BİRİNCİ KISIM
Rivayete görğe, Hz. Muhammed (S.A,V.) Hicret'in 10. yılında 'Veda Haccı'nı ifa ettikten sonra, Zlhicce ayının 18. günü , beraberindeki onbinlerce müslümanla Medine'ye dönerken Mekke-Medine yolunun ortalarında, Cuhfe yakınlarındaki Gadir-i Hum (Hum bataklığı) mevkiine geldiğinde, kendisine: 'Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez' (Maide 67) âyeti nazil olmuş. Hz. Muhammed'in bu âyeti, kendi vefatından sonraki meşru halife namzedinin ilan edilmesi şeklinde yorumladığını öne sürenler var. Kafileyi durdurmuş. Önde gidenleri, geriden gelenleri münâdiler çıkararak etrafına çağırmış. Hepsi toplandıktan sonra imam olup namaz kıldırmış. Ağaçlar altında deve semerlerlerinden bir minber oluşturmuş. Sonra Ali'yi yanına çağırarak minbere çıkmış. Müslümanlara uzun bir hutbe irad ederek, Bir divayet te şöyledir: Hz. Muhammed, Veda haccı'ndan iki ay önce Ali'yi, Yemen'in bazı kabilelerine zekât ve cizyeleri toplamak amacıyla gönderir. Bu görev esnasında bazı kabilelerle ufak-tefek çarpışmalar da olur ve bazı ganimetler elde edilir. Hz. Ali elde ettiği ganimeti Beytülmal'ın hissesini ayırdıktan sonra adamlarına taksim eder. Ancak bu taksimden hoşnud kalmayan ve Beytulmal'e ayrılan hisseden de faydalanmak isteyenler vardır. Bazı tartışmalar olur. Hz. Ali, Veda Haccı'nda Rasulullah ile beraber bulunmak için Mekke'ye hareket emri verir. Taif'e vardıklarında, yerine Bureydetül-Eslemi'yi vekil tayin eder ve kendisi ordusundan önce Mekke'ye vasıl olarak Hz.Muhammed ile buluşur. Bir süre sonra Mek-ke'ye giren ordusunda, kendisinin Beytülmal için ayırmış olduğu elbiselerin dağıtılıp giyilmiş olduğunu görür ve vekiliyle şiddetli tartışmaları olur. Hz. Muhammed bu tartışmada Ali'nin tarafını tutar. Derken veda haccı son bulur. Her kabile kendi beldesine müteveccihen Mekke'den ayrılır. Hz. Muhammed de, beraberinde Medineliler (Ensar) ve o yöredeki bedevi Müslümanlarla beraber Medine'ye doğru yola çıkar. Bu esnada muhtemelen- Hz. Ali ile bazı kişiler arasında, önceki tartışmalara muttali olur. (Tarihçi ve hadisçiler bunu zikretmezler). Gadir-i Hum mevkiine vardıklarında Resulullah, Ali aleyhine haksız olarak oluşan nefret ve düşmanlığa son vermek ister. Orada Müslümanlara irad ettiği kısa hutbesinde: "Ben kimin velisi (dostu) isem, Üli de onun velisidir" der. ve Ali'ye düşmanlık beslemekten vazgeçmelerini ihtar eder. Olay yatışır ve Medine'ye doğru devam edilir.
Şiiler ve Aleviler bu "Aili de onların velisidir" ifadesini, onun halifeliğine işaret saymaktadırlar.
Nei var ki, bugün bize ulaşmış en eski siret, tarih ve tabakat kitaplarında, Gadir-i Hum olayı ile ilgili hiçbir bilginin mevcut olmadığını görürüz. Hz Ali'nin eseri "Nehc-ül Belaga"da dahi Gadir-i Hum vak'ası yoktur.
Şiiler ve Aleviler bir de Hz. Muhammed'in (B.A.V.) yazılı bir vasiyette bulunup Hz. Ali'yi halife ilan etmek istediğini, buna engel olunduğunu öne sürerler. Bu da KIRTAS OLAYI diye bilinir.
Rivayete göre, Resuli Ekrem hastalığının iyice ağırlaştığı son günlerinden birinde, vefatından beş gün öncesi, perşembe günü, “Bana kağıt kalem getiriniz; size benden sonra hiçbir zaman yolunuzu şaşırtmayacak bir yazı yazayım (vasiyette bulunayım).” buyurmuş. O sırada yanındaki sahabileri ve Hz. Ömer de bu sözleri duymuş. Ömer, Resulullah’ın bu isteğini, “Resulullahın hastalığı ağırlaştı. Yanımızda Allah'ın kitabı var. O bize yeter.” diye yorumlayarak kalem ve kırtas (kâğıt) getirilmesine karşı çıkmış.
. Ömer'in bu düşünceye sevk eden husus, Resulullahın Hicretin 10. yılı Zilhicce’nin 18. günü, ölümünden 2 ay 10 gün kadar önceki sözleri olduğu belirtilir. O zaman Resulullah şöyle buyurmuştu:
- "Ey İnsanlar!
İyi bilin ki, bende ancak sizin gibi bir insanım. Çok geçmeden, Yüce
Rabbimin elçisi (Azrail) bana gelecektir. Bende onun davetime icabet edeceğim.
Mutlaka ben size iki kıymetli ve hürmeti ağır şey (es- Sakaleyn) bırakıyorum.
Bu ikisinden birincisi, Yüce Allah’ın Kitabı’dır ki, onun içinde hidayet ve
nur vardır. Allah'ın kitabına sımsıkı sarılınız."
- "ikincisi de, Ehl-i Beytimdir. Ehli beytime muamele hususunda size Allah'ı
hatırlatıyorum. O'nun Kur'an'de Ehl-i Bey hakkında belirttiklerini
hatırlatıyorum."
İşte bu ifadeye dayanarak Ömer yeni bir şey yazılmasına, bunun Kur'an-ı Kerim'e eklenme ihtimalini de düşünerek karşı çıkmış olabilir.
Kaldı ki, Hz. Muhammed eğer gerçekten öyle önemli bir vasiyette bulunacak olsaydı, bunu sözlü olarak yapardı ve kimse karşı çıkamazdı!..
Kısacası, Kırtas Olayı da, Gadir-i Hum Olayı gibi, Ebubekir'in hilâfetine mâni değildir.
Buna göre, halkın BİLGİDE,
GÖRGÜDE, TECRÜBEDE ve İÇTİMAİ MEVKİDE ileri gelenleri toplanarak bir ŞURA
oluşturur, bu ŞURA da DEVLET REİSİ'ni seçer. Seçimden sonra EMİR'e,
yani DEVLET REİSİ'ne tam itaat edilir. EMİR de kararlarını ŞURA'ya
danışarak alır. ŞURA'nın halk içinde söz sahibi kimselerden meydana
gelmesi, EMİR'in kararlarının halk tarafından benimsenmesini
kolaylaştırır. Nitekim ABBAS'ın ALİ'ye, "Ben BİAT edersem, halk da
eder," demesi; ALİ gelip EBUBEKİR'e BİAT edince, KUREYŞ ileri gelenlerinin de BİAT
etmesi bu duruma işarettir.
ŞURA üyeleri aksi yönde REY beyan
etseler de, EMİR'in aldığı karara itirazsız uyarlar. Buna mukabil EMİR
yoldan çıkar, halk zararına davranışlara girer, ŞURA'nın uyarılarına kulak
asmaz ise, hemen alaşağı edilir! (Bakınız: NOTLAR, 4)
BR>
HALİFELİK meselesinde uygulama böyle olmuştur. BİAT edenler,
ALİ de dahil olmak üzere, sonradan EBUBEKİR'e hep yardımcı olmuşlardır.
Onun emirlerinden dışarı çıkmamışlardır.
Konu KUREYŞ içinde
çözülmüştür... Ama ALEVİ-SÜNNİ anlaşmazlığı açısından meseleye
bakınca, ortaya değişik iddialar atılmaktadır.
Şİİ ve ALEVİLER bu
olayda "ALİ'nin hakkının yendiğini, VEDA HACCI'nda Hz. MUHAMMED'in
ALİ'nin elini kaldırarak, 'Ben kimin velisi isem, ALİ de onun
velisidir,' dediğini, böylece onu halifeliğe aday gösterdiğini öne
sürmekle yetinmemekte, bazıları daha da ileri giderek, "ALİ'nin halifeliği ile
ilgili âyetlerin KUR'AN'dan çıkartıldığına" dahi inanmaktadırlar.
Her şey SÜKÛNET içinde ve MANTIK'la değerlendirilmelidir!
Bir defa KUR'AN'dan âyet çıkarıldığını söylemek, ALİ'yi HALİFE
yapmıyacağı gibi; 1400 yıllık İSLAMİYET'e zarar verir!.. MÜSLÜMANLAR'ın
eksiksiz kusursuz HAK KELÂMI olarak bildikleri KUR'AN'ın o İLÂHİ
VASFI'nın gözden kaçmasına sebep olur. Bu da ne ALLAH'ın hoşuna gider,
ne de MUHAMMED'in ne ALİ'nin!.. Hiç bir ALEVİ'nin kendi dinini böyle bir
duruma düşürmesi doğru olmaz!
Nitekim 2000'E DOĞRU gibi dergiler,
TURAN DURSUN gibi kendini bilmezler ve SELMAN RÜŞDİ gibi hıristiyan
ajanları hep bu meseleyi öne sürmüşlerdir. Hiç bir ALEVİ'nin buna âlet
olmaması gerekir.
İkincisi, hiç bir âyetin o dönemde KUR'AN'dan
çıkarılması mümkün değildi. Çünkü KUR'AN henüz derlenmemişti bile!
Sayfalar halinde dağınık duruyor, ancak pek çok kişi tümünü ezbere
biliyordu. Eğer ALİ'nin halifeliği ile alâkalı bir ayet olsaydı, o
hafızlardan birisi mutlaka ortaya çıkar ve bunu hatırlatırdı!.. O dönemin
MÜSLÜMANLAR'ından hiç birinin aklına da, buna karşı çıkmak gelmezdi.
Eğer ALİ, HİLAFET peşinde olsaydı, ve böyle bir âyet bulunsaydı,
ilk önce kendisi bunu dile getirmez miydi?.. ve ALLAH'IN ARSLANI' nın
karşısına kimse dikilemezdi. ALİ'nin kendisi ile ilgili, hem de
HİLAFET görevi veren bir âyeti unutması mümkün mü?..
KUR'AN'ın
değişmemiş olduğuna dair diğer delillileri, OSMAN'IN HİLAFETİ bölümünde
vereceğiz.
Hz. MUHAMMED'in ALİ'ye "VELİ" demesine gelince; VELAYET
ile HİLAFET'in, hatta İMAMET'in birbirinden ayrı şeyler olduğunu da ilerde
belirteceğiz.
VELAYET ve HİLAFET o dönemde dahi aynı
anlama gelmiyor olmalı ki; ALİ de dahil olmak üzere, İSLAM'ın ileri
gelenleri Hz. MUHAMMED'in VEDA HACCI'na dayanarak bir HİLAFET
tartışması açmamışlardır. <
BR>
Şu halde bu olayı 1. Bölüm'deki
PRENSİPLER'imiz ışığında değerlendirmek gerekir. Yani, her şey
ALLAH'tan olduğuna göre, ALİ o makama en uygun kişi görünse de,
EBUBEKİR'in HALİFE olması TANRI'nın TAKDİR'i idi! Bunu kimse
değiştiremezdi!
ALLAH'ın "yanlış"ı TAKDİR etmesi söz konusu
olamıyacağına göre, BEKTAŞİ edebi gereği EYVALLAH demekten başka yapacak
yoktur!
Hemen belirtelim ki, EBUBEKİR bir hata yapmış, ALİ'ye
danışmamış, şartları zorlıyarak onun fikrini almamıştır... Alsaydı, belki
yine sonuç değişmeyecek, ama bugün dahi süren tartışmaların çoğu
ortadan kalkacaktı.
OLAN'ın en HAYIRLI olduğuna dair bir işaret te
HADİSLER'de vardır. Hz. MUHAMMED ölümünden hemen önceki rahatsızlığında
pek halsiz olduğu için,
- "EBUBEKİR'e söyleyin de, namazı kıldırsın," diye buyurmuş. AYŞE bunu duyunca,
- "Ya RESULULLAH, EBUBEKİR yufka yüreklidir, ağlamaya başlar, kıldıramaz,"
demiş. Hz. MUHAMMED yine israr etmiş. O esnada cemaatten ABDULLAH BİN ZEM'A, ÖMER'i görüp,
- "Kalk, namazı sen kıldır,"
demiş. ÖMER mihraba geçmiş... Ancak Hz. MUHAMMED, ÖMER'in sesini işitince,
- "EBUBEKİR nerede? İşin böyle olmasını ALLAH da istemez, MÜSLÜMANLAR da,"
diyerek EBUBEKİR'in aranmasında israr etmiş. Sonra ALİ'ye
dayanarak mescide geçmiş ve EBUBEKİR'in arkasında namaz kılmış.
Bu
olayın önemi nedir?.. Hz. MUHAMMED hasta olduğu için kıldıramadığı namazı
EBUBEKİR'in kıldırmasını istiyor. ÖMER başa geçince, biraz da kızarak,
NAMAZ'ı kesip EBUBEKİR'i bulmalarını emrediyor... ve sonra da
onun arkasında, onun imamlığında namaz kılıyor... (Bakınız:
Tecrid-i Sarih Tercümesi 2. Cild, sf. 631-641)
Bizce bu olayın
önemi, başka bir HADİS'te vurgulanmaktadır:
"Hiç bir PEYGAMBER
kavminden biri kendine İMAM olmadıkça ÂLEM-İ UKBA'ya intikal etmemiştir."
EBUBEKİR, PEYGAMBERİMİZ'in vefatına kadar imamlığı
sürdürmüştür.... İşte bu olay, bizce açık olmasa da Hz. MUHAMMED'in
yerini kimin alacağını gösteren bir işarettir. Daha doğrusu, OLAN'ın en
HAYIRLI SONUÇ olduğuna delildir.
ÖMER'in ve UBEYDE'nin
"MUHAMMED'in öne çıkardığı zatın önüne kim geçebilir?" demeleri, ÖMER'in
BİAT etmeden önce, "RESULULLAH hasta iken namazda seni HALİFE yaptı,
ver elini BİAT edeyim," demesi işte bu olayla ilgidir.
Sonucun
HAYIRLI olduğunun bir delil de, ALİ'nin BİAT ederken, "EBUBEKİR HİLAFET'E
HERKESTEN ÇOK LÂYIKTIR," sözüdür. Zaten ŞAH ALİ HAYDAR'ın LÂYIK olmayan
birine BİAT etmesi, MÜMKÜN DEĞİLDİR!
ALİ'nin sonradan "Söyliyecek şeyim çok
ama, ALLAH'ıma kavuşuncaya kadar ağzımı açmıyacağım," demesi, türlü
yorumlara yol açmıştır... Ama bizce bu olayların ışığında yorumlanması
gerekir. Yani, ALİ kendisine danışılmamasına kırılmıştır. Ama en çok
adının İSLAM'a nifak sokmak isteyen EBÜ SÜFYAN gibileri tarafından
kullanılmasından rahatsız olmuştur. Hayatının sonuna kadar da bu tür
mücadelenin dışında kalmayı tercih etmiş, kendisine verilen görevleri
yerine getirmekle yetinmiştir.
Hz. ALİ'nin PEYGAMBERİMİZ'e akrabalığını öne
sürerek HİLAFET'in onun hakkı olduğu iddialarına katılmıyoruz... Evet, ALİ,
PEYGAMBERİMİZ'in amcası EBU TALİB'in oğlu idi. Ama başka AMCA OĞULLARI
da vardı. Hele bunlardan ikisi Hz. MUHAMMED'e zulmeden EBU LEHEB'in
oğulları idi. Kaldı ki, öz AMCASI ABBAS hayatta idi. Eğer akrabalık
söz konusu ise, belki ABBAS bu makama daha uygun düşerdi.
PEYGAMBER'İN KIZI ile evli olmak ta sebep gösterilemez... Evet, ALİ,
Hz. MUHAMMED'in kızı FATMA ile evliydi ama OSMAN da PEYGAMBER'in
DAMADI idi. Hem de ilk karısı ölünce Hz. MUHAMMED ona ikinci bir
kızını, ÜMMÜ GÜLSÜM'ü vermişti. OSMAN bu yüzden "çifte nurla
nurlanmış" mânâasına gelen ZİNNUREYN lâkabıyla anılırdı.
PEYGAMBERİMİZ'in bu iki kızı daha önce EBU LEHEB'in oğulları ile
evliydiler. Ancak İSLAMİYET yayılmaya başlayınca oğullar eşlerini
boşamışlardı... Yani onlar dahi "eski damat" sıfatıyla halifeliğe aday
olabilirlerdi!.. Kaldı ki, EBUBEKİR, PEYGAMBERİMİZ'in
KAYINPEDER'i idi... Kısacası, KIZ ALIP-VERME söz konusu
olduğu takdirde HALİFELİK onun da hakkı sayılırdı, ama o
zaman da başka adaylar çıkardı. ÖMER de PEYGAMBERİMİZ'in KAYINPEDER'i
idi, kızı HAFSA, HZ. MUHAMMED'in eşi idi. Ayrıca MEKKE'nin
fethine kadar PEYGAMBERİMİZ'in baş düşmanı EBU SÜFYAN da onun
KAYINPEDER'i idi. Kızı ÜMMÜ HANİFE , MUAVİYE'nin kardeşi, ilk
müslümanlardan idi, HABEŞİSTAN'a kocası ile birlikte hicret
etmiş, kocası orada ölünce PEYGAMBERİMİZ kendisini nikâhına
almıştı.
Yeri gelmişken, hiç dillendirilmeyen bir başka gerçeği de
burada açıklayalım. ALİ, PEYGAMBERİMİZ'in damadı... Peki,
ALİ'nin damadı kim?.. ALİ'nin PEYGAMBERİMİZ'in kısı FATMA'dan
olan ÜMMÜ GÜLSÜM adlı kızı, halifeliği döneminde ÖMER ile
evlenmiş, bu evlilikten RUKİYE adlı bir kız ile ZEYD adlı
bir oğlan torunu olmuştur ALİ'nin!.. Yani ALİ, ÖMER'in
KAYINPEDER'iydi!
Ne var ki bunların hiç biri İLAHİ TAKDİR'i
değiştirecek, yönlendirecek hususlar değildir! Olması gereken
olmuştur!.. EYVALLAH demekten başka yapacak yoktur.
Kimse kimsenin
mertebesini bilemez ama, VELİLİK bakımından ALİ herkesten üstün idi.
PEYGAMBERİMİZ bu hususa VEDA HACCI HUTBESİ'nde işaret etmişti. Ve şurası
da muhakkaktır ki, ALİ eğer BİAT etmeseydi, EBUBEKİR'in işi gerçekten zor
olurdu. İSLAMİYET daha başlangıçta büyük sıkıntılara düçar olurdu.
Peki ama, ALİ'nin kendisinin itiraz etmediği, farklı düşünse bile
karşı çıkmadığı HALİFELİK sırası, neden başkalarına dert
olmaktadır?..
Bizce bunun geçmişte yatan bir tek sebebi vardır.
Bazı kişiler, küllenmiş eski AİLE KAVGALARI'nı su yüzüne çıkarmak için
bir bahane bulmuşlardır. Hatta bu kişiler, ALİ de dahil olmak üzere
halifeleri ŞEHİT edecek kadar ileri gitmişlerdir. PEYGAMBER'in
zamanında sinmek durumunda olanlar, sonradan İKTİDAR'da olana karşı
MUHALİF gördükleri ALİ'yi tutmayı menfaatleri icabı saymışlardır.
EBU
SÜFYAN bunun en açık örneğidir!..