Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

BEŞİNCİ KISIM

OTUZDÖRDÜNCÜ BÖLÜM: ŞAHKULU OLAYI

Bu arada ortaya ŞAHKULU diye biri çıktı... Şahkulu Baba Tekeli, veya Karabıyıkoğlu diye de bilinir. Osmanlı tarihleri kendisine Şeytankulu der... Aslında Şeyh Haydar'ın halifesi Hasan'ın oğlu idi. Korkuteli kazasının Yalımlı köyündendi. Hasan, Erdebil'e gidip Şeyh Haydar'ın hizmetine girmiş, sonra memleketi olan Tekeli, yani Antalya civarını Şeyh Haydar'a bağlamakla görevlendirilmişti.

Baba-oğul kendi köyleri civarında bir mağarada ibadet ederlerdi. Böylece şöhret kazanmışlar, hatta Sultan 2. Bayezid-i Veli her yıl kendilerine 6-7 bin akçe göndermeye başlamıştı.

Lâkin bir süre sonra durum değişti. Şah İsmail, Şahkulu'nu Batı Anadolu ve Rumeli'nin kendisine bağlanması konusunda görevlendirdi. Şahkulu bunun için Serez (Şeyh Bedreddin'in asıldığı yer), Selanik, Yenice-i Zağra, Filibe, Sofya'ya halifeler gönderdi. Böylece Erzincan'da, Tokat'ta başlıyan olaylar Rumeli'ye kadar yayıldı.

Şahkulu Bayezid'in yumuşaklığından, şehzadeler arasındaki sürtüşmelerden ve devlet erkânının kayıtsızlığından yararlanarak ayaklandı. Emri altında 10-15.000 adamı vardı. Tam o sırada Şehzade Korkut, Antalya'dan vali olduğu Manisa'ya dönmekte idi. Şahkulu Şehzade'nin kervanını vurup hazinesini ele geçirdi. Sonra "Ben Şah İsmail'in halifesiyim, ona biat edin" diyerek etrafa saldırmaya başladı. Antalya'yı bastı, kadıyı öldürdü. Sonra Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur, Keçiborlu kasabalarını bastı, kadılarını ve halktan bazılarını katletti.

Aslında bu yerlerin çoğu Alevi Türklerin yaşadığı yerler idi. Meselâ Elmalı, Hacı Bektaş halifelerinden Abdal Musa'nın diyarı idi ve orada bir dergâh vardı. Yani esas çaba Anadolu'yu alevileştirmek değil, Alevileri Şah İsmail'e bağlamaktı.

2. Bayezid, Şahkulu üzerine Anadolu Beylerbeyi Karagöz Ahmet Paşa'yı gönderdi. Ahmet Paşa tecrübesizdi, olaya önem vermedi, önce isyancıları mağlup ettiyse de, sonra kendi esir düştü. Şahkulu gelip Kütahya'yı kuşattı. Ahmet Paşa'yı şehir surları önünde öldürdü, ama şehri alamadı. (1511)

Sadrazam Hadım Ali Paşa ve bazı şehzadeler bu kişileri tenkille görevlendirildiler. Bu arada Şahkulu kuvvetleri Karaman Beylerbeyi Haydar Paşa'yı da öldürdükten sonra kuzeye yöneldiler. Nihayet ordu, asileri Kütahya'nın Altıntaş mevkiinde kuşattı. Ancak Şehzade Ahmet âsilerle çarpışmak yerine, yeniçerileri kendine biat ettirmeye uğraştı. Fakat red cevabı aldı. Bu sırada âsiler kuşatmadan bir gedik bulup sıyrıldılar. Hadım Ali Paşa âsilerin peşine düştü ama Şehzade Ahmet yeniçerilere küserek sancağına döndü, takip için oğlu Alaüddin'i bıraktı. (Bakınız: NOTLAR - 5B, 66)

Hadım Ali Paşa Çubukova'da asilere yetişti ve çarpışma başladı. Ancak Karaman sipahileri geri çekildiler. Bunun üzerine müşgül durumda kalan Osmanlı ordusunu toparlamak için büyük gayret gösteren Sadrazam, fazla ileri gidip asilerin arasına düşünce öldürüldü. Bu arada Şahkulu da bir ok isabetiyle öldü. Kızılbaş diye bilinen asiler karıştı, ama Osmanlı ordusu da başsız kaldığı için ilerliyemedi. Asiler İran'a doğru çekilip gittiler. (1511) (Bakınız: NOTLAR - 5B, 67)

Artık bir çapulcu güruhu haline gelmiş olan âsiler Erzincan hududunda iken, Tebriz'den gelen 500 kişilik bir tüccar kafilesine saldırıp öldürdüler, mallarını yağmaladılar. Ancak ticarete ve tüccarların korunmasına büyük önem veren Şah İsmail, bu olaya çok öfkelendi. İran'a girdiklerinde bu gürühun önderlerini idam ettirdi. Bazı kaynaklar Şahkulu'nun bu kervanı soyduğu için bizzat kulu olduğu Şah İsmail tarafından öldürüldüğü yazar. Şahkulu'nun İstanbul Merdivenköy Bektaşi dergâhında bir makamı vardır.

Osmanlı Devleti de Isparta ve Antalya taraflarında ele geçirdiği Kızılbaşları, Mora yarımadasındaki Mudon ve Kuron'a sürdü.

OTUZBEŞİNCİ BÖLÜM: PÎR-İ SÂNİ BALIM SULTAN

Aslında Osmanlılar, gerek Devlet gerekse halk olarak çok geniş müsamaha ve mezhep-tarikat farkı gütmeyen bir tutum içinde idiler. Hatta bu açıdan, zamanımızda tarikat ehli görünüp te halkı birbirinden ayırmaya, Devlet'in üst kademelerini ele geçirmeye çalışan kişilerden kat kat üstündüler... Biz zaten şimdi ortalığı sarmış olan şeyh,şıh, cemaat ve grupları tarikat saymıyoruz.

Halkın çoğu Hacı Bektaş-Hacı Bayram eğiliminde olan kendi halinde insanlardı. Birer tarikat mensubu olmaktan çok,ahlâkî prensiplerin hâkim olduğu bir hayat tarzı içindeydiler. Nasıl Yunus'un fikirleri bir tarikat değil de, DÜSTURLAR halinde dilden dile dolaşıyorsa, o dönemde Hacı Bektaş'ın fikirleri de o tarzda taraftar buluyordu. (Bakınız: NOTLAR - 5B, 68)

Bayramilere gelince, onlar aslında Bektaşilik'ten bile daha serbest düşünce ve davranışı savunan Melamiliğin bir kolu idiler. O dönemlerde sünni-alevi tartışması olmadığı gibi, kimse kimsenin namazıyla orucuyla uğraşmaz, herkes toplum içinde kendine düşeni yapmaya çalışırdı.

Ama 2. Bayezid olaya el koyduğunda durum farklı idi. O zamana kadar Hacı Bektaş-Hacı Bayram eğiliminde olan Anadolu Alevileri şimdi Şeyh İsmail'in tarikatına meyletmekteydiler. Bu biraz da halkın uzun zamandır bir dini liderin varlığını, sürükleyici etkisini hissetmememiş olmasından kaynaklanıyordu. İnsanımız nicedir coşkusunu kaybetmiş, durgunlaşmıştı.

İşte o günlerde BALIM SULTAN diye biri ortaya çıktı, ve belki de İran'dan gelen siyasî yönlü akıma karşı tedbir olarak, Türkiye'de 12 İmam'a dayanan bir tarikat kurdu, saygısından kendi adını değil, HACI BEKTAŞ'ın adını verdi!..

Balım Sultan kimdir?.. Bektaşî tarikatının Hacı Bektaş'tan sonra gelen kişisi ve bu yüzden de PİR-İ SÂNİ diye bilinen BALIM SULTAN hakkında fazla bilgimiz yok. 1473'de doğup 1519'da öldüğü tahmin ediliyor. Esir düşmüş bir Sırp prensi veya Gedik Ahmet Paşa'nın oğlu olduğu hakkında rivayetler var.

Buna göre, 2. Bayezid bu genci Dimetoka'daki Seyyit Ali Sultan Dergâhı'na göndermiş, orada eğitim gören delikanlı zamanla mertebeler katetmiş. Nihayet Suluca Karahöyük'teki Hacı Bektaş postuna oturmuş...

Bilinen o ki, Balım Sultan o zamana kadar mürşit-mürit ilişkisi içinde yürüyen Hacı Bektaş felsefesini, Hazret'ten tam 250 yıl sonra, şeklî bir tarikat haline getirdi. Törenler düzenledi. Kurallar koydu.

Öyle ki, Allah-Muhammed-Ali üçlemesi, Kırk Budaklı Şamdan, mücerretlik (yani evlenmeme), tek kadınla evlenme, boşanmanın yasak olması, müsahip, çingene ve zencilerin tarikata alınmaması, tavşan yenmemesi gibi hususlar tarikata Balım Sultan ile girdi.

Bunlardan bir kısmında Yahudi, bir kısmında Hıristiyan, bir kısmında da Şamanizm etkisi olduğunu söylemek gerekir. Çünkü tarikatın esas kaynağı Hacı Bektaş'da ve Ahmed Yesevi'de çoğunu göremiyoruz. Meselâ tavşan konusu ne Ahmed Yesevi'de, ne Hacı Bektaş'da, ne de o dönem eserlerinde yok!.. Hacı Bektaş'ın evlenmemiş olduğu söylenebilir ama, halifelerine böyle tavsiyesi yok. Tek kadın tercih edilir ama, yasaklama yok... Bu örnekleri arttırmak mümkün. Ama en önemlisi, Anadolunun köylü halkı Türkmenlerin ta Ortaasya'dan getirdikleri pek çok âdetin ve inancın Bektaşi tarikatında yer alması!

Bir kısmında da MÂNÂ yönünden derin olan hususlar, sonradan sadece ŞEKİL olarak alınmıştır. Mesela MÜCERRETLİK, aslında "MÂSİVADAN SIYRILMAK" demek... Ama zamanla Bektaşilik'te evlenmemek olarak, kendini kadınlardan ayırmak olarak alınmış, tıpkı Katolik papazların yaptığı gibi... Halbuki öyle olsaydı, Peygamberimiz evlenmezdi ve "Üç şey bana sevdirildi: Kadın, koku ve namaz," demezdi!.. CEMAL, sırf "YÜZ GÜZELLİĞİ" olarak alındığından zenci ve çingenelere tarikat kapatılmış. Halbuki 250 yıl önce Hacı Bektaş da, Mevlana da "Ne olursan gel," zihniyetiyle hareket ediyorlar, kapılarını bütün ümitsizlere açıyorlardı.

Bunlar tarikata Balım Sultan böyle dediği için mi girmiş, yoksa sonradan mı öyle uygulanmaya başlanmış, tam olarak bilemiyoruz. Elbette ki, zaman etkisini göstermiş... Ama bütün bu kuralların altında Hacı Bektaş'ın Ahmed Yesevi'den aldığı feyzi, Ahmed Yesevi'ye Hz. Ali'den intikal eden nuru da sezmemek mümkün değil... Balım Sultan Bektaşiliği, Osmanlı Aleviliği haline getirmiş, Saray'a kadar çıkartmıştır.

Sultan 2. Bayezid'in dahi başı traş edilmiş, kefen giymiş, boynunda ip ile, İstanbul'a gelen Balım Sultan önünde ikrar verip Bektaşi olduğu söylenir... Balım Sultan daha sonra dergâhına dönmüş, yeni kurduğu sistem ile müritler yetiştirmeye başlamıştır.

Şu halde Bektaşilik, tarikat anlamıyla 1500 yılı civarında doğmuştur!.. O tarihte yeniçeriliğin resmi tarikatı olmuştur!,. Ondan önce de yeniçeriler kendilerini belki Hacı Bektaş'a bağlarlardı ama, bu işin resmiyet kazanması, 2. Bayezid'in Bektaşi olması ve Yeniçeri Ocağı'nın
"1" numaralı neferi yazılmasıyla gerçekleşmiştir.

Balım Sultan acaba 30 yaşlarında neden böyle bir işe kalkmıştı?.. 200 yıldır sadece DÜSTURLAR, prensipler ile yürüyen Hacı Bektaş felsefesine, ne diye böyle şekli bir düzenleme ihtiyacı duyulmuştu?.. Bunun üzerinde durmuş olan tarihçeye pek rastlamıyoruz. Tarikat ileri gelenleri de bu olayın üzerinde çok durmamışlar... Ama aynı tarihlerde cereyan eden dinî-siyasî olayları gözönünde tutarsak, bir değerlendirme yapmak mümkün.

O günlerde Şiî mizaçlı, yani siyasî emelleri olan alevî Şeyh Haydar ile oğlu Şeyh İsmail'in Anadolu'daki faaliyetleri son derece etkili oluyordu. Hacı Bayram'dan bu yana cerbezeli manevî lider hasreti çeken Anadolu'nun Alevi mizaçlı halkı, özellikle Şah İsmail'in şiirleriyle âdeta kendinden geçmişti.

Şah İsmail'in 12 İmamlı tarikatının etkisini azaltmanın en iyi yolu, Türk halkının da sevgisini kazanabilecek 12 İmam'a dayalı, aynı şeyleri savunan yeni bir alevî tarikat kurmaktı!.. Bunu da bilgili, görgülü ve gönlü ateş dolu genç biri yapabilirdi. Balım Sultan, ve Bektaşî tarikatı, işte böyle bir ortamda ön plana çıkmıştır. İlerki tarihlerde şehirli aleviler Bektaşî, köylüler, kasabalılar ise Alevi olarak bilindi. Bektaşilik "yol"dan, Alevilik "soy"dan sürdü.

Teşbihte hata olmaz, derler... Buna sığınarak, şöyle bir benzetme yapmak istiyoruz: Zamanımızdaki siyasi partiler halk üzerinde etkili olduğunu gördükleri fikirleri birbirlerinden kapıp, o fikri en iyi kendilerinin uygulıyabileceklerini söyliyerek oy toplamaya, taraftar kazanmaya çalışırlar.

Mesela 1980'lerde moda haline gelen "serbest piyasa ekonomisi"ni, en iyi kendisinin uygulıyacağını belirten en az 5 ayrı parti vardı!.. Öte yandan ülkemizde yayınlanan her solcu dergi Sosyalizm'i en iyi kendinin bildiğini, Marksizm'i "1990 buhranı"ndan en iyi kendisinin çıkartacağını öne süren makaleler yayınlamaktaydı!... Bugünlerde de (2000'li yıllar) bütün partiler, kendilerinin TÜRKİYE'yi daha çabuk "AVRUPA BİRLİĞİ"ne sokacağını söyleyip halkımıza, daha iyi İMF ve AB programları uygulayacağını söyleyip, BATI'ya yaranma çabası içindeler... Hatta dernekler bile kurban derilerinin kendilerine verilmesini, çünkü en iyi değerlendirmeyi, en iyi hizmeti kendilerinin yapacağını söylerler.

Bizi en çok üzen hususlardan birisi nedir, biliyor musunuz?.. TANSU ÇİLLER'in başbakanken "Aleviler'e de DİYANET'e ayrılan para gibi tahsisat ayrılacağını" söylemesi üzerine pıtrak gibi Alevi vakıf, dernek ve federasyonlarının oluşup bu hayalî para üzerine "Alevileri ben temsil ediyorum" diye birbiriyle sürtüşmeye girmeleridir... Bugünkü durumu ilerde anlatacağız. (Bakınız: 8. Kısım)

İşte Balım Sultan da Şeyh Haydar-Şah İsmail tarikatına karşı Bektaşi tarikatını daha makbul, daha insanımıza uygun olduğu inancıyla geliştirmiştir. Yeni Bektaşilik böyle bir ihtiyaçtan doğmuş, böyle bir anlayışla meydana getirilmiştir. Bazı hususlarda Hacı Bektaş'ın fikirleri şekille örtülürken, bazı hususlarda da geniş Türk ve Hıristiyan kesime cazip gelebilecek serbestiler de tarikata dahil edilmiştir. Bunların arasında Türklüğün temelinde olan kadın-erkek bir arada sohbet; hem Türk hem Hıristiyan teb'aya hoş gelen şarap-mey serbestisi, namaz-oruç zorlaması olmaması gibi hususlar da vardır. Balım Sultan büyük bir itina ile bazı unutulmakta olan Türk âdetlerini de tarikata dahil etmiştir.

Bektaşilik'te ALLAH tartışmasız TEK'dir. Muhammed O'nun resulüdür, ve mürşittir. Ali de O'nun velisidir, ve rehberdir. Esas anlayış bu iken, belki hızla artan Hıristiyanları da cezbedebilmek için, ALLAH-Muhammed-Ali şeklinde üçlü bir ifade de kullanılmıştır. Bunun çoğunu Hıristiyan devşirmelerin oluşturduğu Yeniçeri Ocağı'nda İslamî fikirlerin kolayca kabul edilmesini sağladığı muhakkaktır. Ayrıca gerek Hıristiyanlık, gerekse Yahudilikten hidayete ererek Müslümanlığı kabul edenleri de unutmamak gerekir. Bektaşilerin sayısının o dönemde hızla arttığını düşünmek yanlış olmaz. Tarikatın varlığını bugüne kadar sürdürmüş olmasında, Arnavutluk gibi bir ülkenin Müslüman-Bektaşi, Balkanlar'daki Türk nüfusun hemen hepsinin Bektaşi olmasında Balım Sultan düzenlemesinin etkisi büyüktür.

Yine de bu Bektaşilerden bazıları, bütün gayretlere rağmen Şah İsmail'e bağlandılar. 2. Bayezid bu yüzden bu kişileri Kızılbaş isyancılar ile birlikte Mora, Dimetoka gibi yerlere sürdü. Bu da hayırlı oldu. Gidenler Bektaşiliğin Balkanlar'da yayılmasını, Sarı Saltuk'un bıraktığı yerden devam ettiler.

Aslına bakarsanız, o dönemde Balım Sultan'ın Bektaşiliği ile Şah İsmail'in aleviliği arasında fazla bir fark yoktu!.. Şah İsmail şiirinde "İmam Cafer mezhebindenim" diyordu. Osmanlı ülkesinde yaygın mezhep Hanefiliğin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife de, İmam Cafer'in öğrencisi idi. Şu halde arada fark yoktu!.

Tek fark Şah İsmail'in dinî liderliğini, tıpkı İsmaililer gibi şahsî iktidarı için kullanması, müritlerini bunun için savaş alanına sürmesi idi. Gerek Alevî yazarların, gerekse tarihçilerin bu çatışmada Osmanlıları sünnî, Şah İsmail taraftarlarını alevî görmesi yanlıştır. Aslında iki grup ta Türk, iki grup ta Müslüman, iki grup ta şeriata uyma açısından sünnî, Ali yolunda olma açısından Alevî idi. Yani Yavuz'la Şah İsmail'in çatışması, Yıldırım Bayezid'le Timur'un savaşmasından farklı değildi!..

2. Bayezid'in ve Balım Sultan'ın bu gayretleri, kaçınılmaz sonu, yani iki alevî mizaçlı Türk'ün savaşmasını önliyemedi. Şah İsmail'in hırsı ve Anadolu üzerindeki emeli sürüyordu. Kaldı ki, İstanbul, Rumeli ve Kırşehir'e kadar etkili olan Osmanlı Bektaşiliği, Doğu Anadolu'ya pek uzanamamıştı. Öte yandan, Şah İsmail'in müritleri Sivaslı, Erzincanlı Alevi mizaçlı Türklerin akrabaları idi. Kolayca Şah İsmail'in etkisine giriyorlardı.

İran'a, İstanbul'dan çok daha yakın olan Trabzon Valisi Şehzade Selim ise gelişmeleri endişe ile izliyor, Anadolu'nun İran etkisine girmesinden korkuyor ve babasını pasif davranmakla suçluyordu.

Orhan Pamuk "Kara Kitap"ında Selim'in o yıllarda tebdil-i kıyafet ederek İran'a geçtiğini, Tebriz'e gittiğini, bilgi toplarken Şah'ın satranç merakını duyup kendini saraya davet ettirdiğini yazar... Derviş kılığında gelip büyük satranç ustası Şah İsmail ile uzun bir satranç maçı yapan Şehzade Selim, sonunda "Şah-mat!" diyerek geleceğe ışık tutar... Bazıları, aslında Şah İsmail'in sonunu bu karşılaşma belirlemişti, derler.

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: OSMANLI DEVLETİ'NİN YAPISI , NOTLAR - 5B ,BAŞ TARAF , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR