Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

ALTINCI KISIM

YAVUZ SULTAN SELİM VE SONRASI

GİRİŞ:
------

Toplum halinde yaşayan insanlara baktığımızda iktisadi açıdan üç durum göze çarpmaktadır. Güven ve refah içinde ortahalli yaşıyanlar, zenginler ve fakirler...

İnsanlar güven ve refah içinde yaşarken aralarındaki farklılıklar erir, göze batmaz. Belçika veya İsvicre gibi bir ülkenin değişik unsurları fazla sürtüşme çıkmadan bir arada tutabilmesinin sırrı, budur. Amerika Birleşik Devletleri'nde orta ve üst tabakada 72 milletin kaynaşabilmesi bu yüzdendir. İslam ülkelerindeki insanlar Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar'ın refah döneminde böyle yaşamışlardır.

Orta halli ve güven içinde yaşıyanlar zenginleşmeye başlarsa, farklılıklar menfaat ilişkileri içinde sivrilir ve dikkat çeker. Aynı gelişme güven duygusunun azalması ve fakirleşme sürecinde de ortaya çıkar. İnsanlar insiyaki bir şekilde, kaybettiklerinden başkalarını sorumlu tutarlar. Kendi ellerinden çıkanları geri alamadıkları için, başkalarının elindekini nasıl kapabileceklerini düşünmeye başlarlar. Bu noktaya gelen toplumlarda önce ırk, sonra millet-din-mezhep ve ileri boyutta da hemşehrilik-akrabalık-aile kendini başkalarından ayırmanın ve diğerlerini hasım görmenin aracı haline gelir.

Aşırı zenginlik veya aşırı fakirlik sürecinde ise, durum tamamen değişir. Bu sefer farklılıklar önemini kaybeder ama, yerini ahlâki çoküntü alır. Mesela aşırı zenginler sadece ülke içinde ayırım gözetmedikleri gibi dünyada bile sınır tanımamaya başlarlar. Buna "hümanizm" diyenler çıkabilir, ama aslında bu, sınırsız zenginliğin yarattığı dejenerasyondur.

Ne milliyet, ne din, ne vatan önemlidir artık. Uyuşturucu kaçakçısı bir Türk, Türklerin can düşmanı bir Ermeni terörist kuruluşla ortaklık yapabilir. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya'ya silah ve malzeme satan ABD şirketleri, bu davranışlarını hiç bir zaman ülkelerine ihanet olarak görmemişlerdir!.. Onlar açısından bu sadece bir alış-verişten ibaretti. Böyle durumlarda alıcının kim olduğu, satılan malın ne olduğu hiç bir zaman önem taşımaz.

İnsanlar sarfedemiyecekleri kadar para sahibi oldukları halde, kazanma hırsını atamazlar. Daha çok kazanabilmek için "Çok Uluslu Şirketler" kurulur, bunlar birbirleriyle ve karşılarına çıkan herkesle kıyasıya mücadele ederler. Devletler yıkar, devletler kurarlar. Her türlü ahlaki değerden yoksun bir güç haline gelirler. "Business is business" prensibi her zaman geçerlidir, yani bu kişiler için iş, daima ön planda gelir. İş yapabilmek için her şey mubahtır. Aşırı zenginin dini-imanı, arı-namusu paradır.

1990'da Irak'ı kimyevi silah tesisleri, atom reaktörleri ile donatan bu insanlar, bu silahları kullanmaya kalkan Saddam'ı, "kasaplık"la suçlayabilmişlerdir!.. 11 Eylül 2001'de NewYork'taki ikiz kulelerde ölen 300 kişi için gözyaşı dökenler, Afganistan'da, Irak'ta, Pakistan'da, Filistin'de ölenleri akıllarına bile getirmemektedirler.

Aşırı zenginler, ellerindeki sonsuz mal ve para, beşer ihtiyacının çok üstünde olduğu için, nasıl kullanacaklarını bilemezler. İsraf ve sefahat alır yürür. Mesela Onassis'in en sevdiği yemeğin, hamile koyunların katledilerek karnından çıkartılan henüz doğmamış kuzulardan yapıldığı söylenir. Günümüzün görgüsüz petrol zengini Arap şeyhlerinin, Amerikan mültimilyonerlerinin sebep olduğu rezaletler ise, gazete sayfalarının başlıca haber kaynağı halindedir. Bu tür davranışların mazur görülecek bir yanı da, elbetteki yoktur.

Öteki aşırı uç fakirlikte de tamamen benzer bir durum, bu sefer şartların zorlamasından ortaya çıkar. Aç, açık, çaresiz olan insanlar bir lokma ekmek için ayırım gözetmeden herkese kulluk edebilecek, her işi yapabilecek kadar alçalabilirler. Tanımadıkları bir insanı boğazlıyabilecek kadar vahşileşebilirler. Bazen de en yakınlarının bile elinden lokmasını kapacak kadar bencilleşirler.

Ama bu kişiler bir açıdan mazurdur. Zaten dinimiz de böyle durumları istisna kabul ederek, kurallarını yumuşatmıştır. Domuz eti haramdır ama, aç olan ölmeyecek kadar yiyebilir. Eğer bir toplumda hırsız var ise, onu görendir esas hırsız. Yani o kişinin açlıktan çalacak hale gelmesine zemin hazırlıyanlardır asıl suçlu olanlar!..

İşte çağımızın yetişkinlerinin hepimizin hayretle şahit oldukları Sovyet İmparatorluğu'nun çökmesi (1991) ve ardından Balkanlar'da, Kafkasya'da meydana gelen gelişmeler, bu söylediklerimizi tasdik eder mahiyettedir. Pek çok yerde meydana gelen sürtüşmelerin kaynağı, daha önce göze batmayan etnik ve dini farklılıklardır. Bunların böyle birdenbire, savaşa kadar gidecek şekilde artmasının sebebi de iktisadi sıkıntılardır, güvensiz ortamdır, fakirliktir. İnsanların karnını bile doyuramıyacak hale gelmesidir.

Yine ülkemizi saran Romen, Rus ve daha nice kadınlar, ikinci tür ahlâki çöküşün, yani aşırı güvensiz ve fakir bir ortamın tezahürüdür. Pek çok Rus şehrinde daha önce görülmeyen ölçüde suç ve cinayet oranının artması da, devletin hem iktisadi, hem de otoriter gücünü kaybetmesinden, insanların kendi başlarının çaresine bakmak durumunda kalmasındandır. Sovyet İmparatorluğu'nu meydana getiren 50 kadar etnik grubun 200-300.000 nüfuslu olanların bile birbirleriyle çekişmeye başlaması, hem ekonomik bunalımdan, hem baskıyla yaratılmış ayırımlardan hem de bu grupların kendilerine daha güvenli ittifaklar ve mevziler aramasından kaynaklanmaktadır.

İşte Anadolu'da Türkler arasında sünni-alevi sürtüşmesi de, 1550'lerde Osmanlı Devleti'nin iktisadi durumun bozulmasından sonra, insanların hem fakirleşip hem de güvencelerini kaybetmeleriyle başlamıştır.

Daha açık ifade etmek gerekirse; iki Türk'ün, iki Bektaşinin, yani Yavuz ile Şah İsmail'in Çaldıran'da savaşması, bir mezhep kavgası değildi. Anadolu üzerinde hakimiyet mücadelesi idi. Yani dinî olmaktan ziyade siyasî idi. Çaldıran'dan önceki ayaklanmalar da bir mezhep mücadelesi değildi. Onlar da yerleşik şehirli Türkmenler (Osmanlı) ile göçebe Türkmenlerin kültür farkını yansıtıyordu. Şahkulu isyanında dahi, alevi ayaklanması görünmesine rağmen, taraflar YERLEŞİK-GÖÇMEN olarak ayrılmış, Bektaşi yeniçeriler ile Anadolu Alevilerinden oluşan Sipahiler asilere kılıç çalmaktan çekinmemişti.

İlk defa Çaldıran savaşı ile başgösteren farklılık, Yavuz'un hemen ardından gelen Sultan Süleyman döneminde ülke ekonomisi bozulmaya başlamasaydı, silinir giderdi. Baba İshak, Şeyh Bedreddin olayları, Yörgüç Paşa'nın bastırdığı isyanlar öyle olmamış mıydı?..

Ama Sultan Süleyman ile başlıyan değişmeleri kavrayabilmek için, ilk önce Osmanlı Devleti'nin yapısına ve iktisadi sistemine bakmak gerekir. Bu da bizi daha gerilere, İslam Devlet Sistemi'nin doğuşuna götürür... Öyleyse, oradan başlıyalım.

BİRİNCİ BÖLÜM: İSLAM DEVLET YAPISI

Osmanlı Devlet yapısı genel hatları ile KUR'AN ilkelerine dayanarak oluşturulmuştur. Daha önce Selçuklu Devleti, ondan önceki Abbasi, Emevi İslam Devletleri de aynı noktadan hareket ederek ve birbirlerini tamamlıyarak 622'den 1922'ye kadar varlığını koruyan 1300 yıllık bir hakimiyet kurmuşlardır.

Peygamberimiz zamanında fethedilen yerler nisbeten az, aynî ganimet daha çok idi. Ganimetin beşte biri KUR'AN hükmüne göre "ALLAH'ın, Ehl-i Beyt'in ve yoksulların" olmak üzere alıkonur, geri kalan beşte dördü gaziler, muhtemelen şehit aileleri arasında bölüştürülürdü. Zekât ise Devlet tarafından toplanırdı.

İslamiyet'te 90 gram altın (2004'de 24 ayar altının gramı 18.500.000 TL. idi) veya 595 gram gümüş veya bunun karşılığı serveti olan kişi zekât verecek zenginlikte sayılır. Buna şahsi ihtiyaç sayılan evi ile yaşamak ve üretmek için gerekli eşyası dahil değildir. Borçları da düşülür. İnananların "mallarından yoksullara da hak tanımaları" gerekir. (Kur'an 70/24-25) Zekât 1/40 ile 1/5 (8/40) arasında değişir. (%2.5 ile %20) Üretken olmayan veya değeri artmayan mallarda %2.5; toprak ürünlerinde, hayvanlarda ve durduğu yerde değer kazanan mallarda daha fazladır. Zekât sadece dürüst müslümanlardan değil; gayrımeşru yollardan kazanç sağlamasına engel olunamıyan kişilerden de alınır!..

İslamiyetin toplum düzeni, zengini servetinden tesbit edilmiş miktarı vermek zorunda bıraktığı gibi, daha fazlasını da vermesini teşvik etmiş, ancak aşırıya gitmeyi önlemiştir:

"Sana mallarından ne kadarını vereceklerini soruyorlar. De ki: Sizi sıkmıyacak, dara düşürmeyecek kadarını verin!"
(Bakara Suresi, 199-200. Âyetler)

ZEKÂT, KUR'AN'da belirtildiği üzere "ALLAH'ın FARZ'ı olarak, YOKSULLAR'a, zekâtı toplıyan memurlara, kalpleri müslümanlığa ısındırılmak istenenlere, esirlere, borçlulara, yolda kalmışlara ve ALLAH YOLUNDA harcanmaya" tahsis edilmiştir. Görüldüğü gibi zekât, yeni müslüman olanlara sarfedilebildiği gibi, müslümanların eline esir düşmüş olan gayrımüslimlerin insanca yaşamasına, veya başka ülkelerde esir düşmüş müslümanların kurtarılmasında ve her türlü iyilik için harcanabilir. Devletin zekâtı gereği gibi toplıyabilmesi için de memuruna da yeterli ödemenin yapılması kurala bağlanmıştır.

İslamiyet'te "dünya malı emanet" sayıldığı için, insan ne kadar malı olsa da israfa, lükse kapılma hakkına sahip değildir. Sahip olduğu malın gereği gibi yiyip içebilir, giyinebilir; ancak gösterişe kaçamaz. Aynı şey av için de geçerlidir. İnsan aç ise av helaldir, ama zevk için canlıları öldürmek haramdır. Müslüman ürettiğini ziyan edemez. Buna göre "modern" piyasanın tabii görülen çoğu uygulaması (domatesi ucuz diye tarlada çürümeye bırakmak, tutulan balığı fiyat düşmesin diye denize dökmek veya insanlar dururken hayvan yemi, gübre olarak kullanmak) da haramdır.

İslam'da zarar vermek, zarara zararla karşılık vermek de haramdır. Yani hasmının meyva ağacını kesemiyeceğiniz gibi, o sizinkini kesse de siz gidip aynıyla mukabele etmemelisiniz!.. Harp sırasında bile ekinleri, ormanları yakmak, evleri, mabedleri yıkmak, hayvanları ve tabii silahsız halkı öldürmek doğru değildir.

İslamiyette "insanın kendi çalışmasından başka bir şeyi yoktur" (Kur'an 53/39-41) Bu yüzden ilimle uğraşmak, çalışmak, akrabaya, komşuya, darda olana, yolda kalana iyi davranmak, hatta "yolda ayağa takılan taşı kaldırmak" ibadettir!.. Hem öyledir ki, "bir an bilgiyle meşgul olmak, 60 yıl ibadet etmekten hayırlıdır." (Hadis)

Bütün bu evrensel kurallara rağmen, Hz. Muhammed'in vefatı üzerine, bazı kabileler "herkes zekâtını kendi versin" veya "biz zekât vermeyiz" diye direndiler, hatta bu konuda "vahiy" aldıklarını iddia eden sahte peygamberler türedi. Hz. Ebubekir bunlarla savaştı, yalancı peygamber Müseyleme'nin üzerine de ünlü kumandanlarıdan Halit'i gönderdi, İslam'ın bütünlüğünü ve Devlet sistemini korudu.

Böylece servetin "zenginler arasında dönüp dolaşan bir imtiyaz" olmasını önleyen ZEKÂT, İANE, SADAKA, FİTRE ve NAFAKA çarkları toplum lehine dönmeye devam etti.

Hz. Ömer zamanında İslam Devleti çok yayıldığından, Halife MİRİ toprak sistemi diye bildiğimiz uygulamayı başlattı. Bu sistemin temelini "YERDE GÖKTE NE VARSA ALLAH'INDIR" (ayet) hükmü teşkil etmekteydi. Buna göre dünya malı insana ancak emanettir. Kişi dünya malını elde edebilir, kullanabilir, yararlanabilir; ama daima bu haklarının TANRI'nın bir lütfu olduğunu bilerek, sahip olduklarını en iyi şekilde değerlendirmek ve geçici olduğunun bilinciyle böbürlenmemek durumundadır.

Özellikle toprak, orman, deniz, su, madenler ve nesilden nesile intikal eden kervansaray, hastahane, cami, değirmen gibi gayrı menkuller bu anlayış ile şahsi mülk olamaz. Ancak geçici bir süre için intifa hakkına sahip olunabilir. Bunlar miras da bırakılamaz. Ancak uygun görülürse, eski kiracının çocuklarına da kiralanabilir.

Her ne kadar bu sistem Kur'an hükümleri, PeygamberimiziN hadisleri ve Hz. Ömer'in (717-720) kuralları üzerine bina edilmişse de, ilk bozulma hemen sonra, Halife Osman döneminde görüldü.

Osman ailesine düşkündü. Bu yüzden Emevilere bazı imtiyazlar tanımış, Hz. Ömer zamanında Devlet'e ait olan topraklardan kendi yakınlarına bağışta bulunmuştu. Halbuki hatırlanacağı gibi Hz. Ömer, Peygamber soyunun itirazını ve hoşnutsuzluğunu mucip olmasına rağmen, Fedek hurmalığını Hz. Fatma'dan geri almıştı!..(Bakınız: NOTLAR - 6A, 1)

Aleviler bu olayı Ömer'in Peygamber soyuna düşmanlığına bağlarlar, ki apaçık bir haksızlıktır. Hz. Ömer'in her beşer gibi kusurları olabilir ama, Halife iken bile yamalı hırka giyen, mütevazı evinde Devlet işi görürken yaktığı mumu, kendi işini yaparken söndüren bu zatın maddi menfaat için Peygamber soyundan toprak alacağına inanmak zordur... Ömer'in Hz. Fatma'dan hurmalığı almasının tek sebebi, kurmaya çalıştığı İslam Devleti'nde toprağın kişilere değil, Devlet'e ait olması prensibi idi.

İşte İKTA, MİRÎ TOPRAK, MÂLİKÂNE veya TİMAR olarak bilinen, bu sistemdir. Devlet'e ait toprak parçasının kullanma hakkının başarılı hizmeti görülen kişiye verilmesidir.

Uygulaması İslam'ın ilk fetihlerinden itibaren yapılan bu sistemle ilgili ilk iktisadi yazılar Farabi, Tusi ve İbn Haldun tarafından kaleme alındı.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Abbasilerden devraldığı İslam Devleti'ni mevcut sistemle devam ettirdi. Bunda fazla zorlukla karşılaşmadılar, çünkü Batı'da fethettikleri topraklarda Bizanslıların PRON0İA sistemi vardı ki, benzer bir uygulama idi. İkta rejimini olgunlaştıran kişi, Alparslan'ın ve Melikşah'ın değerli veziri, Ömer Hayyam'ın can dostu NİZAM-ÜL MÜLK idi.

Nizam-ül Mülk ayrıca SİYASETNÂME adlı kitabı ile kendinden sonra gelen devlet adamlarının yolunu, Makyavel'den 100 yıl önce aydınlatmıştır.

Selçuklulardaki uygulamanın görülen bir tek bariz kusuru vardı. Toprağın intifa hakkı kişilere verilirken, araziler çok büyük tutulduğu için; bu durum şehzadelerin, beylerin çok sayıda asker toplamasına, kısa zamanda aşırı güçlenmesine yol açıyor, ve güçlenen beyler de Devlet'e başkaldırabiliyordu.

Anadolu Selçukluları İKTA hacmini daraltmış, MİRÎ toprak rejiminin kurallarını kesinleştirmiş ve yönetici durumundaki memur-askerlerin gücünü azaltacak tedbirleri almıştı.

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: OSMANLILAR'DA TOPRAK SİSTEMİ , NOTLAR - 6A , HİLAFET VE İMAMET , İSLAM'A FESAT KATANLAR , ORTAASYA TÜRKLERİ'NİN MÜSLÜMAN OLUŞU , SAYFALAR