ONDOKUZUNCU BÖLÜM: TÜRK'E IŞIK TUTANLAR
Yine bir
başka muhterem zat da Ömer Hayyam'dır. Nişabur'ludur. 1223 yılında yüz
yaşını çok aşmış olarak vefat etmiştir. Selçuklu veziri Nizamülmülk'e
can kardeşi sayılacak kadar yakındı. Tabii doğal bir sonuç olarak aynı
yakınlık Sultan Melikşah ve Türklere karşı da vardı. Hayyam "çadırcı"
demektir. "Ey tertemiz yaratılışlı zahit!.. Rintleri
ayıplama. Ben
ister iyi olayım, ister kötü... Sana ne?
Şairliğinin yanı sıra büyük bir âlimdi. Arapça
bilirdi. Din âlimlerini, Yunan felsefesini çok iyi
incelemişti. Matematik, Astronomi ve tabiat ilimlerinin yanında tıpta
da derin bilgisi vardı. Velhasıl, devrinin ordinaryüs profesörü
sayılacak nitelikte bir kişiydi.
İranlıların bugün çok öğündükleri
Ömer Hayyam, zamanla onlar tarafından unutuldu. Nihayet
1800'lerde İngiltere'nin Oxford kentinde "Robaiyyat - Omar" adlı bir
kitap bulundu. Kitap İngilizlerin meşhur şairi Edward Fitzgerald'ı çok
etkiledi. Onun rubailerini İngilizce'ye şiir olarak çevirdi ve yayınladı.
Ömer Hayyam böylece önce İngiltere'de, sonra Amerika'da ve en sonunda
da doğduğu İran'da yeniden meşhur oldu.
Fitzgerald hiçbir zaman
yaptığı tercüme ile tatmin olmadı. Belki 20 defa ve her seferinde de
şiirleri değiştirerek tekrar yayınladı. Bütün hayatını Ömer Hayyam'a
vakfetti. İngilizler derler ki "Fitzgerald bu kadar Hayyamlaşmasaydı,
Shakespeare'den daha meşhur bir şair olurdu."
Bu muhterem zatı da
yaptığı büyük hizmetten dolayı, bizi Hayyam ile tanıştırdığı için hayırla
anıyoruz.
Ömer Hayyam düşünce, fikir ve hislerini Rubai adı
verilen özel yapıdaki dörtlükler ile ifade etmiştir. Rubaide 1., 2. Ve
4. mısralar kafiyelidir. En önemli olanları 3. ve 4. mısralardır. 3. mısra zihinde
bir soru yaratır, 4. mısra da bu suale cevap verir. Ama bunlar işin
şekil yönüdür. Hayyam akılla değil, gönülle anlaşır.
Şiirlerinde
hayat, tabiat, şarap ve kadından söz eder. Ama bunlara bakıp da onu,
ayyaşın, aylağın biri zannetmemek gerekir. Maalesef pek çok edebiyatçı
ona bu gözle bakar. Halbuki Hayyam hayatının bir dakikasını bile boş
geçirmemiş; elli kişinin öğrenebileceğini, yüz kişinin yapabileceğini bir
tek hayata sığdırmıştır. Nevruz'u (21 Mart) başlangıç alan "Celâli
Takvimi" onun eseridir. Devamlı hayat ve dünya üzerinde kafa yormuş,
her ikisinin de hakkını vermek gerektiğini görerek ona göre hareket etmiş
bir insandır o.
Hayyam, bir Şeyhülislam kadar dine vâkıf, bir
mütehassıs kadar tıbba hakim ama bir çocuk kadar da hürdür. Rind
meşreptir. Alevidir ama adı Ömer'dir. Buna Şii İranlıların şaşması
gerekir... Kısacası Hayyam ülkemiz Sünnilerinin de, Alevilerinin de
örnek alması gereken üstün bir kişilik sahibidir. Türk tarihinin bir
parçasıdır.
Onu benliğimizde daha iyi duyabilmek için birkaç
rubaisini (maalesef çeviri olması nedeniyle ses ve ahenkten mahrum
olarak) naklediyoruz:
Onlar ki, meclise mum
olmuşlar,
Onlar... o hekimler, feylesoflar, okumuşlar...
Yol
bulamadılar çıkmaya sonsuz geceden,
Efsane, masal söyleyip, en son
uyumuşlar.
(Vasfi M. Kocatürk'ün tercümesi)
Guyendbeheşt
o hur eyn hahed bud
(Bize derler, öte dünyada cennet
var,)
Vancamey-e nab o engebin hahed bud
(Huri var, sevgili var,
ağza üzüm sarkar.)
Ger ma mey o me'şug perestim revast
(Şimdiden
uygulasak bunları öyleyse,)
Çun agabet-e kar hemin hahed bud
(Sonumuz tıpkısı buymuş bizim, ey dostlar.)
(Rüştü Şardağ'ın
tercümesi)
Şimdi nakledeceğimiz tercümelerde ses ve ahenk de var.
Ömer Hayyam'ın felsefesi, Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın kelimeleri ile dile
gelmiş:
Câiz ki şarap, cennete gittin mi
içersin,
İtlâb-ı mezak dost, bu kadar zevkli mi
dersin?
Şu tercüme de
Yahya Kemal Beyatlı'dan:
İçtikçe şuur taştı zamandan ve
mekandan,
Tefrik bile zor arşı Şiraz'dan İsfahan'dan.
Kumlar
yine sessiz, yine durmuş bu saatler,
Bildim, okunan fasılasız bunca
ezandan!..
Büyük üstat Hayyam diyor ki, aşk şarabını içtikte
zeman-mekan kısıtlamalarını aştım. Semayı dünyadan ayırmanın imkânı kalmadı...
Zaman durdu, kulağıma hep bitmek bilmeyen ezan sesi geliyor! Ve beni HAKK'a
çağırıyor.
Son bir rubai daha, R. T. Bölükbaşı'dan nakledelim
ve Hayyam'ı gönlümüze gömelim.
Zannetme ki Hayyam'a cemal,
hüsn-ü nisadır,
Gönlündeki her zerre-i sevda heyuladır!..
Ey
ehl-i iz'an!.. Farklı mı Gülşah'la Zübabe?
Âsâr-ı felek, çehr-i
cihan ana sezadır.
Yine Hayyam diyor ki, ey gafiller!..
Zannetmeyin ki Hayyam için CEMAL, kadın güzelliğidir. Evet, o şarap içer, aşktan
söz eder ama, onun esas şarabı İLAHİ AŞK'tır, güzellik te TANRI'nın
bütün kâinata yansımış olan güzelliğidir. Onun gönlünde duyduğu her bir
aşk kırıntısı aslında koca bir kâinattır. Her şeyi kapsar. Aslında
anlıyana ALLAH'ı hissetmek için güzel bir kadın ile bir sinek arasında
fark yoktur. Kâinatın bütün eserleri, yeryüzündeki her şey buna işarettir.
NİZAMİ
Bu değerli zat, Ömer Hayyam'dan ilk
bahseden kişi olarak bilinir. Öz-be-öz Türk'tür. Gence'lidir.
Bazıları onu Kum şehrine (Hasan Sabbah ve Humeyni'nin şehri) bağlamak
isterlerse de, aslı yoktur. 1240'da doğmuş, 1320'lerde vefat etmiştir.
Asıl adı İlyas idi. O da Arapça'yı, İlahiyatı, felsefeyi, müsbet
ilimleri çok iyi bilirdi. Bilhassa tıp ve astronomiyle çok
uğraşmıştır.
Halk arasında Şeyh Nizami diye bilinirdi. Kendini
riyazet ve ibadet ile olgunlaştırmış, sonra tekkesini bir ahlâk ve
irfan yuvası haline sokarak çok sayıda insan yetiştirmiştir. Hayyam'ın
aksine ağzına şarap koymamış ve bir güzelin perçemine el değdirmemişti.
İranlılardan, Şiilerden, hatta Zerdüştlerden bahsederek insanların
nerede olurlarsa olsunlar mutlaka bir iyi yanları olduğunu söylerdi. Bu
yüzden yobazlar tarafından kâfirlikle bile suçlanmıştır.
Nizami
bütün bunların yanı sıra büyük bir şairdi. Sadi, Hafez, Cami, Mevlana ve
Ahmet Paşa kendisinden çok etkilenmişlerdir. Ne yazık ki sonradan bazı
eserlerinin içine başkalarının şiirleri karışmış, üstadın üslubunu
gölgeleyecek bir durum ortaya çıkmıştır. Nizami'nin Hamse, İkbalname
ve Divan adlı eserleri vardır. Farsça şiirlerinden dolayı yine Ömer
Hayyam gibi İran edebiyatının içinde yer alan Nizami'ye de Mevlana
kadar sahip çıkmamız gerekir.
Maalesef Nizami'nin şiirlerini şiir
olarak nakledemiyoruz. Ama Sabri Sevsegil'in tercümesinden "Hüsrev ile
Şirin" kitabını niçin yazdığını naklediyoruz:
"Bir gece
uykusuzluktan baygın düşmüş kalmıştım. Elimde kılıç gibi bir kalem
duruyordu. 'Bu gönül ile hangi kapıdan girsem?.. Hangi hazinenin
kapısını açsam?..' diye düşünüyordum. Nasıl bir çığır açmalı idim ki,
dile kıymet versin?.. Nasıl bir eser ortaya koymalıydım ki, ünü dünyayı
tutsun?.. O sırada bir saray adamı içeriye girdi, yüzüme sayısız
buseler kondurduktan sonra:
'Haydi,' dedi, 'Çıkmazda olan işin
artık yoluna girdi. Demir kapılar senin için açıldı. Ulu Hakan
dünyayı yeniden aşka kavuşturmanı buyurdu. Ve sana şunları
söyledi:
"Gönlüm, Devlet'in de
kendi gibi düşündüğünü görünce, bahtiyarlığından Devlet'e
nazlandı:
- 'Dostluk zamanı geldi. Dostluğunu göster de, şu kan
içtiğim anda kalbime ferahlık ver. Eğer elde dünyalık namına bir şey
yoksa, elimdeki kanaat saadeti bana yeter !!.' "
Bir esere bu
anlayışla başlanır da, o eser nasıl gönülleri açmaz, ruhları
aydınlatmaz?.. Nizami, Türk ruhunu yoğuran kıymetli şahsiyetlerden
biridir.
HAFEZ
Hakikat mertebesine
ulaşmış bir başka muhterem zattır. Hoca Hafez-i Şirazi diye bilinir. Asıl
adı Şemseddin Muhammed'dir. Gençliğinde fakirlikten hamur işçiliği
yapmış, aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız olmuştur. Bir
komşusuna özenip şiir yazmaya başladı. Ama bu şiirler o kadar
kötüydü ki, herkesin alayına muhatap oldu.
Ne var ki, bir gece her şey
değişti. Hafez rüyasında Hz. Ali'yi gördü. Ali ona cennet yemekleri sundu,
ab-ı hayat içirdi. O günden sonra Hafez eşsiz bir şair oldu.
Bu
olay bize Anadolu âşıklarının saza, söze başlamasını hatırlatır. Onlar da
bir gece rüyalarında bir dilberin veya bir dedenin kendilerine bâde
içirdiğinden, ondan sonra da dillerinin çözüldüğünden bahsederler.
Hafez olayı şöyle anlatır:
"Düş vakt-i seher ez guşsa
necatem dadend
Vanderan zulmet-i şeb ab-ı hayatem
dadend"
Tercümesi:
"Dün seher vakti beni gamdan
kurtardılar,
O gece karanlığında bana ab-ı hayat sundular."
Hafez'ın bundan sonra yazdığı şiirleri Horasan, Türkistan,
Hindistan, İran, Azerbaycan, Irak'ta elden ele dolaşır oldu. Padişah
meclislerinde okundu. Hafez 1387'de Şiraz'da Timur ile de görüştü.
Şiirlerini daha çok gazel tarzında yazardı. Şarap, meyhane, aşk
onun başlıca konularını teşkil ederdi. Sahte mutasavvuflara, göstermeci
zahitlere (kaba sofu, aşırı sofu) çatardı. Türk şairlerinden
Şeyhi, Ahmet Paşa ve Fuzuli'yi etkilemiştir. Hafez'ın Lisan-al gayb
adıyla da bilinen Divanı'nı İranlılar fal niyetine açar, denk gelen
gazele mânâ vererek sıkıntılarına çare ararlar.
Ama Hafez'ın
özellikleri bunlardan ibaret değildir. O hayatıyla, Sünniliği ve Aleviliği
bütünleştirerek bir başka görev daha ifa etmiştir. Ayrımcılığın,
bölünmenin, kısır çekişmelerin İslam'a ve insana ne büyük zararlar
verdiğini görmüştür. Hilafetle, imametle, kişilerle uğraşmayı hiç
düşünmediği gibi, yüzyıllar önceki olaylara takılıp birbirlerine
düşmanlık güdenlere büyük bir ders vermek istemiştir.
Bunu da çok
şaşırtıcı bir şekilde yapmıştır.
Şii İranlıların ellerinden
düşürmedikleri Alevi Hafez'ın Divan'ı, ALİ düşmanı Yezid'in şu beytiyle
başlar:
"Enel mesmumu ma indi bitirakın ve la rakı
Edir
k'sen ve navilha ela ya eyyuhen
saki"
Tercümesi:
"Saki!.. Döndür kadehi!.. Herkese
sun!.. Bana da ver!..
Çünkü aşk öyle kolay göründü ama, sonradan
çok müşgülat çıkardı."
Hafez bu davranışlarından dolayı çok
tarize uğramış, hatta devrin önemli çoğu şahıslarınca
ayıplanmıştır. Kendisine neden böyle yaptığı sorulduğunda, "Kâfirin
malı mümine helâldir," nüktesiyle cevap verirdi.
Elbetteki
Hafez'ın anlatmak istediği şey başkaydı. O, insanların iyiler ve kötüler
diye iki gruba ayrılamayacağını; iyilerin hatalı yanları olduğu gibi,
kötü diye bilinenlerinde iyi yanlarının olabileceğini ve insanlar
öldükten sonra da cemiyete sadece iyi yanlarının kalacağını göstermek
istemişti. Çok iyi bir şair olan Yezid'in bu beytini de Divanı'nın
başına Besmele gibi koymuştu. Üstelik bu işi sofuluğu ile meşhur Timur zamanında yapmıştı.
Böylece Emevi Halifesi Ömer (ki camilerde Ali'ye sövmeyi o
kaldırmıştı) ve Abbasi Halifesi Memun (o da İmam Rıza'yı kendi yerine
halife yapmak istemişti) ve daha niceleri gibi, Hafez da
Sünni-Şii sürtüşmesine son vermeye çalışmıştı.
Hafez 1390
yılında vefat etmiş, Şiraz'da toprağa verilmiştir. Yahya Kemal,
"Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış,
Her gün
açarmış kanayan rengiyle.
Gece bülbül ağaran vakte kadar
ağlarmış,
Eski Şiraz'ı hayal ettiren
ahengiyle."
diyerek, Hafez'ın hâlâ bizlere ışık tuttuğunu
anlatmak istemiştir.
Hafez'ın gazellerinden bazı beyitleri
Abdülbaki Gölpınarlı'nın tercümesiyle sunuyoruz:
"Ayb-ı rindan
mekun ey zahid-i pakize-sirişt
ki günah-i digeran ber tu nehahend
nuvişt"
Tercümesi:
Başkasının günahını sana yazmazlar ki!..
Ve diğerleri:
Sen kendi derdine bak...
Herkes kendi ektiğini biçer.
TANRI'nın ezeli lutfundan beni
meyus etme!..
Perde ardında kim güzeldir kim çirkin, ne
bilirsin?..
Zahit, Tanrı'nın mekrinden sakın emin
olma!...
Çünkü ibadet yurduyla muğların kilisesi arasındaki yol,
o
kadar uzak değil... Pek yakın!...
Mürşidim pir-i mugan olduysa, ne
var ki?..
Hiçbir baş yoktur ki, onda TANRI'nın bir sırrı
olmasın!..
Zahit, Kevser Şarabını istedi, Hafez şarap
kadehini!..
TANRI bu ikisinden hangisini istiyor? Acaba O'nca makbul
hangisi?
Ab-ı Hayat'la İrem Bağı'nın mânâsı,
Irmak kıyısında
lezzetli şaraptan başka bir şey değildir!..
Mescidden maksadım,
vuslatın!... Meyhaneden de!..
TANRI şahittir ki, bundan başka bir
hayalim yok!
Hafız'dan son olarak Rıza Tevfik tercümesi bir gazel
sunalım ve büyük üstadı gönlümüze gömelim:
Gün gice elde gülfam
peymane sundu yar ab
Uşşaka bir kadehten bahşetti vaslı
Yarab
Neşvan-ı may-ı HAK'kız, raznâmemiz muhabbet
Ol cam-ı cem
müzehheb, merbub-u aşka mihrab
HAFEZ üstad diyor ki:
- "Gece
gündüz elimizde o gül renkli kadeh, sevgilinin sunduğu şarabı içmekteyiz.
ALLAH âşıklara vuslatı, TEK kadehten bahşeder. (VAHDET) Bizler ALLAH
Aşkı'nın sarhoşlarıyız. Sırrımız da muhabbettir, aşktır. Ve o CEM
kadehi pırıl pırıl süslenmiş, işlenmiş halde aşk kölelerinin mihrabı
haline gelmiştir."