemeyeceğim gibi..
Gerçi Halil Bezmen: "Başına gelenlerin Yahudi asıllı olmasından kaynaklandığını ve bu yüzden kendisi ile uğraşıldığını" söylemiştir. Bu ülkede 1942 yılında uygulamaya konulan Varlık Vergisi ile "Sabetaycı" veya "Selanik dönmesi" denilen insanlardan aşırı vergi alındığını herkes bilir. Bunlara Halil Bezmen'in ailesi de dahildir! Fakat Halil Bezmen'e de "Yahudi asıllı olduğunu ispatla!" deseniz, o bile ispatlayamaz!
Kağıt üzerinde Fevziye Mektepleri'nin, Şişli Terakki Lisesi'nin, Işık Üniversitesi'nin de diğer eğitim kurumlarından farkı yoktur! Fakat bunların Sabetaycı yurttaşlarımıza ait olduğunu Mısır'daki Sağır Sultan hariç herkes biliyor!
Siz ne istiyorsunuz beyefendi? Muhtardan tastikli kağıt filan mı? Aslında adamın etnik kimliği umurumda bile değil! Benim canımı sıkan: 65 milyon Türk insanının enayi yerine koyulduğu bu ucuz oyunda, Kemal Derviş isimli şahsın, oyunda rol kapmada gösterdiği heves!
Bu ülke iki yıldır Dünya Bankası ve IMF tarafından desteklenen ve denetlenen bir ekonomi politikası uygulamakta. Dünya Bankası'nda üst düzey yönetici olarak bulunan Kemal Derviş, bu süre içerisinde o engin bilgisinden(!) bizi niye mahrum bıraktı da, ekonomimiz bu duruma düştü?
Lafı daha fazla uzatmaya gerek yok! "Yaşayan görür!" demişler beyefendi. Bu sefer fazla beklemeyeceğiz...

Can Macit
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yusuf Salman

Geçenlerde sahafları dolaşırken elime "Atatürk-İnönü-Menderes-Gürsel Dönemlerinin Ermeni-Rum-Yahudi Asıllı Milletvekilleri" adlı bir kitap geçti. Süleyman Yeşilyurt adında, muhtemelen katıksız faşist biri tarafından yazılmış. Yorumlarını bir tarafa bırakacak olursak, derli toplu bir kaynak olması bakımından fena değil.

Kitapta XI. dönem İstanbul Milletvekili Yusuf Salman'nın Selanik kökenli bir Yahudi olduğundan söz ediyor. Ben bu kişinin Sabetaycı olabileceği düşüncesine kapıldım. Yazar, Yusuf Salman'ın devlet kredisi alıp İsrail'in Hayfa kentinde ilk plastik tesislerini kurduğunu, aynı zamanda üzt düzey bir mason olduğunu ileri sürüyor. Bir de şöyle bir bilgi var: "...Meclis yıllıklarını araştırırken Selanikli Ayşe Günel gözüme takıldı. Türkçe öğretmeni olan bu milletvekilimiz, aslen Yahudi değildir. Ancak Yusuf Salman'la hemşerilik bağlarının bulunduğu inkar edilemez. Aynı dönem İstanbul milletvekili olan Ayşe Günel, Yusuf Salman'ın masonik eğilimlerine mahkum kalarak, Türkiyemiz için büyük tehlike olan vs..." Yusuf Salman, 28 Kasım 1960'ta ölmüş.

Atilla ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Yahoo'dan taranınca şöyle görünüyor :
"Jewish Surnames of Turkey (Part 3.)
... 189. Salman. Yosef Salmona (Yusuf Salman). 189. Salman.
Yusuf Salman. 190. Salmona. Yosef Salmona (Yusuf Salman). ...
http://www.sephardicstudies.org/turks3.html " (Sayfa kapanmışsa buraya tıklayınız!)

Ancak sayfa çok uzun ve ben açamıyorum, eğer bahsedilen aynı şahıs ise, Yesevizade Yusuf Salman'ın doğum tarihini 1888 olarak vermiş, böyle bir çakışma vardır. Eğer öyleyse de Sabetaycı değil demektir.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
TAKİYYE CUMHURİYETİ!

Türkiye'de siyasi bir yol seçip, halkın oyları ile iktidara sahip olmak için yola çıkan ve özel yaşamında "dindar" olarak bilinen herkes için mutlaka bir "TAKİYYECİ" yakıştırması yapılır.

Vaktiyle rahmetli Turgut Özal için de takiyyeci denildi!

Takiyye, tam bir Takiyye Cumhuriyeti olan bu topraklarda, sistemin keskin bir kılıcı anlamına geliyor. Bu "TAKİYYE KILICI" ülkenin yönetimine katılmak isteyen dindar insanlar aleyhine öyle bir kullanılıyor ki, kılıcın her iki tarafı da kesiyor!

Anıtkabir'i ziyaret için gider ve anıta çelenk koyarsın. Eğer dindar bir insansan bu yaptığın işin adı "TAKİYYE"dir. Anıtkabir'i ziyaret için gitmez ve anıta çelenk koymazsan sistem seni "DÜŞMAN" ilan ediyor! Tam bir "sakal–tükürük meselesi", tam bir "dilemma."

Tayyip Erdoğan hareketi vesilesiyle Türkiye'de "takiyyenin yeni yeni tanımları" yapılmaya başlandı. Oraya gelmeden önce sözlük anlamına göz atalım:

Takiyye en basit haliyle, zarar gelir korkusuyla gerçek inancı gizlemek anlamına geliyor.

Rahmetli Turgut Özal için "Takiyyeci" tabirini ilk defa bir "Amerikan Yahudisi" kullandı. Bu kullanımı Türkiye'ye taşıyan ise Hasan Cemal'dir. Cemal, Özal'ın nasıl bir takiyyeci olduğunu anlatırken onun Avrupa Birliği taraftarı olmasını bile takiyye cenahından yorumluyor:

"Bugün Batı'dan yana görünen Turgut Özal, yarın sırtını Batı'ya dönebilir mi? Batı ne anlam taşıyor onun için? Avrupa Topluluğu'na tam üyelik için 1987 Nisan ayında başvuran o olmadı mı?

Öyle; ama AT zaten Türkiye'yi kendi içinde görmek istemiyor ki! (Demek ki AT da takiyyeci! N.G.) Tipik bir şark kurnazı olarak bu durumdan yararlanabilir ANAP lideri. Nasıl? Avrupa Topluluğu'na karşı gözükmesinin anlamı yoktur; çünkü kredi, yabancı sermaye demektir onun için topluluktan yana olmak. AT fonlarının da katkısıyla ekonomisi güçlenmiş bir Türkiye'nin başında İslam âlemine açılmayı böylesine bir lider ülke olmayı düşleyemez mi?..(Özal Hikayesi, Hasan Cemal, s.18)

Bu Özal için yapılan takiyye tanımıydı. Bugünlerde Tayyip Erdoğan için yapılan ve adeta ona "Takiyye Erdoğan" diyenlerin tanımı ise şöyle:

"Kopenhag Kriterleri, demokrasinin evrensel ilkeleri, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi sözleri ardı ardına sıralamak; ama bunların hayattaki gerçek karşılıkları üzerine konuşmamak, somut olaylarda bunlara göre tavır almaktan kaçınmak 'takiyye'dir." ( Okay Gönensin, Sabah, 30 Ağustos 2001)

Fena bir tanım değil. Buna göre Takiyye evrensel senetleri, Avrupa standartlarını kabul etmemek anlamına geliyor. Özelde Tayyip Erdoğan için yapılmış olduğu bilinmese bu tanım içine Türkiye'yi "TAKİYYE CUMHURİYETİ" diye oturtmak pekala mümkündür. Çünkü gerçekte AB normlarına uymayan, uyuyor gibi yapan bir ülkeden söz ediyoruz!

Hayır, takiyye bir sahtekârlık değildir. Haydi onu bir tür sahtekarlık olarak kabul edelim. Peki insanların dinî duygu ve düşüncelerini açıkça söylemesini engelleyen düzenin adı nedir?

Haydi hep beraber söyleyelim: "FAŞİZM!"

Bir ülkenin demokratik olup olmadığının artık yeni bir ölçüsü var. EĞER O ÜLKEDE İNSANLAR TAKİYYE YAPMAK ZORUNDA KALIYORLARSA O ÜLKEYE FAŞİST DENİLEBİLİR. İnsanların hiç takiyye ihtiyacı hissetmeden düşüncelerini açıkça ifade edebildiği ülkelere de DEMOKRATİK ÜLKE denir. TAKİYYENİN KRALI FAŞİST REJİMLERDE OLUR!

Gelelim Tayyip Erdoğan'ın açıkça cevap vermediği sorulara.

Ona sorulan ve bir türlü açık cevabı alınamayan "ŞERİATÇI MISINIZ?" sorusunun Takiyye Cumhuriyeti'nde cevabı yok da ondan Tayyip Erdoğan cevap vermiyor. Soruyu soranlar ya kendilerini çok akıllı, muhatabını aptal zannediyor, ya da başka amaçları var. Böyle bir soruya "evet" derse şiir okuduğunda nasıl KODESİ BOYLADIYSA, aynısı olacak. Hayır derse "DİNDEN ÇIKMIŞ" olacak!

Tayyip Bey için TAKİYYE YAPMAKTAN BAŞKA YOL BIRAKMIYORLAR Kİ!

NUH GÖNÜLTAŞ - ZAMAN 31.08.2001
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Hüzün ve Üsküdar

RAHMETLİ annem 1908’de Üsküdar’da, Karacaahmed Mezarlığı’ndan çarşıya doğru inen yolun kenarındaki küçük bir ahşap evde doğmuş. Aradan altmış küsur yıl geçtikten sonra bir gün merhume teyzem Hamdune hanımla birlikte o sokağa gitmişler, evin kapısını çalmışlar. Açan kişiye “Bizim çocukluğumuz bu evde geçmişti, izin verirseniz kısa bir müddet için girebilir miyiz?” demişler. Eksik olmasınlar evdekiler “Tabiî, buyurun efendim” diyerek onları içeriye almış ve iki ihtiyar kadın orada mezarlığa bakan sedire oturup hıçkıra hıçkıra ağlamışlar.

Üsküdar Belediye Başkanı Yılmaz Bayat beyefendi ile hususî kalem müdürü Veli Saylam beyefendinin gayret ve himmetleriyle yayınlanmış olan “Vakar ve Hüzün - Üsküdar Fotoğrafları” (1999 İst.) başlığını taşıyan güzel kitabı tedkik ederken birden bire hatırıma annemle teyzemin o eski küçük Üsküdar evine gidip ağlamaları geldi.

Benim Üsküdar ile ilgili hatıralarım 40’lı yıllara kadar dayanır. 1940’da Galatasaray mektebinin Ortaköy’deki ilk kısmına yatılı olarak kaydedilmiştim. Mektep binası deniz kenarındaydı. Tam beş yıl Kuzguncuk’u, Üsküdar’ı seyrettim. Üsküdar o zamanlar bugünkü gibi taş ve beton yığını değildi. Ahşap eski zaman evleri, bahçeler, ağaçlar beldesiydi. Nüfusu azdı, halkı muhafazakârdı, dindardı. Vapur iskelesine çıktınız mı tramvaylar vardı. Bir hattı ta Kısıklı’ya kadar giderdi. Kadıköy tramvayına binerseniz aktarma yaparak Bostancı’ya, Moda’ya, Fenerbahçe’ye kadar uzanabilirdiniz.

Ben yıllarca Üsküdar’da oturdum. 50’li yıllarda Sultantepesi’nde Kazanlı Abdullah beyin köşkünün bir bölümünde kiracı olarak ikamet ettik. Abdullah bey Bolşevik ihtilâlinde Rusya’ya gitmiş ve bir daha dönmemiş. Köşkte çok zengin bir kütüphanesi varmış. Bizim kiracılık zamanımızda kızı Naciye hanım vardı. Naciye hanımın zevci doktor Sibgatullah beymiş. Abdullah Battal Taymas, bir kitabında Sibgatullah beyi, kendisine muayene için gelen fakirlere, reçete kağıdının içine dürerek ilaç parasını da verdiğini yazar. İslâm tıbbında böyledir. Zengin müşteriler vizite ücreti verirler, fakirlerden ise para alınmaz. Şimdi Müslüman tabibler bu güzel töreyi devam ettiriyor mu?

Kazanlı Abdullah beyin köşkü geniş bir bahçe içindeydi. Boğaz, Dolmabahçe Sarayı, Cihangir bütün nefasetiyle görünürdü. Gece yatakta, denizden geçen buharlı gemilerin uskur (pervane) gümbürtülerini duyardım. Fecir vakti, Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’nde okunan ezanlar da duyulurdu. Bitişikteki köşk vaktiyle Vefik Ahmet Paşa’ya aitmiş. Biraz yukarıda Özbekler Tekkesi vardı.

Üsküdar’da Paşalimanı Caddesi’nden yukarı çıkan Hüseyin Baykara Sokağı’ndaki bir evde de bir sene kiracı olarak ikamet ettim. Fıstıkağacı civarında da oturduk. Merhum üstad Mahir İz beyefendi o semtte doktor Keleşyan’a ait bir evde otururdu.

Fıstıkağacı’ndan Üsküdar’a doğru inerken her taraf boştu, kırlık araziydi. Bostanlar vardı. Sağ tarafta Selanik Dönmeleri Mezarlığı -ki halen duruyor- yer alırdı. Çok eskiden oralarda bülbüller öter, halk dinlemeye gelirmiş. Şimdi bülbül falan kalmadı, her yeri kargalar sardı. Çılgın ve kuduz yapılaşma esnasında tarihî fıstıkağacını bile kesip attılar.Ah, o ağaca nasıl kıydılar?

Köprü’den Üsküdar’a küçük buharlı gemiler sefer ederdi. İnbisat, İnşirah, Halâs... Bugün gazetesini çıkardığım yıllarda Cağaloğlu’ndan Eminönü’ne iner, gece yarısından sonra kalkan en son vapurla karşıya geçerdim. Vapurun yaşlı bir çaycısı vardı. Garsonu yoktu, önce çayı demler, sonra bardakları tepsiye doldurur, müşterilere dağıtırdı. Bana “ister misiniz?” diye sormazdı. Onun devamlı müşterisiydim. Çok güzel çay yapardı. Eminönü’ndeki son vapuru kaçırdığım zaman Kabataş’a yollanır, oradan karşıya araba vapurlarıyla geçerdim. O tarihte Boğaz’da köprü olmadığı için bu vapurlar sabaha kadar çalışırdı. Yandan çarklı tarihî ve antika bir Sahilbend vardı ki, ona binmekten ayrı bir haz alırdım.

Üsküdar İskelesi’nin karşısındaki Mihrimah Sultan Cami-i Şerifi’nin arkasında bahçeli ahşap evler ve konaklar mevcuttu. Bunların hepsi yıkıldı, yerlerine suratsız beton binalar yapıldı. Bu yeni binalar ne kadar çirkin ve iğrenç...

Artık eski Üsküdar yok. Eski köşkler, ahşap evler, yalılar tarihe karıştı. Tek katlı, tahta kepenkli küçük dükkanlar, salaş kahveler, Arnavut kaldırımları yok oldu. Eski insanlar, çarşaflı, siyah başörtülü ürkek ve hüzünlü kadınlar, utangaç çocuklar, mütevekkil halk başka bir âleme göçtü. Gerçekten hüzün verici bir değişim oldu. Bunu herkes anlamaz.

Üsküdar Belediyesi’nin neşrettiği “Vakar ve Hüzün -Üsküdar Fotoğrafları” başlıklı albüm gerçekten sanatkârâne bir kitap. Belediye Başkanı Yılmaz Bayat beyi ve esere emek veren diğer kişileri tebrik ediyor ve buna benzer daha nice güzel kitaplar yayınlamaya muvaffak olmalarını niyaz ediyorum.

Şaşkın Fanatikler

“O Müslüman benim gibi düşünmüyor; benim meşrebimden ve mezhebimden değil; görüşleri ve tercihleri başka. O halde o kötü bir Müslümandır, yanılmaktadır...” Böyle hüküm verenler ne büyük bir hatâ ve şaşkınlık içindedirler.

Müslümanlar çeşitlilik içinde birlik teşkil ederler. Müslümanların meşreblerinin, mezheblerinin, görüşlerinin, tercihlerinin, tarikatlarının bir olması gerekmez.

Önemli olan Müslümanın itikadının sahih olması, Şeriat’ın kesin emirlerini yerine getirmesi, yasaklarından kaçınmasıdır. Meşrebi yüzünden Müslümanı tenkit etmek, sapıklıkla suçlamak büyük bir kendini bilmezliktir.

Müslüman Hanefî veya Şafiî olabilir, Nakşî veya Kadirî olabilir, medrese veya tekke zihniyetli olabilir, şu veya bu metodu uygun görebilir. Kimsenin bu yüzden ona hakaret etmeye, onu dışlamaya hakkı yoktur.

Bizim dinimiz İslâm dinidir. Mezhebimiz, tarikatımız, meşrebimiz, tercihimiz, görüşümüz, uygun bulduğumuz metod ve çalışma sistemi din değildir, din ile özdeşleştirilemez.

Mezhebi, meşrebi, tercihi, metodu, fırkayı, hizbi, cemaati din ile özdeşleştirenler sapıktır. Aşırılıkları ve fanatizmleri ile İslâm kardeşliğini zedelemekte, ümmet içine fitne ve fesat sokmakta, nifak ve şikaka sebebiyet vermektedirler.
 
Mehmed Şevket EYGİ
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Emine Gaye Petek Şalom Her şeyini gizlemiş

Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından “Laiklik Komisyonu”na seçilen tek Türk üye Gaye Petek Şalom’un ilk isminin “Emine” olduğu ortaya çıktı. 1971 yılında Karlos ve Suzan’dan doğma Jak Şalom ile evlenen Emine Gaye Petek Şalom, Kerim Alev adını verdiği çocuğunu nüfusa “Musevi” olarak kaydettirmiş. Çift, 1997’de de boşanmış!
Fransız Laiklik Komisyonu’ndaki tek Türk olan ve “başörtüsünün yasaklanmasını” savunan Gaye Petek’in; soyadındaki “Şalom”dan sonra, adındaki “Emine”yi de gizlediği ortaya çıktı... Gaye Şalom’un, Jak Şalom’la evliliğinden 1977’de doğan oğlu Kerim Alev Şalom da, kayıtlara “Musevî” olarak kaydettirilmiş!..
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Gaye Petek'e övgü (Şıracının şahidi bozacı)

“ ...[Gaye Petek] Özdemir İnce ve Mine Kırıkkanat’ın yakın dostu... Ayrıca Özdemir İnce’nin, ‘Müslümanlar bir genç kızı mini etek giydiği için diri diri yaktılar’ diye yazdığı ve yalan olduğu ortaya çıkan haberin kaynağı.”

İslami hassasiyetle mücehhez (donanmış) bir başka gazete muharririnden (Hasan Karakaya, Vakit, 23 Aralık 2003) Gaye Petek’in dedesinin sabatayist (aynı çevre benim de ‘sabatayist’ olduğumu yazdı), babasının Marksist olduğunu öğrendim.
Hasan Karakaya, Gaye Petek’in babası Fahri Petek’i, “Türkiye Emekçi ve Köylü Partisi”nde çalışmakla, Nazım Hikmet dostu olmakla, dönemin siyasal ortamı dolayısıyla Fransa’ya kaçmış olmakla suçluyor.
Fahri Petek’in geçmişi suçlanacak değil, tam tersine övülecek, övünülecek bir geçmiş! İslami hassasiyetle mücehhez gazete muharririnin bunu anlaması olanaksız.

Meğer, İslamcı yazarların yazdığı kadar Marksist, komünist ve ateist değilmişim ki Fahri Petek Bey’i ne yakından ne de uzaktan tanıyorum. Ancak, yakın tarihimizle ilgilenen bir yazar olarak, böyle bir geçmişe saygı duyarım. Ne mutlu ki Gaye Petek’in övünülecek, saygı duyulacak bir babası var!
Gaye Petek’i överim! Gaye Petek’ten özür dilerim!

Özdemir İnce, Hürriyet, 29.12.2003
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
“FARKLI BİR BİLİM ADAMI İLE RÖPORTAJ...”
 

Gaye Petek

Gaye P. Şalom

Bu sayımızda ünlü Türk edebiyatçısı Nazım Hikmet’i, Onu yaşamış bir insanın, bir dostunun yani Fahri Petek’in ağzından sizlerle paylaşmak istiyoruz. Peki kimdir Fahri Petek? 1922 yılında İstanbul’un Rami semtinde İstanbullu bir anne ve Selanikli bir babanın tek oğlu olarak dünyaya gelir. Çocukluğu mübadele kanununa göre kendilerine verilen bir eczane ile bir bağ arasında, Bergama’da geçer. Ortaokul, lise derken üniversite olmuş onu doğduğu toprağa götüren. Zamanın tek eczacılık fakültesinde başlamış yüksek öğrenimine. Fakat siyasete olan ilgisi doğrultusunda başladığı bir takım parti çalışmalarının (Türkiye Emekçi ve Köylü Partisi), kısacası idealist kişiliğinin göze batmasına engel olamamış ve o zamanın bilindik sıkıntılarını yaşamış. Bunun sonucunda yüksek öğrenimine Fransa’da devam etmeye karar vermiş, Paris Üniversitesi’nde doktora çalışmaları sırasında da boş durmamış, o sıralar hapse giren Nazım’ı kurtarmak adın dünyada kamuoyu oluşturmak için İleri Jön Türkler adı altında bir derneğin kurulmasına bir grup arkadaşı ile birlikte öncülük etmiş. Zamanın hassas koşullarında bazı çevreleri rahatsız eden bu hareketler sonucu vatandaşlığı elinden alınmış, çok sevdiği memleketine kırk sene hasret kalmış Fahri Hoca(1949-1989). Halen Paris’te yaşıyor. Bugün uluslararası bir araştırmacı olan Petek, emekliliğine rağmen çalışmalarına devam etmekte, ihtiyacı olan ülkeler,(Vietnam gibi) yardım turları düzenlemekte ve oralarda Fransız hükümeti adına çeşitli araştırma laboratuarlarının kurulmasına öncülük etmektedir.
 
Bir bilim adamı olmanıza rağmen, edebiyat dünyasının bu dev ismiyle sizi buluşturan nokta neydi?
Şair olarak Nazım’ı zaten hep takip ederdim, ideoloji olarak da kendimi yakın bulurdum. Üniversite hayatım hep edebiyat dünyasının önemli isimleriyle birlikte geçti. Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Sait Faik gibi isimlerle arkadaşlık ettim ve yazar olmamakla birlikte o muhite girdim. Nazım’la Paris’te tanıştık ve çok güzel bir dostluğumuz vardı. Birbirimizi severdik.
 
Onunla unutamadığınız bir anınız var mı?
Onunla ilgili unutamadığım bir anım var tabi. Ölümünden sonra mezarını ziyaret etmiştim. Hep memleket hasretiyle yanıp tutuşmuştu ve vatan toprağında yatmıyor olması beni çok üzmüş, çok etkilemişti. O günü hiç unutamam. Ayrıca Paris’te Münevver Hanım ve oğlu Mehmet’le çok vakit geçirdik. Ne yazık ki iki sene önce Münevver’i kaybettik, oğluyla hala görüşürüz.

Biz onu sadece kitaplarından tanıyabiliyoruz. Özel yaşamında nasıl bir insandı?
Heyecan ve memleket sevgisi ile dolu, sosyalizme gönül vermiş bir insandı. Fakat ne ilginçtir ki, Atatürk’e olan büyük sevgisi yüzünden bazı komünistler tarafından milliyetçi olarak itham edilmiş, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından da vatan haini ilan edilmişti.

Peki şimdi Fahri Petek edebiyatla ne kadar ilgili?
Fransa’ya yerleşinceye kadar edebiyatla çok yakından ilgilenir çok okurdum. Fakat Paris’te vermekte olduğum hayat mücadelesi ve vatanımdan uzakta geçirdiğim kırk sene beni Türk edebiyatından uzaklaştırdı.

Şimdi Türk edebiyatını nasıl buluyorsunuz? Sizce Türk edebiyatı gelişim gösterdi mi?
Yani yazarlardan Orhan Pamuk’u beğeniyorum. Fransa’da da çok beğeniliyor. Özellikle “Kara Kitap” adlı eseri. Benim zamanımdan Yaşar Kemal ayarında edebiyatçı Türkiye tarihinde yok gibi. Sabahattin Ali de çok çok iyiydi. Öteki soruya gelince, evet, Türk edebiyatı gelişti bence. Osmanlı etkisinden kurtuldu, özgürleşti.

Son olarak okuduğunuz kitabı ve dinlediğiniz müzisyeni öğrenebilir miyiz?
Ben hep klasik müzik dinledim, özellikle de Mozart. Kitap olarak da en son Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı ve Yusuf Yusufçuk’unu okudum. Şu anda da arkadaşım Mina’nın Bir Dinozorun Anıları adlı eserini okuyorum.
 
Röportaj:Yağmur DEMİRALP
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Özdemir İnce'den Kısaca Sabataycılık (İnkâr etmek âdetleridir)

Sabatayiler halk arasında "Selanik dönmesi" olarak bilinirler. Aralarından çok önemli siyaset adamları, sanayiciler, yazarlar, gazeteciler çıkmıştır. Genellikle sıkı Laik ve Cumhuriyetçi olurlar!

Birkaç ay önce, "Soykırım" eksenli uzun yürüyüşümün başlarında, Baran Vanlı adlı bir okurdan ilginç bir ileti geldi. Dr.phil.Hans-Lukas Kieser'in soykırım üzerine yaptığı bir konuşma metnini bana gönderen Vanlı, daha selamlaşmadan bir ilginç soru soruyordu: "Bir soru? Siz sabataycı mısınız?" Bu sorunun ironik yanıtı şöyle olabilirdi: "Hayır, Mersinliyim, öksüz ve yetimim!" Kendi yazmamışsa, söylememişse, açıklamamışsa bir yazarın etnik kökenini, inanç durumunu okur keşfedemez. Birkaç yıl önce İsrail'e yaptığım bir gezinin izlenimlerini yayımlamamdan sonra şeriatçı basında adım "Yahudi dostu"na, "Yahudisever"e çıkmıştı ama Sabataycı olup olmadığım ilk kez soruldu. Bu nedenle bu Sabataycılık nereden kaynaklanıyor ona bir bakalım:
Sabatay Sevi bir Yahudi din adamı. 1665'te kendini Mesih ilan etmesi üzerine Yahudi dünyasında büyük bir umut yarattı. İstanbul'a geldiğinde Padişahın buyruğuyla tutuklanınca Müslümanlığı benimseyerek hayatını kurtardı. Yahudilikten dönmüş olmasına karşın müritleri (Sabbatayiler, Sabataycılar, Sabataistler) onun öğretisini sürdürdüler.
Sabatayiler halk arasında "Selanik dönmesi" olarak bilinirler. Aralarından çok önemli siyaset adamları, sanayiciler, yazarlar, gazeteciler çıkmıştır. Genellikle sıkı Laik ve Cumhuriyetçi olurlar!
Demek ki Baran Vanlı benim Selanik dönmesi olup-olmadığımı soruyor. Benim ailem Musul kökenli Çakırlı (Çakırlu) boyundan. Osmanlı tarafından Mersin'e yerleştirilmiş (yani Mersin'e iskan edilmiş, "Techir" edilmiş). Bildiğimiz en eski dedem Musul valisi Nasreddin Çakır. 1145 yılında Selçuklu şehzadesi Alp Arslan tarafından kıskançlık yüzünden öldürüldü.
Soyağacımda (şeceremde) herhangi bir Selanik dönmesi yok. Kentli ve genellikle burjuva olan Selanik dönmelerinin daha yüz yıl önce köylerde yaşayan bir ailenin içinde işi ne?

Peki neden benim sabataycı olup-olmadığımı soruyor Baran Vanlı? Bana hakaret etmek için mi? Anadolu halkının büyük bir bölümünün kökeni geçmiş bir dönmelik iken Sabataycı olmak, dönme olmak niçin utanç verici olsun?
Yoksa "Soykırım" kavramının sadece Yahudiler için kullanılabileceği konusunda gösterdiğim inatçı ısrar mı?
Evet ısrarlıyım! Silahlı çatışmaya girmiş hiçbir topluluk için kullanılamaz bu sıfat! Savaş sırasında taraf olmuş ve düşmanla işbirliği yapmış topluluklar için de kullanılamaz.


Özdemir İnce
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
CANAYDIN'DAN İTİRAF GİBİ HAREKET!
 

Yayınımızdan çok kısa bir süre sonra Galatasaray Spor Kulübü, Haim Michael Revivo ile tüm ilişkisini kesti! Geçtiğimiz günlerde sitemizi olağan dışı bir gelişmeden ötürü beklenmedik bir şekilde yenilemiş ve bir skandalı ortaya çıkarmıştık. Uğur Demirci'nin iddialarına yer verdiğimiz haberde Uğur Demirci Revivo'nun transferi öncesinde; Türk Musevi Cemaati ve Türkiye Hahambaşılığı tarafından Galatasaray'a "Revivo'yu alın, bonservisini biz öderiz" şeklinde bir teklif yapıldığını iddia ediyordu. Haberde Uğur Demirci şöyle diyordu:

AÇIKLA CANAYDIN!
Canaydın sağda-solda Fair-Play martavalları okuyacağına şu sorulara cevap versin!

Revivo'nun transferi öncesinde; Türk Musevi Cemaati ve Türkiye Hahambaşılığı tarafından size "Revivo'yu alın, bonservisini biz öderiz" şeklinde bir teklif yapıldı mı?
Elime ulaşan bilgiler; Galatasaray'a, Yönetici Alp Yalman'ın aracılığıyla böyle bir teklifin ulaştırıldığı ve bu teklifin ardından da Galatasaray'ın Revivo transferini kesinleştirdiği doğrultusunda. Revivo'nun Türkiye'de kalması ile Yahudi/Kabala kültürünü Türk gençliğine en postmodern yoldan aşılama gayretinde olan Yahudi Cemaati, Hahambaşılık, Mason, Sabetay Evi, Rotaryen ve Lionslar'ın bu doğrultuda bu transfere maddi/manevi destek verdiği iddia ediliyor. Üstelik bu birimlere mensup kişilerden bazıları isimlerinin açıklanmaması şartıyla bizzat bana; bu transfere destek verdiklerini söylediler. Bilindiği gibi Revivo; İsrail Irkçı Öğretisi'ne mensup, siyonist bir Yahudi!

Revivo'nun bir Yahudi ırkçısı, yani siyonist olduğunu bilmiyor muydunuz?
Evet, Revivo; İsrail Irkçı Öğretisi'ne mensup, siyonist bir Yahudi'dir! Yahudiler işgal ettikleri topraklarda Filistinliler'e kalleşçe saldırırken, sistemli ve vahşi bir etnik temizlik, yani soykırım uygularken hiçbir barış mesajı dahi vermeyen, ancak HAMAS bir intihar saldırısı yaptığında (Fenerbahçe'de oynadığı günlerde) koluna siyah bant takacak derecede ırkçı bir Yahudi'dir Revivo!

Ve Mason Locaları, Sabetay Evi, Rotaryenlik ve Lions Kulüpleri'nin icraatlarını destekliyor musunuz?
Galatasaray gibi köklerini Türk-İslam tarihinden alan, Mekteb-i Sultani'de nice şehzadeler, şeyhülislamlar ve kaptanı deryalar yetiştiren bir kültürün uzantısı olan Galatasaray Spor Kulübü, eğer böyle bir ayıba sahne olduysa yapacağınız iş en az istifadır!

Atatürk'ün Türk Milleti'ne zarar verdiği gerekçesiyle yıllar önce Türkiye'deki tüm localarını kapattığı ve yasakladığı Masonluk Teşkilatı'yla Galatasaray SK nasıl bu kadar iç içe olabilir? Galatasaray, Atatürk'le olan tarihi bağlarını kopartmış mıdır? Yoksa Türk Milleti'nin bağrından kopan, Avrupa'ya "Türk" adını ayakta söyleten, Türk ismini yüzyıllar sonra Avrupa'nın bağrında göğe yükselten Galatasaray'ın Türk Milleti'ne bu denli düşman teşkilatlarla muhatap olması bile kabul edilemez!

Ve bu haberin sitemizde yayınlanmasının ardından çok kısa bir süre sonra Revivo'nun sözleşmesi karşılıklı olarak feshedildi. Kulüpten veya futbolcudan fesih nedeniyle tatmin edici bir açıklama gelmedi.

Ve Uğur Demirci son gelişmeleri yorumluyor:
Bu haberin ardından beklediğim gibi birçok yerden tehditler aldım. Ancak bunların bir etkisi olacağını, en azından kısa bir süre içerisinde bana karşı bir operasyona girişebileceklerini beklemiyorum. Bu olay gündemdeyken bunu göze alamazlar. Bunun haricinde hiç beklemediğim şekilde Galatasaray Spor Kulübü'nün değer verilen birçok insanından da tehdide varacak telkinler aldım. Hatta sağda-solda Fair-Play martavalları okuyan Özhan Canaydın'dan bile hiç beklemediğim şekilde sözler duydum. Her yerde centilmenliğiyle tanıdığımız Canaydın'ın beni ağır sözlerle tehdit ettiğine eminim birçoğunuz inanmaz. Üstelik Canaydın, sorularımı cevapsız bırakmak bir yana, açıkça olmasa da imalı sözlerle iddialarımın doğruluğunu teyid etti. Son olarak benim de kulüp üyeliğimi iptal edeceğini söyleyen Canaydın, bu görüşmeden 1 gün sonra da Revivo'yla kulübün ilişkisini kesti!

Hiç kimse inkar edemez ki Revivo, gönderilmeden önce Galatasaray'ın en başarılı futbolcusuydu! Buna rağmen, üstelik de benim haberimin yayınlanmasının hemen ardından Revivo'nun gönderilmesi de şüpheli bir olaydır!

Bununla ilgili düşüncelerime gelince... Muhtemelen tüm Dünya'yı avuçlarında oynatan bu gizli güçler, Revivo'nun transferi dolayısıyla sağladıkları finansman kaynağını kullanarak kulübe baskı yaptılar ve bu futbolcunun Galatasaray'dan gönderilmesini sağladılar.

Son söze gelince... Son nefesimi verinceye kadar vatanımı tehdit eden güçlerle bir yurtsever bilinciyle çarpışacağımı belirtmek isterim. Bunun için gerekirse ömrümün en güzel köşelerinden birinin sahibi olan Sarı'yla Kırmızı'yı bile karşıma almaya hazırım!

UĞUR DEMİRCİ
 
Galatasaray yönetiminin bugüne kadar yaptığımız yayınlar karşısında "üç maymun"u oynadığını ve bundan sonra da aynı oyunu oynayacağını bilsek de Galatasaray yönetiminin yapacağı her açıklamaya sitemizde yer vereceğimizi son kez tekrarlıyoruz.

WWW.GALATASARAY.COM.TR.TC
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

SAB-ATEİST YALANI
Evde kimsenin başörtüsü takmadığı ve kavganın aile içi geçimsizlikten kaynaklandığı ortaya çıktı.

YİNE “FRANSIZ” YALANI
Fransız vatandaşı Gaye Petek Şalom kaynaklı Hürriyet’teki yalan haberden sonra, yine bir Fransız vatandaşı olan Mine G. Kırıkkanat’ın haberini manşete taşıyan Milliyet, Fransa’nın Belfort şehrinde yaşayan Meliha Demir adlı kadının; eşi ve eşinin ailesi tarafından “türban takmadığı için işkenceye uğradığını, saçının yakıldığını” iddia etti... Habere imza atan da, “Kamusal alandan Allah’ı çıkarma!” savaşı veren Mine G.Kırıkkanat’tı!..

AİLE: BİZ ATATÜRKÇÜYÜZ
Haber üzerine, olayın muhataplarını Fransa’da bulduk ve konuştuk... Gelini Meliha Demir’in, oğlu Hasan’la “şiddetli geçimsizlik” yaşadığını söyleyen baba Halil Demir, “Olayın başörtüsü ile hiçbir ilgisi yok... Çünkü; gelinim Kırşehir’den Fransa’ya gelince başını açtı!.. 4 yıldır da başı açık!... Bizim cami, cemaat ve başörtüsü ile alâkamız yok... Biz Atatürkçü bir aileyiz... 3 kızım var, 3’ünün de başı açık... Gelinlerim de pantolon ve tişört giyerler... Milliyet’in, aile içi geçimsizliği, gotürüp türbana bağlaması büyük bir yalandır” dedi.

“Kamusal alanda Allah olmaz. Allah’ı kamusal alandan çıkarmamız gerekir!” deme cüreti gösteren Milliyet gazetesi Fransa Temsilcisi Mine Kırıkkanat, şimdi de başörtüsünü hedef alan yalan bir haberin altına imza attı.

KAYINPEDERİ İLE KONUŞTUK
Mine Kırıkkanat, Fransa’nın Belfort kentinde yaşayan Meliha Demir’in aile sorunlarından dolayı işkence görmesini; “Fransa’da Türk geline işkence... Türban takmayınca başını yaktılar!” başlığı ile Milliyet gazetesine yansıttı. Olayı araştıran Vakit, haberin tamamen düzmece olduğunu, Demir ailesi ile görüşerek ortaya çıkardı. Fransa’da kendisine ulaştığımız ve başörtüsü takmadığı için işkence gördüğü iddia edilen Meliha Demir’in kayınpederi Halil Demir, Türk basınının karı-koca arasındaki kavgayı başörtüsü tartışması olarak gösterip, olayı çarpıttığını söyledi.

DEMİR: BİZ ATATÜRKÇÜYÜZ
Gazetemize konuşan kayınpeder Halil Demir, “Benim evimde başörtülü kimse bulunmuyor. Dindar bir aile değiliz. Gelinlerim ve kızlarımın başları açıktır. Cami, cemaat ve başörtüsü ile alakamız yok. Üç kızım da başörtülü değil. Gelinlerim de pantolon ve tişort giyerler. Benim çocuklarımın hepsi çağdaş olarak giyinir ve yaşar” dedi. Halil Demir, oğlu Hasan’ın gelini Meliha Demir ile geçimsizlik yaşadığını ve boşanmak üzere olduğunu hatırlatarak, “Bu olay tamamen aile içi bir geçimsizlik... Oğlum ve gelinim geçimsizlik sebebiyle sık sık kavga ediyorlardı. Olay günü eşim, oğlum ve gelinim kavga ettikleri sırada eve girmiş. Ve kavga büyümüş. Türk basını olayı başörtüsü kaynaklıymış gibi yansıttı. Bu olayın başörtüsü ile uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor. Gelinim Kırşehir’den Fransa’ya geldiğinde açıldı ve dört senedir de çağdaş kıyafetler giyiyor. Ayrıca biz Atatürkçü bir aileyiz. Evimizin her köşesinde Atatürk resimleri asılı”dedi.

KOMŞULARI DA YALANLADI
Belfort kentinde yaşayan ve K?rşehirli Demir ailesini tan?yan komşuları ise; Meliha Demir’e başörtüsü takmadığı için işkence yapıldığı iddiasının doğru olmadığını söylediler. Gazetemize konuşan Demir ailesinin komşuları, işin gerçek yüzünün aile geçimsizliği olduğunu, Meliha Demir’in rahat hareket eden birisi olduğu ve son tartışmada da oturduklar? binan?n çevresinde yabancılardan sigara alıp içtiği için tartışma çıktığını belirttiler.

Fransa’da yayın yapan devlet televizyonu TF-1 de, söz konusu olayın aile geçimsizliğinden kaynaklandığını duyurdu.

PANELDE SÖYLEDİKLERİ
Bu arada, Bahçeşehir Üniversitesi’nde düzenlenen başörtüsü paneline katılan Mine Kırıkkanat, başörtünün baskı aracı olduğunu ileri sürmüş ve “Kamusal alanda aslında Allah da olmaz. Kamusal alanda Allah’ın yeri yoktur. Biz Allah’ı kamusal alandan çıkarmaya çalışıyoruz!” demişti.

Fransız tercüman: Olayın başörtüsüyle alâkası yok
Fransa’da türban takmaya karşı çıktığı için ailesinin saçını kesip, başını yaktığı iddia edilen Meliha Demir’in, Fransız polisindeki ifadesinde tercümanlık yapan yeminli tercüman Liliana Spauffer de, Milliyet’te yazılanların gerçekleri yansıtmadığını söyledi.
Meliha Demir’in polise verdiği ifadede, eşiyle anlaşamadıklarını ve sık sık kavga ettiklerini anlattığını belirten Liliane Spauffer, yaptığı açıklamada Demir’in ifadesinde başörtüsünden ve dini baskıdan hiç söz etmediğini söyledi. Spauffer, gelin Demir’in anlaşmazlıklarının sebebini “geçim derdi ve ailevi sorunlar” şeklinde açıkladığını belirti.

Burası da evin içi
Meliha Demir’in kayınpederi Halil Demir, Milliyet’in göstermek istediği gibi “Din, cami, başörtüsü” gibi konularla hiçbir ilgisi olmadığını söylüyor ve ekliyor: “Biz Atatürkçü bir aileyiz.” Evlerinin içi de babayı doğruluyor. Evin birçok köşesinde Atatürk fotoğrafları var.

Yine o kadın
Bir dönem ünlü yazar Çetin Altan’la birlikte “Metres hayatı” yaşayan ve yazar Melih Cevdet Anday’la, Çetin Altan’ın kavga etmesine yolaçan Radikal gazetesi yazarı Mine G. Kırıkkanat, bir panelde yaptığı konuşmada haddini aşan ifadeler kullanmış ve “Kamusal alanda Allah olmaz. Allah’ı kamusal alandan çıkarmamız gerekir!” deme cür’eti göstermişti. Aynı Kırıkkanat, dün de Milliyet’in manşetinde “Yalan bir haber”e imza attı.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Efendi

Doğan Kitapçılık tarafından bastırılan Soner Yalçının, “Efendi” isimli kitabını bir solukta okudum. Korsan kitapçılarda 8 milyon liraya satılan bu değerli eseri hepinize tavsiye ederim. Tabii siz gidip de benim gibi korsanını almayın! Adam gibi bayılın parayı Doğan Kitapçılığa, Kelkit’in mümtaz evladı Aydın ağabeyim biraz daha bulsun yolunu.

Değerli yazarımız Soner Yalçın, Sabetay Sevi’nin izinden giden “Beyaz Türkleri(!)” veya bilinen adlarıyla “Selanik Dönmelerini” anlattığı bu eserinde, cidden titiz bir çalışma yürütmüş. Gerçi ufak tefek hataları yok değil değerli yazarımızın.

Haydi biraz ukalalık edip, bazı küçük hataları sayalım:

Yazarımız, “İttihadı Osmanî” adındaki cemiyetin kurucularından olan, İbrahim Temo’nun, Ohri’li olduğunu söylüyor ve Makedonya’daki Ohri şehrinin, Romanya’da olduğunu sanıyor. İbrahim Temo’nun, hayatının son yıllarını Romanya’da geçirmesi yazarımızın aklını karıştırmış olmalı. Gerçi İbrahim Temo, Ohri’li değil, Struga’lıdır. (Sayfa 60)

Değerli yazarımız, Fatin Rüştü Zorlu’nun dedesinin sonradan “İbrahim Paşa” adını alan bir Rus deniz subayı olduğunu yazıyor. Yazarımız yazdığına göre şüphesiz doğrudur. Ancak, Rusya’daki bir ihtilal girişimine karışan ve sonradan “Rus İbrahim Paşa” adını alacak olan bu şahıs, 1825 yılında Petersburg limanından ayrıldığı kruvazörü ile Artvin’e sığınmış(!)

Baltık denizinden yola çıkıp, Atlas okyanusuna açılıp, Manş denizini geçerek Cebelitarık Boğazından Akdeniz’e giren kaptanımızın, burada durmayıp Ege ve Marmara denizlerini de arkasında bıraktıktan sonra, İstanbul’a sığınacağı yerde, Karadeniz’e açılıp Artvin’e sığınması gayet ilginç! Sakın kaptanımız Rus Karadeniz donanmasında görevli olmasın? (Sayfa 120-121)

Birinci Balkan Savaşından sonra hiç olmazsa Bulgar işgalindeki Edirne’yi kurtarmak isteyen İttihatçıların, “Bulgarlara, Yunanlılara ve Sırplara savaş ilan ettiğini” yazan yazarımıza, zaten o tarihte Osmanlıdan kopardıkları yerleri paylaşamayan ve bu yüzden Bulgaristan ile savaşan Yunanlılara ve Sırplara neden savaş ilan ettiğimizi(!) birileri sormalı.

Yunanlılar ve Sırplar ile kapışan Bulgarların, Osmanlı kuvvetleri karşısında Edirne ve Kırklareli’nden çekildiği ve bu kentlerin savaşsız ele geçtiğini yazarın bilmemesi ise bir dereceye kadar normal. Çünkü ortaokul tarih kitaplarında bile bu konu kapalı geçilir. (Sayfa 175)

Yazarımız 1916 yılında, İstanbul’daki torunu Adnan’ı (Menderes) özleyen babaannesinin, İzmir’den Gülcemal vapuruna atlayıp soluğu İstanbul’da aldığını yazıyor ki, İtilaf devletleri donanmasının kontrolündeki Ege denizinde, Gülcemal vapurunun İzmir-İstanbul seferi yapması biraz palavra oluyor. (Sayfa 215)

Tabii bunlar kadı kızında bile bulunabilecek küçük kusurlar. Kitabı asıl ilginç kılan ise, Sabetayçıların kitabın yazılmasında bilgi yönünden yazara destek olmaları. Daha düne kadar bu konu bir tabuydu. Yazılı ve görsel basını elinde tutan bu yurttaşlarımız, kimsenin kendileri hakkında yazıp çizmesine, ekranda ahkam kesmesine izin vermezlerdi. Fakat gün geldi, mızrak çuvala sığmamaya başladı, onlar da ortaya çıkmaya karar verdiler anlaşılan.

Efendi kitabını okuyunca, bu kişiler için “Ne Efendi insanlarmış” demek geliyor insanın içinden. Yoksa kitabın yazılış amacı da bu mu? Yok canım!.....

Can Macit 15-6-2004                                                                                                   
<<< GERİYE