ÖMER SEYFETTİN'İN "MEHDİ" HİKÂYESİ "Mehdi gelecek" , "Mesih gökten inecek" inancı
İslâm'ın iman şartlarından değildir. Hele Mesih'in yani Hz. İsâ'nin gökten inip müslümanlara
ve bütün insanlara önderlik etmesi inancı, Hıristiyanlık'tan İslâm'a girmiştir. Yahudiler'in bir
Mesih beklentisi vardı, Hz. İsâ'yı Mesih kabul etmediler. Böylece her üç dinin mensupları
birini bekler oldular.
Biz, 12 İmam arasında bir Mehdi olmasından, son imamın "gaib imam" diye bilinmesinden
dolayı Hz. Muhammed'in bu yönde bâzı hadisleri olabileceğine, imamlardan bâzılarının bu
yönde ifâdeleri bulunabileceğine, bunun da Kur'an-ı Kerim'deki bir âyete dayandığına inanırız.
Ama bu âyetin hangisi olduğunu söyleyen çağımız âlimlerinden birine rastlamadık. O yüzden de
Mehdi inancının çok yanlış yorumlandığına şâhit olduk.
Din âlimi olmamasına rağmen, herhalde ilâhî bir ilhamla bu âyeti keşfeden rahmetli Ömer
Seyfettin Mehdi meselesine doğru teşhisi koymuş, ve bunu bir hikâyesinde dile getirmiştir.
Ömer Seyfettin merhum, sâdece Mehdi'yi dile getirmekle yetinmemiş, "İttihat-ı İslâm"dan,
bir "Müslüman Milletler Teşkilâtı"ndan da söz etmiş!.. Hem de Tayyip Erdoğan'dan çok önce!..
Artık okuyan anlar mı, anlamaz mı, bilinmez!.. Biz nakletmekle yetiniyoruz. Ne tuhaf, fakat ne acıklı bir rastlantıydı!
Serez istasyonundan bindiğimiz ikinci mevki kompartımanda beş kişiydik. Ve beşimiz de
Türk Müslüman’dık... Geçen felâket ve bozgun yılının (1912, Balkan Savaşı) canlanmış da,
kalmış uğursuz ve karanlık damlalarına benzeyen birçok karga sürüleri, sâhipleri öldürülen
boş ve sürülmemiş tarlalarda dolaşıyordu.
Tren hareket ettiği vakit hepimiz bir defacık selâmlaşmış ve sonra, o yalnız esir ve
perîşan Müslüman memleketlerinden duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan
sessizliğiyle susmuştuk.
Hava pek soğuktu. Kapalı camların ince buğularından, minâreleri yıkılmış, mescitlerinin
üzerine haçlar asılmış tenha köyleri görüyor gibi oluyorduk. Bu köyler uzaklarda, ta ufkun
nihâyetindeki mor sislerin içinde idi. Şimdi ezanın sustuğu bu öksüz yurtlara çanlarını ulutmak
için, Selânik'e vapur vapur gelen Kafkasya Rumları yerleşiyorlardı.
Susuyorduk... Ve sanki bize, milyonlarca kan ve din kardeşlerimizin ölümünü hatırlatan
dışarısını, bu düşmanın öz vatanımızdan zorla kopardığı altın sahraları görmemek için önümüze
bakıyorduk. Karşımdan bir ses:
— "Kendimi Türkiye zamanında zannettim," dedi, "Yanımızda hiç yabancı yok!"
Gülümsedim. Başımı salladım. Bu, ufak bir beydi. Daha bıyıklan yeni terliyordu. Ellerini
kaputunun bine sokmuş, bir şeyden ürküyor gibi başını omuzlarının arasına çekmiş, kumral
ve ince kaşlarını yukarı kaldırmıştı. Zayıf ve kansızdı. Yüzü mâsivadan gölgelenen ruhânî ve
mâsum bir beyazlıkla parlıyordu.
Öbür köşede pencerenin dibinde, beyaz sakallı, siyah cübbeli bir hoca; ihtiyar, hasta,
güçsüz ve alacalı bir yığın gibi uyukluyordu. Yanındaki şişman ve yeni seyahat elbiseleri
giymiş, siyah ve alafranga sakallı beyefendi bana baktı. Güldü. Onun karşısındaki sarı, uzun
boylu, son moda elbiseli, kuvvetli ve gözleri parlak bir genç:
— "Ah, bu dünya!.." dedi.
Susuyorduk... İki senedir sanki hiçbir şey değişmemişti... Bir an içinde "Türkiye idâresindeki
Selânik'e gidiyorum." hayâline kapılıyor ve kapıyı kırmızı fesli bir kondüktörün açacağını
bekliyordum... Ve bilmem nasıl mantıksız bir cesâretle.
Serezli ufak bey korkmuyor, içimizden birisinin Yunan hafiyesi olabileceğine ihtimal
vermiyordu.
— "Acaba buralarını ne vakit Türk askeri gelip alacak?" dedi.
Ben daima bilmek, öğrenmek, anlamak, tanımak, anlatmak istemediğimiz şeylerin üstüne
attığımız basmakalıp bir sözü ağzımdan kaçırdım:
— "ALLAH bilir!"
İhtiyar hocanın önündeki şık ve iri genç, kalın ve al burnunu küçük parmağının uzun
tırnağıyla kaşıyarak:
— "ALLAH'ın bildiği mâlûm bir şey!" diye güldü. "Lâkin kul da bilir ki, artık buralara Türk
ayağı basamaz."
Uyuklayan beyaz sakallı hoca uyandı. Başım kaldırdı. Bize ayrı ayrı baktı. Ben
Yunanistan'da olduğumu unutmuştum. Ağaçlar, hendekler pencerelerin arkasından hızla geçip
gidiyordu. Şişman ve pek zengin olduğu hâlinden anlaşılan beyefendi etrafına bakınarak:
- "Yavaş konuşsak..." dedi ve bana dönerek devam etti: "Oğlum, eğer iftihar olunacak bir
şeyse, hiç zahmet çekmeden ben de sizin kadar Müslüman ve mutaassıp olabilirim.
Mülkiye-i Şâhâne'den çıktım. On sekiz sene kaymakamlık ve mutasarrıflık ettim. İşte size
söylüyorum ki, Müslümanlar'ın yaşamaya hakkı yoktur. Ve Türkler asla bir daha buralara
gelemez. Türkiye'de ağzıma alamayacağım hakikatleri burada sizden saklamaya lûzum yoktur.
Zira hür ve medenî bir hükûmet gemisindeyiz. Ne şu muhterem hoca efendi ve ne de siz
dinsizliğimi, İslâmlığın aleyhinde olduğumu iddia ederek kafamın kesilmesini, asılmamı
isteyecek bir evvel zaman adâletini burada bulamazsınız."
"Medeniyetleri, terakkileri, ittilâları, târihleri hep dinler yapar. Dinler bir kâinatı yıkar,
yerine, ikinci bir kâinat kurar. Fertlerin bütün hareketlerindeki esasları kımıldatan, sosyolojide
büyük hatlarını çizen dindir."
"İslâmlık ise, fertlerindeki cemaat ve milliyet eğilimlerini bozarak hepsini karanlık bir
taassubun görmez körlüğü içinde yaşatır. Sözüme şâhit, işte bütün dünya yüzündeki
Müslümanlık... Yüz milyonlarca Müslüman ve bizim milletimiz olan elli milyon Türk, hâlâ
on üç-on dört asır evvelki hurâfeler ve efsânelerle çırpınıyor!"
"Rusya'daki Türkler, Bosna-Hersek, Rumeli, Hive, Buhara, Acemistan, Türkistan,
Afganistan, Bulucistan, Hindistan, Mısır, Trablus, Sudan, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra-yı Kebir,
Zengibar, Cava, Somali, Sumatra... Daha sayayım mı? Hâsılı bütün İslâmlık bugün gelişmiş,
kuvvetlenmiş, ilerlemiş Hıristiyan milletlerin boyunduruğu altında... Yalnız bizim Türkiye'nin
yalancıktan bir bağımsızlığı var. Ama ne bağımsızlık!.. Gümrüklerine on para zam edemez!
Düşmanlarıyla rahat bir anlaşma yapamaz! Başkentteki Hıristiyan okullarının içine giremez!..
Kısacası, İslâm târihinde okuduğumuz yüz şu kadar İslâm hükûmetinin mahvına sebep olan
faktörler hâlâ Türkiye'de duruyor. Aynı kanunlar, aynı şeylere tesir edince neticeler de aynı
olur. O halde Türkiye'nin de diğer Müslüman hükûmetleri gibi mahvolacağı, târihten nâmı
silineceği ve biz Türkler'in de bütün Müslümanlar gibi yakında İstanbul'u alacak olan Hıristiyan
efendilerimize sadâkatle dua ederek hayatımızı diğer dindaşlarımız gibi miskin miskin taassup,
cehâlet ve rezâlet içinde geçireceğimiz muhakkak... ve..."
Bu, ateşli ve mutaassıp bir dinsizdi. Ona mantık ve kıyaslarını yaparken, hissine ve
taassubuna kapılmamasını tavsiye edecektim. Susmasını, lâfının sonunu bekliyordum.
Serezli genç bey, kafasını zayıf omuzlarının arasından çıkarmış, güzel ve şâhâne gözlerini
açmıştı. Mülkiye-i Şâhâne mezunu eski mutasarrıfın birdenbire sözünü kesti:
— "Ya Mehdi? (hiidayet edilen, doğru yolda
olan)
Mehdi çıkmayacak mı?"
Şişman beyefendi tombul ve beyaz elleriyle karnını tutarak gülüyor, al yanakları pençe
pençe kızarıyordu. İhtiyar hocanın karşısındaki genç de, zavallı Serez beyinin saflığına
gülmekten kendini alamıyor.-
"— Ey küçük bey, bu Mehdi ne vakit çıkacak?" diye eğleniyor, "Bari yakında gelecekse
nâfile çiftliklerimizi yok pahasına gâvurlara satmayalım," diyordu.
Lokomotif düdüğünü çalıyordu. Ben, "Mehdi” bekleyen saf çocuğu nasıl müdafaa edeceğimi
düşünüyordum. Öbür köşedeki beyaz ve büyük sarıklı, ihtiyar ve sâkin hoca efendi doğruldu.
Büyük, derin ve küçük gözlerini açtı. Siyah ve kalın cübbesinin temiz eteklerini düzeltti. İlk
defa ağzım açıyordu.
— "Mehdi'ye gülüyorsunuz, ha?" dedi. "Ben, yeryüzünün dümdüz olduğunu, balığın üzerinde
öküzün boynuzunda tıpkı bir tepsi gibi durduğunu fenle ispâta kalkacak bunak bir yobazım."
Mehdi hakkında saçmalayacağı budalalıkları duymamak için başımı pencereye doğru
çevirdim. Hoca efendi, yabancı olmadığım garip bir tecvidin ağır ve hususî âhengiyle lâfa
başladı. Ama ben de artık dışarı bakamadım. Onu cân-ü gönülden dinlerken, Serezli genç bey
gibi benim de ağzım birkaç santimetre açık kaldı.
— Bu Mehdi kimdir, biliyor musunuz evlâtlar? Gaib olan Onikinci İmam! Bütün Müslümanlar
onun gelmesini bekliyorlar... Bu şüphesiz bir hayal. Bu hayâlin nereden ve nasıl tesirlere
çıktığım size söyleyeyim:
"İslâmlık bir mefkûredir. Öyle yüce, metin, yüksek bir mefkûre ki... Taarruzî her Müslüman,
İslâm olmayan memleketleri almak, oralarını hep Müslüman yapmak emelini besler. Zaman,
fitneler ve nifaklar arasında geçmiş, İslâm hükûmetleri birer birer yıkılmış. İslâmlar esir
düşmüşler. Fakat her esir Müslüman’da İslâmlık mefkûresi şuursuz bir an'ane, bir ümit, bir
emel bırakmış. Esirliğin ağır ve ateşli zincirleri altında inleyen her Müslüman, bir kurtuluş
gününden ümidini kesmemiş!.. Ve bu ümidinin fiile çıkarılmasını, tekrar bir gün meydana
çıkacak olan Onikinci İmam'a, Mehdi'ye atfetmiş!"
"Bu Mehdi İslâm milletlerini şuursuz bir emniyetle beklediği kurtarıcı çıkıp bütün
Müslümanlar'ı acıklı durumdan kurtaracak mı?"
"Bütün İslâm diyârlarında, Rumeli'nin, Asya'nın, Hindistan'ın köylerinde, Afrika'nın
vâdilerinde Müslümanlar hep bir kurtarıcıyı, bir Mehdi'yi beklerler. Mehdi 'ye dâir birçok
masallar, hikâyeler vardır. Bunlara büyük ve perîşan bir ümmetin yaralanmış ruhunda uyuyan
en garip ve muhteşem şiirler de karışır. 'Ak Minare' (Şam'daki
Emevî Câmii'nde) vesaire gibi.."
"Lâkin bu Mehdi sâhiden gelecek mi?.. Hayır ve evet…"
"İslâm ruhu şuursuz bir saflık ve güvenle her halâsçı gibi sivrilen kahramana bu ad verir.
Fakat o muvaffak olamayınca, 'Mehdi' kelimesi 'mütemehdi'
(mehdilik iddiasında bulunan) olur. Yine hakiki Mehdi beklenilmeye
başlanır. Ama... Ama, hayır..."
"Öyle bir Mehdi ortaya çıkıp bütün İslâmlar'ı birleştirerek istilâcılardan bir anda intikam
alamayacaktır... Lâkin bu esirlik de Kıyâmet'e kadar sürecek mi?"
"Hayır, hayır!.. Mutlaka bir gün İslâmlar'ın öcü alınacaktır. Ama nasıl?"
"Buna büyük ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim cevap veriyor!.. Diyor ki:
'Ve likülli kavmin hâd!' (Her milletin bir yol
gostereni vardır).... "
"Evet, bütün kavimlerin kendilerine özgü hâdileri vardır. Onları hidayete eriştirir... Meselâ,
Bosna-Hersek'teki Müslümanlar'ı halife gidip kurtaramaz!.. Onlar çalışırlar, içlerinden bir
fedâkâr, birçok fedâkâr çıkar... Silaha sarılırlar... Esirlikten kurtulan Hıristiyan milletlerin
kurtarıcılarını taklit ederler... Cezayir'dekiler, Fas'takiler, Tunus'takiler, Sudan'dakiler, hatta
Mısır'dakiler de öyle... Başka yerlerdekiler de öyle... Kendi içlerinden, kendi kavimlerinden
kurtarıcı hâdiler yetişecek!.. Mensup oldukları kavmin başına geçecekler!.. Sonra?.."
"Esirlikten kurtulan, kafaları ilim ve akıl tutmaya başlayan İslâm milletler, Hıristiyan
milletler gibi, aralarında bir 'Uluslararacılık' teşkil edecekler ki, işte bu 'İttihad-ı İslam'
mefkûresinin hakikatidir. Artık bu 'İslam uluslararacılığı' mefkûresi hakikat haline girince,
'Hıristiyan uluslararacılığı', yâni Avrupalılar, zayıf ve korumasız buldukları küçük İslâm
kavimlerin üzerine hep birlikte yüklenemeyecekler!"
"İşte bu dengeden dünya yüzünde ancak o vakit 'hak ve hukuk' doğacaktır.
"Bir kavmin hâdileri, o kavmi gaflet, cehâlet, idraksizlik uykusundan uyandıranlardır. Biz
Türkler kurtarıcılarımızın elindeki mukaddes ve hidâyet ışıklarının aydınlattığı millî bir
mefkûreye doğru yürüyerek, altında inlediğimiz zincirleri kıracak, diğer Türk olmayan İslâm
kardeşlerimizin bile imdâdına yetişeceğiz. Ve bizim gibi her İslâm kavim de kendi hâdisini
beklemekle haklıdır. Bu müjdeyi biz Müslümanlar'a Kur'an-ı Kerim vermiştir."
- "Evet. İşte Kur'an-ı Kerim elimizde... Bir Mehdi yoktur. Fakat birçok hâdiler olacaktır."
"Halk tabakası, o tek ve hayâlî Mehdi'yi beklerken biz; Türk, Arap, Fas ve diğer İslâm
düşünürleri, kendi hâdilerimizi, hakiki Mehdiler'i beklemeliyiz. Ve onların ortaya çıkıp
çıkmayacaklarından bir an için olsun şüphelenmemeliyiz!"
Bilmem, hangi istasyonda durmuştuk. Trenin kapısı birdenbire açıldı ve ihtiyar hoca
susuverdi. Esmer bir kondüktör, silindir şapkalı bir Rum'a:
"— Buyurunuz," diyordu.
Bu herif bize târif olunamayacak derecede derin bir nefret ve tiksintiyle bakarak, Rumca:
— "Fakat burada Türkler var!" diye durdu.
Suratını ekşiterek hepimizi ayrı ayrı süzdü. Kahraman kondüktör hemen yararlığını
gösterdi:
— "Haydi bre!.. Öbür başa toplanın! Burada pencerenin önünde mösyö rahat edecek."
Hoca ile karşısındaki genç yüzlerini yere eğerek bizim tarafımıza gelip sıkıştılar, giren
şık ve küstah mösyö, şapkasını çıkarıp, ayaklarım karşıki kanepenin üstüne uzattı. Âdetâ
yattı. Sigarasını yaktı. Tek gözlüğünü takarak bize bakmaya başladı.
Sözünü tamamlayamayan ihtiyar hoca, yaralı ve can çekişen düşkün bir aslan gibi
yeniden uyuklamaya başlamıştı. Şimdi biz, yine, o yalnız esir ve perîşan Müslüman
memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnuyla susuyorduk.
Yolcu mösyö, sigarasının küllerini üzerimize fırlatıyor, tükürüyor, sonra avazı çıktığı kadar
Bizans İmparatoru ve Yunanistan Kralı XII'inci Konstantin için bestelenmiş Fransızca bir
şarkıyı haykırıyordu!
Biz susuyorduk... Tren seyrek ve fasılalı ağaçlıkların arasından geçiyordu. Ve Türkler'den
kalma san badanalı eski karakollar, bu yollardan kaçarken mahvolmuş gafil bir milletin dinsiz
ve yıkık mâbetleri gibi, ikişer, üçer kilometre ara ile sıralanmış hâlâ duruyordu.
Susuyorduk... Zannederim hepimiz —hattâ İslâmlık'tan ümidini kesmiş olan açık fikirli,
şişman mutasarrıf emeklisi bile— hepimiz, mukaddes Kitâb'ın her kavme vaat ettiği hâdileri
düşünüyor, Türkler'in Mehdi'sinin ne vakit çıkacağım kendi kendimize soruyorduk.
Yolcu mösyö, Türklüğe ağza alınmaz küfürlerle kafiyelenmiş Rumca şarkılar da bağırmaya
başlamıştı... Biz susuyorduk... Ve benim gözlerim, hep o beyaz bir kurtuluş ve ümit şafağının
uzak bir aksi gibi parlayan beyaz sarığa, ihtiyar hocanın uyanık bir dalgınlıkla sallanan büyük
ve nurlu başında dalıyordu.
İşte böyle!.. Nur olasın Ömer Seyfettin!
Biz deriz ki, Türkler ve Müslümanlar daralınca, mutlaka bir Hâdi
(hidayet eden, doğru yolu gösteren,önderlik eden) , bir Mehdi gelir.
EBU MÜSLİM-İ HORASÂNÎ bir Hâdi'dir... MUSTAFA KEMÂL bir Hâdi'dir!.. Ama Bâb Mirza Ali ,
Adnan Hoca, Fethullah, Salih Mirzabeyoğlu Mehdî falan değildir!....
Bu arada ekleyelim, Müslüman olup ta eski dininden vazgeçemeyen Hıristiyanlar'ın
İslâm'a soktukları "Hz. İsâ'nın nuzûlü" meselesinde, onun "Şam'daki Ak Minâre câmiinin
kubbesine ineceği" şeklinde Peygamber ağzından bir "hadis" rivayet edilir. Halbuki Hz.
Muhammed zamanında Şam'da bir câmi ve "ak minare" yoktu ki!... Hepsi uydurma!
— "Niçin basamasın?" diye haykırdım.
— "Hangi Mehdi?"
— "Hangi Mehdi olacak? Daha onu bilmiyor musun? Mehdi çıkacak. Müslümanlar'ın
başına geçecek. Gâvurların hepsini öldürecek. Bütün dünyâyı Müslüman yapacak!"