Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'iN ARAŞTIRMA YAZISI



ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ


DÖRDÜNCÜ KISIM

ONDOKUZUNCU BÖLÜM: TÜRK'E IŞIK TUTANLAR



Türkiye Alevileri arasında aşağıda vereceğimiz isimlerden sadece Hallac-ı Mansur iyi bilinir. Halbuki diğer zatlar Selçuklu ve Timur Devleti'nde, Türk topraklarında yaşamış, Türklere hizmet etmiş kişilerdir. Bu bakımdan hepsini iyi tanımak gerekir.


HALLAC-I MANSUR


Daha önce anlattığımız özelliklere uyan, Şeriatı iyi bilen, Tarikata dalmış olan bu muhterem zatlardan biri Hallac-ı Mansur'dur. İran'da 850'lerde Beyza kentinde doğmuş, küçük yaşta KURAN'ı ezberlemiş, Cüneyd-i Bağdadi'den ders almış, Hacca gitmişti.. Sonra Basra, Bağdat, Kirman, Sicistan, Horasan, Maveraünnehir ve Hindistan'ı dolaştı. Bağdat'ta sürekli ders verdiği bir yeri vardı. O dönemde Bağdat Halifesi'nin başı İsmailiye ve Karmatiyye taraftarlarıyla dertteydi. Onun için Hallac'ın şeriat mertebesini aşan fikirleri saray tarafından tehlikeli görüldü.

Yobazlar da etrafı kışkırtıyordu. Önce hapse atıldı. Sonra meşhur "ENEL HAK" (Ben HAK'kım) sözü yüzünden fetva ile idamına karar verildi. Feci bir şekilde, önce kırbaçlanarak, sonra elleri ve ayakları kesilerek, sonra da başı uçurularak şehit edildi. Cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye savruldu (921 yılı).

Hallac son nefesine kadar "ENEL HAK"tan dönmedi... derler ki, cesedini yakan ateşin dumanı "ENEL HAK" yazarak yükselmiş göklere... Dicle'deki külleri de "ENEL HAK" yazarak akmış...

***

ÖMER HAYYAM

Yine bir başka muhterem zat da Ömer Hayyam'dır. Nişabur'ludur. 1223 yılında yüz yaşını çok aşmış olarak vefat etmiştir. Selçuklu veziri Nizamülmülk'e can kardeşi sayılacak kadar yakındı. Tabii doğal bir sonuç olarak aynı yakınlık Sultan Melikşah ve Türklere karşı da vardı. Hayyam "çadırcı" demektir.

Şairliğinin yanı sıra büyük bir âlimdi. Arapça bilirdi. Din âlimlerini, Yunan felsefesini çok iyi incelemişti. Matematik, Astronomi ve tabiat ilimlerinin yanında tıpta da derin bilgisi vardı. Velhasıl, devrinin ordinaryüs profesörü sayılacak nitelikte bir kişiydi.

İranlıların bugün çok öğündükleri Ömer Hayyam, zamanla onlar tarafından unutuldu. Nihayet 1800'lerde İngiltere'nin Oxford kentinde "Robaiyyat - Omar" adlı bir kitap bulundu. Kitap İngilizlerin meşhur şairi Edward Fitzgerald'ı çok etkiledi. Onun rubailerini İngilizce'ye şiir olarak çevirdi ve yayınladı. Ömer Hayyam böylece önce İngiltere'de, sonra Amerika'da ve en sonunda da doğduğu İran'da yeniden meşhur oldu.

Fitzgerald hiçbir zaman yaptığı tercüme ile tatmin olmadı. Belki 20 defa ve her seferinde de şiirleri değiştirerek tekrar yayınladı. Bütün hayatını Ömer Hayyam'a vakfetti. İngilizler derler ki "Fitzgerald bu kadar Hayyamlaşmasaydı, Shakespeare'den daha meşhur bir şair olurdu."

Bu muhterem zatı da yaptığı büyük hizmetten dolayı, bizi Hayyam ile tanıştırdığı için hayırla anıyoruz.

Ömer Hayyam düşünce, fikir ve hislerini Rubai adı verilen özel yapıdaki dörtlükler ile ifade etmiştir. Rubaide 1., 2. Ve 4. mısralar kafiyelidir. En önemli olanları 3. ve 4. mısralardır. 3. mısra zihinde bir soru yaratır, 4. mısra da bu suale cevap verir. Ama bunlar işin şekil yönüdür. Hayyam akılla değil, gönülle anlaşır.

Şiirlerinde hayat, tabiat, şarap ve kadından söz eder. Ama bunlara bakıp da onu, ayyaşın, aylağın biri zannetmemek gerekir. Maalesef pek çok edebiyatçı ona bu gözle bakar. Halbuki Hayyam hayatının bir dakikasını bile boş geçirmemiş; elli kişinin öğrenebileceğini, yüz kişinin yapabileceğini bir tek hayata sığdırmıştır. Nevruz'u (21 Mart) başlangıç alan "Celâli Takvimi" onun eseridir. Devamlı hayat ve dünya üzerinde kafa yormuş, her ikisinin de hakkını vermek gerektiğini görerek ona göre hareket etmiş bir insandır o.

Hayyam, bir Şeyhülislam kadar dine vâkıf, bir mütehassıs kadar tıbba hakim ama bir çocuk kadar da hürdür. Rind meşreptir. Alevidir ama adı Ömer'dir. Buna Şii İranlıların şaşması gerekir... Kısacası Hayyam ülkemiz Sünnilerinin de, Alevilerinin de örnek alması gereken üstün bir kişilik sahibidir. Türk tarihinin bir parçasıdır.

Onu benliğimizde daha iyi duyabilmek için birkaç rubaisini (maalesef çeviri olması nedeniyle ses ve ahenkten mahrum olarak) naklediyoruz:

Onlar ki, meclise mum olmuşlar,
Onlar... o hekimler, feylesoflar, okumuşlar...
Yol bulamadılar çıkmaya sonsuz geceden,
Efsane, masal söyleyip, en son uyumuşlar.
(Vasfi M. Kocatürk'ün tercümesi)

Guyendbeheşt o hur eyn hahed bud
(Bize derler, öte dünyada cennet var,)
Vancamey-e nab o engebin hahed bud
(Huri var, sevgili var, ağza üzüm sarkar.)
Ger ma mey o me'şug perestim revast
(Şimdiden uygulasak bunları öyleyse,)
Çun agabet-e kar hemin hahed bud
(Sonumuz tıpkısı buymuş bizim, ey dostlar.)
(Rüştü Şardağ'ın tercümesi)

Şimdi nakledeceğimiz tercümelerde ses ve ahenk de var. Ömer Hayyam'ın felsefesi, Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın kelimeleri ile dile gelmiş:

Câiz ki şarap, cennete gittin mi içersin,
İtlâb-ı mezak dost, bu kadar zevkli mi dersin?
Cennet şu gönüldür, bunu gör, imdi içersin!....

Şu tercüme de Yahya Kemal Beyatlı'dan:

İçtikçe şuur taştı zamandan ve mekandan,
Tefrik bile zor arşı Şiraz'dan İsfahan'dan.
Kumlar yine sessiz, yine durmuş bu saatler,
Bildim, okunan fasılasız bunca ezandan!..

Büyük üstat Hayyam diyor ki, aşk şarabını içtikte zeman-mekan kısıtlamalarını aştım. Semayı dünyadan ayırmanın imkânı kalmadı... Zaman durdu, kulağıma hep bitmek bilmeyen ezan sesi geliyor! Ve beni HAKK'a çağırıyor.

Son bir rubai daha, R. T. Bölükbaşı'dan nakledelim ve Hayyam'ı gönlümüze gömelim.

Zannetme ki Hayyam'a cemal, hüsn-ü nisadır,
Gönlündeki her zerre-i sevda heyuladır!..
Ey ehl-i iz'an!.. Farklı mı Gülşah'la Zübabe?
Âsâr-ı felek, çehr-i cihan ana sezadır.

Yine Hayyam diyor ki, ey gafiller!.. Zannetmeyin ki Hayyam için CEMAL, kadın güzelliğidir. Evet, o şarap içer, aşktan söz eder ama, onun esas şarabı İLAHİ AŞK'tır, güzellik te TANRI'nın bütün kâinata yansımış olan güzelliğidir. Onun gönlünde duyduğu her bir aşk kırıntısı aslında koca bir kâinattır. Her şeyi kapsar. Aslında anlıyana ALLAH'ı hissetmek için güzel bir kadın ile bir sinek arasında fark yoktur. Kâinatın bütün eserleri, yeryüzündeki her şey buna işarettir.

***

NİZAMİ


Bu değerli zat, Ömer Hayyam'dan ilk bahseden kişi olarak bilinir. Öz-be-öz Türk'tür. Gence'lidir. Bazıları onu Kum şehrine (Hasan Sabbah ve Humeyni'nin şehri) bağlamak isterlerse de, aslı yoktur. 1240'da doğmuş, 1320'lerde vefat etmiştir. Asıl adı İlyas idi. O da Arapça'yı, İlahiyatı, felsefeyi, müsbet ilimleri çok iyi bilirdi. Bilhassa tıp ve astronomiyle çok uğraşmıştır.

Halk arasında Şeyh Nizami diye bilinirdi. Kendini riyazet ve ibadet ile olgunlaştırmış, sonra tekkesini bir ahlâk ve irfan yuvası haline sokarak çok sayıda insan yetiştirmiştir. Hayyam'ın aksine ağzına şarap koymamış ve bir güzelin perçemine el değdirmemişti. İranlılardan, Şiilerden, hatta Zerdüştlerden bahsederek insanların nerede olurlarsa olsunlar mutlaka bir iyi yanları olduğunu söylerdi. Bu yüzden yobazlar tarafından kâfirlikle bile suçlanmıştır.

Nizami bütün bunların yanı sıra büyük bir şairdi. Sadi, Hafez, Cami, Mevlana ve Ahmet Paşa kendisinden çok etkilenmişlerdir. Ne yazık ki sonradan bazı eserlerinin içine başkalarının şiirleri karışmış, üstadın üslubunu gölgeleyecek bir durum ortaya çıkmıştır. Nizami'nin Hamse, İkbalname ve Divan adlı eserleri vardır. Farsça şiirlerinden dolayı yine Ömer Hayyam gibi İran edebiyatının içinde yer alan Nizami'ye de Mevlana kadar sahip çıkmamız gerekir.

Maalesef Nizami'nin şiirlerini şiir olarak nakledemiyoruz. Ama Sabri Sevsegil'in tercümesinden "Hüsrev ile Şirin" kitabını niçin yazdığını naklediyoruz:

"Bir gece uykusuzluktan baygın düşmüş kalmıştım. Elimde kılıç gibi bir kalem duruyordu. 'Bu gönül ile hangi kapıdan girsem?.. Hangi hazinenin kapısını açsam?..' diye düşünüyordum. Nasıl bir çığır açmalı idim ki, dile kıymet versin?.. Nasıl bir eser ortaya koymalıydım ki, ünü dünyayı tutsun?.. O sırada bir saray adamı içeriye girdi, yüzüme sayısız buseler kondurduktan sonra:

'Haydi,' dedi, 'Çıkmazda olan işin artık yoluna girdi. Demir kapılar senin için açıldı. Ulu Hakan dünyayı yeniden aşka kavuşturmanı buyurdu. Ve sana şunları söyledi:

- 'Gönül erleri dünyadan çekip gittiler. Yürekleri hissizlikten buz gibi dondu. Feleği dil hançerinin ucu ve mânânın bütün incelikleri ile yontacaksın. Utarid'e (Merkür) kalemini elinden attıracaksın. Zühre'nin (Seher Yıldızı) atlas libasını vücuduna diken gibi batıracaksın. Hadi, Hz. İsa gibi ruha dair bir ders ver. Musa Peygamber gibi aşk için bir meş'ale yak!..'


"Gönlüm, Devlet'in de kendi gibi düşündüğünü görünce, bahtiyarlığından Devlet'e nazlandı:

- 'Dostluk zamanı geldi. Dostluğunu göster de, şu kan içtiğim anda kalbime ferahlık ver. Eğer elde dünyalık namına bir şey yoksa, elimdeki kanaat saadeti bana yeter !!.' "

Bir esere bu anlayışla başlanır da, o eser nasıl gönülleri açmaz, ruhları aydınlatmaz?.. Nizami, Türk ruhunu yoğuran kıymetli şahsiyetlerden biridir.

***

HAFEZ


Hakikat mertebesine ulaşmış bir başka muhterem zattır. Hoca Hafez-i Şirazi diye bilinir. Asıl adı Şemseddin Muhammed'dir. Gençliğinde fakirlikten hamur işçiliği yapmış, aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız olmuştur. Bir komşusuna özenip şiir yazmaya başladı. Ama bu şiirler o kadar kötüydü ki, herkesin alayına muhatap oldu.

Ne var ki, bir gece her şey değişti. Hafez rüyasında Hz. Ali'yi gördü. Ali ona cennet yemekleri sundu, ab-ı hayat içirdi. O günden sonra Hafez eşsiz bir şair oldu.

Bu olay bize Anadolu âşıklarının saza, söze başlamasını hatırlatır. Onlar da bir gece rüyalarında bir dilberin veya bir dedenin kendilerine bâde içirdiğinden, ondan sonra da dillerinin çözüldüğünden bahsederler.

Hafez olayı şöyle anlatır:

"Düş vakt-i seher ez guşsa necatem dadend
Vanderan zulmet-i şeb ab-ı hayatem dadend"

Tercümesi:

"Dün seher vakti beni gamdan kurtardılar,
O gece karanlığında bana ab-ı hayat sundular."

Hafez'ın bundan sonra yazdığı şiirleri Horasan, Türkistan, Hindistan, İran, Azerbaycan, Irak'ta elden ele dolaşır oldu. Padişah meclislerinde okundu. Hafez 1387'de Şiraz'da Timur ile de görüştü.

Şiirlerini daha çok gazel tarzında yazardı. Şarap, meyhane, aşk onun başlıca konularını teşkil ederdi. Sahte mutasavvuflara, göstermeci zahitlere (kaba sofu, aşırı sofu) çatardı. Türk şairlerinden Şeyhi, Ahmet Paşa ve Fuzuli'yi etkilemiştir. Hafez'ın Lisan-al gayb adıyla da bilinen Divanı'nı İranlılar fal niyetine açar, denk gelen gazele mânâ vererek sıkıntılarına çare ararlar.

Ama Hafez'ın özellikleri bunlardan ibaret değildir. O hayatıyla, Sünniliği ve Aleviliği bütünleştirerek bir başka görev daha ifa etmiştir. Ayrımcılığın, bölünmenin, kısır çekişmelerin İslam'a ve insana ne büyük zararlar verdiğini görmüştür. Hilafetle, imametle, kişilerle uğraşmayı hiç düşünmediği gibi, yüzyıllar önceki olaylara takılıp birbirlerine düşmanlık güdenlere büyük bir ders vermek istemiştir.

Bunu da çok şaşırtıcı bir şekilde yapmıştır.

Şii İranlıların ellerinden düşürmedikleri Alevi Hafez'ın Divan'ı, ALİ düşmanı Yezid'in şu beytiyle başlar:

"Enel mesmumu ma indi bitirakın ve la rakı
Edir k'sen ve navilha ela ya eyyuhen saki"

Tercümesi:

"Saki!.. Döndür kadehi!.. Herkese sun!.. Bana da ver!..
Çünkü aşk öyle kolay göründü ama, sonradan çok müşgülat çıkardı."

Hafez bu davranışlarından dolayı çok tarize uğramış, hatta devrin önemli çoğu şahıslarınca ayıplanmıştır. Kendisine neden böyle yaptığı sorulduğunda, "Kâfirin malı mümine helâldir," nüktesiyle cevap verirdi.

Elbetteki Hafez'ın anlatmak istediği şey başkaydı. O, insanların iyiler ve kötüler diye iki gruba ayrılamayacağını; iyilerin hatalı yanları olduğu gibi, kötü diye bilinenlerinde iyi yanlarının olabileceğini ve insanlar öldükten sonra da cemiyete sadece iyi yanlarının kalacağını göstermek istemişti. Çok iyi bir şair olan Yezid'in bu beytini de Divanı'nın başına Besmele gibi koymuştu. Üstelik bu işi sofuluğu ile meşhur Timur zamanında yapmıştı.

Böylece Emevi Halifesi Ömer (ki camilerde Ali'ye sövmeyi o kaldırmıştı) ve Abbasi Halifesi Memun (o da İmam Rıza'yı kendi yerine halife yapmak istemişti) ve daha niceleri gibi, Hafez da Sünni-Şii sürtüşmesine son vermeye çalışmıştı.

Hafez 1390 yılında vefat etmiş, Şiraz'da toprağa verilmiştir. Yahya Kemal,

"Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış,
Her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış,
Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle."

diyerek, Hafez'ın hâlâ bizlere ışık tuttuğunu anlatmak istemiştir.

Hafez'ın gazellerinden bazı beyitleri Abdülbaki Gölpınarlı'nın tercümesiyle sunuyoruz:

"Ayb-ı rindan mekun ey zahid-i pakize-sirişt
ki günah-i digeran ber tu nehahend nuvişt"

Tercümesi:

"Ey tertemiz yaratılışlı zahit!.. Rintleri ayıplama.
Başkasının günahını sana yazmazlar ki!..

Ve diğerleri:

Ben ister iyi olayım, ister kötü... Sana ne?
Sen kendi derdine bak... Herkes kendi ektiğini biçer.
TANRI'nın ezeli lutfundan beni meyus etme!..
Perde ardında kim güzeldir kim çirkin, ne bilirsin?..

Zahit, Tanrı'nın mekrinden sakın emin olma!...
Çünkü ibadet yurduyla muğların kilisesi arasındaki yol,
o kadar uzak değil... Pek yakın!...

Mürşidim pir-i mugan olduysa, ne var ki?..
Hiçbir baş yoktur ki, onda TANRI'nın bir sırrı olmasın!..

Zahit, Kevser Şarabını istedi, Hafez şarap kadehini!..
TANRI bu ikisinden hangisini istiyor? Acaba O'nca makbul hangisi?

Ab-ı Hayat'la İrem Bağı'nın mânâsı,
Irmak kıyısında lezzetli şaraptan başka bir şey değildir!..
Mescidden maksadım, vuslatın!... Meyhaneden de!..
TANRI şahittir ki, bundan başka bir hayalim yok!

Hafız'dan son olarak Rıza Tevfik tercümesi bir gazel sunalım ve büyük üstadı gönlümüze gömelim:

Gün gice elde gülfam peymane sundu yar ab
Uşşaka bir kadehten bahşetti vaslı Yarab
Neşvan-ı may-ı HAK'kız, raznâmemiz muhabbet
Ol cam-ı cem müzehheb, merbub-u aşka mihrab

HAFEZ üstad diyor ki:

- "Gece gündüz elimizde o gül renkli kadeh, sevgilinin sunduğu şarabı içmekteyiz.
ALLAH âşıklara vuslatı, TEK kadehten bahşeder. (VAHDET) Bizler ALLAH Aşkı'nın sarhoşlarıyız. Sırrımız da muhabbettir, aşktır. Ve o CEM kadehi pırıl pırıl süslenmiş, işlenmiş halde aşk kölelerinin mihrabı haline gelmiştir."

*****


  • Önemli Sayfalar: NOTLAR - 4B , TÜRK'E IŞIK TUTANLAR -2 , OSMANLI DEVLETİ BEKTAŞİLİK ÜZERİNE KURULMUŞTUR! , 12 İMAM DÖNEMİ , YAVUZ SULTAN SELİM VE SONRASI , SAYFALAR