İstanbul defterdarının itirafları
 

 

Faik Ökte, "Göreve yeni başlamıştım. vekaletten gelen bir yazıda harp ve ihtikar dolayısı ile kazanılan fevkalade kazançların vergilendirileceği, bu sebeple bilhassa ekalliyetlerin servetlerinin araştırılması isteniyordu."

26 Ağustos 1942 tarihinde Maliye Bakanlığı'ndan gizli bir emir aldığını anlatan Faik Ökte, İstanbul Defterdarı oluşuna ilişkin sürecin bir tesadüften çok kurban seçilişi ile açıklıyor. İstanbul Defterdarı Şevket Adalan'la okul yıllarında tanıştığını ve Adalan'ın Maliye Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü görevine getirilmesinden sonra kendisine İstanbul Defterdarı olması için telkinlerde bulunduğunu söylüyor.

12 Eylül 1942 yılında göreve başladığını yardımcılarının ise İrat ve Servet Gelirleri Müdürü Mehmet İzmen ve Defterdar Yardımcısı Muhittin Gürün olduğunu anlatan Ökte, "Daha göreve yeni başlamıştım. O akşam geç vakit odama gelen Mehmet İzmen bana 15 gün evvel vekaleten gelen bir yazı gösterdi.

Yazıda harp ve ihtikar dolayısı ile kazanılan fevkalede kazançları kanunlarımızın vergilendirmemekte olduğu, bu sebeple bilhassa ekaliyetlerin (azınlıkların) büyük servetler iktisap ettikleri belirtildikten sonra, piyasada acele tetkikat yaptırtılarak, kimlerin bu şekilde fevkalede kazanç temin ettiğinin tespiti, ekaliyetlerin ayrı bir cetvelde gösterilmesi belirtilmekte idi" diyordu. Savaş esnasında kimin ne kadar haksız kazanç edindiğine gelince, "Bu emir üzerine irat ve servet müdürlüğü şubelerden gizli malumat istemiş, birkaçından istediği malümatı alamamıştı.
Gelen cetvellerde bir kısım vatandaşın isim, adresleri, san'at nevileri tespit edildikten sonra harpten evvelki servetleri, harp içindeki kazançları gösterilmişti. İzmen'e servet ve kazançlara ait rakamların nasıl tespit edildiğini sordum. Gülerek, 'Sadece tahminde bulunmuşlar' dedi. Hakikaten rakamların mesnedi, ipe sapa gelir tarafı yoktu. Benim dikkatimi çeken nokta, vekaletin yazısındaki tefrik idi. O güne kadar bu yolda bir ikiliğe şahit olmamıştım" diyerek ilk ayrımcılığın bu yazı ile başladığını anlatıyordu Ökte.

Saraçoğlu: Fiyat politikası da var
Varlık Vergisi'nin Şükrü Saraçoğlu'nun dikte ettirmesi ile bir CHP milletvekili tarafından kaleme alındığını anlatan Ökte, ancak anılarında bu milletvekilinin ismini vermiyordu. İstanbul'da hazırladıkları raporun dikkate alınmamasından sonra Maliye Bakanı Fuat Ağralı ve Özel Kalem Müdürü Şevket Adalan ile dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu ile görüşmek üzere Ankara'ya gittiklerini vurgulayan Faik Ökte, "Benim gibi defterdar olarak İzmir'e gönderilmekte olan Mümtaz Tarhan ile Saraçoğlu'nun karşısına çıktık. Saraçoğlu, hazırlanan kanunu beğenip beğenmediğimi sordu. 'Bazı itirazlarım var' dedim. 'mesela' dedi.

'Benden 300 milyon isteniyor. Kanuna göre bu paranın 15 gün içinde, nihayet bir ayda tahsili lazım. Mükelleflerin bu müddette likid para bulamamalarından endişe ediyorum' dedim. Başbakan'ın yüzü karmakarışıktı. 'Bu işin içinde fiyat politikası da var delikanlı. Malları piyasaya dökeceğim. Senin düşündüğün bir yandan varittir. Ben bu ihtimali de nazarı dikkate aldım. Fiyat hakkındaki emellerimiz tahakkuk ettikten sonra sana istediğin muhletleri zamanında vereceğim" dediğini anlatıyor.

Ve bu son görüşmenin ardından, 12.11.1942 tarih ve 4305 sayılı kanunla Varlık Vergisi uygulanmaya başlanıyor. Önce tek bir kanun olarak düşünülen Varlık Vergisi Kanunu'na ileveten 17.9.1943 tarihinde 4501 ve 15.3.1944'te 4350 sayılı kanunlar da ekleniyor. Varlık Vergisi Kanunu'nun çıkarılmasına ilişkin kanun teklifinin altında Şükrü Saraçoğlu, Numan Menemencioğlu, Ali Rıza Artunkal, Recep Peker, Fuat Ağralı, Hasan Ali Yücel, Ali Fuat Cebesoy, Hulusi Alataş, Raif Karadeniz, Şevket Raşit Hatipoğlu, Fahri Engin, Behçet Uz'un imzaları bulunuyordu. İstanbul'daki Varlık Vergisi uygulamalarını CHP adına Suat Hayri Ürgüplü denetliyordu. Daha sonra Başbakanlık da yapan Ürgüplü'nün verginin uygulanışı sırasında, müdahalelerinin de olduğu Ökte'nin anılarından anlaşılıyor.

Vergiye direnenler tespit edildi
Yoğun bir çalışmanın ardından Varlık Vergisi ile ilgili listeler İstanbul Valisi Lütfi Kırdar'a tasdik ettirildikten sonra Emniyet Müdürlüğü'ne gönderiliyor. Vali Yardımcısı Muzaffer Akalın'la biraraya gelen istanbul Defterdarı Faik Ökte, vergiye direnenlerin tespit edilmesini istiyordu. Gayrımüslimlerden Gad Franko, Şekip Adut, Faracci İlh listeye en büyük tepkiyi gösteren zenginlerin başında geliyor.

Gayri müslimler 6 gruba ayrılırken; Fevkalade sınıf, orta sınıf, beyannameliler, iratlılar, seyyarlar ve hizmet erbabı olarak adlandırılıyor. Müslümanlar ise fevkalade sınıf, orta sınıf, beyannameliler ve iratlılar olmak üzere 4 grupta toplanıyor.

Bunun dışında anonim şirket sahipleri(AŞ), büyük çiftçiler(BÇ) ve emlak sahipleri(ES) de ayrı bir tasnife tâbi tutuluyor. Vergi mükelleflerinin belirlenmesinde nasıl bir tasnifin yapılacağına ilişkin oluşturulan komisyonda; Halil Alan, Sami Şehbenderler, Şükrü Birgili, Bülent Yazıcı, Sait Ergin, Arif Arıkan, Memduh Aytür, Burhan Ulutan, Cahit Kayra, Fahri Tigrel, Münir Mostar, Yekta Teksel, Rıfat Onan, Barık Uluğ, Esat Gürsü, Necmi Tanşu ve Derviş Gılavayer alıyor. Savaş sırasında 5000 liranın üzerinde emlak edinenlerin haksız kazançlarını ise Fazıl Ayanoğlu, Ekrem Türkay, Hayati Savran, Hilmi İmre, Tevfik Demiroğlu, Selahattin Cin, Cemalettin Tunç, İrfan Aktan, Zekeriye Sezer, Ali Ege, İbrahim Güneş, Fazıl Tüzün, Hilmi Kıratlı, Saim Temiz, Yekta Teksel, Barık Uluğ ve Derviş Gılava belirliyor.

Dönmeler nasıl listeye eklendi?
Gayrimüslim ve Müslümanlar'la ilgili listelerin hazırlanmasından sonra Maliye Bakanı Şevket Adalan, listeleri Ankara'ya götürüyordu. Adalan'ın Ankara temasları sırasında listeye yeni bir sınıf eklenmesi icap ediyordu: Dönmeler... Bunun üzerine 'Salkım Hanımın Taneleri' filmindeki Halit Bey gibi sonradan Müslüman olmuş dönmeler bir anda kendilerini fevkalade zenginler grubunda buldu. İsyan bu noktadan sonra kontrol edilemiyordu bile. Ökte, dönmelerle ilgili kararı anılarında şu sözlerle özetliyordu: "Bir kelime ile sinir manzumemizden Hitler'in isterik raşaları geçmeye başladı.

Hepimiz soğukkanlılığımızı, bilhassa maliyecinin farik vasfı olan ölçüyü kaybettik. Bu ruh haleti tahsilatın ilk aylarından bile az çok hepimize hakim oldu." Bu dönemler arasında haksızlığa uğrayanların sayısı gözden kaçmazken bazıları ise bu süreçte büyük servet edinmenin yolunu bulmuştu. Dönmelerden bazıları Ankara'daki nüfuzlarını kullanarak gayrimüslimlere ait fabrika ve arsaları yok pahasına satın alarak, daha düşük bir vergi ödeyerek büyük servetlere konmaya başlamıştı. Ökte, anılarında bunlara oldukça ilgniç örnekler verirken, kargaşadan doğan zenginlerden birçoğunun bugünün ünlü aileleri olması dikkatlerden kaçmıyor.

YUNUS NADİ SON ANDA YIRTTI
İstanbul'daki tıp merkezlerinin önemli bir kısmı gayrimüslimlerin elinde olduğu için doktorların ve diş tabiplerinin de gelirlerindeki artışla Rıfat Onat görevlendiriliyordu.

Denizcilikten servet edinenlerden Bülent Yazıcı, avukatlardan Suat Hayri Ürgüplü, yağcılar, keresteciler ve celeplerden ise Muhtar Sinanoğlu sorumlu tutuluyordu.

Azınlıklardan toplanan paraların maliyeye kaydından ise Ali Alaybek, Mehmet Ali Adalan, Fikri Ökte, Saim Atmaca, Tevhid Rasim Duru, Muhtar Diyadin, Emin Süleyman Erguz, Faruk Ömer Berk, Nezihi Tüzünay ve Hayrettin Saraçoğsorumluydu. Bu ekip içinde Saraçoğlu ailesinden ve Adalan ailesinden isimlerin konmuş olması dikkatlerden kaçmıyordu.

Vali devreye girdi
Defdarlığın hesaplamalarına göre İstanbul'dan toplam 300 milyon vergi toplanması hedefleniyordu. Ancak İstanbul'daki komisyonun verginin hangi oranda alınacağına ilişkin kararı Ankara'da onaylanmasına rağmen vergi daha da artırılmıştı. Başbakanlık'tan gelen gizli emirlerde özellikle Yahudiler'in genel ortalamanın üzerinde vergiye tâbi tutulması isteniyordu.

Bunun üzerine İstanbul Valisi Lütfi Kırdar Ankara'ya giderek Milli Şef İsmet İnönü, Başbakan Şükrü Saraçoğlu ve Maliye Bakanı Fuat Ağralı ile görüşerek fevkalade Müslümanlar ile gayrimüslimlerin, beyannameli Müslüman (M)ve Gayrmüslim(G) gruplarının vergisinde yüzde 10'lük bir indirim sağladı.

Kırdar bununla da kalmayarak meslektaşları olan doktorlara da bir kıyak geçti. Faik Ökte'nin anılarında oldukça ilginç bir cümle yer alıyor:

"Bu arada Yunus Nadi'ye tarh edilen milyonluk vergi de suya düşmüştü." Böylece Cumhuriyet Gazetesi'nin sahibi devlete büyük oranda vergi vermekten kurtarılmış oluyordu. Ancak Nadi ile birlikte bazı CHP'ye yakın bazı gazetelere de benzer kıyakların çekildiği biliniyordu.

Vergiye kriter zor bulundu...
Kimden ne kadar vergi alınacağına ilişkin listelerde oldukça ilginç kriterler vardı. Gayrimüslim ve Müslümanlar'a ait anonim şirketlerden ayrım yapılmaksızın, 1941 yılı net kazancının o yılın vergi ve zamları çıkarıldıktan sonra toplam kazancın yarısı Varlık Vergisi olarak alınıyordu. Savaştan olağanüstü kazanç sağlayan Müslüman grubun vergisi, son yıllarda elde ettikleri kazancın 1/8 oranındaydı. Gayrimüs-limlerden savaşın son yılında kazancın yarısı kadar vergi alınması benimsenmişti. Gayrı safi gelir üzerinden kazanç vergisi veren Müslümanlar'ın Varlık Vergisi, 1941 yılı kazancının vergisi ve zamlarının toplamı kadardı. Büyük çiftçilerin varlıklarının yüzde 5'ine el konulması öngörüldü. Emlak sahibi gayrimüslimlerden fevkalade sınıfına girmeyenler emlak vergisinin 1500 lirasının üstünde kalan kısmı kadar vergi verecekti. Bunun anlamı 500 lira mülkü olan gayrimüslimlerden 3500 lira vergi alınmasıydı. 3000 liradan aşağı gelir vergisi olan Müslüman emlakzedelerden ise hiç vergi alınmadı. Seyyar tüccarlara ise 500 lira vergi salındı. Aylığı 40-50 lira olanlar vergiden muaf tutuldu. Mihver teba olarak anılan Yahudiler, mühtekirler, dönmeler, G M arası bir muameleye tâbi tutuldu.

Yüce Divan'lık rezaletler ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Ülke insanı çok fakirdi. Türkiye'de fevkalade zengin müslümanların sayısı 460 kişiydi. Fevklade gayri müslim zengin sayısı 2563 kişi idi ve bunlara 189 milyon liralık vergi salındı.
Milli Şef İnönü'nün vergiye itirazı yoktu. Yalnız vergisini ödemek için birikimlerini satmak zorunda kalan insanların piyasayı olumsuz etkileyebileceği uyarısında bulundu.

Gelir gruplarına göre yapılan tasnifte ise 1-100 lira maaş alanlardan 500 lira, 101-150 lira maşa veya ücret alanlardan 750 lira, 151-200 arası maaş ve ücret alanlardan 1000 lira, 201-250 lira maaş veya ücret alanlardan 1250 bin lira, 251-350 bin lira alanlardan 1500 bin lira...601-700 lira maaş veya ücret alanlardan 4000 lira ve 701 ile 800 lira maşa veya ücret alanlardan 5000 lira varlık vergisi alınacaktı. Müslümanlarla gayri müslimlerin ortak şirket kurmaları durumunda ise vergi önce gayrimüslime(G) göre ardından Müslümana(M) göre hesaplanarak yarısı kadar alınması kararlaştırılmıştı. Ölenlerin mirası reddedilmiş olsa bile kanun mirasçılarından vergi istendi. Hatta bu noktada öylesine komik örnekler yaşanıyordu ki, Faik Ökte, bir Türk kızı ile evlenen ve annesi tarafından reddedilen bir Ermeni gencin başına gelenleri hatıralarına almaak zorunda kalıyordu:

"..Gevregiyon isimli gence 150 bin lira vergi konmuştu ve Aşkale'yi boylamak üzere idi. Vergiyi itiraz ederek vaktiyle annesiyle aynı apartmanda oturduğu için bu verginin kendisine çıkarıldığını söyleyerek Aşkale'ye gitti. İşi tahkik ettirdim. Gevregiyon eglenceyi seven bir gençmiş. Bir Türk kızı ile seviştiği için annesi kendisini reddetmiş. Neticede annesinin tasarruf altında bulunan muazzam apartman sattırılıp Gavregiyan'ın borcunu kapattık ve kendisini Aşkale'den geri getirttik."

KURŞUN KALEMLİK REZALETLER
Hiç bir cetvele yerleştirilemeyen gayrimüslim müteahhitler, komisyoncular gayrimüslimlere çıkarılan en yüksek vergiye tabi tutuldu. Azınlıkları ait mekteplere 227 bin 500, dini kurumlara 119 bin 200, hastaneler ise 86 bin 750 lira olmak üzere toplam 433 bin 500 lira vergi salındı. Varlık vergisi'nden en fazal nasibini alan ise 69 bin lira ile Balıklı Rum Hastanesi oludu. Rum Kilisesi, Amerikan Dil ve Sanat Okulu, Fransız Okulu, Musevi İlkokulu'na 157er bin lira, Robert Koleji, Sebük N. D. Dösyon Fransız Kız Lisesi, Aya Dimitri Kilise'sine de 10'ar bin lira vergi salındı.

Ancak, sağlık eğitim ve dini kurumlardan sadece 16 bin 210 lira tahsilat yapılabildi. 227 bin 550 lira ödemesi gereken azınlıklara ait okullardan sadece 5 bin 700 lira, 119 bin 200 lira alınması planlanan kiliselerden 10 bin 10 lira, 86 bin 750 lira alınması planlanan hastanelerden ise 500 lira vergi toplanabildi. Bu konuda bir başka gerçek ise, zar zor ayakta kalan bu kurumların vergiden sonra kapanmak zorunda kalması oldu.

Faik Ökte'nin anılarında hazırlanan Varlık Vergisi listelerinin kurşun kalemle tutulması zorunluluğu da olaya daha enterasan bir boyut kazandırıyor: "Cetveller bu haliyle Varlık Komisyonu'na tevdi edilmekte, komisyonca takdir olunan rakamlar kurşun kalemle yazılan rakamın yerine mürekkeple yazılmakta idi. Komisyondan çıkan cetvel bu haliyle büroya gelmekte, her cetvel bürodan bir mütehassısın nezareti altında daktilo servisinde, diğer üç nüsha cetvele makine ile işlenmekte idi. Bu suretle komisyondan çıkan ve vergi rakamları mürekkeple yazılmış bulunan asıl cetveller verginin esas kütüğünü teşkil etmekte idi.

VARLIK KOMİSYONU'NDA BUGÜNÜN ÜNLÜLERİ...
CHP'nin kontrolünde oluşturulan ve İstanbul Ticaret Odası tarafından Varlık Komisyonu'na aday gösterilen isimler arasında, bugünün ünlü ailerinin yer alması dikkatlerden kaçmıyordu. Birinci komisyonda Vali Lütfü Kırdar, Faik Ökte, Mithat Nemli, Nuri Dağdelen, Bican Bicanoğlu, Ferit Hamal yer aldı. İkinci komisyonda Halil Ayan, Muhittin Alemdar ve Vakıf Çakmur görevlendirildi. Üçüncü komisyon Fatih Kaymakamı Rebii Karatekin Mühiddin Gürün, Hilmi Naili Barlo, Mehmet Sipahi'den oluştu. Komisyon çalışmalara başladığında oldukça komik olaylar yaşanmaya başlamıştı. Nuri Dağdelen, maliyecilerin kendisine biçtiği serveti ve buna göre çıkarılan vergiyi az bularak iki katına çıkarılmasını istedi.

Bican Bicanoğlu, Beyoğlu'nda komşusu olan bir gayrimüslim bakkala çıkarılan vergiyi fazla bularak aşağı çektirdi. Ancak sonrada kendisinin bu bakkalla ortak olduğu ortaya atıldı. Devlete karşı açtığı davaları sırası ile kazanan Avukat İbrahim Ali'ye komisyon tarafından 100 bin lira vergi konmuştu. Maliye Bakanı Özel Kalem Müdürü ve Varlık Vergisi'nin mimarlarından Şevket Adalan, rakamı görünce 200 bin liraya çıkardı. Daha sonra Gelirler Umum Müdürü Emin Tekeli'nin bir telefonu ile rakam 300 bin liraya çıkarıldı. Hepsinin Ali'den pek hoşlanmadıkları ortaya çıkıyordu. Ökte'nin hatıralarından bu olay, "Yavaş yavaş çıldırıyorduk!" sözleri ile yer aldı.

MALİYE BAKANI AĞRALI'NIN İNTİKAMI...
Komisyonun gayrimüslim zannettiği B. H. Köri isimli bir müteahhit, o günlerde Maliye Bakanı Ağralı ile kavgalıydı. Kori'ye 90 bin lira vergi çıkarıldı. Cafer Tüzel diye bir maliye memuru Köri'yi tanıdığını ve Türk olduğunu söyledi. Nüfus kütükleri incelendiğinde Kori'nin Türk olduğu anlaşıldı. Listeler üzerindeki tek doğru dürüst inceleme bununla sınırlı kaldı. Ancak beş parasız olan Kori, küçük bir vergiyi de ödeyemeyince Aşkale'ye gönderildi. Örnekler öyle çoktu ki, Faki Ökte hatıralarının önemli bir bölümünü bu olaylara ayırdı. Vali Lütfü Kırdar'ın terzisi İzzet Ünver'e 20 bin lira vergi çıkarılmıştı. Bu kez Vali Kırdar ve Faik Ökte devreye girerek vergiyi 10 liraya düşürdü. Maliye Müfettişi Vefik Pirinççioğlu, büyük problemlerle ablasını boşayan eski eniştesi Avinelli isimli bir müteahhite büyük bir vergi koymuştu. Yine bu vergi de Ökte tarafından beş kat indirildi. Sırf bu olay yüzünden İstanbul Defterdarlığı'nda ciddi kavgalar yaşandı. İş öylesine zıvanada çıkarılmıştı ki Ökte, "Kırdar'ın hanımının terzisi, şapkacısı, berberi dolayısı ile bayan Kırdar'ın kocasından şefaat istediğini biliyordum. Bunlardan çoğu baremli idi, kendilerine yalnız tahsil sırasında kolaylıklar gösterebildik. Hepsi de vergilerini ödediler. Orta sınıfa alınmış olan terziyi baremlilere iade ettik. Necmettin Molla'ya fevkalede grubundan 15 bin lire vergi konmuştu. Suat Hayri Ürgüplü'nün emri ile Prens Halim'e çıkarılan Alemdağ'daki av çiftliği vergisini kaldırdık" itirafından bulunuyordu.

S. ÖMER MADRA'YA BÜYÜK İLGİ!..
Varlık Vergisi'nin İstanbul'daki birinci komisyonunun vergi tarhını belirleme aşaması sırasında Ayvalık Mal Müdürlüğü'nün üst üste telgraflar geliyordu: "Sezai Ömer Madra'yı biz teklif edeceğiz. Size bize bırakın". Yatırımlarının büyük bölümünü Balıkesir, Ayvalık ve İzmir'de yapan Madra İstanbul'da ikamet ediyordu. Ve Ankara'daki bazı yakınları kendisi için devreye girmişti. Ökte; anılarına bu skandalı şu kelimelerle yerleştirdi: "Valinin odasında idik. Madra, 'Fevkalede M'lere mahsus cetvelde gösterilmişti... Derken şehirlerarası telefon çaldı. Başvekil Saraçoğlu, Kırdar'la(vali) bir kaç kelime konuşarak hal hatır sordu. ...Telefon kapandıktan sonra vali ne konuştuklarını birbir anlattı. ... Bütün bu feverana rağmen vergi 70 bin liraya indirildi. Bu ara Şevket'in(Adalan) odada olmadığı dikkatimi çekti. Anlaşılan başvekilin zamanında bizi bulmasını o temin etmişti...

Fevkalede zengin müslümanlar 460 kişiydi ve bunlara 17 milyon 249 lira vergi çıkarıldı. Fevkalede Gayrimüslimler 2563 kişiydi ve bunlara da 189 milyon 969 bin 980 lira vergi tarh edilmişti. Baremli müslümanlar 924, Baremli Gayrimüslimler 1259, İratlı Müslümanlar 2589, İratlı Gayrimüslimler 24151, Anonim şirketler 159, Müteahhitler 22, Emlak satanlar 1937 ve kazalar ise 788 kişiydi. 10991 hizmet erbabı ve 15413 Gayrimüslim-Müslüman ortaklıkları ile birlikte toplam 61673 kişiye vergi çıkarıldı.

MİLLİ ŞEF İNÖNÜ VARLIK VERGİSİNE KARŞI DEĞİLDİ
Maliye Bakanlığı, Varlık Vergisi'nden 309 milyon 586 bin 172 lira gelir elde edilmesi umuyordu. Türkiye genelinde mükellef sayısı 62 bin 675'e beklenen vergi ise 349 milyon 988 bin 922 liraya bağlanmıştı. Verginin büyük bölümü İstanbul'dan toplanmasına rağmen İzmir, Antakya, Balıkesir, Bursa ve Ankara'da da Varlık Vergisi'ne muhatap tutulan azınlıklar mevcuttu.

Listeler açıklandıktan sonra Milli Şef İnönü, İstanbul'a giderek son durum hakkında bilgi aldı. İstanbul Defterdarı Faik Ökte ve yakın çalışma arkadaşlarını kabul ederek gelişmeleri öğrendi. İnönü'nün vergiye itirazı yoktu, ancak vergisini ödemek için birikimlerini satmak zorunda kalan insanların piyasayı olumsuz etkilebiyebileceği uyarısında bulundu.

İLK İSYAN, İLK SKANDAL...
Defterdar Faik Ökte, Varlık Vergisi'ne ilk isyanın Eşref Sami Ölçer'den geldiğini hatıralarında şu ifadelerle anlatıyor: "Eşref Sami Ölçer, üç beş kuruşluk sermayesi ile mekteplerin küçük teahhütlerde bulunurdu. Kendisine 15 bin lira vergi tarh edilmişti. Bu para sermayesinin üç misli idi. Komisyondan çıkan ana nushaya baktırdım. Hata yoktu. Müsveddelere bakınca tüylerim diken diken oldu. Müsveddedeki rakam bir sıfır noksanı ile 1500 lira idi. Derhal alakalı müfettişi buldurttum. Rakam müsveddeden birinci cetvele nakledilirken bir sıfır hatası yapılmışti düzelttirdim"

GAYRİMENKUL ZENGİNLERİ TÜREDİ
Varlık Vergisi çerçevesinde İstanbul'da satılan gayrimenkullerin toplamı 885 adetti. Toplam değeri ise 2 milyon 700 bin 883 lirayı buluyordu. Bunlardan 330'u ev, 97'si dükkan, 190'nı arsa, 80'i de apartman, 42'si depo, 7'i han, 8'i fabrika idi. Bu gayrimenkullerin ihale veya gazete ilanı ile satılmaması da Varlık Vergisi konusundaki adaletsizliği gözler önün esermeye yetiyor. Hangi gayrimenkulun nerede ve kaça satılacağını komisyon ve satıcının dışında sadece cüzdanında para bulunan bir kaç kişi dışında bilen olmuyor. Ökte'nin Parseh Gevegiyon isimli bir gayrimüslimle ilgili anısı 'Salkım Hanımın Taneleri' romanındaki Durmuş karekteri ile yüzde yüz örtüşüyordu. Prof. Dr. Necdet Tekin'e göre ise, Salkım Hanımın Taneleri romanının yazarı Devlet Bakanı Yılmaz Karakoyunlu, Ökte'nin kitabında Mikail Çuhaciyen'ın Kuyumciyan'ın apartmanlarının ve Tarantoların fabrikasının Bezmenler tarafından satın alındığını itiraf ediyordu. Varlık Vergisi ile ilgili gerçekler incelendiğinde bu vergiye büyük tepki göstermesine rağmen İzmir'deki azınlıkların bu konuya çok fazla deşmeye yanaşmadıkları gözlenir. Bunun nedenini tarihçiler Varlık Vergisi'nde birinci hedefinin Yahudiler olması ile açıklasalar da, Rumların da vergiden bir hayli etkilendikleri bir gerçek. Bu konudaki ikinci bir gerçek ise Rumlarla ecnebi olarak kabul edilen Yunanlı tüccarların isim benzerlikleri. Sadece Türkiye'ye giriş çıkışlarda iki kalem gümrük vergisi ödeyen Yunan tüccarların, kimlik ve adres kargaşası yaratarak soydaşlarının daha az vergi ödemelerini sağladıklarını bizzat Faik Ökte anlatıyor.

"YÜCE DİVAN'DA YARGILANMALIYDIK"
Günahları ve sevapları ile Türk Mali tarihinin yüz karası olarak tanımlanan Varlık Vergisi ile ilgili bir başka gerçek ise, bu verginin tek başına sadece azınlıklardan alınmamış olmasıydı. Vergisini ödeyemeyip te Aşkale'ye gönderilen azınlık sayısının hiç bir zaman 1500 kişiyi bulmamış olması da bu gerçeği gözler önüne seriyor. Bazı tarihçiler ise Aşkale'de asıl çalışanların Toprak Mahsülleri Vergisi'ni ödeyemeyen Türkler olduğunu iddia ediyor. Ancak bu iddia bile azınlıkların Aşkale'ye götürülüp; tren istasyonlarında bir lira yevmiye ile çalıştırıldıkları gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Varlık Vergisi'nin bir numaralı uygulayıcısı olan İstanbul Defterdarı Faik Ökte hatıralarının sonunda okuyucusunun karşısına şu sözlerle dikiliyor:"Varlık Vergisi'nin en affedilmez tarafı, ecnebi vergileri üzerinde bize cebren yaptırılan tadillerdi.... Ecnebi vergiler üzerinde yapılan demarşlar, alınan kararlar, kararların beğenilmeyip yeniden tetkike tabi tutulması, muaddel vergilerin de ödenilmemesi, bizim icraya gidemeyişimiz, kapitülasyonlar devrinin karanlık günlerini hatırlatan hacelet levhalarıyle doludur. Varlık Vergisi ile hazineye 221 milyon lira sağlanmıştı. Tespit edilen bütün kanunsuzluklar ve nizamsızlıkların karşılığı işte budur. Buna mukabil bu vergi ile devlet çok şey kaybetmiştir. ...Ben kendi hesabıma bu mevzuda devletin vekar ve haysiyetine vurulan bu darbe dolayısı ile başta Başbakan olmak üzere, hepimizin toptan Yüce Divan'a sevk edilmeyişimize hala hayret ediyorum"

ERCAN YAVUZ ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
 

İskender'in başarısı

Bostan ve Gülistan kitabinda Sadi Sirazi söyle bir kissa anlatir:
Cihan hükümdari Iskender'e sorarlar:
- Dogu ve bati memleketlerini ne ile aldin? Önceki hükümdarlarin hazineleri, varliklari ve askerleri çok daha fazla oldugu halde, onlara böyle bir fetih nasip olmamisti. Bu basarinin sirri nedir?
Cevap verir:
- Hangi memleketi aldimsa, halkini incitmedim ve büyüklerinin adini ancak iyilikle andim. Her millet, kendilerine benden kötülük gelmeyecegine inanmisti. Benden sadece iyilik beklerlerdi.
Iste, bir devleti, milleti ayakta tutan en önemli düstur bu... Bu düstura uyan ayakta kalmis, uymayanin yerinde yeller esmis...Tarih böyle söylüyor. Iste size bir iki örnek:

Bundan binüçyüz sene önce yeryüzünde iki süper devlet vardi: Iran Sahligi ve Roma Imparatorlugu...
Iran Sahi bir gün bir meydanda konusurken, ciliz bir ses duyar:
"Hükümdarimiz, kurumus kuyulardan, meyve vermeyen agaçlardan, ekin bitmeyen tarlalardan daha ne zamana kadar vergi alacaksin; bu insanliga sigar mi?"

Halkin gözü önünde yapilan bu konusmayi hakaret kabul eden Iran hükümdari, zavalli fakiri kalabaligin gözleri önünde atese attirarak yaktirir. Ne kadar hakli ve suçsuz olursa olsun, dilek ve rica sahibinin canina kiymakta tereddüt göstermez...

O günkü Dogu Roma Imparatorlugu'nun merkezi olan Istanbul'da ise, durum bundan farkli degildir...
Üstünlük taslamak için Imparator Ayasofya'nin insâsini baslatir. Bütün halkini kamçi zoru ile çalistirir; bu cebrî çalismaya katilmayanlar, simdiki Sultan Ahmed Meydani'ndaki Hipodromda yagiz atlarin kuyruklarina baglanarak paramparça edilir... Bu vahsetleri derin bir çâresizlik içinde seyreder diger isçiler...Isterseniz bir de yakin tarihimizden bir örnek vereyim. Vakko'nun sahibi, Vitali Hakko'nun hatiratindan alinti yaparak:

"Beterin beteri var, demisler. Ülkenin üzerine öylesine kara bir bulut çökmüstü ki, bundan kurtulmanin imkani yoktu. Bu kara bulutun adi 'Varlik Vergisi'ydi.
"Vergi Takdir komisyonlari" isadamlarinin ödeyecekleri vergileri önceden tespit ediyordu. 1942'nin sonbaharinda islemeye baslayan Varlik Vergisiyle mükellefler dörde ayrilmislardi: Müslüman Türklerle yabancilar bir tutulmus, servetlerin 1/8'ini ödemeye "mahkûm" edilmislerdi. Dönmeler ise1/4'ünü, biz gayrimüslimler ise,servetimizin1/2'sini, evet, yarisini ödeyecektik. Bana takdir edilen, Varlik Vergisi'nin hiç degilse bir bölümünü nasil bulabilecegimi düsünmeye baslamistim. Çok zordu. Çünkü basvurabilecegim hiçbir dostum yoktu. Hepsinin durumu bizimkinden kötüydü ve herkes kendi basinin çaresine bakmaya çalisiyordu. Baslarini duvarlara, magazalarindaki kasalarin kapisina vuran, aglayan insanlari görüyordum çevremde. Hükümet, vergisini ödeyemeyenleri yasina basina bakmadan tas kirmaya Askale'ye sürüyordu. Askale'ye 1400'e yakin kisi sürülmüstü.  Para bulmak için Ankara'ya gittim.Varir varmaz müsterim, Hacibaba'ya ugradim. Sabah sabah, beni dükkâninda gören Hacibaba, sorgu sual etmeden bir bardak çay ikram etti. Çayi içtigim sürece hiç konusmadik. Bardagimi tezgâhin üstüne koydugumda ellerini dizlerine vurup, "Duydum, dedi. Allah büyüktür, üzülme." Benim bir sey söyleyecek gücüm yoktu. Oraya niçin geldigimi bile unutmustum. Bu ihtiyardan nasil, ne kadar bir avans isteyebilirdim ki? Biraz konustuk. O siparis listesini verdi. Bense, yalnizca veda edebildim kendisine. Çikarken, cebime bir zarf koydu. Saskin bakislarim karsisinda omzumu oksayip, "Hadi simdi git. Göreceksin Allah büyüktür" dedi yeniden. Cebimde zarfla dükkândan çiktim. Ama uzun bir süre açip içine bakamadim. Açtigimda ise, içinde, bize biçilen verginin tam beste biri tutarinda banknot saydim ve gözyaslarimi tutamadim...Hacibaba gibi insanlar var olduguna göre bu badireyi atlatacaktik."
Iste, bugün; ne bu iki devlet kalmis ne de 40'li yillarin iktidari...
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
 

ÜZEYİR GARİH VE VARLIK VERGİSİ

Üzeyir Garih'in nerelerden tırmanarak "seçkin" bir inan olduğunu, Varlık Vergisi'nin ne olduğunu bilmeden, hakkıyla, değerlendirebileceğimizi sanmıyorum. Aşağıda, üç sene metin yazarı olarak her vilayetin 19. Yüzyıl tarihini yazdığım Yurt Ansiklopedisi'nin, "İstanbul" bahsindeki ilgili maddesini aynen aktarıyorum:

Varlık Vergisi ve İstanbul... II. Cihan Harbi yıllarında çıkarılan ve uygulanan Varlık Vergisi ile, genellikle İstanbul tüccarı, özel olarak da azınlık tüccarının harp senelerinde edindiği spekülatif kazançların bir bölümünün hazineye aktarılması amaçlanmıştı.

Varlık Vergisi'nin çıkarıldığı dönem, enflasyonun hızlı bir tırmanış gösterdiği, büyük kentlerin ve ordunun günlük gereksinimlerinin karşılanmasında darboğazların söz konusu olduğu, ayrıca bu gereksinimlerden devletçe karşılanana bölümünün kamu gelirleri ile sağlanamayacak denli arttığı yıllardı.

Varlık Vergisi'nin uygulanmasında, vergi yükümlüleri dört grupta toplanıyordu. (M) Müslüğmanlar, (G) Gayrı Müslimler (ya da, azınlıklar), (D) Dönmeler, (E) Ecnebiler idi. Bu grupların her biri için farklı ölçütler kullanılıyordu. Kural olarak, kişiler, savaş yıllarına elde ettikleri öngörülen kazanç miktarına göre vergilendirilmişti. "Müslümanlar" ve "Ecnebiler" bu miktarın 1/8'ini, "Dönmeler" ¼'ün, "Gayrı Müslimler" ise ½'sini vergi olarak ödeyeceklerdi. Ancak, politik tepkiler sonunda, Ecnebiler'e uygulanan oran gözden geçirilerek % 35 oranında azaltılmıştı. Kanun kapsamında görülmekle birlikte, çiftçiler için çıkarılan vergi oldukça düşüktü.

Türkiye çapında Varlık Vergfi ödemesi gereken yükümlü sayısı 114.368 olarak saptanmıştı. 465.4 milyon TL. Dolayında vergi toplanması hedeflenmişti. Ancak, toplanan vergi 315 milyom TL. düzeyinde kalmıştır. Bu miktarın yaklaşık % 70'i, yani 221.3 Milyon TL.'si İstanbul'daki 34 bin dolayındaki yükümlüden alınmıştı.

İstanbul'un ve Türkiye'nin en ağır Varlık Vergisi'ni Barzilay ve Benjamin firması ödemiştir. Şirket, İstanbul'da, Cumhuriyet'in ilk yıllarından beri, vapur işletmeciliği ile uğraşmaktaydı.

Vergi dolayısı ile İstanbul'da satılan 885 gayrı menkulün büyük çoğunluğu şunlardı: Ev 330, dükkân 197, arsa 190, apartman 80, depo 42.

Bu gayrı menkullerin büyük bir bölümü, savaş yıllarında İstanbul'a yerleşen Anadolu tüccarlarından satın alınmıştır. Yasa, verginin ödenmesi için tanınan 15 günlük sürenin kik hafta daha uzatılmasından sonra, borcunu tümünü ödemeyenlere çalışma zorunluluğu da getirmişti. Uygulamada bu zorunluluk, ek süreler tanınmasıyla, vergi borcunun belli bir oranını ödemiş olan ve kalanın belli taksitlere bağlamayı kabul edenlere uygulanmamıştır. Bu koşullara uymayan Gayrı Müslim borçluların çalışmaya gönderilmesinde, borcun büyüklüğüne göre belirlenen bir sıra izlenerek, vergi komisyonlarınca karar verilmekteydi. Listeler saptandıktan sonra, ilgili kişiler, emniyetçe Aşkale'ye çalışma kampına gönderiliyordu. Dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte, "Varlık Vergisi Faciası" adlı yapıtında, her on ya da on beş günde yeni bir liste hazırlandığını, borçluların önce kamplarda toplanıp sonra grup grup Erzurum Aşkale'ye yollandığını yazmaktadır.

Varlık Vergisi'nin yürürlükte kaldığı süre boyunca, kampa alınan kişi sayıcı 2.057; Aşkale'ye gönderilen sayı ise, 1.400 idi! İstanbul'lu azınlıklar, yaklaşık olarak bunun % 90'ını oluşturuyordu. Bunların 21'i Aşkale'de ölmüştü.

Bazı yorumculara göre, Varlık Vergisi yalnızca Türk-azınlık ayırımına dayana bir uygulama olarak kalmamış; çiftçi ile kent sermayesi, Anadolu tüccarı- İstanbul tüccarı arasında da birinciler yararına, belli bir ayırım izlenmiştir. Aynı yorumculara göre, azınlıklar için Varlık Vergisi'nin yıkıcı bir etkisi olmuştur. Ama, büyük kentlerin Türk sermaye çevreleri de, oldukça ağır vergiler ödemiştir. Ancak, aradaki fark, çok daha hafif oranda vergilenen Türkler'in, kendilerine sağlanan ödeme kolaylıklarından da yararlanarak, işleri bozulmadan, gayrı menkullerini satmak zorunda kalmadan, bu yükün altından kalkabilmeleri; azınlıkların ise, önemli bir bölümünün varlıklarını paraya çevirerek elden çıkarmaya zorlanmaları olmuştur."

Üzeyir Garih'in babası her şeyini satmak zorunda kalmıştı. Varlık Vergisi, ne yazık ki, İnönü devrinin iftihar edilecek safhalarından bir değildir. Demokrasinin "d"sinin bile telaffuz edilemeyeceği bir savaş ortamında, tüm keyfiliklere izin veren uygulaması ile, gayrı müslimlere yönelik bir "tırpan" olarak işledi. Çok değerli insanlarımızı mahvetti. Garih Ailesi de bunlardan biriydi.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Tek yanlı çalışan edebiyat borsası

Geçtiğimiz üç-beş ay içinde ülkemizde iki büyük roman pazarlamasına şahit olduk. Neredeyse edebiyat-sanat camiaları bu hadiseyle yatıp kalkar hale gelmişti. Zira oturup kalktığınız her mecliste bu mevzu konu ediliyor; okuyan okumayan herkes, ucundan kıyısından bu roman veya yazarlarına ilişkin üç-beş cümlelik bir fikir serd etmeden kendilerini alamıyorlardı.

Herhalde Yılmaz Karakoyunlu’nun Salkım Hanımın Taneleri ile Orhan Pamuk’un Kar romanını kastetmiş olduğumuzu tahmin etmişsinizdir. Birincisi yılbaşından önce, ikincisi de yılbaşından sonra olmak üzere, neredeyse bütün Türkiye, bu iki roman ve romancının etrafında oluşturulan sun’î bir aktüalitenin kurbanı olmak durumunda kaldı. Anlaşılan o ki, bu tür mevsimlik pazarlamalardan, bundan böyle kendimizi kolay kolay alamayacağız. Derken, Kar romanı etrafındaki spekülatif meşguliyetlerin sonu geldi ve “tipi dinmek üzere” derken, bir de baktık ki Nazım Hikmet’in mezarı meselesi, kartel medyası ile birlikte İslâmî televizyon ve basın organlarından haftalar boyu sağanak gibi boşanıverdi.

Yani, önce Salkım Hanımın Taneleri ile Kar romanı, sonra da Nazım Hikmet tartışmaları! Öbür gün, belki daha başka bir mesele! İşte böyle sunuş ve pazarlamalarla oluşturuluyor “best-seller” listemiz. Siz bu romanları ister okuyun, ister okumayın, onlar hakkında iyi veya kötü muhakkak ki bir fikir sahibi olacaksınız demektir. Falanın fikrine itiraz veya diğer birinin mülâhazasına iştirak ederken, farkında olarak veya olmayarak bir girdabın içinde bulacaksınız kendinizi.

Salkım Hanım'dan Kar'a
Meselâ salkım hanımın taneleri’ni hatırlamaya çalışalım: Halen kendisi devlet bakanı olan ve TRT’den de sorumlu bulunan Yılmaz Karakoyunlu’nun bu romanı, biliyorsunuz, film haline getirildi. Roman olarak fazla bir ilgi çekmese de, filme dönüştürülünce kızılca kıyamet koptu. Çünkü Türkiye’nin uluslararası düzlemde köşeye sıkıştırılmaya çalışıldığı bir mevzuda zülfiyâre dokunacak bir eksen üzerinde gelişiyordu bu roman. Sanki Ermeniler, Cihan Savaşı içinde Rusların ve İngilizlerin tahrik ve vaatleri ile bağımsız bir devlet kurmak için isyan etmemişler, bölgesel bir temizliğe kalkışarak ekseriyeti Kürtler olmak üzere yaygın katliamlara girişmemişler gibi, tam aksine, nâhak yere Ermeni tehciri gerçekleştirilmiş gibisinden hisler tevlid etmek! Sonra da, romanda cereyan eden ırza tasallut hadiselerini, Cumhuriyet paşaları ile değil de, Hamidiye paşaları ile izah kolaycılıkları!

Kuşkusuz böyle bir roman yazılabileceği gibi, filmi de çekilebilir. Fakat orta yerdeki garabete bakın ki, Salkım Hanımın Taneleri filminin finansörlüğünü TRT gibi resmî bir kamu kurumu ile, İş Bankası gibi yarı örtülü bir başka resmî kurum yapıyor. Dolayısıyla, bırakın siz siyasî partileri veya iktidarı da, Türkiye’nin yıllardır köşeye sıkıştırıldığı bir dış politika mevzuunda, devletin kendi içinde düştüğü bir âhenksizliğe bakın.

Meğer hadise, sırf Salkım Hanımın Taneleri ile de sınırlı da değilmiş. İkide bir, millî ve İslâmî olarak tanıdığımız bazı kuruluşlar tarafından açış konuşmaları yapmaya, ödül veya takdir belgeleri sunmaya davet edilip duran ilgili bakanın, 6-7 Eylül olaylarını işleyen diğer bir romanının daha film veya dizi olarak çekilmesi düşünülmüyor muymuş? Malûm, Salkım Hanımın Taneleri’nde Ermeniler ve İsmet Paşa’nın varlık vergisi dolayısıyla da diğer azınlıklar, bütünüyle mazlum pozisyonunda. Sanki varlık vergisi sırf azınlıklar için, daha ziyade de Sabataistler için çıkarılmış gibi bir hava veriliyordu o romanda. Buna karşılık aynı vergi dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı içinde Anadolulu esnaf ve köylünün neler çektiğini ise ne anan, ne de yazan var. İşte son roman da aşağı yukarı böyle. Menderes iktidarı yıllarında gerçekleşen 6-7 Eylül olayları nedeniyle İstanbul’u boşaltan Rumlar, aynen birinci romandaki bir hava içinde anlatılmıyor mu?

Yapılan bunca tartışma, eleştiri ve savunma hepsi bir yana! Bıyık altından hafif bir gülümseme ile izleniyor bütün bunlar. Ve denilmek isteniliyor ki, kamuoyunun havası böyle alınır, sonunda da sel gider, kumu kalır! Eğer böyle düşünülmüş olmasa idi, 6-7 Eylül olaylarını hayli çarpık bir bakış açısı ile anlatan yeni bir romanın daha filme çekilmesi düşünülebilir miydi?

Ama öyle, ama böyle, bu tartışmalardan yılan veya çekinen birileri yok. Çünkü edebiyat-sanat pazarında yeni bir “romancı” ihdas ediliyor, şaka mı sanıyorsunuz? Zira bu yazıyı kaleme alırken aklıma geldi de baktım; Behçet Necatigil’in yeniden gözden geçirilmiş ve yeni ilâvelerle zenginleştirilmiş Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde (13. baskı), Karakoyunlu ismine tesadüf etmiyoruz. Halbuki Sayın Karakoyunlu yıllardır yazar. Demek ki, yeterince dikkat çekmiyormuş. Fakat son yıllarda, özellikle de içine girdiğimiz Avrupa Birliği sürecinde bu türden aykırı tezleri işleyen eserlerin anlı-ansız, yoğun bir gündem ve aktüalite ile, ayrıca da yüksek pazarlama teknikleriyle ıttılaımıza arz edilmeye başlandığını görüyoruz. Ama siz neye sayarsanız sayın, büyük bir romancımız vardır artık. Bir değer inşa edilmiş ve köşeye bir levha dikilmiştir. Önemli olan da burası değil mi?

Kollektif Orhan Pamuk okumaları
Orhan Pamuk vak’asına gelince, neresinden bakarsanız bakın, o da tam bir şirket işi. Kanal 7’de saatlerce süren bir konuşmasında söylemişti sanıyorum. Sayın Pamuk romanını yazmış ve—geçmiş gün on mu, yirmi mi ne—ehli vukuf kişilere okutmuş. Bana göre, bu fikir, yazarından ziyade, arka planda eseri ve yazarı pazarlamaya hazırlanan derin mekanizmanın teşebbüsü olmalı. “Roman, farklı düşünce ve kültür muhitlerinde, ne tür bir etki ve tepki üretebilir?” İşte bu açıdan eseri okutmak ve müştereken yeni yeni restorasyonlara girişmek... Zira kolay mı? Neredeyse bütün Türkiye afişlerle donatılacak, liberal veya İslâmî televizyon ve gazetelerde daha haftalar, aylar öncesinden köşeler tutulacak. Eğer kendileri davet etmiyorlarsa, bu iş için tahsis edilmiş maddî kaynaklar kullanıma hazır hale getirilecek.

Kar romanının on-yirmi uzman yahut muhtemelen kamuoyu oluşturma birimi veya imaj tezgâhçıları tarafından okunmasının ve yeniden restoresinin sebebi işte buralarda yatıyor olmalı. Aksi halde, daha ilk romanını yenice kaleme almış, sanat ve edebiyat çevrelerinde eserinin nasıl karşılanacağını hesap dahi edemeyen acemi bir romancı olarak düşünmemiz gerekir Orhan Pamuk’u. Böyle olmadığına göre, Kar yazarının ağzından kaçırdığı bu masum cümleleri, kendi konsepti içinde düşünmekten başka çaremiz kalmıyor. (devamı dergide)
NECMETTİN TURİNAY

BİR SONRAKİ SAYFA