GÜNAHLARDAN KAÇMANIN LÜZUMU
Pek aziz ve muhterem kardeşim,
Şu nefs-i emmârenin beşincisi olan günahları pek çok tekrar tekrar okumanızı rica edeceğim. Çünkü bütün felâketlerin başı olan bu günahların her birisi birer amansız mikrop gibidirler. Bu mikroplardan herbirisinin vücudumuzdaki tahribatı hemen herkesçe malûmdur. Bunun için birçok hastaneler ve birçok doktorlarımız bunlarla meşgul olmaktadırlar. Hastahane kapılarında, “Bir can kurtaran, bütün canlıları kurtarmış gibidir” levhasını asmışlardır.
Tabiî belki sevap cihetinden demek isterler. Fakat biz insanoğulları netice itibariyle hep ölüme mahkûm mahlûklarız. Bundan asla kurtuluş yoktur. Bu zavallı, ölüme mahkûm insan eğer imansız ise vay haline!.. Yeri ebediyyen cehennem çukurudur. Böylesinin hayatını kurtarmak hüner değil, asıl mühim olaıı bunun imanını kuvvetlendirip canını cehennemden kurtarmaktır. Fakat maalesef bu taraf ihmal edilmiş, var kuvvetimizle doktor mektepleri, hastahaneler, dispanserler meydana getiriyor ve birçok masraflar yapıyoruz. Halbuki bugünkü hastalıkların çoğu gayr-ı meşru yollarda bulunmaktan ileri gelmektedir.
Benim tanıdığım niceleri var ki, bunlar, hep içkinin kurbanı olarak âhirete göçmüşlerdir. Bahusus kış günlerinde; içilen içkilerle vücudun kızdığı ve uyku hali gelince de soğuk havada sızıp kalma neticesinde birçok kimsenin vereme müptelâ oldukları da görülmüştür.
Diğer günah yollarında olanların hepsi de böyle birer felâketle karşı karşıya kalmaktadır. Bizim yazdığımız bu günahlardan sıyrılmak her mü’min-i muvahhidin başlıca borcudur. Çünkü, mikroplar o canım cesedi nasıl yiyip helak ediyorlarsa, bu günahlar da maazallah insanı yiyip onu âhiret ve cennet nimetlerinden mahrum ederek, ebedî hüsran evi olan cehenneme sürüklemeye vesiledirler.
Bu sebepten son derece şâyan-ı dikkattirler. Ama kardeşim, bu nefs-i emmâre, levvâme ve mülhimeden mutlak ve mutlak kendini kurtarmaya çalış, nefs-i mutmainne sahibi olmaya gayret et. Zira rahatlık, huzur, sükûnet hep* bundan sonradır. Nefis mertebelerini iyi oku ve dikkatle tekrar et. En mühimi nefs-i emmâre denilen başlıca insanlık düşmanı ki, en azılı canavarlardan daha korkunç ve şiddetlidir. Meselâ, arslan ve emsali tarafından parçalanan bir insana ne kadar acırız ve acımak da hakkımızdır. Fakat bu insan eğer imanlı ve ihlâslı bir zat ise ne mutlu ona ki, hem şehid olmuş, hem de cennetteki yerini bulmuştur.
Eğer bu insan bir de imansızsa, felâket üstüne felâket!.. Dünyada cezasını bulmuş, âhirette de cehennem cezası onu bekliyor.
Aman ya Rabbi!.. Sen bizleri ve bütün mü’min kullarım bu acı akıbete düşmekten koru. Âmin...
Bu yazılan günahların üç yüz elli iki kadarı Gümüşhaneli Şeyh Ahmed Ziyâeddin Hazretleri’nin eserinden iktibas edilmiştir. Diğer kısmı ise Ruhü’l-Beyân tefsirinin sahibi ve yüzden fazla eseri olan meşhur Halveti dergâhı Şeyhi Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri’nin kendi el yazısıyla yazdığı kitapta yer alan bir kısım günahlardır ki, onların da başlıcaları 13 tanedir. Bu günahların bir kısmı kanser gibi öldürücü ve ocak söndüren günahlardır ki, sagâir olanlar yüz yirmi beş tanedir. Bazı eserlerde bunlar daha ziyade bazılarında daha az gösterilmiştir. Fakat ne olursa olsun, azı da, çoğu da birdir, hepsi öldürücü ve mahv ü perişan edicidir.
Malûmdur ki, insanların bu günah hastalıklarından tedavisi hem müşkül, hem de çok masraflıdır. Bugün kurtulsa dahi bir müddet sonra yine kendini gösterecek ve vücudu bir anda sarıp, sahibini helak edecektir. Bilmem bunu anlatabilmek mümkün olacak mıdır? Çünkü bir dert başa gelmedikçe, onun acı akıbetlerini idrak herkese nasib olmaz. Biz, bir “Vah vah!” deriz, geçeriz. Lâkin asıl o derdi çekene bir sorsak, ama yine faydası yok. Zira ekseriya bir kulaktan girip öteki kulaktan çıkar. Ne zaman ki başa gelir, ancak o vakit anlar. Tabiî o zaman da iş işten geçmiş olur. Allah (celle ve âlâ) cümlemizi korusun.
Ey aziz kardeşim, işte bu günahların her birisi birer ejderha, birer canavar gibidir. Mikroplar maddî varlığımızı (vücudumuzu nasıl yok ederlerse, günahlar da bizim hakikî maneviyatımızı böylece mahv ü perişan ederler. Malûmdur ki, insan cesediyle değil, ancak ruhuyla, mâneviyatıyla insandır. Çünkü ruhu ve maneviyatı olmazsa, diğer mahlûklardan ne farkı kalır. Zira insan denilen bu muhterem ve mübarek cisim on maddeden müteşekkildir. Bunun beşi içinde bulunduğumuz dünya âleminin suyu, havası, ateşi, bürûdeti ve balgamıdır. Bunlarla cesedimizin heykeli teşekkül eder. Fakat bu teşekkül bir mânâ ifade etmez. Meselâ, geri zekâlı diye ad verilen bazı hasta kişiler vardır ki, bunlar hem ailelerine, hem de cemiyete büyük bir külfettir. Deliler de böyle değil mi? Ceset itibariyle tam, fakat akıl nimetinden mahrum oluşlarından naşi, hiçbir işe yaramadıkları gibi, ayrıca zararları da malûmdur. Binâenaleyh, insan hem bu dünya âleminin, hem de melekût âleminin, yâni dünyadan hariç olan melekler âleminin mahlûkudur.
Meselâ, ruh iki kısımdır: Birine ruh-ı hayvani derler; her hayvanda ve her canlıda olduğu gibi. Onun yemesi, içmesi, çalışıp dinlenmesi vesaire hep bu ruh-ı hayvani ile kaimdir ki, bu nevi ruh sahipleri de geri zekâlıların başka bir nevidir. Ancak dünyalarını bilirler ve bütün gayeleri de dünyalarıdır. Gökte uçsalar da, bütün fenleri icat etseler de, yine maksatları, gayeleri hep dünyadır. Dünyanın dışındaki âhiret âleminden haberleri yoktur ve onun için de hazırlanmazlar. Âhiret hazırlığı ve Allah Teàlâ’yı bilmek ve onu tanımak ve ona emrolunduğumuz vech ile ibâdet ve kulluk vazifelerini yapabilmek için, bize beş şey daha lâzımdır. Bu beş şey olmadıkça ve yine bu beş şey tekemmül ve tezahür etmedikçe, bizim hakikî müslüman ve hakikî insan oluşumuza imkân yoktur. Bu beş şey de ancak ikinci kısım olan ruh-ı insanîde tezahür eder, meydana gelir. Bunları şöyle sıralarlar:
1. Kalb,
2. Ruh,
3. Sır,
4. Hafî,
5. Ahfâ’dır.
Kalb denilince vücudumuzdaki vücud makinesini çalıştıran et paçasından müteşekkil olan kalb anlaşılmamalıdır. Bu bahsettiğimiz kalb, vücudumuzun haricinde lâkin vücudumuzla irtibatı bulunan manevî bir varlıktır. Vücudumuzdaki kalbin istidadı nisbetinde ona feyz-i manevî, o kalbin dışındaki kalb-i hakikîden gelir, işte bu günahlarla mülevves olan kalb, âdeta ölü mesabesindedir. Zira maneviyattan hiçbir nesnenin kendisine erişmesine imkân yoktur. Diğer mahlûklar gibi yaşar ve ölür. Fakat ne yazık ki, diğer mahlûkların ölümüyle hayatları sona erer. Fakat insan olarak yaratılmış olan bu kimsenin, ruhsuz ve mâneviyatsız, daha açık bir dille imansız oluşu, doğrusu çok acıklı olacaktır. O beka âlemine ister inansın, ister inanmasın âhiretteki yeri ebedî cehennem olacak ve orada bitmez, tükenmez bir azab içerisinde kıvranacaktır. Bundan daha acı, daha kötü bir felâket tasavvur olunabilir mi?
Onun için Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Hakikat, kitaplılardan olsun, müşriklerden olsun (bütün o) küfredenler cehennem ateşindedirler, onun içinde ebedî kalıcıdırlar...” buyurmaktadır. Bunları, yâni ehl-i küfrü, mahlûkatın en şerlisi olarak zikretmektedir. Öyleyse şimdi bizlere düşen en mühim vazife, kendimizi ve çocuklarımızı, dostlarımızı, hattâ elimizden gelse bütün insanlığı, bu pek acı âhiret felâketinden kurtarabilmeye çalışmaktır. Bu da evvelâ kendimizin İslâmiyet'i İslâm’ın istediği şekilde yaşamamıza bağlıdır. Bizler İslâm’ı tam mânâsıyla yaşamadıkça, başkalarına sözlerimiz elbette tesir etmeyecektir.
Bakınız, bugünkü o koca Çin’deki müslümanlar, ancak oraya ticaret maksadıyla giden iki örnek müslümandan ders ve ibret alarak, onların dürüstlüğüne hayran kalarak müslüman olmuşlardır. Kafkasya ve Türkistan da ilim sayesinde müslümanlığı kabul etmişlerdir. Endonezya adalarına hangi ordular gidip oradakileri müslüman yaptı? Bugün yüz milyon müslüman var orada; hem de pek nazik ve pek de kibar müslümanlar.
Maalesef bugün ise, bizler, evlâtlarımız dahil olmak üzere her halimizle âdeta müslümanlıktan kaçar duruma düştük, bunu saklamaya hacet yok. Çünkü her türlü günahları evlâtlarımızın gözleri önünde işlemekte, onlara kötü örnek olmaktayız. Emr-i ma’ruf denilen ibâdetleri de yapanlarımız pek az. İşte bu sebepten galip ihtimalle, varlık içinde darlık, sükûnet içerisinde huzursuzluk hükmünü sürdürmektedir. Gençlerimizin ve hattâ yaşlılarımızın bile, dinlerini iyi bilmediği esefle görülegelmektedir. Hele hele tesettürden ve içkiden bahsetmenize hiç de razı olmazlar. Ticaret çarkı faizle döndürüldüğü için, onun günahından bahsetmeye de hiç dayanamazlar. İşte bizim müslümanlar...
Birçok tasavvuf kitapları okumaktayız. Herbiri çeşitli usûllerle bizleri ıslaha çalışırlar. Fakat bugün onların gösterdiği hususları tatbik edecek müslümanı bulmak çok zordur. Çünkü dünyanın şekli değişmiş; hemen herkeste debdebe-i saltanat, zevk ü sefa hüküm sürmektedir. Artık öyle bir lokma ve bir hırkaya kanaat edecek kimseyi bulmak mümkün değildir. Dünyaya talib olanların ise, âhireti istemeleri gülünç olur. Zira dünyayı isteyenlerin, kendilerini günahlardan kurtarması pek kolay olmaz. Günahlardan kurtulmadıkça da nur-ı iman parlayamaz. Artık sen ne kadar sofuluk taslarsan tasla.
Kalb dediğimiz, o melekût âleminden gelen cevherlere, feyizlere ise yollar kapalıdır. Ne rûh-ı insanîden, ne de sır, hafî ve ahfâdan haberi olur. Vakıa bu dersleri yapanlar yok değil, çokturlar. Fakat kendi kendilerini aldatmaktan başka ellerine bir şey geçmez. Çünkü günahlardan henüz kendilerini kurtarmış değillerdir. Bununla beraber, herhalde diğer ibâdetsiz günahkârlar gibi değillerdir. Herhalde zikrullahın feyizlerinden feyzyab olurlar. Fakat bu feyz kâfi değildir. Çünkü feyz başka, insanlık ise bambaşkadır.
Hep insan kılığında mahlûklarız. İnsanda ise, olgunluk denilen kemâl vasfı lâzımdır. Bu kemâle ulaşmak ise öyle lâflarla mümkün değildir. Evvelâ alışageldiğimiz bütün çirkin ve fena huyların terki lâzımdır. Bundan sonra da, kitaplarımızda gösterilen iyi huyları birer birer elde etmeye çalışmalıdır. Meselâ, yalana alışan bir kimse için evvelemirde gelen yalanlan tamamıyla bırakmak, sonra da doğruluktan zerre miktarı ayrılmamaktır. Kibirli bir insan için kibri bırakmak ve onun yerine tevazu sahibi olabilmek pek büyük bir devlettir.
Fakat bunlar, yâni kötülükleri atmak ve yerlerine iyi ve güzel huyları koymak, öyle kendi kendine kolayca olacak şeylerden değildir. Devamlı riyazetler ve devamlı çok zikirler ve bol nafile ibâdetlerle meşgul olmak; oruçlar, namazlar, sadakalar ve çeşitli yardımlara, hayırlara koşmak suretiyle kulluk vazifelerini yerine getirmelidir. Bunlardan maada bütün şer ve günah yerlerden, işlerden ve kötü arkadaşlardan tamamiyle sıyrılarak ayrılmak ve bunların yerine, dindar, sofu, din bilgini âlimleri bulup, bunlarla dinî sohbetlere devam etmek gerektir. Bahusus, tasavvuf kitaplarında gösterilen dersleri okumalı, sahib-i selâhiyet ve yed-i sahîh sahibi, yaşlı-başlı, âlim, fâdıl mürşidleri bulup, onlara teslim-i tam ile teslim olup, emirlerine büyük bir titizlikle riayetkar olmak da kemâl için şarttır.
Daha mühimi Kur’ân-ı Azimüşşan’ı her gün okuyup, emirlerini dinlemek ve nehyettiği yasaklardan korkup kaçmak ve daima Hakk’ın rızasını hedef edip gözlemek, razı olduğu her işi yapmaya gayret edip, razı olmadığı her şeyden son derece uzak kalmaya çalışmak lâzımdır. Bunlarla beraber “bid’at” denilen Peygamberimizin istemediği şeyleri de terk etmek ve sünnet-i seniyyesinden de kıl kadar ayrılmamak; sözü yerinde söylemek ve az konuşmak da senin âdetin olsun. Sakın kimseyi incitme, kınama, aleyhinde kat’iyyen konuşma ve iyi bil ki, Allah Teàlâ Hazretleri hepimizi ve her şeyi pek iyi görmekte ve bilmektedir. Her sözümüzü ve hattâ içimizden geçirdiklerimizi de pek güzel bir şekilde bilmekte ve işitmektedir. onun ilmi her şeyi muhittir (kuşatıcıdır), her nerede olursak olalım daima bizimle beraberdir. Yarınki kıyamet gününde bunları bizler yakînen bileceğiz.
Onun için, ey aziz ve muhterem kardeş! Günah yerlerden, günah işlerden ve günah işleyenlerden son derece uzak ol. Küfür ehliyle, müşriklerle, günahkârlarla ne konuş, ne görüş. Onların yüzünü görmek bile insanın feyzine mânidir.
Hele göz, kulak ve dil gibi azaların günahları o kadar büyüktür ki, tarifi ve izahı o nisbette de müşküldür. Bunlar zina vesaire gibi günahların elçileri mesabesindedir. Her ne kadar kişi zina yapmasa bile, insanın o güzel nur gönlünün yavaş yavaş kararmasına ve bilâhare hayrı ve şerri seçemeyecek bir hale gelmesine de sebeptirler. Onun için bilhassa bunların muhafazası hakkında, Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın Nur sûresinin 30 ve 31’inci âyetlerinde gayet açık bir şekilde gözlerin yabancı kadınlara bakmaması, kadınların da yabancı erkeklere bakmaması tavsiye edilmektedir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulmaktadır:
“Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, kendileri için çok temiz (bir hareket) dir. Şüphesiz ki Allah, (kullarının ne) yapacaklarından hakkıyla haberdardır”,
“Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmakdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zînetlerini açmasınlar. Bunlardan görünen kısmı müstesna. Baş örtülerini, yakalarının üstünü (kapayacak suretde), koysunlar. Zînet (mahal)lerini kendi kocalarından, yahud kendi babalarından, yahud kocalarının babalarından, yahud kendi oğullarından, yahud kocalarının oğullarından, yahud kendi biraderlerinden, yahud kendi biraderlerinin oğullarından, yahud kız kardeşlerinin oğullarından, yahud kendi kadınlarından, yahud kendi ellerindeki memlûkelerden, yahud erkeklerden yana ihtiyacı olmayan (yâni erkeklikten kalmış bulunan) hizmetçilerden, yahud henüz kadınların gizli yerlerine muttali’ olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizleyecekleri zînetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Hepiniz Allah’a tevbe edin ey mü’minler. Tâ ki korktuğunuzdan emîn, umduğunuza nail olasınız”.
Öyleyse, ey aziz kardeş, sen de bu tavsiyeye dikkat et de, yabancı kadınlarla münasebette bulunma. Bu emir aynı zamanda hanımlara da şâmil olduğundan hanımlarımız da kendilerine haram olan erkeklerle ne görüşsünler ve ne de konuşsunlar. Ve bunun içindir ki, kadınlarımızın çarşı ve pazarlara gidip hıristiyan kadınları gibi kendilerini teşhir edip göstermeleri, hiç caiz değildir. Onun ve evin bütün ihtiyaçlarını erkeklerin temin etmeleri mecburîdir. Bunları kadınlara terk edip kendisi işine gider; işinden gelince de hazır yemek ister. Tabiî bu da hiçbir müslüman erkeğe yakışır bir şey değildir. Erkek hakikî erkek ise, hem hanımını koruması, hem onu sokak hizmetçisi yapmaması lâzımdır. Çarşaf giymesi veya manto giymesi kifayet etmez. Onun yüzü, sözü, gözü, endamı; her şeyi alt-üst eder.
İnsana Allah’ın verdiği şehvet kuvvetiyle oynamaya gelmez. Bu şehvetin nice “benim!..” diyen insanları bile baştan çıkardığı her zaman görülen hâdi selerdendir.
Binâenaleyh, sen aklını başına al da, Allah Teâlâ’nın yasaklarından son derece kork ve kaç. Tabiî bunun için kişiye kuvvetli bir iman lâzımdır ki, Allah Teàlâ’dan her yerde ve her zaman korksun da, emirlerini iyi tutsun. Bu sebepten olsa gerek, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Hikmetin başı Allah korkusudur” buyurmuşlardır. Bu korku olmadıkça, bütün sözler ve bilgiler hiç bir mânâ ifade etmez. Bu hususta Konyalı Mehmed Vehbi Efendi’nin “Ahkâm-ı Kur’âniyye” isimli eserinde bu kadınların yabancı erkeklerden kaçmaları hakkında geniş tafsilât vardır, okunması tavsiye olunur.
İlk devirlerdeki müslümanların gerek zaferleri ve gerekse müslümanlara karşı nasihatları ne kadar tesirli idi. Halbuki onlar öyle fazla bilgiye sahip değillerdi. Amma bugünkü müslüman sözde çok biliyor.
Lâkin sözlerin tesiri maalesef pek az mı pek az. Meselâ Ebû Zer el-Gıffarî denilen, henüz altıncı müslüman olarak bilinen muhterem zat, İslâmiyeti kabul eder etmez hemen müslümanlığını ilâna teşebbüs etti. Kâbe-i Muazzama’da yüksek sesle kelime-i şehâdeti getirdi, müşriklerin ve kâfirlerin cefalarına, dayaklarına katlanarak memleketine kadar gitti. Orada hem kendi kabilesi olan Gıffar’ı ve hem de komşusu olan Eşlem kabilesini müslüman yapmaya muvaffak oldu.
Bu ve bunun emsali hâdiseler bizlere gösteriyor ve anlatıyor ki, bizim de hiç olmazsa onlara yakın, kuvvetli bir imana sahip olmamız gereklidir. Böyle kuvvetli bir iman olmadıkça, ne kendimize ve ne de başkalarına faydalı olabilmemiz mümkündür. Onun için evvelâ Allah Teàlâ’nın ve Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in emirlerine sımsıkı yapışmak, ibâdetlere son derece önem vererek, bilhassa gece ibâdetlerine haris olmak; diğer nafile ibâdetlerle birlikte çok tefekkür etmek, Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerine karşılık, kusurlarımızı sayarak, elden gelirse, biraz da ağlayabilmek ne kadar güzel olur.
Şimdiye kadar benim kendime hitaben ve sen kardeşime de seslenerek yazdığım bu satırları, hep o nefs-i emmârenin elinden kurtulabilmek ve sonra da insanlığa doğru adım adım ilerleyebilmek için çarelerdir. Çünkü insanlık çok kıymetli olduğundan, öyle ucuz ve kolayca ele geçirmek mümkün olmaz. Altınlar da öyle değil mi? Ne kadar zahmet ve meşakkatle toprak altından çıkarılmakta ve ne kadar masraflarla meydana gelmektedirler.
Binâenaleyh, eğer biz de insanlığımızı meydana getirebilmek için hiç olmazsa bu maddî kazançları, fanı kazançları elde etmek için çalışanlar kadar çalışmamız ve hattâ onlardan çok daha fazla çalışmamız iktiza etmektedir. Bunun için gerek sahabe-i kiram hazerâtının ve gerekse ondan sonra gelenlerin; Bayezid-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylânî, Nakşibend Muhammed Bahaeddin ve emsali zevat-ı muhteremelerin yaptıklarının, hiç olmazsa birazını yapmaya çalışsak, elbette ve şüphesiz biz de onlar gibi hem Hakk’ın rızasını kazanmış, hem de ümmet-i Muhammed’e pek hayırlı hizmetlerde bulunmuş oluruz. Nihayet bizim de isimlerimiz onlar gibi asırlarca hayırlarla yâd olunur. Yüzlerce değil, belki binlerce sene hayır dualar almış oluruz ki, bu da bizim için pek büyük bir bahtiyarlıktır. Cenâb-ı Hak cümlemizi affetsin de sevdiği hakikî kullarının arasına kabul buyursun. Âmin... İşte o zaman tam bir saadet ve selâmete nail olmuş oluruz. Kanun-ı İlâhî, nizam-ı İlâhî, âdet-i İlâhî, sünnetullah odur ki, kulun bütün saadet ve selâmeti, kişinin sa’y ü gayretine bağlıdır. Tevfikat-ı samedâniye, hidâyet-i İlâhiyye bu sa’y ü gayretin neticesidir.
Malûmdur ki, sûre-i Feth’in son âyeti ki, İmam A’zam Hazretleri’nin de virdidir; onu çok okurlardı. Bu sûrede Cenâb-ı Hakk, evvelâ bizlere, sallallahu aleyhi ve sellemin Rasûlüllah olduğunu bildirmekte ve sonra onunla beraber olan ashab-ı kirâmın halini beyan etmektedir. Rasûlüllah Efendimiz ve onun ashabı hakkında, “Eşiddâü alel-küffâri” buyurmaktadır. Acaba bu küffar kimlerdir diye, akla bir sual gelir zannederim. Çünkü hepimizin hatırına hemen bugünkü Avrupa devletleri, Amerika, Rusya, Çin ve Japonya gelmektedir. Evet bunlar bilinen belli kâfirlerdir. Ecdadımız asırlarca bunlarla uğraşmış, taharet, nezafetten bihaber olan bu inşalara hem insanlık, hem de nezafet ve temizliği öğretmişlerdir. Bugün onların gözleri açılmış, bütün fenleri icad etmekte!.. Bizler ise ecdadımızın yolunu bırakıp zevk u sefa cinnetine tutulmuş olduğumuzdan, bugün maalesef onlardan yardım bekler duruma düştük. İşte buna başlıca sebep, dost ve düşmanımızı iyice tanıyamadığımız gibi Allah’ı bırakıp münkir dinsizleri de dost edinerek başımıza taç yapmışız.
Geçenlerde Çin diyarından gelen Suudî tebâlı bir Türkistanlının anlattığı faciayı dinledim. Yürekler acısı bir hal. İbret olur diye yazmayı da uygun gördüm. 1963 senesinden 1973 senesine kadar Çin’de Allah diyen ve herhangi bir dine mensub kimse kalmamış. Bugünkü neslin, hele müslümanların arasında kelime-i tevhidi söylemesini bilen bile yok. Bunları anlatan zavallı adam 25 yaşındaki torununu nasılsa memleketimize getirebilmiş. Fakat beş günden beri bir kelime-i şehâdeti dahi doğruca söylemesine muvaffak olamamış. Şimdi Çin’de camileri açmışlar, fakat içeriye girip ibâdet edecek adam yok. Çünkü Kur’-ân-ı Kerîm’i okumasını bilen de hiç yok. Ne yazık ki, Oradaki ulemâ da dinlerine sahip olamamışlar. Halka nasihat etmişler, fakat kendileri tutmamışlar ve bunun cezasını da acı bir ölümle görmüşler. Cenâb-ı Hak bizleri korusun. Âmin...
Bizim halimiz de hemen hemen onlara benzer gibi. Bütün kuvvet çenelerimizde; “Edebiyat, fesahat, belagat ile söz söyleyeyim, herkesin takdirini toplayayım!”. Böyle olunca da sözlerin tesiri sadece camilerde kalıp kimsenin içine bir şey işlememiştir.
Abdülkadir Geylânî’nin mahdûm-ı âlîlerinin yaptığı nasihati dinleyen halk, uyumaya başlayınca, çok üzülmüş ve babasına hali arzedince, babası, “Oğlum, öyle kitap okuyup söz söylemekle işler hallolsaydı, çok iyi olurdu. Amma insanın evvelemirde kendini ıslah edip düzeltmesi; gözünü açıp gönlünü uyandırması, sonra da halka nasihat edip yol göstermesi lâzımdır ki, dinleyenlere tesir etsin de, onun dediklerini yapsınlar. Kör adama kim inanır; rengi sorarsan bilmez, sen anlatmak istesen anlatamazsın. Ondan nâşi, Hakk’a uymayanlara ve dinlemeyenlere sağır; Hakk’ı söylemeyenlere dilsiz; hak yolunda gitmeyenlere de kör denmiştir” demiştir.
Aziz ve muhterem kardeşim, bu günahların en büyüğü şirkle küfürdür. Hak Teàlâ da bizlere bunlarla her hal ü kârda mücadele etmemizi ve bunun için de her zaman onlardan üstün kuvvetlere sahip olmamızı Kur’ân-ı Kerîm’de sûre-i Enfâl’in 60’ıncı âyetinde pek açık bir şekilde bildirmektedir. Bu âyet-i kerîme şöyledir:
“Siz de onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla (bu hazırlanma ile) Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınız (olanlar) ve bunlardan başka sizin bilemeyip de Allah’ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız (ecri) size eksiksiz ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız”.
Bu kâfirler Hakk’a inanmayarak ve bu kâinatın bir tabiat eseri olduğunu iddia ederek Allah, Peygamber ve kitab filân tanımazlar. Bunun için milliyet, kavmiyet aramaya lüzum yoktur. İsimlerin de bir kıymeti olmaz. Zira nice müslüman isimlerini taşıyan dinsizler vardır ki, sayılarını bilmek de mümkün değildir. Çünkü Çin ve Rus gibi kâfirler malûmdurlar. Fakat Ali, Veli gibi isimleri olan kâfirleri bilmek pek de kolay değildir. Bunlar bazen camiye de gelir, namaz da kılarlar. Ama ne abdestleri vardır, ne de niyetleri. Yalnız gösteriş olarak veya görmek için gelirler. Yine bunlar arasında va’z eden, hutbe okuyan, dualar yapan hilekârlar da yok değildir. Binâenaleyh, müslüman denilen zat, gönlündeki nur-ı iman ile bunları tanır, fark eder ve bunlarla mücadele ve mücâhedeyi de borç bilir. Kızılbaşlarla, Tahtacılar da bunlardan olsa gerekir.
1319’dan (1914) 1324 (1918) senesine kadar süren büyük harpte, Rus, Romanya, Galiçya, Çanakkale, Filistin, Gazze, Medine-i Münevvere, Bağdat ve Basra cephelerinde yaptığımız harplerde, tam üç milyon kadar şehid verdik. Zayiatın ise hesabı yoktur. Bu fedakârlık, ırz ve namusumuzun ve mukaddesatımızın çiğnenmemesi içindi. Mehmetçik şehid olmak için can atardı.
Bak bugün memlekette at oynatan Rus komünisti, Çin komünisti ve daha adlarını bilmediğimiz din aleyhtarı komünistler maksatlarına erişebilmek için bilfiil silâhlı mücadeleye girişmişler ve her gün üç beş yavrumuz da gözler önünde kurban olup gitmekte. Okullardaki facia ise bir dert ki, tam tedavisi hâlâ mümkün olamamış.
Çin’deki dinsizlik, Rusya’daki dinsizlik için, birer kıyamet alâmeti dense yeri var. Şu dünyamızda gördüğümüz çeşitli eserlerden acaba yapıcısı olmayan bir varlık var mıdır? Bunları görünce, bunu kim yapmış, bu kimin eseridir, diye sorarız da, şu koskoca kâinatın bu kadar intizamla hareketini görüp de, sahibini inkâr etmek hiç olacak bir şey mi? Buna olsa olsa delilik demekten başka bir söz bulamayız. İşte bu küfür ehli olan delileri başıboş bırakacak olsak, hepimizin başına belâ kesileceklerinden, Cenâb-ı Hak bunlarla mücadele ve muharebeye son derece hazır olmamızı ve hattâ onları korkutacak derecede kuvvetli bulunmamızı bizlere tavsiye etmekte iken, bizim bu tavsiyeleri unutup zevk u sefaya dalıp, paraların peşinde hayatımızı zayi etmemiz doğru olur mu?
Onun için ey muhterem kardeş, düşmanını iyi tanı ve ona memleketimizde göz açtırma. Bu sözlere kulak ver, zira işin kökü kuvvetli bir imana sahip olmaktır. Zayıf iman sahipleri böyle zor, meşakkatli ve tehlikeli işlere hiç girerler mi? Onların derdi, imanı olan dünyaları temin olunca, artık kulakları tıkanır, gözleri de görmez hale gelir. O zaman bunlara “gezer ölüler” denmektedir ki, koyun sürüsü gibi hemen herkes bunları istedikleri tarafa sürükleyip götürebilir. Maazallah, işte nefs-i emmârenin acı bir akıbeti...
Onun için müslüman kişilerin nefisleriyle mücadeleleri farz-ı ayn’dır, denmiştir. Evet, namaz da farz-ı ayn, oruç da, öyle değil mi? Bu farzları yapmayan müslümanların böyle zor bir mücadeleye girebilmeleri mümkün müdür? Tabiî hep birden hayır diyeceğiz. O halde halimiz ne olur? Şüphesiz her bakımdan hüsran üstüne hüsran... Kurtulmak için çare ise yalnız Allah’a, Hakk’a, dine tam dönüşle mümkündür. Bu da yine mücâhedeye bağlanır. Bu mücâhedesiz hiçbir şey olmaz. Hidâyet-i İlâhiyye, yardım, nusret bundan sonra başlar. “Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette biz onları yollarımıza hidayet ederiz.” âyet-i celîlesi, bunu ne güzel açıklamaktadır. Bunun için her müslümana daha yedi yaşında iken bu mücâhede yolları öğretilir. On yaşından sonra şayet tembellik yaparsa dövülür diye de tavsiyelerde bulunulmuştur ki, bu da bizlere mücâhedenin ehemmiyetini pek güzel anlatmaktadır. Zira ağaç yaşken eğrilir. Sonra hakkından gelmek mümkün olmadığı gibi, küçük yaşlarında dinlerine bağlanamayan kimseleri, yaşlandıktan sonra ve bahusus; evlendikten sonra yola getirmek çok müşküldür. Bazı kimselerin sonradan yola gelmeleri bir mânâ ifade edemez. Çünkü mânevi hastalıklar yüzünden mücâhedelere imkân bulamaz. İşte bu kişinin nefs-i emmârenin şirk, küfür, gaflet, cehalet gibi marazlanndan ve günahlarından kurtulup da iyi, olgun, kâmil bir müslüman olması, âdeta muhaldir. Zira günahların her birisinin başlı başına birer felâket yuvası olduğunu da unutmamak lâzımdır.
Öyleyse, ey aziz ve muhterem kardeşim, sen de çocuklarını daha küçük yaşlarında iken, onları hem dindar yetiştir, hem de İslâm ahlâkı ile ahlâklandır.
Onları zevk u sefaya, refaha, debdebe-i saltanata alıştırma. Hayatın daha ilk devrelerinde onları açlığa, acılara, zorluklara, meşakkatlere alıştırmalı, sabır ve tahammülü öğretmelidir. İmam Gazalî’nin bu husustaki tavsiyeleri şâyan-ı dikkattir. Çocukları her zaman yeni ve temiz, güzel, kıymetli elbiselere ve israfa alıştırmamalı. Sonra dünyanın çeşitli cilveleri vardır. Darlık zamanlarında çok sıkıntı çekerler, İşte nefs-i emmâreyle mücâhede daha çocukluktan başlayacaktır.
Bakınız Harunü’r-Reşid gibi bir hükümdarın oğlu olan Ahmed Sebtî, ancak ve yalnız cumartesi günü çalışır ve o gün kazandığı para ile bir hafta idare edermiş. Diğer günlerini ise tamamiyle ibâdet ve tâatle geçirmekte olduğu, Şeyh Muhyiddinü’l-Arabî Hazretleri’nin Adâbü’l-Mürid adlı eserinin 15’inci sahifesinde geniş bir malûmatla anlatılmaktadır. Bu eseri mutlaka okumanızı rica edeceğim. Çünkü çok güzel nasihatleri şâmildir.
Abdullah Tüsterî daha üç yaşında iken dayısından öğrendiği, “Allah benim Rabbimdir, Allah her zaman benimledir, Allah benim şâhidimdir, Allah beni daima görür” zikrine devamla birlikte, daha küçük yaşında başladığı riyâzatı o kadar arttırmış ki, gençlik devrelerinde ellibeş günde bir kere yemek yermiş. İhtiyarlayınca da bu riyâzatını terk etmemiş. Fakat yirmi beş günde bir kere yemekle iktifa ettiğini rivayet etmektedirler.
Bayezid-i Bistamî’yi unutma; tam otuz bir sene nefsiyle mücâhede ve mücadele ederek, nefsinin istediklerini vermemiş.
Hele Cüneyd-i Bağdadî’ye bak; her gün dört yüz rekât namaz kılmadan dükkânını açmazmış. Bazen de altı yüz rekât namaz kıldığım rivayet ederler.
Abdülkadir Geylâni’nin Bağdat çöllerinde tam yirmi beş sene riyâzatla dolaştığı, Muhammed Bahaüddin-i Nakşibendi Hazretleri’nin ise sokakları temizlemek, hasta hayvanları tedavi etmek, fukara-yı müslimînin üst ve başlarını temizlemek gibi çok ağır hizmetlerde bulundukları rivayet edilir.
Hele Hâlid-i Bağdadî Hazretleri Şam’dan kalkıp Delhi şehrine kadar gittiği zaman oradaki şeyh efendi hangi dersi verdi dersiniz: “Ona söyleyiniz, dergâhın helalarını temizlemeye memur ettim” demiş. Bir rivayette iki, diğer rivayette ise dokuz sene kadar bu hizmeti seve seve yapmaktan kat’iyyen kaçınmamış ve bunu kendisine bir vazife saymıştır. Halbuki Hâlid-i Bağdadi Hazretleri son derece mükemmel bir âlim ve aynı zamanda ders veren, umumi malûmatı sebebiyle yed-i tulâ denilen ulema-yı kirâmdır. Şeyh efendinin, bu muhterem zata böyle ağır bir hizmet vermesi, her halde bu zatı tecrübe mahiyetinde olsa gerektir. Bakalım ilmine mağrur olup da verilen hizmeti yapmaktan istinkaf mı edecek? Yâni bu iş, bu hizmet bana yakışmaz, ben bu hizmeti yapamam, mı diyecek? Tabiî öyle bir şey olsa, o zaman da dergâha kabul olunmayacaktır.
Evvelki devirlerde dergâha talib olanlar, yâni derviş olmak isteyenler birçok hizmetlerden ve tecrübelerden geçtikten sonra alınırmış. Meselâ, paraları sevenler için, paralarını getir, derler ve onu bir keseye koyup denize atmasını tavsiye ederlermiş. Bunu yaparsa dergâha kabul olunur, yapmadığı takdirde, huzura alınmazmış. Bazılarına, evvelâ dergâha gelen zevat-ı kiramı karşılamak, ayakkabılarını çevirip temizlemek, dergâhı silip süpürmek vazifeleri verilirmiş. Bunlarda muvaffakiyet gösterebilirse, dergâhın yemekhanesinde aşçıya yamaklık yaptırılır, orada bulaşık kaplarını yıkar ve mutfağı temizlermiş. Eğer bunda da muvaffakiyet gösterir, aşçıbaşından diploma alabilirse, o zaman Şeyh Efendi’nin huzuruna götürülür; bir âdab dairesinde merasim-i mahsusa ile kabul olunup, kendisine lâzım gelen dersler verilirmiş. Dervişlik, eski devirlerde bugünkü gibi kolay ve ucuz değildi.
Bazen şeyh efendiler de bazı emanetleri, uzaktaki dostlarına, talipler vasıtasıyla yollarlarmış. Bu suretle onların emanete olan riayetine ve sadakatine bakarlar, ona göre hizmet ve vazife verirlermiş. Meselâ, uzak bir yerdeki dostuna, bir şeyh efendi taliple üç tane halı seccade yollamış. Bunu götüren zatın paraya ihtiyacı olmuş; yolda birisini satmış. İkisini şeyh efendiye teslim edince, “Evlâdım, bu üç olacaktı” demiş ve pencereyi açıp gönderen şeyh efendiye, “Halılar kaç taneydi” diye sormuş. O da, “Üç taneydi” diye cevap vermiş. Derviş de bu sesi duymuş. Zavallı şaşkınlığından, “Madem ki bu kadar yakın idiniz, niçin beni bu kadar yordunuz” diye kapıyı örtüp kaçmış. Bir diğerinde şeyh efendi, talibe içinde fare bulunan bir kutu vermiş. “Bunu falan yerdeki efendiye götür, ver” demiş. Zavallı adam da yolda, acaba kutuda ne var, diye merak edip kapağı açınca, fare kaçmış. Şeyh efendi bu talibe, “Evlâdım, sana verilen bir sırrı muhafaza edemedin. Bu esrâr-ı İlâhiyeleri nasıl muhafaza edebilirsin; haydi kısmetini başka yerde ara!” demiş.
Şimdi bir de bizim halimize bak: Saç baş dağınık, külhanî kılık, “Efendim ben derviş olmak istiyorum” diye gelir. “Haydi, şu kadar tesbihe devam eyle”, denir; artık yardım Allah’tan.
İşte insan terbiyecilerinin gösterdikleri titizlik sayesinde, bu dergâhlarda yetişen muhterem zevât-ı kiram, aldıkları feyizler sayesinde ve tatbik edilen seyr-i sülük dairesinde çok mükemmel kimseler olarak yetişmişlerdir. Ahlâk-ı hamide sahibi olabilmek için sadece okuyup bilmenin kâfi olmadığı birçok tecrübelerle sabittir. Meselâ tıp kitaplarını okumakla, hemen doktor olmak, mühendis kitaplarını okumakla hemen mühendis oluvermek nasıl mümkün değilse ve sırasiyle ilkmektep, ortaokul, lise, üniversite, bir de ihtisas ve doktoradan sonra ancak ehliyet sahibi olunduğu dikkate alınırsa hakikî insanlık için daha zor ve daha meşakkatli çalışmalar icab ettiği takdir edilir.
Öyle bir kapıdan girip öteki kapıdan çıkan bugünün dervişleri de, hemen evliya olup uçmak isterler. Heyhat ki, o sebepten şöhret sahiplerinin, çeneleri kuvvetli söz sahiplerinin başlarına toplanırlar. Amma insanlıktan bir şey elde edemezler. Bazı gazete ve mecmualarda dervişlik ve seyr-i sülük hakkında yazılar yazılmaktadır ki, bunları okuyan erbab-ı ilim, hem güler, hem de ağlarlar. Bazı doktorlar da bazı hastalıklar hakkında biraz malûmat verir ve sonunda hemen başka bir doktora müracaat-ı tavsiyeyi de unutmaz. Meselâ, kabız olan kimselere hintyağı tavsiye ederler. Lâkin, eğer hastada ayrıca kalb hastalığı varsa, hemen zavallının kalbi sıkışır ve ölür gider. Bunun için, bu gibi tavsiyeleri hemen erbabına bırakmalıdır.
Nefs-i emmâre sahibi çok kötü bir insandır. Onun ıslahına hemen şu kadar tesbih ve şu kadar da ibâdet ve okumalar kâfi değildir. Mutlaka dergâhlarda tatbik olunan tedavi usüllerine, kişi ıslah-ı nefs edinceye kadar devam etmek şarttır. Nasıl ki, hasta has-tahanede yatmaya mecbur ise!..
Bizim şeyhimiz Mustafa Feyzi Efendi Hazretleri tam yirmi dört sene dergâhta halvete devam etmiş. Biraz mercimek çorbasıyla iftar edilir, biraz ekmek ve yirmi bir üzüm tanesiyle de tam kırk gün oruç tutulur. Bu esnada da verilen derslere, hatm-i hâcegâna ve kırâat-ı Kur’ân’a da devam edilirdi. Bütün bunlar yapılırken de asla altı saatten fazla uykuya müsaade edilmezdi. Oradan çıkan insan, âdeta bir melek gibi nurlara gark olmuş olarak çıkardı. Artık ondan, sonrası dervişin kabiliyetine ve muhafazakârlığına kalmıştır. Eğer halini korur ve dünyaya dalmazsa, ne mutlu o bahtiyara! Çünkü bu günahlardan sakınmak daima şarttır. Dünya işlerine dalanların ise, bu günahlardan tamamıyla kurtulması mümkün olmaz.
Ey aziz kardeş, bu nefs-i emmârenin beşincisi günahlar olduğundan, üzerinde son derece titizlikle durmuşlar ve “Bu günahların yazılı olduğu kitabı bin kere dahi yine oku” demişler. Zira hafızlarımızın Kur’ân-ı Azîmüşşan’ı ezberlemek için ne kadar tekrarladıkları malûmdur.
Kur’ân-ı Kerîm’in emirleri iki şeyden ibarettir: Birisine “emr-i bi’l-ma’ruf” derler ki, bütün ibâdetleri ve hayırları tavsiye eder. Diğeri de “nehy-i ani’l-münker”dir ki, bu da bütün günah ve yasaklan camidir. İşte bu nehy-i ani’l-münker olan günahların mekruhlar da dahil, üçyüz kırk iki adedini bu eserde yazdık. Bunları bellemek için hemen okuyup geçmenin kâfi olamayacağı hepimizin malûmudur. Onun için fırsat buldukça, tekrar tekrar okuyup bunlardan hangisine mübtelâ isek, birer birer terketmeye gayret etmek başlıca vazifelerimizdendir.
Bazı hanımlarımız çarşaf giymek mevzuunda titizlik yapmakta ve bunda pek de ileri gitmektedirler. Lâkin erkeklerle konuşmaktan ve sokaklarda, çarşı ve pazarlarda gezmekten ve hattâ akraba diyerek, amca ve dayı çocuklarıyla ve daha bunlara yakın olanlarla ülfet ve ünsiyetten hiç de geri kalmazlar. Sanki çarşaf giymekle her şey hallolmuştur. Halbuki memleketimizin gerek şark taraflarında, gerek orta kısımlarında, hele Karadeniz sahillerinde, Rize, Trabzon gibi vilâyetlerimizle Konya, Adana, Bolvadin, Kütahya, hattâ Çanakkale ve Kastamonu, Kayseri gibi ulemâsı bol vilâyetlerimizde dün de, bugün de müslüman hanımların giydikleri esvaplar malûm. Bol şalvar, üstüne bir örtü, böylece gezerler. Bizim gençlik devirlerimizde, hanımlarımız hem çarşaf giyer, hem de peçe kullanırlardı. Küçük Hamdi Efendi (Elmalılı M. Hamdi Yazır) ise tefsirinde bunları yazarken, bir de şemsiye kullanır olduklarını söyler. Bir erkek görünce hemen şemsiyelerini önüne açar ve kendilerini tamamıyla saklarlardı. Bizim tramvay ve otobüslerde de hanımların yerleri ayrı ve perdeliydi. Heyhat ki, bugün birtakım çarşaflı hanımlarımız çarşı-pazarları doldururken, bir kısım dervişe çarşaflı hanımlar da beylerine karşı kendilerini beğenip, itaatlerindeki hatâ ve kusurları hiç görmezler. Bilmezler mi ki, kocaya itaat ana ve babaya itaat gibidir.
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellemin zaman-ı saadetlerinde bir genç gurbete giderken, hanımına evden çıkmamasını tavsiye etmiş. Bir müddet sonra hanımının babası hastalanmış; Rasûlüllah’tan hanım izin istemiş. Rasûlüllah Efendimiz de ona, hanımefendiye, kocasına itaati tavsiye etmiş. Bir müddet sonra da babası ölmüş. Hanımefendi yine Rasûl-i Ekrem’e babasının cenazesini görmek için izin istemiş. Cevaben, kocasının emrine itaat tavsiye edilmiş.
Hele bugün hacca giden hanımefendilerin, evlerinden çıkmamaları te’kîden tavsiye edildiği halde, bazıları hem çarşaf giyerler, hem de yalnız başlarına, erkeksiz hacca da giderler. Üstelik bir başörtüsüyle herkese de çıkarlar. Cenâb-ı Hak cümlemizin muini olsun. Âmin...
Sakın sen bizleri çarşaf aleyhtarı sanma. Çarşafı giymeli; fakat anaya, babaya ve sonra da kocasına karşı son derece hürmetkar olmalı, çarşı ve sokağa çıkmaktan da vazgeçmeli, bahusus kaç-göçe son derece riayetkar olmalı, vesselam...
Şunu da hatırlatmak her halde yerinde olsa gerekir. Rasûlüllah Efendimizin zevce-i muhteremeleri bütün ümmetin analarıdır. Öyle iken ashab-ı kiram onlarla konuşmak ve bir mes’ele-i diniye sormak istedikleri vakit, öyle yüz yüze gelmemeleri için, perde arkasından, onları görmeden konuşmayı tavsiye eden Hâlık-ı Zülcelâl Hazretleri, bunu herhalde boşuna; söylememiştir.
Şimdi sen, bir o günkü sahabe-i kiram dediğimiz muhterem zatları -ki, bugün onların ayaklarının tozu bile olmak, bizler için şereftir- bir de bizim halimizi göz önüne getir de, hanımların iffetlerini ve gönüllerini koru. Bu ise, bugün onların yalnızca evlerinde oturmaları ve ev işleriyle meşgul olmalarıyla mümkündür.