|
İzmir'imiz, 17. yüzyılın ortalarında tüm zamanların en gizemli
"Mesih" hareketiyle sarsıldı. Bu evrensel olayın, çarpıcı, sarsıcı, radikal dinsel (daha doğrusu tüm dinlere karşı), ilginç, acılı ve daima kökleri karanlıklar içinde kalmış bir hikayesi vardır. İspanya
topraklarında altın çağını yaşadıktan sonra, 1492 yılında katolik zulüm ve asimilasyonundan kurtulmak için, davet üzerine Osmanlı topraklarına (İstanbul'a, Selanik'e, İzmir'e) göç eden ve burada sessiz ve sakin bir yaşam kuran
"İspanya Musevileri" (Sefaradlar), bu yeni topraklarında 17. yüzyılda müthiş parçalayıcı bir bunalımla karşılaştılar.. Bu bunalım, o dönemde tüm Yahudi dünyasını etkilemiş, Avrupa içlerinden Yemen'e, Kuzey Afrika'dan
Anadolu'ya kadar tüm topluluklarda kaynaşmaya yol açmış ve sonuçta da Yahudiliğin resmi tutumundan kopan, ayrılıkçı, yeni, radikal, hatta diğer dinlerin tabanını da etkileyen bir toplumsal harekete dönüşmüştür..
İşte bu hareketin önderi, kendini "Mesih" (Kurtarıcı) ilan eden Sebatay Sevi, 1626'da İzmir'de Kadifekale'nin alt kesimlerindeki yoksul Musevi semtlerinde doğmuş olan bir cazip kişiydi.. Küçük yaşlarından itibaren
dine meraklı olan, giderek delikanlılık yıllarında ağır bir dinsel büyü içine saplanarak, kendisini toplumunu kurtarmaya yönelik bir tanrısal enerjiye muktedir olduğunu sanan Sebatay Sevi, geçirdiği bir depresyon sonucu içine
kapanarak "Mesih" olduğuna inanmaya başladı..
31 Mayıs 1665'te Mesihliğini ilan ederek, İzmir havralarında vaazlarına başladı ve bir anda bu yoksul tabanın içinde kurtarıcı olarak anılmaya başlandı. Önce
Musevi toplumunu, sonra Müslüman ve Hıristiyanları fikri kargaşaya sürüklemeye başlayan Sebatay Sevi'nin eylemleri, öncelikle hahamların, sonra papaz ve hocaların büyük tepkisini çekti. Mesih hareketi yayılmaya ve
imparatorluğun tabanı karışmaya başladı. Otoriter din oligarşisi, Mesih'in tasfiyesi için Sultan'ı zorlamaya başladılar..
Osmanlı Sultanı 4. Mehmet (Avcı Mehmet), Sebatay Sevi'yi ele geçirterek sarayına getirdi ve
sorgulattı. Çok uzun geçen ve Sultan'ın bizzat perde arkasından izlediği bu sorgulamalar sonucunda, Avcı Mehmet'in gizli bir sempatiyle Mesih'e bağlandığı iddia edilmiştir. Sorgu sonunda Sultan iki seçenek dayatır.. Mesih
iddiasındaki kişi ya bu iddiasını sürdürecektir ve böylece kellesi uçurulacaktır.. Veya derhal müslümanlığa dönerek Mesih eylemlerini feshedecektir.. Sebatay Sevi birinci yolu seçer ve "Mehmet Aziz" ismini alarak
Osmanlı sarayına sığınır ve 1676'da Arnavutluk'ta ölür.. Esas gümbürtü bundan sonra kopar.. Ona inanan büyük bir kesim Mesih'in gövdesel olarak müslümanlığa döndüğünü, ancak ruhsal olarak göğe uçarak, yeniden dünyaya
döneceğine inanırlar, böylece hepsi birden müslümanlığa dönerler. Böylece tarihimizde "Dönmeler" denilen cemaat oluşur..
Bu gizli, içine kapanık, acılı bir toplumdur.. Yüzyıllarca Mesih'i bekleyeceklerdir..
Ama yüzyıllar onlara imparatorluk içinde erimeyi ve bir Türk olmayı dayatır.. Böylece Türkleşerek, geçmişlerini sisler içinde bırakarak toplumun içinde büyük hizmetler yapmaya, sivrilmeye başlarlar ve Cumhuriyetin öncü
kuşakları olurlar.. Günümüzde bu soydan gelenler, Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine bağlı, ancak geçmişlerini hatırlasalar bile bunun kurcalanmasından hoşlanmayan kişilerdir..
Şimdi kendini Sebatay Sevi halkından
geldiğini iddia eden bir yazar (Ilgaz Zorlu), önce İsrail Devleti'ne vatandaşlık başvurusunda bulunarak, tüm bu cemaat adına İsrail uyrukluğu istemiş, ancak ret edilmiştir. Şimdi aynı kişi İstanbul 9. Asliye Mahkemesine
başvurarak, müslüman kimliğinden resmen sıyrılmayı hukuki karara bağlamak istemektedir..
Ilgaz Zorlu'nun davranışları, medyamızda insan hakları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Oysa bu kişi, "ırkçı" bir
köktendincilik refleksi içinde, provokatörlük yapmakta ve sakin bir şekilde yaşayan bu kökten gelen kişileri kışkırtarak ulusal birliği bu yönden de zedelemeye çalışmaktadır. Kendisine pek kulak asan yoktur.. Beni de aradı,
ilgilenmedim.. "Tarih", kışkırtıcıların elinde nükleer silahlara dönüşebilir..
Yaşar AKSOY XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX Menü için farenin sağ tuşunu tıklayınız
Bir yanlış düzeltildi Şişli Terakki Lisesi'nin de bağlı olduğu Fevziye Mektepleri Vakfı tarafından kurulan Işık Üniversitesi, Faik Bulut'u ağırlayarak ona bir hatasını itiraf ettirmiş. Faik
Bulut, hepsi birbirine benzeyen, "Tarikat Sermayesinin Yükselişi" veya "Yeşil Sermaye Nereye?" gibi kitaplarından birinde, Işık Üniversitesi'ni de "Fethullahçı eğitim kurumları" arasında
göstermiş... Faik Bulut, şimdi, "Yanıldım" diyor... "O tür kitapları haberleştiren gazetelerde 'irticacı firmalar' arasında dükkânının adı anılan köfteci Hüseyin'e haber versem mi acaba?" diye bir an
düşündüm. O da şık bir tören düzenleyerek Faik Bulut'a 3x3 metrekarelik dükkânında hiçbir 'irticaî' faaliyet icra edilmediğini anlatırdı. Faik Bey, nasıl olsa alıştı, "Hüseyin'in koltuk meyhanesi de irticacı değildir"
fetvasını verebilirdi.
Rektör Prof. Sıddık Yarman, "114 yıllık geçmişi olan Fevziye Mektepleri Vakfı'nın kurduğu Işık Üniversitesi özgür, lâik, demokratik hukuk devleti ile Cumhuriyete inanan, Atatürk ilkelerine
bağlı, Atatürkçü gençler yetiştiriyor" demiş yanında oturan Faik Bulut'a bakarak...
Herhalde sizler de, Cumhuriyet'in 76. yılını sürdürdüğümüz halde vakfın 114 yıllık bir geçmişe sahip olmasını garipsediniz.
Garipsemeyin, çünkü Fevziye Mektepleri Vakfı'nın açtığı ilk okulun asırlık tarihi var. Kurucusu olan Şemsi Efendi, Atatürk'ü de okuttuğu için tarihimizde önemli bir simadır. Küçük Mustafa'nın annesi, babanın muhalefetine
rağmen, onu Kur'an kursuna yollar, sonra oradan alınıp Ali Rıza Bey'in istediği Şemsi Efendi'nin modern eğitim veren okuluna yazdırılır... İşte Şemsi Efendi'nin o okulu Işık Üniversitesi'nin ilk küçük adımıdır...
Atatürk'ün öğretmeni olmasına rağmen Şemsi Efendi ile ilgili yeterli bir bilgi bulmak zor. Ben, adına ilk kez, Şemsi Efendi'nin akrabası olduğu anlaşılan Ilgaz Zorlu'nun makalelerinde rastladım. Oradan da, Doç. Özcan Mert'in
"Atatürk'ün ilk öğretmeni Şemsi Efendi" başlıklı bir araştırmasından haberdar oldum. En son, Tarih Vakfı tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlanan "Alevi kimliği" adlı derleme içerisinde bulunan Prof. İlber
Ortaylı'nın "Osmanlı modernleşmesi ve Sabetaycılık" adlı çalışmasında karşıma çıktı. Ilgaz Zorlu Işık Üniversitesi ile hayali tamamlanan Şemsi Efendi hakkında şu bilgiyi veriyor: "Şemsi Efendi, 1852 yılı
civarında aslen Sabetaycı (Zorlu, "Bu kavram tarih literatüründe 'dönmelik' olarak ifade edilmektedir" diyor. TK) bir ailenin ferdi olarak doğdu. Arapça, Farsça ve Fransızca öğrenen Şemsi Efendi Selânik'te açılan bir
yabancı okulda çalışmaya başladı. Burada öğrendiği metodları kendi kuracağı bir okulda uygulamak amacındaydı, ancak maddî olanakları yeterli olmadığı için destek bulması gerekiyordu. İşte kendisine bu destek mensup olduğu
'Kapancı' grubu üyelerince sağlanmıştır."
Prof. İlber Ortaylı da başka bilgiler sunuyor: "Şemsi Efendi Sabetaycıdır. Kapani grubundan olduğu söyleniyor. Fakat Karakaş grubu ile işbirliği yapıyor ve eğitimle bu
iki rakip dönme grubunun birliğini sağlamak istiyormuş. Atatürk bu modern okulda okuma yazmayı daha çabuk ve doğru öğrendiğini söylemiştir.
Bu 'Şemsi Efendi Okulu' dediğimiz, aslında Sabetaycıların açtığı modern Fevziye
okullarından biridir. Şemsi Efendi modern fikirleri ve iki Sabetaycı muhalif grubu birleştirme gayreti yüzünden cemaat tarafından aforoz edilmiş, sonra İstanbul'a göçmüş (1912) ve 1917'de orada ölüp Üsküdar'da Sabetaycı
mezarlığına gömülmüştür."
Şemsi Efendi, Doç. Özcan Mert'e göre, ilk okulunu, 1872 yılında, Selânik'te, Sabri Paşa Caddesindeki Çarşamba Dergâhı'nda açmış... Demek ki, bu okulların, Sıddık Yarman'ın söylediği gibi,
114 yıllık değil, daha gerilere giden, en az 127 yıllık, bir geçmişi var. Yoksa Prof. Yarman, Atatürk'ün okuduğu okulu saymıyor mu?
Yazılanlara yeniden göz attığımda, Işık Lisesi ve Işık Üniversitesi'nin
"Demokratik, lâik" türü iddialarıyla hiç de uyumlu gitmeyen bir köken tablosu ortaya çıktı. Bu okulların önce rüyasını gören, Selânik'ten İstanbul'a nakl-i mekân etmesi gerektiğinde yine eğitim işiyle ilgilenen Şemsi
Efendi için, Ilgaz Zorlu, "Yaşadığı dönemin en büyük Sabetaycı Kabbalistlerinden biri" değerlendirmesini yapıyor. Kabbala Yahudiler'in fıkıh kitabıdır; Sabetaycılar arasında bu alanda uzman olanlar bildiklerini
kendilerinden sonra gelenlere aktarırlarmış...
Işık Üniversitesi'nin fikir babası Şemsi Efendi'nin "Sabetaycı bir din adamı" olması çok ilginç. Ilgaz Zorlu, bir yerde, Şemsi Efendi adından sonra açtığı
paranteze Şimon Zwi adını da yazmakta (s. 115). Şemsi Efendi'nin hayatının sonuna doğru anılarını kaleme aldığını ve orada Kabbalistik tartışmaları gündeme getirdiği de anlaşılıyor...
Şemsi Efendi'nin açtığı okulların
bugünkü durumu içler acısıymış. Ilgaz Zorlu, "Ticarî bir kazanç kapısıdırlar; son yıllarda İmam Hatip liselerinin gerisinde kalmakta, pek çok sınavda başarı gösterememektedirler" diyor bu okullar için... Tarihe
göz atınca, Faik Bulut'un bu özellikleri bildiği için mi "Işık Üniversitesi irticacı bir kurumdur" dediğini doğrusu merak ettim. Dikkatini yanlış yerde yoğunlaştıracağına özür dilemeye gittiği üniversitenin tarihiyle
ilgilenseydi belki de hayatının şovunu yapma fırsatı yakalayacaktı. O fırsatı kendisine Köfteci Hüseyin de verebilir.
TAHA KIVANÇ XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Sağım, solum Dönme... Nisan ayının sonlarıydı; Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da katılacağı ‘Alman-Türk
Ticaret Odası’ açılış töreni için Düsseldorf’a uçuyorduk. Geziyi düzenleyen TOBB’un İzmirli üyeleri pek telâşlıydılar. Biraz sonra telâşlarının sebebi anlaşıldı: Birinin elinde Soner Yalçın’ın o günlerde ‘Doğan Yayıncılık’tan
yeni çıkan ‘Efendi’ kitabı vardı ve bazısı evlilik yoluyla birbiriyle akraba işadamları, kitabın arkasındaki dizinde kendi adlarını arıyorlardı; ‘Sabetaycı’ olup olmadıklarını öğrenmek üzere...
Benim için keyifli bir
manzara olduğunu söyleyebilirim; nitekim gezi boyunca kitapta adları geçenleri anıp hallerine güldük...
Şimdi durup düşünüyorum: “İzmir’de Kim Kimdir?” diye bir kitap olsa, o kitapta yer almayı hak edecek yüzlerce ünlü
isim, gerçekten ‘gizli din’ taşıyor olabilir mi? Evliyazadeler, Uşşakizadeler, Yemişçizadeler ‘Sabetaycı’ olunca, onlarla akrabalık bağı bulunan herkes, “Sabetaycı Sabetaycı olmayanla evlenmez” diye bir kural da olduğu için,
aynı kategoriye giriyor çünkü... Yalçın Küçük, bu kuralı, “İbraniler Müslüman’la evlenmez” biçiminde yumuşatıyor...
İzmir deyip geçmeyin; ülkemizin önemli pek çok şahsiyeti orayla bir biçimde irtibatlı... Selanik’te
kurulan İttihat ve Terakki liderlerinin neredeyse tümü, Talat Paşa’dan başlayarak, ‘gizli dinli’ imiş zaten, işin içine İzmir de girince çember genişliyor... ‘Efendi’ kitabının merkezindeki ailelere damat girenler, başta
Atatürk ve Menderes olmak üzere, Cumhuriyet tarihimizin en önemli isimleri... İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe Hanım da İzmirli; Yalçın Küçük “Çocuklarını Sabetaycı olarak yetiştirdi” diyor onun için... Soner Yalçın’ın kitabında,
Rahşan Ecevit’in babası Namık Zeki Aral’ın da adı geçiyor... Celal Bayar ise Yahudi okulu mezunu...
‘Gizli dinli’ başbakanlar, bakanlar, bürokratlar, işadamları, medya mensupları, askerler 600 sayfalık kitapta resm-i
geçit yapıyorlar... 400 yıl kadar önce “Biz müslüman olduk” yalanını kıvıran Sabetay Zvi ve yakınlarının 200 kadar aileden ibaret olduğu biliniyor; bu süre içerisinde müthiş üretken bir hayat geçirmiş olmalılar... Hep
birbirleriyle evlenme zorunluğunu düşünürseniz, karşımıza çıkan kadronun kalabalıklığı gerçekten şaşırtıcı...
‘Efendi’ yazarının iki önemli tavrı var. Konu kilit şahsiyetlere geldiğinde, pek çok bilgiyi alt alta
sıralayıp hüküm vermek yerine, “Bu konuda kararı okura bırakıyorum” demesi... İkincisi de, kitabı yazma gerekçesi olarak, “Konu İslâmcılara bırakılmayacak kadar önemli” cümlesini kullanması... Ayşe Arman’la konuşurken,, “Sen
tarihini, İslâmcıların ellerine alıp yerlere atmasına nasıl göz yumarsın? Onlara karşı duramıyorsan, korkağın tekisin!” demiş Soner Yalçın...
Ben bu ‘İslâmcılar’ takıntısını anlamakta zorlanıyorum. ‘Dönmeler’ konusunda
yazılmış kapsamlı ilk çalışma, geçen dönem MHP’den milletvekili olarak Meclis’e girmiş Prof. Abdurrahman Küçük’e aittir. Yalçın Küçük konuya el atana kadar sağda-solda çıkan yazıları hatırlıyorum; ancak o yazıların hepsini
toplasanız ‘Efendi’ hacmine erişemez; beşte birini bile bulacağını sanmıyorum. Konuyu popülerleştiren de, hep biliyoruz, ‘Evet, Ben bir Selânikliyim’ kitabıyla, kendisinin o cemaatten olduğunu söyleyen Ilgaz Zorlu’dur...
İslâmcılar bu tartışmanın belki küçük bir yerindeler. Buna karşılık, Ilgaz Zorlu, Yalçın Küçük ve Soner Yalçın’ın çabaları, İslâmcılar’ın da içinde yer aldığı çok geniş bir kesimin zihninde taşıdığı önyargıları pekiştiriyor.
‘Efendi’ kitabıyla konuyu İslâmcılar’ın elinden almıyor Soner Yalçın, tam tersine, onlara, “Hani zihninizden geçen kötü düşünceler vardı ya, onların hepsi fazlasıyla doğru” diye müthiş bir hediye sunuyor...
İyi de, bunu neden yapıyor?
Kitabın popülerliğinin artmasıyla birlikte, pek çok kişi, “Patronlar yayınevi politikasına, gazetede çıkacak mülâkatlara karışmaz” demeden soruları birbiri ardına diziyorlar: Neden şimdi?
Neden Doğan Medya Grubu? Neden Atatürk, Bayar ve Menderes? Bununla ne elde edilmek isteniyor?
Görüyorsunuz, bu sorular arasında, bir tane bile olumlu cevap verilebilecek olanı yok; herkes konuya olumsuz yaklaşıyor...
Bütün İslâmcı gazete ve dergileri izlediğim iddiasında değilim; ama benim gördüklerimde ‘Efendi’ hakkında çıkan yazılar da öyle pek övgü dolu değil...
Yalçın Küçük ile Soner Yalçın’ın konuya yaklaşımları arasında fark
var; yukarıda sıraladığım sorular daha çok ‘Efendi’ kitabıyla ilintili. Türk tarihinin kilit şahsiyelerine resm-i geçit yaptırırken, pek çoğunu ‘gizli dinli’ ilân etmenin bir anlamı olması gerekir. Ama ne o anlam?
Herkesin ağzında değişik bir yorum var bu soruya cevap olarak... Bir tanıdığım, “İsrail’le yakınlaşmayı sağlama amaçlı” diyor sözgelimi... Ona göre, “Bu kadar değerli kişinin ırkî birliği olan bir ulusla daha da
yakınlaşmalıyız” dememiz bekleniyormuş... Aklıma pek yatmayan bir anlamlandırma bu.
Bir dostum, toplumun liderlerine olan bağlılığını yok etme amacına dikkat çekti. Önemli herkesin ‘gizli din’ taşıyabildiği bir ülkede
sıradan vatandaşın bütün koruma duvarları yıkılır gerçekten... “Hedefte özellikle sağ politikacılar var” görüşünde o dost...
Neyse. Acaba ‘Efendi’ kitabı İzmir’de mi, İstanbul’da mı, yoksa Ankara’da mı daha çok satılıyor?
Taha Kıvanç, Yeni Şafak 9.6.2004 XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX Sabatyacılar neden gizleniyor?
Türkiye’de yüzyıllardır Müslüman gibi yaşayıp giden Yahudi asıllı vatandaşlarımızın varlığı yeni yeni gündeme geliyor.
İzmir’de yayınlanan bölgesel Yeni Asır gazetesi yazarlarından Yaşar Aksoy, bundan bir süre önce ”Sabatay Sevi” başlıklı bir yazısında bu cemaat arasında kimliğin açıklanması konusunda bir görüş ayrılığı olduğunu ortaya koydu.
Sabataycılığın tarihî gelişimini anlatan Aksoy’un yazısını bu konuya ilgi duyan okurlara bir fikir vereceği düşüncesi ile özetleyerek sütunlarıma almak istiyorum:
”İzmir’imiz, 17. yüzyılın ortalarında tüm zamanların en gizemli ‘Mesih’ hareketiyle sarsıldı. Bu evrensel olayın, çarpıcı,
sarsıcı, radikal, dinsel (daha doğrusu tüm dinlere karşı), ilginç, acılı ve daima kökleri karanlıklar içinde kalmış bir hikayesi vardır.
İspanya topraklarında altın çağını yaşadıktan sonra 1492 yılında Katolik zulüm ve asimilasyonundan kurtulmak için
davet üzerine Osmanlı topraklarına (İstanbul’a, Selanik’e ve İzmir’e) göç eden ve burada sessiz ve sakin bir yaşam kuran ”İspanya Musevileri” bu yeni topraklarında 17. yüzyılda müthiş parçalayıcı bir bunalımla karşılaştılar. Bu
bunalım, o dönemde tüm Yahudi dünyasını etkilemiş, Avrupa içlerinden Yemen’e, Kuzey Afrika’dan Anadolu’ya kadar tüm topluluklarda kaynaşmaya yol açmış ve sonuçta da Yahudiliğin resmi tutumundan kopan, ayrılıkçı, yeni, radikal,
hatta diğer dinlerin tabanını da etkileyen bir toplumsal harekete dönüşmüştür.
İşte bu hareketin önderi kendini ”Mesih” ilan eden Sabatay Sevi, 1626’da İzmir’de Kadifekale’nin alt kesimlerindeki
yoksul Musevi semtlerinde doğmuş olan bir cazip kişiydi. Küçük yaşlarından itibaren dine meraklı olan Sabatay Sevi,
delikanlılık yıllarında ağır bir dinsel büyü içine saplanarak, kendinin, toplumunu kurtarmaya yönelik bir tanrısal enerjiye muktedir olduğunu sandı. Sabatay Sevi, geçirdiği bir depresyon sunucu içine kapanarak Mesih olduğuna
inanmaya başladı.
31 Mayıs 1665’te Mesihliğini ilan ederek İzmir havralarında vaazlarına başladı ve bir anda bu yoksul tabanın içinde
kurtarıcı olarak anılmaya başlandı. Önce Musevi toplumunu, sonra Müslüman ve Hıristiyanları fikri kargaşaya sürüklemeye başlayan Sabatay Sevi’nin eylemleri öncelikle hahamların, sonra papaz ve hocaların büyük tepkisini
çekti. Mesih hareketi yayılmaya ve imparatorluğun tabanı karışmaya başladı.
Osmanlı Sultanı 4. Mehmet, Sabatay Sevi’yi ele geçirterek sarayına getirtti ve sorgulattı. Çok uzun geçen ve
Sultan’ın bizzat perde arkasından izlediği bu sorgulamalar sonucunda Sultan, Sabatay Sevi’ye iki seçenek dayatır. Mesih iddiasındaki kişi ya bu iddiasını sürdürecektir ve böylece kellesi uçurulacaktır; veya derhal Müslümanlığa
dönerek Mesih eylemlerini feshedecektir. Sabatay Sevi ikinci yolu seçer ve Mehmet Aziz ismini alarak Osmanlı sarayına sığınır ve 1676’da Arnavutluk’ta ölür.
Esas gümbürtü bundan sonra kopar. Ona inanan büyük bir kesim Mesih’in gövdesel olarak Müslümanlığa döndüğünü; ancak ruhsal olarak gökyüzüne uçarak yeniden dünyaya döneceğine inanırlar, böylece hepsi birden Müslümanlığa
dönerler. Böylece tarihimizde ”Dönmeler” denilen cemaat oluşur. Bu, gizli, içine kapanık, acılı bir toplumdur. Yüzyıllarca Mesih’i bekleyeceklerdir. Ama yüzyıllar onlara imparatorluk içinde erimeyi ve bir Türk olmayı dayatır.
Böylece Türkleşerek, geçmişlerini sisler içinde bırakarak toplumun içinde büyük hizmetler yapmaya, sivrilmeye başlarlar ve cumhuriyetin öncü kuşakları olurlar. Günümüzde bu soydan gelenler, cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine
bağlı; ancak geçmişlerini hatırlasalar bile bunun kurcalanmasından hoşlanmayan kişilerdir.
Şimdi Sabatay Sevi halkından geldiğini iddia eden bir yazar (Ilgaz Zorlu) önce İsrail devletine vatandaşlık
başvurusunda bulunarak, tüm bu cemaat adına İsrail uyrukluğu istemiş, ancak reddedilmiştir. Şimdi aynı kişi İstanbul 9. Asliye Mahkemesi’ne başvurarak Müslüman kimliğinden resmen sıyrılmayı hukuki karara bağlamak istemektedir.
Ilgaz Zorlu’nun davranışları, medyamızda insan hakları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Oysa bu kişi ırkçı bir
köktendincilik refleksi içinde, provokatörlük yapmakta ve sakin bir şekilde yaşayan bu kökten gelen kişileri kışkırtarak ulusal birliği bu yönden de zedelemeye çalışmaktadır. Kendisine pek kulak asan yoktur. Beni de aradı,
ilgilenmedim. Tarih, kışkırtıcıların elinde nükleer silahlara dönüşebilir..”( Yeni Asır)
Araştırmacı yazar Aksoy’un Yeni Asır’daki yazısı, Sevi’nin serüvenine ve bugünkü tartışmalara ışık tutacak nitelikte.
Ancak şu sorulara daha makul cevaplar verilmesi gerekiyor: Cumhuriyetin öncü kuşakları arasında yer alan ve bugün de siyasette, bürokraside, basında, ekonomide önemli mevkileri tutmuş Sabataycı kişiler gerçek kimliklerini
neden açıklamak istemiyor? Toplumsal, siyasi ve ekonomik birçok olayda etkileri olan Sabataycıları bu ülke insanının daha yakından tanımasının kime ne zararı olabilir?
MESAJ HATTI: Özbeöz bu ülkenin vatandaşı olan Türkiye Ermenilerinin sorunları artık ivedilikle çözüm beklemektedir. En az 50 kişi
olması gereken din görevlisi kadromuz 20’lere inmiş olup, bunun yarısı da emeklilik yaşına gelmiştir. Kiliselerimize din
görevlisi yetiştiremez duruma düştük. Avrupalı bir insan servetini dilediği kişi, kurum ya da canlıya bırakabilirken, Ermeni kökenli bir TC vatandaşı taşınmaz malını hastanesine, okuluna, kilisesine bağışlayamamaktadır.
Hükümetimizden ve devlet adamlarımızdan anlayış bekliyoruz. Hükümetimiz yurtdışındaki olumsuz gelişmeleri nedeniyle Türkiye Ermenilerinin sorunlarının çözümünü askıya almamalıdır.”
İdris GÜRSOY XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
'Gizlenmeyin' Sabetay Sevi cemaati mensuplarından Ilgaz Zorlu bütün Sabetaycıları kendilerini açıklamaya çağırdı. Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı'nın Diyalog Platformu'nda konuşan Zorlu, Türkiye'de sayıları 100 bini bulan Sabetaycılar'ın asıl kimliklerini gizlemelerinden yakındı.
Zorlu, İzmirli bir haham olan ve bazıları tarafından mesih olarak kabul edilen Sabetay Sevi'nin adıyla anılan
Sabetaycılığı şöyle tanımladı: "Sabetaycılar bence Türkiye'nin gizli Yahudi cemaatidir. Kendilerine sorarsanız Türk ve
kabul edilebilir ölçüde Müslüman bir cemaattir. İsrail'de Sabetaycılık Yahudilik içinde kabul edilmiyor."
Sabetaycılığın 1924'ten beri Türkiye'nin temel taşlarından olduğunu vurgulayan Zorlu, özetle şöyle devam etti:
"Sabetay Sevi'nin doktrini tamamen Yahudiliğin içindedir. Sevi, zamanında hahamlar tarafından çok şikayet edildi.
Ama Osmanlı bunu Yahudiliğin iç meselesi olarak kabul etti ve karışmadı. Bunu fırsat bilen Sevi, bütün Anadolu'yu dolaştı. Sabetaycılar o zaman saraydan tepki almadıkları için çok ileri gitmişlerdir. Hatta çok organize olan
Sabetaycılar, saraya bile girdiler. Sabetaycılarla Yahudilik arasındaki ilk ciddi problem Sabetay Sevi'nin doktrinleri ile
ortaya çıktı. Örneğin Yahudilikte kadınlar duaya kaldırılmaz, Sevi ise kadınları duaya çağırdı. Bu büyük sıkıntıya sebep oldu."
Sabetay Sevi'nin kendi cemaatine; 'benzet; ama asla benzeme' doktrinini benimsettiğini vurgulayan Zorlu, bunu
şöyle açıkladı: "Kendini Müslümanlara benzet; ama asla onlar gibi olma prensibidir." Türkiye'de pek çok tanınmış ve
önemli mevkilerdeki insanın Sabetaist olduklarına işaret eden Zorlu, "Örneğin, Dışişleri eski bakanı Coşkun Kırca'nın
babası bir hahamdır. Uluslararası arenada Sabetaycılar kendilerini Yahudi olarak gösteriyor. Buraya gelince Müslümanım, diyorlar. Şimdiki Dışişleri Bakanı, ABD'nin Yahudi Dışişleri Bakanı Albright ile çok samimi. Acaba bunu
nasıl başarıyor? Karşı olduğum, Sabetaycı kökeni kullanarak, sonra bunu reddetmektir. Bunu yapanları kınıyorum. Örneğin, Bilgin ailesi Sabetaycıdır; ama bunları söylemiyorlar. Mason localarına halka açan Sahir Talat Akev
sabetaycıdır."
"Demirel'e dua ederiz" 1954 yılı genel seçimlerinde, Sabetay cemaati temsilcisi Nazım Bezmen bizzat Adnan Menderes'in isteği ile Meclis'e
girdi. Sabetaistler bulundukları ülkenin kurallarına kesin olarak uyarlar. Örneğin, biz her dini toplantımızda Cumhurbaşkanı Demirel'e ismen dua ederiz.
Şişli Terakki Lisesi şu an bir Sabetaist olan Canan Barlas'ın kontrolünde. Bu okula Dinç Bilgin talip. Hedefleri 5 yıl
içinde bu okulun kapanmasını sağlayarak, 2 trilyon değerindeki mülkü 300 milyara Dinç Bilgin'e satmaktır. Şu an bu plan uygulanıyor. Maalesef Türkiye'de Sabetay cemaati bir yozlaşma sürecindedir.
Zafer ÖZCAN - İstanbul ZAMAN XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
KARŞILIKLI FİKİR TEATİLERİ Sayin Pavlus Bey,
Zahmetiniz için teşekkür ederim. İki köşe yazısı nakletmişsiniz. Birincisini daha önce okumuştum, ikinci yazının konusundan da sayenizde biraz malûmatım vardı. Anladığım kadarıyla sayın Aksoy bu meselenin fazla
kurcalanmasından yana değil. Biz hafiyecilik oynamıyoruz ama Cumhuriyetin kuruluş öncesinden bugüne kadar çok müessir olmuş, çok önemli mevkiler işgal etmiş ve büyük bir titizlikle gerçek kimliklerini gizlemeyi başarmış bir
cemaat hakkında bilgi sahibi olmak hakkımız değil mi? Yaptıkları işlerde saklı tuttukları inançlarının bir yönlendirmesi
var mı? Meselâ sayın Tansu Çiller başbakanken İsrail'e yaptığı seyahatte "vaad edilmiş topraklar"dan bahsetmişti.
Bu tâbir Türk dış politikasında yok. Bunu bir lisan sürçmesi zannettik. Şimdi okuyoruz ki bayan Çiller sabataycı bir
kökenden geliyormuş. O zaman insanın aklında ister-istemez bazı şüpheler doğuyor. Sabataycılar kendilerini Türk kabul ediyorlar, âmenna, bir sözümüz yok da diyelim ki Türkiye ile İsrail arasında bir ihtilâf olsa sonuna kadar
Türkiye'nin tarafını tutacaklarından emin olabilir miyiz? Beni böyle düşünmeye sevkeden tarihte yaşadığımız acı tecrübelerdir. Bir Hasan Tahsin olayı var -tamam-, bir de H. Edip Adıvar'ın işgal sırasında ateşli nutuklar atıp
sonradan Amerikan mandasını savunması hadisesi ve bir de İzmir'e çıkan Yunan askerlerini çiçeklerle karşılayanlar...
Sonradan kurulan Arap devletlerinde başvekil filan olanlar Osmanlı ordusunda subaydılar. Tebaay-ı sâdıka'mızın da
ne kadar sadık olduklarını maalesef yaşadık. Bunları yazarken hayâlî ve potansiyel düşman aramak niyetinde değilim. Demem odur ki tarihî hakikatler meydana çıkarılsın ve şüpheler ortadan kalksın. Gerçeklerden kimse korkmasın,
çünkü hakikatler iyi insanlara zarar vermez. Pavlus Bey, daha fazla yazmak isterim, lâkin bilgim kıt bir, şu benim klavyenin tuşları Türkçe değil iki, tek parmakla
yazmak zor oluyor üç, mayın tarlasının etrafında geziniyoruz dört, elimde Yesevizade'nin Yahudilik ve Dönmeler adlı kitabından başka fazla kaynak yok beş. Selâm, sevgi ve hürmetler. Faruk XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Sayin Faruk Bey,
Size tüm kalbimle katılıyorum. Bugün artık yok olmaya yüz tutmuş olan Sabetaycı cemaatin tarihiyle ilgili araştırma yapılması pek çok açıdan faydalı olacaktır. Bu ülkede yaşayan bir vatandaş olarak bütün etnisiteler ve dini
cemaatler hakkında kapsamlı bir inceleme yapılması gerektiği kanısındayım.
Sabetaycı kökenli kişiler “Ben Türk’üm” dedikleri takdirde Türk’türler. Bundan şüphe etmemizi doğru bulmuyorum.
Türk kimliğinin esası, etnik unsur değil, ortak tarih, ortak kültür, ortak ülkü ve hukuk birliğidir. 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi Türk saymıştır; din, mezhep, ırk farkı
gözetmemiştir. Sabetaycılar da dahil olmak üzere kendini Türk sayan herkes Türk’tür.
Bugün için Ilgaz Zorlu beyin haricinde, Nükhet İpekçi, Cemil İpekçi, Fatma Arığ, Cengiz Çandar, Orhan Pamuk gibi
kimseler de Sabetayci kökenli olduklarını kabul etmiş durumdadırlar. Kendi kendilerine koydukları “konuşma yasağının” artık yavaş yavaş aşınmaya başladığını düşünüyorum. Zannediyorum ki Ilgaz beyin kitabı, bu tabunun
yıkılmasında önemli bir etken olmuştur. Bu açılım devam ettiği sürece, tükenmiş olan bu gizemli cemaatin tarihine ilişkin yeni belgelere ulaşma imkanları doğacaktır.
Özellikle yurtdışında “Sabetaycilik” konusu çok merak uyandırmakta ve her sene onlarca makale yayınlanmaktadır. 17. yüzyıldan bu yana konuyla irtibatlı, Batı dillerinde yüze yakın kitap basılmıştır. Ne yazık ki ülkemizde, bu
konunun üstü kapatılmakta, dış ülkelerde yayınlanan araştırmalar bile dilimize çevrilmemektedir. Yabancı dil bilmeyenler için bu konuda araştırma yapmak mümkün olamamaktadır.
Halbuki, bizim ülkemizde yaşayan ve dediğiniz gibi Cumhuriyetin kuruluşu öncesinden bugüne, içlerinden pek çok devlet adamı, aydın, hukukçu, yazar, gazeteci, bürokrat, sanayici çıkarmış olan bir cemaatin tarihidir bu. Yani
Fransa’yı, Amerika’yı, Rusya’yı ilgilendirdiğinden daha çok bizleri ilgilendirmektedir. Umarım, zamanla Türkiye’de de bu mevzu hak ettiği yere gelir.
Kurtuluş Savaşı’nın ilk örnek davranışını gösteren ve ardından şehit olan gazeteci Hasan Tahsin, Sabetayci
kökenlidir. İzmir’in Konak Meydanı’nda bulunan “İlk Kurşun Anıtı” onun adına dikilmiştir. Böyle bir adama Türk değil, milliyetçi değil, vatansever değil diyebilir miyiz? Diyemeyiz.
Sanıyorum ki, Sabetayci kökenden gelenlerin pek çoğu için de aynı durum geçerlidir. Her zaman, her yerde, her cemaatten çürük yumurtalar çıkar. Bu çok doğaldır. Ama iki üç istisna var diye de genel çizgiyi gözden
kaçırmamamız gerekir. Halil Bezmen çıkmış, milleti dolandırmış, Amerika’ya kaçıp, “ben Yahudi olduğum için baskı gördüm” iddiasında bulunacak kadar alçalabilmiştir. Ancak böyle bir örnek var diye de tüm bu kökenden gelen
insanları zan altında tutamayız. O kepazelik, o şahsı bağlar.
Bu arada, konuyla ilgili yaptığım araştırmalarda, İzmir’e çıkan Yunan askerlerini çiçeklerle karşılayanlar arasında
Sabetaycıların bulunduğuna dair hiçbir bilgiye rastlamadım. Bildiğim kadarıyla sadece İzmir’de yaşayan bazı Rum asıllı insanlar, bu küstahlığı göstermişlerdi.
Tansu Çiller’in de Sabetayci kökenli olduğu iddiaları vardır. Eğer bu iddia doğruysa ve İsrail’e yaptığı seyahatte “vaad edilmiş topraklardan” bahsetmişse bunu cahilliğine bağlamak gerekir diyorum. Olsa olsa Yahudilerin
sempatisini kazanmaya yönelik söylenmiş, içi boş bir sözdür.
“Yaptıkları işlerde saklı tuttukları inançlarının bir yönlendirmesi var mı?” süalini sormuşsunuz.
2001’lerin Türkiyesi’nde yaşayıp da, önemli mevkilerde bulunan Sabetayci kökenli vatandaşlarımızın bu tür yönlendirmelerle hareket ettiklerine inanmadığımı söyleyebilirim. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi Sabetayci
inanca bağlı sadece 3,000 kişi kaldığı anlaşılmaktadır. Geri kalan ve Sabetayci kökenden gelenlerin %90’ı için
Sabetaycılık bitmiştir, iflas etmiştir ve kendileri için hiçbir şey ifade etmemektedir. Ya gerçek anlamda ihtida edip
Müslüman olmuşlar ya da laik – seküler bir yaşam biçimi benimseyerek dini hayatlarından çıkarmışlardır. Yahudi yazar Rıfat Bali’yle gerçekleştirilen “Sabetaycılar ne olduklarını bilmiyorlar” adlı röportajı okumanızı öneririm.
Bakınız:http://www.f9.parsimony.net/forum12963/messages/12465.htm (Site Kapalı) Alternatif Link (WM)
Bu çöküşün nedenini anlamak da zor değildir. Tarih boyunca ne Yahudi ne de Müslüman kabul edilmiş, kendi
içlerinde de Karakaşlar, Kapancılar ve Yakubiler diye birbirleriyle muhalif üç gruba bölünmüş, az nüfusa sahip, Selanik’ten Türkiye’ye geldikten sonra başta İstanbul ve İzmir olmak üzere farklı şehirlere dağılmış, cemaat
yapılarını yitirmiş ve de 20. yüzyılın asimilasyon, milliyetçilik, pozitivizm, liberalizm akımlarından etkilenmiş insanların
17. yüzyıldan kalma batıl bir inanca daha fazla bağlı kalacaklarını beklemek hayalperestlik olur. Geriye kalan 3,000 kişilik “cemaatlerinin” de bir iki nesil içinde tamamıyla ortadan kalkacağı kesindir.
“Halide Edip Adıvar işgal sırasında ateşli nutuklar atıp sonradan Amerikan mandasını savunması hadisesi vardır” demişsiniz.
Doğru bu fikri savunmuştur. Bunun yanlışlığını biz şu anda yaşayan Türkler olarak görebiliyoruz. Ama, I. Dünya Savaşı biter bitmez, İzmir henüz Yunan askerlerince işgal edilmişken, herkes vatanın geleceği konusunda kaygılı ve
de karmakarışık bir ruh hali içindeyken yanlış fikirlere kapılanlar çok olmuştur. 10Ağustos 1920'de imzalanacak olan
Sevr Antlaşması’na göre ülkemiz Çankırı, Çorum yöresine sıkıştırılmış, avuç içi kadar bir Türkiye olacaktı. Halkımız dehşete düşmüştü. Kendimizi o yıllarda yaşayan insanların yerine koyarsak, ve de 1911 Trablusgarp, 1912 –1913
Birinci ve İkinci Balkan Savaşları, hemen arkasından da 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’nda birçok cephede
yenildiğimizi hatırlarsak olaya daha farklı yaklaşabiliriz. Artık kimse halkın yeni bir Kurtuluş Savaşına girerek muzaffer
çıkabileceğine inanmıyordu. Atatürk ve yanındakiler hariç. Bu yüzden Halide Edip Adıvar da dahil olmak üzere, pek çok tanınmış sima, geçici olarak Amerikan mandası altına girmemizin ülkenin düzlüğe çıkmasını kolaylaştıracağına
inanıyor ve bu fikri destekliyordu. Amerikan Kolejinin ilk Türk kadın mezunlarından olan Halide Edip Adıvar daha sonra bu fikrinden vazgeçip, Milli Mücadele'ye katılacak ve tam bağımsızlığa kadar Atatürk'ün yanında olacaktır.
Amerikan mandasını açıkça destekleyenler arasında İsmet İnönü bile bulunuyordu. Hatta İsmet Paşa, Kazım Karabekir Paşa'ya yazmış olduğu mektubunda şu görüse yer vermişti ;
“Eğer Anadolu'da halkın Amerikalılar herkese tercih ettikleri zemininde, Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır deniyor ki ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan Amerika'nın
mürakabesine tevdi etmek yaşayabilmek için yegane ehven çare gibidir.”
(Mektubun tam metni için BKZ. FALİH RIFKI
ATAY: "Çankaya-Atatürk'ün Doğumundan Ölümüne Kadar", Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayii A.Ş. yayını, İstanbul,1969, s:192-194)
Dolayısıyla ben, o zamanki tarihi koşullar gözönünde bulundurulduğunda, Halide Edip Adıvar ile İsmet İnönü başta olmak üzere, pek çok önemli simanın Amerikan mandasını destekleme kararını kötü niyetle bağdaştırmıyorum.
Umutsuzluklarının sebep olduğu geçici bir hata olarak algılıyorum. Sonuçta, tüm halk, Halide Edip Adıvar, İsmet İnönü dahil, Atatürk’ün “ya istiklal ya ölüm” felsefesine bağlanarak Kurtuluş mücadelesi vermiştir ve bize Türkiye
Cumhuriyeti’ni armağan etmişlerdir.
Bir noktayı daha ilave etmek istiyorum. İsmail Cem Bey’in Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, Türkiye 40 yıldır girmek
için büyük mücadeleler verdiği Avrupa Birliği’ne aday ülke sıfatını kazanmıştır. Bu aşamaya gelinmesinde İsmail Cem
Bey'in katkıları inkar edilemez. Hatta, AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verhaugen, Türkiye’nin adaylığının kabul edilmesinde en büyük emeğin İsmail Cem tarafından verildiğini ifade etmiştir. Yani, Sabetayci
kökenden gelen ve TÜRK olan vatandaşlarımız halen ulusumuza önemli hizmetlerde bulunmaya devam etmektedirler. Bu gerçeği görmemiz lazım. Artık Sabetayci kökenden gelen insanlara düşman gözüyle bakmamayı öğrenelim...
Saygılarımla, Pavlus
Bir sonraki sayfa için tıklayınız
|