1. Nefs-i Emmârenin Tarifi
Birinci nefis mertebesine, “Nefs-i Emmâre” diyorlar ki, hiç işe yaramayan bir nefistir. Kâfirler, müşrikler, münafıklar ve fâsıkların nefisleridir ki, on iki alâmeti, sıfatı veya huyu vardır. Bunlar hiçbir zaman mü’min-i muvahhide yakışmaz. Kâmil ve olgun mü’min demek ki bu mertebeleri ve sıfatları, huyları geçmiş, kendisini arıtmış, güzelleştirmiş, nurlandırmış nur üstüne nur koymuş, gecelerini gündüz yapmış; karanlıkları giderip, zulmetleri yırtıp “Nurun âlâ nur” olmuş. Bakanın gözleri kamaşır, peşinden gidenler nur deryasına erişirler. Cenneti dünyada da bulurlar. Gözleri, sözleri, bütün maksat ve gayeleri Hakk’ın cemâline erişebilmek ve rızasını kazanabilmektir.
Onun için dünyanın hiçbir lezzeti onları Hakk’ın rızası için çalışmaktan alıkoymaz. Hak için istendiği zaman canlarını bile gözünü kırpmadan Hakk’a teslime amadedirler.
Buna mukabil, bu nefs-i emmâre sahipleri öyle bir batağa düşmüşlerdir ki, tarifi bile mümkün de
ğildir. Gerek şirk ve gerekse küfür üzerinde ölenlerin yerleri ebedî cehennemdir. Yedi kat olmak üzere, ateşten, buzdan, enva-ı çeşit yırtıcı hayvanları ile o cehennemde ebediyen kalmanın ne demek olduğunu ancak oraya girenlere sormalı. Sormaya ne hacet, Allah Teàlâ ve Rasûlü sallâllahü aleyhi ve sellem Hazretleri onları bize güzelce anlatmaktadır. Velâkin Allah celle celâlühû ve Rasûlü aleyhissalâtü vesselamdan haberleri olmayan zavallılara ne demek lâzım, bilmem! Sözlerim hep müslümanlara ve inananlara...
a. Allah’ı bilmek
Allah’ı İnkâr Akılsızlıktır
“Çocuklar, Allah’tan şeker isteyin, bakalım verecek mi?..”. Tabiî masum çocuk ne bilsin, “Allah’ım, bizlere şeker ver!” diye haykırırlar da hiç cevap alamazlar. O zaman korkunç dinsiz, “Bir de benden isteyin bakalım” der. Yine çocuklar o dinsize, “Bize şeker ver” diye bağırınca, çocuklara hazırladığı şekerleri ikram eder ve der ki: “İşte var olan istediğinizi verir, var olmayandan tabiî ses bile çıkmaz” diye daha ilk devrelerindeki masum çocukları böyle iğfal eden gafil, Allah Teàlâ Hazretleri’ni bilmekten mahrum, çok da âciz, kendisini dev aynasında görmekte, kendisinin düştüğü bataklığa masum yavruları da böylece sürüklemek istemektedir.
Diğer birisi de, “Çocuklar! Allah’ın (hâşâ) resmini çiziniz!” diye emreder. Çocuklar da şaşırırlar. Bu aptal, gafil... daha ne desek caiz. Allah münkiri, Rasûlüllah münkiri, İslâm düşmanı, din düşmanı, insanlık düşmanı, bataklığa düşmüş de kurtulmaya çalışmayan, üstelik başkalarının da o bataklığa düşmesi için gayret sarfeden pek zavallı bir bedbaht değil de nedir?
İnsan öyle zannediyor ki, bunlar muhakkak delidir. Zira bir parça aklı olan böyle bir cinayeti irtikàb edemez. Çünkü, insan düşünür: “Ben varım, bu varlık bana nereden geldi?” Ana rahmindeki, o karanlık yerdeki halini düşünür, şu hilkatteki güzellik, tenâsüb-i âza, akıl, idrak, şuur basiret, işitmek, konuşmak, okumak, yazmak... Sonra o azaların birbirleriyle irtibatı; ciğerler, kalp, böbrek, mide, bağırsaklar ithalât ve ihracatı hepsi ayrı ayrı ibret levhası. Sonra o baş yok mu ya; künhüne vâkıf olunamayan bir hârika...
Şimdi insan nasıl olur da bunları düşünmez... A zavallı, sen Allah Teàlâ’yı görmek istiyorsun. Evvelâ şu aklını göstersene, görelim bakalım. Ne diyeceksin? Derler ki: “İşte eserlerim, aklımın olduğunu göstermeye kifayet etmez mi?”. A muhterem kardeşim, senin eserlerin senin varlığını ve aklının olduğunu göstermeye yetiyor da, bu koca kâinat, içinde sayısız mahlûkatı ile beraber, Allah Teàlâ’nm varlığına ve birliğine delâlet etmiyor mu? Ne buyurursunuz? Başımızdaki bir takkenin bile kendi kendine meydana gelmediğini, bir yapıcıya muhtaç olduğunu söyler durursunuz da, bu ucu bucağı bulunmayan mevcudat sahipsiz olsun, hiç olur mu?
Mantığınız bu kadar basit bir şeyi halledemiyorsa, insan diye gezmeye de hakkımız olmasa gerektir. Bu yaramaz insanlar bunları bilmez değildirler. Fakat ne yazık ki, beş on kuruş için ya satılmıştır veya tam kâfirdirler.
İnançsız insanlar mutlaka beşeriyet için pek büyük bir belâdır. Kanunlar, nizamlar insanları insan edemez. Eski devirlerde, firavunlar zamanında bir sürü insan çalışır, çabalar, fakat hürriyetten mahrum, esir vaziyetinde idiler. Şimdi de aynı. İnsanın istediğini yapamadığı ve başkalarının emrine tâbi olduğu vaziyete esaret denmez de ya ne denir? Bu Allah tanımayan ve Peygamberi bilmeyen, kitabı da olmayan kavmin adına kâfir demezler de ya ne derler? Bu kâfirlere itaat edip boyun büken zavallılara da ne demek lâzım olduğunu artık sen söyle...
Müslüman diye yaşayan bir milletin başında müslüman idareci olması lâzım gelmez mi? insan müslüman olsun da kâfirlerin kumandası altında yaşasın, hiç yakışır bir şey mi? Ölüm bundan çok daha iyidir.
Bu seferki haccımda Medine-i Münevvere’de yanımda oturan birine sordum: “Nerelisiniz?”. Dedi ki: “Kudüslüyüm”. “Şimdi de orada mısınız?”. “Evet” deyince hayretlere düştüm. Müdafaa yapamamış, sonra kaçmamış, yahudinin buyruğu altında yaşamaya razı olmuş. Sonra da hacca gelmiş. Bilmem siz ne dersiniz, böyle müslüman olur mu? O malların, servetlerin gözleri kör olsun, onlara bağlanan insan nasıl bırakıp da gidecek. Yazık böyle müslümanlara!..
Huzur ve Saadet İmandadır
Eğer sen de memleketinde rahat ve huzur içerisinde yaşamak istiyorsan, evvelâ evlenirken temiz müslüman bir hanım seç, sonra da evlâdını mutlak ve mutlak müslüman olarak yetiştirmeye çalış.
Çocuğunu faydasız işlere köle etme. Onu namuslu ve şerefli işlere, san’atlara alıştır. Alınteri ile kazanılan paraların hem bereketi, hem de faydası çok olur. Bugünkü anarşi hâdiselerini çıkaranlar ve yapanlar hiç şüphen olmasın ki, dinden, diyanetten, insanlıktan, İslâmlıktan haberleri olmayan çok açınılacak kimseler. Kabahat bunlarda değil. Asıl kabahat bunların anne babaları ile birlikte bunları yetiştirenlerdedir. Onların bir kısmı bugün ölmüşlerdir. Şüphesiz mezarlarında da bunun acısını mutlaka çekmektedirler. İmkânları olsa da bir daha dünyaya gelseler, bakalım bu dinsizliği bir daha seçerler mi?
Aziz kardeşim, şu sâadet denilen şey, ne bilgide, ne servette ve ne de kuvvettedir. Bunların hepsi pek çabuk geçen şeylerdir. Asıl saadet ebediyet saadetidir. Zira oradaki bilgi, servet ve kuvvet daimîdir. Nimetlerin hepsi de daimîdir. Hem her gün, her saat belki her dakikada, her nefeste güzellik üstüne güzellik, safa üstüne safa, nimet üstüne nimet. Her lokmada birbirinden üstün zevkler... Yorulmak yok, darlık yok, sıkıntı yok... Zevk üstüne zevk.
Fâni Dünyanın Hâli
Şimdi bu fâni dünyanın hâli kederli, yorucu, sıkıntılı, bir günü diğerine uymaz. Her gün bir felâket, bir hastalık, nihayet ihtiyarlık ve arkasından ölüm... Herkes ağlar, matem evinde yüzleri gülmez, gönüller perişan... Hani o senin köşklerin, sarayların, hani o senin canım hanımların, kızların, gelinlerin, oğulların? Hani saya saya bitiremediğin servetlerin, gözleri kamaştıran altın ve ziynetlerin? Şimdi bulunduğun daracık mezarda ve oradaki korkunç karanlık zulmetler içerisinde her gün bir perişanlık içindesin değil mi? O güzel yüz bakılmaz hâle gelmiş, o canım azalar, hele o gözler, mümkün olsa da bir görsen, nasıl dağılmakta, çürümekte. Vücudunu az zamanda kurtlar istilâ etmiş, her birisi bir taraftan kemirip yemekte. Artık ne bağırmak var, ne de ağlamak.
Sen bugünleri unutuyor ve dünyada rahat edeyim diye geceni gündüze katıp çalışıyor, haram-helâl demeden topluyorsun. Artık aklına ne seni yaratan Allah celle celâlühû geliyor, ne emirleri, ne Allah’ın Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve onun sünnetleri !
Maksadın çalışıp dünya birinciliğini almak... Hedefin pek güzel, lâkin ölüm olmasa. Fakat iş ölümle de bitmiyor. Bu hayatı veren Allah celle ve âlâ seni bir de imtihana çekip, “Sana verdiğim ömrü nerelerde harcadın? Kazandığın paraları nerelere sarfettin?..” diye sual edecek. Gençliğini, bilgini, nasıl amel ettiğini de yine sorarlar; bir mesuliyet günü ki, kılı kırka yararlar. Dillerin değil ellerin söyler, ayakların da şehadet eder. Sen yine cahillik edip, “El nasıl söyler, ayaklar da nasıl şehadet eder” diye sakın tereddüt etme. Çünkü bugün elimizde bulunan tahta, teneke ve cam parçalarından yapılan teyplerin nasıl konuştuğunu görmekteyiz ki, bunları yapan Allah Teàlâ’nın mahlûkları... Öyle ise Allah Teàlâ’nın yapamayacağı bir şey yoktur. Etleri de konuşturur, kemikleri de...
Akıl İle Allah’ı Bilmek Mümkündür
Ey aziz ve muhterem kardeş, sen de “Allahü Ekber” diyerek her gün beş vakit namazımızda ilân ettiğimiz pek büyük olan Allah Teàlâ’nın kulusun. Eğer onun rızasını kazanmayı arzuluyorsan, mü’minler için, muttakîler için vaad olunan cennet-i âlâya girmek ve oradaki sonsuz nimetlere nail olmak istiyorsan evvelâ onu sev. Zira bu dünyada nail olduğumuz bütün nimetleri veren odur. Bizi de yaratan odur. Elma, armut vesaire gibi bütün meyveleri ve nebatatı topraktan bak nasıl süzüp çıkartmaktadır. İşte bak sana ne güzel bir misal: Bütün meyvalar ve nebatat, her gün yediğimiz etler ve ekmek de o topraktan gelmiyor mu? Bayıla bayıla içtiğimiz sütler, yağlar hattâ ballar hep o toprağın birer hulâsası değil de ya nedir? İşte bizi de maymundan değil, böylece o topraktan süzüp çıkartan yine Allah Teàlâ’dır.
Şimdi bütün bunlar gözümüzün önünde dururken insanoğlu nasıl inanmaz ki, O Allah celle ve âlâ hem birdir ve hem de gücü kuvveti her şeye yeter. Hem görür, hem her şeyi pek iyi bilir ve dahası içlerimizdeki, gönüllerimizdekilere de bihakkın vâkıftır. Onların da neler düşündüğünü çok iyi bilir.
İşte bu Allah celle ve âlâ yerleri ve gökleri yaratmış ve oraları bizim faydalanabilmemiz, yaşayabilmemiz için küçük, büyük yıldızlarla süslemiş. Onlar hem ısıtır, hem nurlandırır, hem de gecelerimizi aydınlatır. Günlerimizi, vakitlerimizi bildiren ayları, güneşleri yaratan yine hep Allah celle ve âlâdır. Onun yarattıklarını görüp onu bilmek ve anlamak herkese borçtur. İnsan öyle bir mahlûk olarak yaratılmıştır ki, kendisini okutan veya bildiren hiç kimse olmasa dahi aklı ve zekâsı ile Allah celle ve âlâyı bilmesi ve bulması mümkündür. Gözleri ve gönülleri ile bulur, bilir ve Allah diye çağırırlar. Veya Allah demesini bilmezlerse, “Ey Yaradanım!” derler. ‘
Onun için insanlar Allah deyince karşılarında hayalî de olsa bir şey görmek istemişlerdir. İşte bugünkü medeniyet devrinde bile kendi elleriyle yaptıkları birçok putlara tapagelmeleri bundandır. Yeryüzünde yaşayan bir sürü milletler, kavimler kendilerinin yaptıkları heykellere, putlara çeşitli isimler takarak tapagelmişlerdir. İslâm dini gelince yalnız
Mekke-i Mükerreme’de üç yüz altmış kadar put varmış. Bunların meşhurlarına şöyle ad takmışlar: Lât, Menât, Uzza... gibi...
İmanın Tezahürüne Ait Bir Misal
Ebû Zerri’l-Gıffari Mekke’ye gelmiş, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemi bulmuş, dinlemiş, İslâm’ın hak din olduğunu anlamış, müslüman olmuş ve bu müslümanlığını ilân için Kâbe-i Muazzama’ya varmış, “Ey Kureyş!.. Ben müslüman oldum” diye de ilân etmiş. Putlara tapmak için gelenlere de istihza ederek haykırmış: “Hey aptallar, bu ellerinizle yaptığınız putlara tapmak küfürdür. Allah birdir, her şey ve herkes ona muhtaçtır. onun çoluk çocuğu yoktur. Kendisinin de anası, babası yoktur. Kardeşi, karısı, kızı da yoktur; doğmamış, doğurmamış ve doğurulmamıştır. onun ne benzeri vardır, ne de misali. O eşsiz bir Allah’tır. Hiçbir şeye benzemez. Hatır ve hayâle getirdiğiniz ilâhların ve yapageldiklerinizin hepsi hatalıdır, küfürdür” demiş.
b. Cenâb-ı Allah’ın Sıfatları
Allah Teàlâ’yı en iyi bildiren İslâm dini ve İslâm kitabı olan Kur’an-ı Azîmüş-şan’dır. Onun doksan dokuz ismi vardır. Sekiz de Sıfat-ı Sübûtiyye’si vardır ki; Allah Teàlâ diridir, diriliği kendindendir. Evveli olmadığı gibi âhiri de yoktur. Bilgisi vardır ve bilgisi kendindendir. Dünyadaki bütün bilgiler onun bilgisinin bir zerresi mesabesinde dahi değildir. İşitir; her şeyi işitir; yakınlık, uzaklık onun için mevzubahis olamaz. Görür, görmesi kendindendir, bizim gibi göze muhtaç değildir. Her zaman görür; gece de görür; gündüz de. Karanlık bir gecede kara taşın üstünde bulunan kara karıncanın yürüdüğünü de görür, sesini de işitir.
Murad ettiği şey, dilediği gibi olur. Murad-ı İlâhî’nin dışında bir şeyin olmasına imkân yoktur. Sonra kudreti ölçülemez, hesaba gelmez. Bak şu koca kâinat hep onun kudreti sayesinde olmuştur.
Sonra Cenâb-ı Hakk’ın kelâmı vardır. Peygamberlerine hitabı; yüz dört kitabı vardır. Bunların dördü büyük kitap: Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Azîmüş-şan’dır. Dâvud aleyhisselâma Zebur, Musa aleyhisselâma Tevrat, İsa aleyhisselâma İncil, bizim Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselama da Kur’ân-ı Azîmüş-şan nazil olmuştur. Yüz adedi de suhûftur, yani ufak kitaplardır. Bunlarda güzel güzel nasihatler vardır. Âdem aleyhisselâma, Şit aleyhisselâma, İdris aleyhisselâma, bir de İbrahim aleyhisselâma verilmiştir.
Kelâm-ı İlâhî bizim gibi harf ve seslere, ağız ve boğaz gibi ses çıkarma yerlerine muhtaç değildir. Tekvin denilen yaratma sıfatı vardır ki, bizim gibi şu veya bu maddeye muhtaç olmadan her istediğini istediği gibi yaratmasıdır. Bir şeyin olması için onun “Ol” demesi kâfidir.
İşte şu gördüğün kâinat ve onun içindeki bilip bilmediğimiz, görüp görmediğimiz nice mahlûkları vardır ki, sayısını, cinsini bilmek kimseye müyesser olmamıştır. Melekler de, şeytanlar da, cinler de, mikroplar da, bütün haşarat da hepsi Allah Teàlâ’nın yarattıkları şeyler cümlesindendir. Hele bugün tıp âleminde görülen çeşitli mikroplar var ki, onları bizim gözlerimiz bile görmeye kâfi gelmiyor. Bir de bugün meydana çıkan bir cins mikrop var ki, iki yüz bin defa büyülten büyük mikroskoplarla ancak görülebilmekte oldukları söyleniyor. İnsanın inanacağı gelmiyor ama işte meydanda. Bil-vesile yüz bin defa büyültülene bakmış ve cam içinde beslendiğini görmüştük. İşte bunları yaratan hep Hâlık-ı Zülcelâl Hazretleri’dir.
Tabiat eserleri dediğin bütün varlıkların sahibi Allah Teàlâ Hazretleri’dir. Gördüğümüz bütün eşyanın muhakkak bir yaratıcısı vardır. Bir cami, bir mektep, bir köprü, bir ev, bir şehir, bir kasaba, bir köy var mıdır ki, kendi kendine olmuş, bitmiş olsun. Yabanî yerlerde biten otlar, denizdeki yosunlar, çalılar, ağaçlar, dikenler, her ne varsa hep Allah Teàlâ’nın emriyle, izniyle çıkmakta ve olmaktadır. Bunu idrak edemeyen zavallıya ancak acınır.
Allah Teàlâ Hazretleri’nin evveli olmadığı gibi âhiri de yoktur, ebedîdir. Yere, göğe, mekâna ihtiyacı yoktur. Nefsiyle kaimdir. ona mekân isnad etmek en büyük bir hatâdır ve azîm bir günahtır, küfrü mucibtir. Bu sebeple ona mekân gösterilemez, hiçbir şeye de benzetilemez. Hatıra gelen her şeyden uzaktır.
c. Putların İcadı
Allah Teàlâ’yı insanoğlu aklı ile elbette hakkıyla bilemez. Bir hàlıkı var, lâkin nasıldır? Görülmeyen şeyin bilinmesi de muhakkak ki çok müşküldür. Bunun için hemen hemen her kavim ve millet aklının erdiği kadar çeşitli putlar icad etmişler, her birisine de hàlıkı andıran birer isim vermişler. Tabiî ki bunların hepsi de bâtıl fikirler.
Bunların karşısına önce İbrahim aleyhisselâm çıkmış. Babası put imalcisi olan İbrahim Peygamber çocukluğunda bu putları, satarken: “Satana ve alana ne faydası, ne de zararı olan ilâhlar” diye satarmış. Bir gün putperestlerin kiliselerindeki bütün putları kırıp, baltayı da büyük putun boynuna asmış. Sordukları vakit ise “Balta kimin boynunda ise ona sorun” demiş. Onlar da “Bu putlar konuşur mu?” deyince, “Siz de ne budala insanlarsınız ki, bu faidesiz, kendi ellerinizle yaptığınız taştan, ağaçtan, altın ve gümüşle de süslediğiniz putlara tapıyorsunuz” diyerek onları susturmuş. Fakat insanoğlu bu hatâlarını bildikleri halde o putları için İbrahim aleyhisselâmı, yakmaya karar vermişler. Malûm olan o hâdise bizim Urfa şehrinde vuku bulmuş. O ateş mahallinde bugün sular kaynamakta, ateşe atıldığı yerde, şehrin yüksek kısmında minareye benzer iki sütun hâlâ orada durmakta ve bütün beşeriyete bir nümûne-i imtisal teşkil etmektedir.
Putların Nevileri
Lâkin maalesef bugün hâlâ o putlara tapanların sayısı yine de pek çoktur. Kim bilir ne kadar insan var dünyada, her birisi çeşitli bahanelerle o putlarına bağlılıklarını izhar etmekten de çekinmezler.
İşte bu putların çok da nevileri vardır. Meselâ, paralar, mallar, servetler, şehvet, nefsin arzuları ve emsali... Bunların en korkuncu olan “kendini beğenmek” pek büyük bir belâdır. Memleketin, milletin mahvına en büyük âmil kendini beğenmedir. Buna “ucûb” denmektedir ki, tevfik-i İlâhiye’ye mani en büyük bir fesat kaynağıdır. Bugün kimse kimseyi beğenmez, herkes bir benlik dâvası içinde eriyip gidiyor.
d. Kötü Huylar
Malûmdur ki pislikler iki kısımdır:
Birisi görünen, bilinen maddî pisliklerdir, diğeri ise görünmeyen, mânevi pisliklerdir. Maddî olanlar insan ve hayvan pislikleriyle beraber, bir de şarap ve domuz hayvanının kendisi gibi, her şeyiyle büyük necasetlerden addedilenler. Bunlardan kurtulmak mânevi necasetlere nazaran çok daha kolaydır. Çünkü yıkanması halinde bunlardan temizlenilmesi mümkündür.
Fakat mânevi necasetler ki, bunlar alışılan günahlarla birlikte, gaflet, inançsızlık, kibir, gadab, ucûb, hased, hırs, şehvet, kin ve emsalidir. Dışı çok güzel görünür, fakat içi berbat, bunları ne kadar yıkasanız da su ile temizlemek mümkün değildir.
Bizim ecdadımız, “Bunları teneşir temizler” demişler. Bu huylara müptelâ olanlardan ıslah-ı nefs edenler pek nadirdir. İnsanlarda hakikî insanlık, müslümanlarda ise hakikî müslümanlık bu kötü huylardan kurtulmadıkça tam manâsıyla olmaz.
Öyle ise her müslümana, her insana lâzım ve lâyık olan odur ki, kendisini maddî pisliklerden kurtarsın. Ancak bu üzerine nasıl borç ise mânevi pisliklerden kurtulmaya çalışması da öylece vazifelerin-dendir.
Tarikatların Meydana Gelişi
Sahâbe-i güzîn rıdvanullahi Teàlâ aleyhim ecmaîn hazerâtı, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri’nin huzurlarında bulunmak ve sohbetlerini dinlemek suretiyle maddî, manevî bütün pisliklerden tamamıyla arınmış olmalarıyla, bütün müslümanlara hattâ bütün insanlığa numune olmuşlardır. Bilâhare müslümanlar Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den uzaklaştıkça ve o güzel huylar birer türer kaybolmaya başlayınca tarikatlar meydana gelmiş. Maksat hep o Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki güzel hayatı tekrar canlandırıp yaşatmaya çalışmak, insanları maddî-mânevi pisliklerden arıtmak, dolayısıyla kâmil, olgun, Hakk’ın rızasını kazanmaya lâyık müslüman yetiştirmeye gayret etmek.
İlk devirlerde buna muvaffak olunmuşsa da, sonradan bu iş ehil olmayan insanların ellerine düşmüş. Bizim gibi taklitçiler tekkelere yerleşmiş ve bir sürü bid’atlere, canım tarikatları bugünkü ağlanacak hale getirmişiz.
Bununla beraber, bugünün müslümanları arasında bulunan parmakla gösterilecek meziyetleri de inkâr edilemez.
İşte o muhterem üstadlanmız tarikatlardaki mertebeleri bizlere güzelce açıklamışlar ve bunlardan birincisi olan nefis mertebesine “Emmâre” diye ad vermişler ki, sûre-i Yûsuf’ta (âyet: 53) Cenâb-ı Hak buyurur: “Çünkü nefs, olanca şiddetiyle kötülüğü emredendir”. Kötülük, fenalık, çirkinlik gibi ne kadar kötü haller varsa, hepsi bu nefs-i emmârede mevcuttur.
Nefs-i Emmârenin Kötülüğü
Binaenaleyh bu nefs-i emmâre sahibinden iyilik ve güzellik beklemek muhaldir. Yılandan ve zehirden şifa beklemeye benzer. Nefs-i emmârenin elinden kurtulmak için iman şarttır. İmansız ve inançsız insanların kulağına elbette nasihat girmez. “Nasihatten nasibi olmayanların haklan kötektir”, derler.
Bunların sebep olduğu pek çok musibet nevileri vardır: Bazı yer âfetleri, zelzeleler, kuraklıklar, vakitsiz sıcak ve soğuklar, mahsulâtın olmayışı, suların kesilmesi, yağmurların yağmaması ve bazen büyük fırtınalarla beraber seller, donlar, hastalıklar.
Bu hastalıklar da yine iki nevidir: Birisi doktorların işi. Diğeri de tedavisi müşkül çeşitli ahlâksızlıklar; içki, kumar, zina, ribâ yani faizcilik, ucûb, kibir, hased, riya, hırs vesaire gibi. Bunlardan doğan nesiller ki, ne söz anlarlar, ne lâf. Fitne, fesat, çeşitli kargaşalık, derken harpler, kıyametler kopar.
Allah korusun, öyle harpler ki, televizyonda seyrettiğine benzemez. Ekmek ararsın bulamazsın, su arasın yok; gaz, benzin daha şimdiden yok. O tayyarelerin hücumlarına can mı dayanır? Herkesin içini bir korku istilâ eder. Ölüm korkusu bir yandan, yokluk bir yandan. Allah Teàlâ böyle acı günleri göstermesin. Âmin!..
Kâmil Bir Zat Ara
Allah Teàlâ’nın gücü kuvveti her şeyin üstündedir. Böyle ateşe tahammülün güç olduğu anlarda bile sevdiği kullarını İbrahim aleyhisselâmı ateşten koruduğu gibi korur. Eğer sen de korunmak istiyorsan Allah Teàlâ’nın sevgili kullarının arasına girmeye çalış, fitnelerden ve fitne yerlerinden uzak olmaya bak. Bunun için evvelâ kendine seni irşad edebilecek bir rehber, bir olgun âlim, kâmil hem de mükemmel bir zat ara ve ona tâbi ol.
Fakat bu gibi bahtiyarlar pek nadirdir. Öyle her önüne gelene bel bağlama. Kur’an’ı muhakkak iyi okumaya bak. İslâm akaidini iyi öğren, çocuklarına da öğret. Hadîs ilmini de öğren. Peygamberimizin hayatım, ashabının hayatını da öğren ve onlara çok salât ü selâm oku.
<< Önceki Sayfa | İçindekiler | Sonraki Sayfa >>