Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


DÖRDÜNCÜ KISIM

ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

ONSEKİZİNCİ BÖLÜM: SÜNNİLİK MEZHEP, ALEVİLİK TARİKATTIR

Amacımız Alevi-Sünni sürtüşmesine sebep olan olayları araştırmak iken, neden bu olayları uzun uzun anlattık?.. Çünkü Türklerin İslam'ı korumakta Araplardan da Acemlerden de çok daha fazla sorumluluk üstlendiklerini göstermek istedik. Araplar aile kavgaları, Acemler imamlık peşinde koşarken; Türklerin, kazanılmış yerlerin muhafazası Müslüman halkın can güvenliği, Hıristiyan akınlarının önlenmesi, İslam aleminin bütünlüğü ve bunların yanı sıra "Kamil İnsan" yetiştirmek gibi görevler ifa ettiğini bir kere ortaya koymak istedik.

Acaba Türkler neden böyle bir yükün altına girmişlerdi?.. Nereden icap etmişti de henüz Müslüman olmuş olan Salçuk ve onun soyu Tuğrul, Alparslan, Kılıçarslan ve öte yandan Tekiş, Selahaddin Eyyubi birer sahabe gibi ömürlerini İslam'ın tek ve mutlak güç olmasına vakfetmişlerdi?..

Bunun sırrı, Türklerle ilgili ayet ve hadislerde gizlidir.

İşte bu sebeple Ali'nin yolu; Kuran'ın ve hadislerin, kelime anlamlarıyla ifade ettiklerini kabul etmekle beraber daha derin mânâlar olabileceğini de kabul etmek ve onları aramaktır. Ali'nin yolunda ilerlemek, manada derinleşmektir. Tarikat (yollar) kelimesi de bunu ifade eder. Onun içindir ki bütün tarikatlar Ali'ye bağlanır. Ali'nin yolu, Muhammed'in yoludur. Kısacası bu yol ALLAH'a müteveccihtir.

Aslında her yol O'na çıkar, o da başka!..

Bu noktada Alevilik ile Sünnilik arasındaki tek ve önemli fark ortaya çıkmaktadır. Sünnilik mezheptir. Hanefi, Hambeli, Şafi, Maliki mezhepleri; diğerleri gibi, Kuran'ı ve hadisleri kelime anlamları ile değerlendirerek bir sistem kurmuşlardır. Her birinin sistemi diğerinden şekil ve teferruat bakımından farklıdır. Yani, "abdestin bir damla kan çıkınca mı, çizme dolunca mı bozulacağı" tartışılır. Çünkü peygamberimiz bir seferinde öyle, bir seferinde böyle davranmıştır.

Mezhepler Müslümanların bir toplum halinde aynı kurallara tabi olarak yaşamalarında yardımcı olmuşlardır. Çünkü sıradan Müslümanın bunları ne araştıracak, ne de tartışacak vakti vardır. O, hayat tarzını ailesinden, çevresinden, mahalle imamından, en fazla İlmihal'den okuduğu esaslar üzerine bine etmek durumundadır. Bu esaslar da iyi bir Müslüman olmanın, çevresine yararlı bir insan olmanın başlangıcını teşkil eder. Hatta toplum içindeki idare şeklini, adaleti sağladığı gibi, milletlerarası ilişkilerde de yol göstericidir. Mezheplerde 'Fıkıh' ve 'Kelam' tartışmaları "Kuran mahluk mu, değil mi?" gibi sonu olmayan sorular üstünde derinleşebilir ama, sade Müslümanın bunlarla pek bağlantısı yoktur. Olgunlaşmak için de onları gerekli görmez.

Alevilik ise tarikattır. Bütün bunları benimsediği halde, yeterli görmez. Bir adım daha ileri gitmek ister.

İşte o adımlar ancak kelimelerin sözlük anlamlarında değil, derin mânâlarında gerçekleşebilir. Onun içindir ki tarikatlar aslında Hz. Muhammed'in Hz. Ali'ye anlattığı, o kör kuyuyu coşkun pınar haline getiren mânâlar peşinde koşarlar. O mânâları benliğine sindirip TANRI'ya yakınlaşmaya çalışırlar. Gerçek Alevilik budur.

Ama çoğu Alevi bunu unutup, "Hz. Ali ilk Halife mi, değil mi?" , "Ramazan orucu tutulur mu, tutulmaz mı?" gibi gereksiz sorularla uğraşmaktadır ki, bu da onların Aleviliği bir mezhep haline dönüştürmesine yol açmaktadır.

Şekille uğraşan mezhep, mânâya inen tarikattir. Ve elbette ki TARİKAT, MEZHEP'ten ileri bir mertebedir.

Pek çok tarikatta dört mertebeden, dört kapıdan söz edilir. Bunlar ŞERİAT, TARİKAT, MARİFET ve HAKİKAT'tır. ALLAH'a giden bu yolda, 'aynı koridor üzerindeki peşpeşe bu dört kapıdan geçilmedikçe HAK'ka ulaşılamaz' inancı vardır.

Ama insanlar farklı düşüncelere sahiptirler. Bir kısmı der ki, "KURAN'ın hükümlerine motamot uymak dünyaya gelişimizin gayesidir"... Bir başka grup "Bir tarikata girmeden doğru yolu bulamazsın" inancına sahiptir... Bazıları da keramet göstermeyi, olağanüstü şeyler yapabilmeyi ermişliğin gereği sayar.

Bizce hakikat bunların hepsinden farklıdır.

Bir misalle anlatmak gerekirse; din veya HAKİKAT, cevize benzer... Bildiğiniz gibi, taze ceviz yeşil kabukludur. Ama ceviz diye bunu dişlemeye kalkarsanız, ağzınız acı bir suyla dolar, dudaklarınız elleriniz boyanır. Ama cevizi yemiş olmazsınız!.. Çünkü arzu ettiğiniz lezzet bu yeşil kabukta değildir. Esas tatlı kısma ulaşmak için kabuğu güzelce ayıklamanız gerekir. İşte bu yeşil kısım ŞERİAT'tır.... Yani dinin, Kuran'ın ve hadislerin şekli hükümleri, dış manalarıdır (44).

Yeşil kabuktan sonra karşımıza, kabuklu ceviz çıkar. Acele edip bunu ağzımıza atarsak, dişlerimizi kırarız... Bu tahta gibi sert kabuk TARİKAT'tır. Ve tarikat gerçekten çetin bir cevizdir. O kabuk öyle kolay kırılmaz. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, dinin şekli kurallarının, bunları belirten ayetlerin kelime anlamlarının dışında gittikçe derinleşen pek çok mânâları vardır.

Bir söze göre "Kuran'ın bir açık, yedi gizli mânâsı vardır." Ama bilen kişi için her gizlinin de yedi gizli mânâsı vardır ve bu sonsuza dek gider... İşte tarikat, 'bu gizli mânâlardan birini yakalayıp yola girmek' demektir. O yolda mümkün olduğu kadar ilerlemek, gizlinin daha gizlisini aramak demektir. Bektaşiliğin Mevlevilikten, Rufailiğin Melamilikten farklı gözükmesi bu yüzdendir.

Kişi tarikat mertebesinde derinleştikçe önünde engin ufuklar açılır. Başkalarının göremediğini görür, sezemediğini sezer ve yapamadığını yapmaya başlar. Rufailerin vücutlarına şiş batırmaları, kızgın demir yalamaları, bazı şeyhlerin geleceği bilmesi hep bunlara örnektir. Ve MARİFET olarak adlandırılır. Ama bu mertebe de amaç değildir. Tıpkı kabuğu kırılan cevizin üstündeki ince zara benzer. Ağzınıza atıp yiyebilirsiniz ama esas lezzetli kısmın tadını bozar, biraz kekremsidir.

Kısacası şiş batırmak, suda yürümek, geleceği bilmek hedef olamaz. Hedef HAKK'a ulaşmaktır!... Bu sözünü ettiğimiz şeyler, o yolda ilerleyen kişinin elde ettiği tabii gelişmelerden başka bir şey değildir. Yani bunların da aşılması gerekir.

İşte son mertebe HAKİKAT'tir ki, cevizin içindeki bembeyaz, yumuşak ve son derece lezzetli özüne benzer. Hakikate eren insan HAK'kı bulur. Ama bilir ki, bu söylenmez!..

Ali söylese kuyu taşar!..

Mansur dile getirse darağacına çekilir.

Buna ister Vahdet-i Vücud deyin, ister Tasavvuf deyin, ister anda yaşamak deyin, ister O'nda yokolmak deyin, aslı değişmez. Bu anlayış; kainatın, HAK'kın zuhura gelmesinden, aynada yansımasından başka bir şey olmadığını savunur. İnsanın bütün mücadelesi de bu gerçeği görebilmesi ve insanca yaşayabilmesi içindir.

Şimdi din tarihimize bir daha dikkatle bakınız, İslam âleminin yüceldiği dönemler, bu anlayışa imkân tanıyan dönemlerdir. Araplar bunu başarabildikleri sürece güçlenmişler, İslam ülkeleri genişlemiş, zenginleşmiş ve onların hakimiyetine girmiştir. Bu anlayıştan uzaklaşıp zevk-ü sefaya, cehalet ve hurafeye daldıklarında ortaya Türkler çıkmıştır. Türkler bu anlayışla sadece kendilerine değil, bütün insanlığa hizmet ettikleri sürece güçlü kalmış ve yücelmişlerdir. Bunu yapmadıkları zaman ne olduğunu ilerde göreceğiz.

Şu halde her Müslümanın Sünni olması, yani Şeriatı iyi bilmesi, Peygamber'e uyması gerekir. Kuran'ı hadisleri bilmeden, içinde bulunduğu topluma uymadan, birlikte hareket etmeden olmaz.

Kim yanındaki komşusunun aç mı, tok mu olduğunu bilmeden Müslüman olduğunu söyler ve bu söylediği gerçek olabilir?..

Kim mahallesinin sorununu komşusuyla, muhtarıyla, idarecisiyle çözmeden "ben Müslümanım" diyerek herkesin 'Cem' olduğu camiye gidebilir?..

Yine her Müslümanın Alevi olması yani Ali'ye verilmiş sırların peşine düşmesi gerekir. Sadece ayetleri, hadisleri bilmek ve bunlarla yatıp kalkarak, aç kalarak yerine getirmek olmaz. Neyi, niçin ve ne zaman yaptığını bilmeyen, sadece "Yap" denildiği için yaptığını söyleyen insan olabilir mi?..

İnsanı hayvandan ayıran özellik söyleneni yapmak değil, yaptığını bilerek yapmaktır. Alevilik de budur.

Yoksa Alevi anadan babadan doğmak, Cem'de iki dönüp bir semah yapmak, arada sırada Yezid'e lanet etmek yetmez. Çocuğuna Bekir, Ömer, Osman adını koymamak. Ali'yi memnun etmez!.. Ali oğullarına bu isimleri koymuştu çünkü!.

Bir şey ki şekil yönü mânâdan fazladır, o şeriattır. Bir şey ki mânâ yönü şekli yönden fazladır, o tarikattır. Şu halde Sünni'nin de, Alevi'nin de amacı, mânâ yönü ağır basan işler yapmak, sözler söylemektir.

Biz deriz ki, bir köşede oturup tespihle 33 kere ALLAH diyen bir kimseden, yeni açılmış mis gibi kokan bir güle bakıp da "ALLAH neler yaratmış!" diyen kimse daha makbuldür. Çünkü ikincisi bunu gerçekten duyarak, ilki ise alışkanlıktan yapmıştır.

Ama şurası unutulmamalıdır ki, Alevilik de işin başıdır. Daha katedilecek çok yol, aşılacak iki kapı daha vardır.

Yani kimsenin bir başkasına "Ben Sünniyim", veya "Ben Aleviyim" diye öğünecek hali yoktur. Adama, "Ne yapalım, namaz kılıyorsan? Namaz müminin miracıdır, Muhammed gibi Mirac'a vardın mı?" derler. Veya "Ali'nin yolundayım, diyorsun, Ali'yi gördün mü?" diye sorarlar.

"Sünniyim, Aleviyim" demenin lafta kaldığı sürece, "Fenerbahçeliyim, Beşiktaşlıyım" demekten farkı yoktur!.. Futbolu sen oynamadıkça, Avrupa kupasında şampiyon olmadıkça, sadece bağırıp çağıran fanatik bir taraftardan öteye gidilemez.

Halbuki, anlattığımız devirlerde yaşamış ve çevrelerini öylesine etkilemiş nice insanlar vardır ki, bizler h"alâ onlardan gıpta ile söz ederiz. Ama o noktaya nasıl geldiklerini, inançlarının ne olduğunu, neler yaptıklarını pek bilmeyiz.

İşte bundan sonraki bölümde bu muhterem zatlardan bazılarını bilinmeyen yönleriyle ele almak istiyoruz.

  • Önemli Sayfalar: TÜRK'E IŞIK TUTANLAR , NOTLAR - 4B , HİLAFET VE İMAMET , 12 İMAM DÖNEMİ , TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLUŞU , SAYFALAR