BÜYÜK GÜNAHLARIN BURSALI İSMAİL HAKKI HAZRETLERİ’NE GÖRE TERTİBİ
Şimdi size Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri’nin, büyük günahlar hakkında telif ettiği eseri de yazmaya çalışacağım.
Bu İsmail Hakkı’nın evliyâ-i kiramdan olduğundan hiç şüphemiz yoktur. Kendi ismiyle müsemmâ tekkesinin şeyhidir. Tekkesinin bahçesindeki kabristanda medfundur. Yüzden fazla eseri vardır ki, on cilt olarak basılan Rûhü’l-Beyân tefsiri pek meşhurdur. Tasavvufta çok ileri gitmiş bir zât-ı muhteremdir. Dergâhındaki çilehânesinde birçok seneler riyazete devam etmiş olan bu ehl-i hakikatin tekkesi, Bursa’nın Yunan işgali faciasında her türlü tecâvüzden mâsun (mahfuz ve emin) kalmıştır.
Maalesef Yunan kovulduktan sonra yüzbinlerce eser ile birlikte bu mübarek mescid bir zaman sporcuların talimgahı olmuş, tahtalar kırılmış, mülevves bir halde uzun süre bu bedbaht çocukların elinde kalmıştır. Yabancı milletlerin yapmadıkları bu cinayeti, kendi ellerimizle yaptığımız bu vahşeti nasıl tarif ederiz bilmem.
Bu şuursuz gençler spor yapacak başka hiçbir yer mi bulamadılar ki, ecdadlarının yaptığı bu mübarek mescidi talimgah yaptılar? Eğer bu vahşeti Yunanlılar yapsaydı haklı olarak kıyametleri koparırdık, fakat kendi evlâtlarımızın kendi mescidlerine yaptıkları bu hakaretâmiz cinayetlere karşı hiçbir ses çıkaramamız doğrusu çok taaccüp edilecek bir şeydir. Allah’a hamd olsun ki, mescid bunların elinden kurtulmuş, Kur’an kursu olarak yeniden ihya edilmiştir.
Bu zât-ı muhteremin Avrupa’da bile ismi hayırlarla anılmakta ve eserleri okunmaktadır.
Tefsirinde, İbrahim aleyhisselâmın, “Yâ Rabbi! Beni ve zürriyetimi putlara tapmaktan uzak eyle” şeklindeki duâsındaki put kelimesi hemen her tefsirde put olarak tercüme edilmektedir. Bu zat ise bu âyetin tefsirini çok genişletmiş ve ne peygamberler, ne de onların zürriyetleri putlara tapamayacaklarından buradaki putun para olmasını daha uygun görerek, “Beni ve zürriyetimi paralara tapmaktan uzak eyle. Çünkü insan zenginliği bulunca tuğyana gider, âsi olur ve günahlara boğulur” diye izah etmiştir.
Profesör M. Ali Aynî Beyefendi Amerika’daki bir konferansında İsmail Hakkı Hazretleri’ni her ne kadar çok övmüş ise de oradaki ecnebi profesörler bunu çok az görmüşler ve, “İsmail Hakkı Hazretleri sizin söylediğinizden çok fazla övülmeye lâyıktır, müstehaktır” demişlerdir.
Muhterem zatın menâkıbı ve kerametleri pek çoktur. Hatırımda kalan iki hâdiseyi zikretmem kâfidir, zannederim.
Birisi bir hadîs-i şerif hakkında Bursa Camii Kebiri’nde hoca efendilerin ihtilâfa düşmesi ile ilgilidir. O zaman muhterem Zat-ı şerif, “Ben bu hadîs-i şerifi fem-i Rasûlüllah’tan (= Rasûlüllah’ın ağzından) böyle işittim” diye ihtar-ı keramet etmişlerdir.
İkincisi, onlar da, her tarikatta olduğu gibi kırkar günlük bir riyazeti her sene tekrarlamak suretiyle nefislerine hâkimiyeti temin ederlerdi. Bizim rahmetli hocamız Mustafa Feyzi Hazretleri’nin de bu halvetlere ve riyazetlere yirmidört sene devam ettiklerini bizzat kendilerinden dinlemiştim.
İsmail Hakkı Hazretleri de riyazeti mescidinin yanındaki penceresiz, oldukça dar bir yerde ifa ederdi. Yine bir seferinde mutadı veçhile halvete girmiş ve Kur’ân-ı Azîmüşşan’ı orada yazmaya başlamış. Hanımı her nedense kapı deliğinden içeri bakmış ki, ne görsün! Kırk tane İsmail Hakkı, hepsinin elinde kâğıt ve kalem Kur’ân-ı Kerîm’i yazmakla meşguller. Hayretlere düşen hanımefendi bu gördüğü hâdiseyi şaşkın bir şekilde etrafındakilere anlatmıştır. (“Acaba böyle bir şey olabilir mi?” diye zaif ruhlu insanlar her ne kadar tereddüde düşerlerse de kadir-i mutlak Allah (celle ve âlâ Hazretleri) onun kıyafetinde yüzlerce değil, sayısız miktarda İsmail Hakkılar yaratabilir).
Mekke-i Mükerreme’de hem dinlendiğim ve hem de okuduğum bir hâdiseyi de burada kısaca nakledeyim:
Hicretin 200. senesinde Horasan taraflarına gelen bir mücahid ordusundan, ismini unuttuğum bir hanımın kocası da şehid düşmüş. Çok sıkıntıda kalan bu hanım bir gece rüyasında kocasını şehid arkadaşlarıyla birlikte çok güzel bir yerde yemek yerken görmüş. Kocası da hanımını görünce yemeğe çağırmış; o gelip yemekten bir lokma almış ve o sırada uyanmış. Bundan sonra kadın otuz sene daha yaşadığı halde dünya taamından ağzına bir lokma koymadan ömür sürmüş. Bu hale inanmayanlardan bazı büyükler kadını hapsedip başına da gözcüler koymuşlar. Aylarca süren bu gözlemelerde kadının kuvvet ve kudretine zerre kadar zarar gelmediği görülmüştür.
Cenâb-ı Hakk’ın gücü ve kudreti hiçbir zaman hesaba ve kitaba gelmez. Nitekim, ateşin yakıcı olduğunu herkes bilir ama Hazret-i İbrahim aleyhisselâma Nemrud’un yaktırdığı o muazzam ateş hiçbir şey yapamadı. Bunu elbette okumuş ve duymuş olacaksın. Ama bu niçin böyle oldu, diye hiç düşündün mü?
Bıçak kesici bir şey olduğu halde İsmail aleyhisselâmı, niçin kesmedi, kesemedi?
İnsanı boğduğu herkes tarafından bilinen su Musa aleyhisselâmı ve kavmini niçin boğmadı ve onlara on iki yerden yarılarak yol verdi de Firavun geçerken hepsini birden boğuverdi? Bunların emsali pek çoktur.
Kudret-i İlâhiye sonsuzdur. Bizini ufacık aklımızın bu gibi esrarı çözmeye kâfi gelmediği, her irfan sahibi için malûmdur. Bize düşen vazife, ancak mülkün sahibi Allah Teàlâ’nın emirlerine inkıyad edip yasaklar ve günahlardan kaçmaya çalışmaktır.
Künûzü’l-Hakâyık fî Hadîs-i Hayri’l-Halâik adlı eserin 56. sahifesinde şöyle bir hadîs-i şerif yazılıdır: “Haramdan on arpa ağırlığındaki bir şeyi terk etmek, seksen bin nafile hacdan efdaldir”.
Bunu diğer hadîs-i şerifler de te’kid etmektedir. Binâenaleyh gerek haram, gerekse sair günahlardan kaçmanın ne kadar lüzumlu olduğu anlaşılmaktadır. İsmail Hakkı Hazretleri’nin el yazısıyla yazdığı büyük günahları şerh eden kitabını biiznillâhi Teàlâ yazmaya çalışacağız. Yalnız şunu sakın unutma; bu evliyaların hallerine asla itiraz etme! İnsanlık bizim bildiğimiz gibi değil, hayalimizin alamayacağı kadar çok yüksektir. Hazret-i Ali (r.a.) Efendimiz’in sözleri bunu ne kadar canlı anlatır. Der ki:
“Sen kendini küçük bir şey mi sanırsın? Hayır, belki sende büyük âlem gizlenmiştir”. Yâni şu gördüğün koca âlem durulmuş bu insanın içine konmuştur. Sen kâinatı içine alan bir atomsun. Kâinat insanda olunca artık insanın gücünü, kıymetini ona göre takdir etmek gerekir.
Bugünkü bütün inkişaflar hepimizin gözü önünde. Bunlara itiraz etmek nasıl mümkün değilse, evliyaların el ve dillerinden sâdır olan ahvalleri de olduğu gibi kabul etmek, hürmet ve saygı göstermek insanlığın iktizasıdır.
Her müslüman eserine başlarken evvelâ Allah Teàlâ’ya hamd ü sena etmeyi, arkasından Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e salât ü selâm getirmeyi, âl ü ashabına ve bilcümle mü’-minlere dua etmeyi bir borç bilmişlerdir; hattâ besmele, hamd ü sena ve salât ü selâmları eserlerinin başına koymayanların kitaplarında hiçbir hayır yoktur, denilmiştir. Buna binâen İsmail Hakkı Hazretleri de kitabının başına Besmele-i şerife ve Allah Teàlâ’ya hamd ü senayı, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e, âl ü ashabına salât ü selâmı koymayı ihmal etmemiştir. Bundan sonra eserine başlar: “Bu fakir Şeyh İsmail Hakkı der ki: Muhammedi’s-Sâfi ismindeki zât benden Türkçe olarak büyük günahları açıklayan bir kitap yazmamı rica etti. Ben de Allah Teàlâ’nın rızasını taleb ederek kabul eyledim. Hak Teàlâ Hazretleri bizi ve bütün mü’min kullarını, hatâ ve günahlara düşmekten korusun. Ve yine hepimizi hidayette ve doğu yolda daim eylesin, Hepimizi hakikî tevhid ziynetleriyle ziynetlendirsin ve İslâmın şan ve şerefini kat kat arttırsın.
Birinci Büyük Günah
Allah Teàlâ’ya. mahlûkatından bir nesneyi ulûhiyyette şerîk kılmaktır. Gerek o şirk ettiğine “Vâci-bü’l-vücud” ve gerekse “İbâdete lâyık” desin. Vakıa müşriklerin çoğu şerik ittihaz ettikleri nesneye “vâcibü’l-vücud” dememişlerdir. Belki Allah Teàlâ’nın ulûhiyet ve hâlıkiyetini ikrar edip, putlara ibâdeti, Hakk’a takarrüp için sebeb-i karîb kılmışlardır. Âyet-i kerîmede, “Gözünü aç, halis din Allah’ındır. Onu bırakıp da kendilerine birtakım dostlar edinenler (derler ki:) Biz, bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz...”. (ez-Zümer: 3) buyurulmaktadır.
Pes şirk ile kâh murad olur ki, mutlak küfür murad olunur. Gerekse orada ibâdet edilecek put bulunmasın. Zira küfür şirkten hâli değildir. Âyet-i kerimedeki şirkten murad küfürdür.
Eğer böyle olmasa Yahudi, Nasarâ ve emsalinin de mağfur olması lâzım gelir. Zira ehl-i kitap olduklarından müşrik denilmez, belki kâfir denilir.
Müşrik ve müşrikin gayrı mutlaka kâfirdir ve mağfur değildirler. Bazen de müşrikten putlara tapanlar kast olunur. Elhâsıl burada şirkten murad mutlaka küfürdür. En büyük günahtır. Şu kimseden ki, küfür kelimesi veya küfrü mucip bir fiil sâdır olursa buna dahildir. Meselâ puta secde etmek, Mushaf-ı şerifi mezbeleye koymak veya üzerinde oturmak ve emsali gibi.
Zira şeriat sahibi bu gibi ma’siyetleri alâmet-i tekzib (inkâr alâmeti) kılmıştır. Pes bunu işleyenin içinde tasdiki varsa da itibar olunmaz, belki küfrüne hükmolunur.
Küfrün hükmü beştir:
Birincisi: Bütün hayırlı amelleri bâtıl olur. Yalnız bunu bir zor ile yaptıysa müstesna. Haccını kaza eder, diğer ibadetleri kaza olunmaz. Zira hac ömürdü bir kere farzdır. Vakti ölünceye kadar bakidir.
İkincisi: Nikâhı fesh olur. İmam A’zam ve İmam Yûsuf buna nikâhın feshi derler, talâk demezler. Hattâ üç kere sâdır olsa bunlara göre “hülle” lâzım gelmez. İmam Muhammed rahimehullah bu nikâhın feshine talâk der. Onun için erkekden üç kere küfür sâdır olursa hülle vâcib olur. Avretten küfür sâdır olduğu takdirde tevbe ve nikâh üzerine zorlanır. Eğer erkekden sâdır olursa tevbeden sonra kadın muhayyerdir. Kadın eğer nikâhı kabul ederse, evvelki mehrinin üzerine on dirhem gümüş ziyade edilir.
Üçüncüsü: Kestiği haram olur. Zira mürtedin boğazladığı murdardır. Ondan yememek lâzımdır.
Dördüncüsü: Mürtedi katletmek helâldir. Katleden kimseye diyet lâzım gelmez.
Beşincisi: Tevbe üzerine zorlanır. Tevbeden murad söylediği sözden rücûdur. Yalnız kelime-i şehadet getirmek değildir.
Bir kâfire iman telkin olunsa, “Din-i İslâm’ın maadası olan bütün bâtıl dinlerden berî oldum” demesi lâzımdır. Eğer mürted irtidadını inkâr ederse, tevbeden sayılır. Eğer tevbe ve rücû etmezse katli vâcib olur. Cehennemde ebedî kalır. Hadîs rivayetlerine göre, vakıfları bâtıl olur ve eğer mürtedlik üzerine ölür veya katlolunursa kelp gibi bir çukura atılır, hiçbir milletin mezarlığına gömülmez.
Bundan sonra şirk ikidir:
Birincisi: Şirk-i celî (aşikâr şirk) ki murad küfürdür.
İkincisi: Şirk-i hafî, ki, murad riyadır. Mûrâi olana müşrik dediler. İbâdeti Allah celle celâlühu için eylemez ve halktan tenha olunca namaz kılmaz, halk ile olunca kılar. Oruca ise riya girmez.
İkinci büyük günah, haksız yere adam öldürmektir. Eğer kısas tarikiyle katlederse helâldir. Kati; hayatı izaledir. Pes (bu sebeple) bunda başkasının işi muteberdir. Mevt ise hayatın zevali yâni yok olmasıdır. Bu sebeple bunda başkasının işi muteber değildir ve bundan anlaşılır ki, mevt ve kati nefsi natıka üzerine vaki olur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Her canlı ölümü tadacaktır” buyurulmuştur. Lâkin bu dünya ve âhirette olan elem ve azabın her ikisine de elem-i azab-ı cismânî ve ruhanî derler. Berzah’da olana ise, sadece elem-i azab-ı ruhanî derler. Lezzet ve sevap da böyledir. Binâenaleyh Berzah’da yâni dünya ile âhiret arasında hâil olan âlem-i misâle ruhanî derler. Zira ruhların karar kıldığı yerdir.
Pes orada olan naîm ve cahîm lefifiyet üzerinedir. Nitekim hadîs-i şerifte, “Kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurulmuştur. Yâni bu hadîs-i şeriften ehl-i cennetin bilfiil cennete ve ehl-i cehennemin bilfiil ateşe girmeleri lâzım gelmez. Zira bilfiil duhûl etmek haşr-ı cismânîden sonradır. Belki ruhâniyetleriyle cennet nimetlerinden lezzet alır, cehennem ateşiyle elem duyar. Elhâsıl (hulâsa) bilfiil duhûl cismâniyete bağlıdır. Meğer ki ruhâniyet dahi fiilde dahil olsa. Velâkin buna duhûl-i müteâraf demezler. Nitekim bir kimse rüyasında ya bostana veya zindana girse, her ne kadar ruh lezzet veya elem duysa da uyanıkken girmesi gibi olmaz.
Bundan sonra kişinin kendi nefsini katletmesi de buna dahildir. Fakat bu mes’ele aşağıda hususî olarak gelecektir.
Üçüncü büyük günah, müslüman anne ve babaya sözle veya fiille âsi olmak.
Ukûk kelimesi, bir’in, yâni itaatin zıddıdır. Yâni üzerine hakkı vâcib olan kimsenin emrine itaat etmemektir. Binâenaleyh sözün mânâsı müslüman anne ve babaya sözle yahut fiille eziyet etmektir. Eğer onlara isyan hakları zayi etmeye sebep olursa bu günahtır.
Aksi halde, “Allah’a isyan olan işte mahlûka itaat yoktur” mucibince, mahlûkun rızası için Hakk’ın rızasını terk etmek yoktur. Meselâ, namaz kılmaya, oruç tutmaya, haccetmeye mâni olsalar, böyle hususlarda onlara muhalefet etmeye isyan ve ukûk demezler.
Eğer anne ve baba kâfir iseler, şirkle ilgili olan işlerde onlara dahi itaat etmemek gerekir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de, “Eğer onlar sence ilimde (yeri) olmadık herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin yoluna uy. Nihayet dönüşünüz ancak banadır. (O vakit) ben de size ne yapıyordunuz, haber veririm” buyurulmuştur.
Binâenaleyh ma’siyet (günah) olmayan işlerde hizmet ve itaat lâzımdır. Hattâ demişlerdir ki, onları kiliseye götürmek yoktur, fakat kiliseden evlerine dönüşte yardım caizdir. Bundan anlaşılıyor ki, müslüman talebelerin kâfir olan hocalarına şarap vermesi caiz değildir. Zira fıska yardım etmiş olur. Diğer günahlar da buna kıyas olunmalıdır. Demişlerdir ki: Nafile namazı kılarken annesi çağırsa, namazı bozup ona cevap vermesi gerekir. Zira validesine icabet etmek, nafile ibâdetten efdaldir. Çünkü icabet farzdır. Onun için zaman-ı evvelde rahip Cüreym namaz kılarken annesi çağırdığında cevap vermemesi bazı zâni kadınlarla itham olunmasına sebep oldu.
İmam Gazali rahimehullah buyurur ki, ulemânın çoğu bunun üzerinedir ki, şer’an şüpheli olan işlerde anne ve babaya itaat vâcibtir. Haramlığı açıkça bilinenlerde ise vâcib değildir. Zira şüphelileri terk etmek verâ babındandır, anne ve babanın rızası ise vâcibdir. Yine bir kimse namaz caiz olacak kadar Kur’an bilse anne ve babanın rızası olmadıkça ilim talebi için çıkması caiz değildir. Zira Kur’an’ı hatmetmek nevâfildendir. Sâir zarurî olmayan ilimler dahi buna kıyas oluna. Amma zarurî olanda itaat lâzım değildir; ahkâm-ı zahire ve ahlâk-ı bâtına gibi. Ve kezalik meâsî-i zahire ve meâsî-i bâtıneyi öğrenmek gibi. Meâsi-i bâtıneden murad; hased, kibir, riya, sû-i zan ve emsalidir.
Ve anne-babaya vâcibtir ki, kötü muamele ve zulüm ile çocuklarının âsi olmalarına sebep olmayalar. Aksi takdirde onlar dahi günahkâr olurlar. Zira böyle yerlerde sebep olmak muteberdir. Hattâ bir kimse başka bir kimsenin ana-babasına sövüp, diğer adam da onun ana-babasına sövse, sebep olduğu için kendi ana-babasına sövmüş gibi olur ki, bu da ebeveyne isyandan sayılır.
Bundan sonra, onları isimleriyle, meselâ; “Yâ Abdullah!”, “Yâ Ali!” yahut “Yâ Âmine!” “Yâ Fâtıma” diye çağırmak söz ile isyandır. Yine hoşlanmadıkları şeyi onlara söylemek de onlara âsi olmaktır.
Hulâsa, gerek huzurlarında gerek gıyablarında onları hürmetle anmalı ve rahatsız olacakları sözü söylememeli. Hayatlarında ve ölümlerinden sonra onları hayır dua ile anmalı.
Fiil bile isyandır ki, onların önünden yürüye. Meğer ki, yürümesi, yolu düzeltmek, eziyet verecek şeyi gidermek veya muhafaza için ola. Hoca ve talebe, metbu ile tâbi dahi böyledir. Onun için Ebû Bekri’s-Sıddîk Hicret gecesinde bazen lüzumu halinde Resûlûllah sallallahu aleyhi ve sellemin önlerince yürürlerdi. Aynı şekilde yeme, içme, oturma ve konuşmada da öne geçmemek gerekir.
Ve bir kimsenin valideyni, her ikisi veya birisi kâfir olsa hidayet ve tevfikleri için dua ede. Nitekim Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, pederi Âzer için dua ederdi. Sonra küfr üzere öldüğü ortaya çıkınca duayı terketti. Zira, kâfire vefatından sonra hayır dua etmek yoktur.
Bizim Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin pederi Abdullah ve validesi Âmine gerçi câhiliyet üzerine vefat ettiler. Amma bazı ahbar-ı âhad ile sabittir ki, Rasûlüllah onları Hacc-ı Vedâ’dan dönüşte Allah Teàlâ’nın izniyle diriltip imân telkin eyledi. Amcaları Ebû Talib dahi ihya ve onlara dahi telkin eylediler. Nitekim İmam Kurtubî, Tez-kiretü’l-Mevtâ’da ve nice ulema-yı kibar dahi zikredilen rivayetlerin doğru olduğuna hükmetmişlerdir. Pes, bu mânâ Rasûlüllah aleyhisselâmın makamının yüceliğine delâlet eder. Zira, dünyada Hızır ve İsa aleyhimüsselâm nice ölüleri diriltmişlerdi. Halbuki Rasûlüllah, İsa’dan efdaldir. Binâenaleyh bu mânânın meydana gelmesi onların şan-ı âlilerine nisbetle uzak değildir. Nitekim tefsirimiz Rûhü’l-Beyân’da ve Muhammediye kitabı üzerine olan şerhimiz Ferâhu’r-Rûh’da genişçe yazılmış ve anılan hususa delâlet eden sahih haberlerin cümlesi toplanmıştır.
Li-Muharririhi:
Dedi Mevlâ Haber-i Kudsî’de;
“Sebekat rahmetî âlâ gadabî”
Gadab etmez bu ümmete zira,
Rahmet-i mutlaktır Zât-ı Nebî
Dördüncü büyük günah, düşmanla harp etmekten kaçmaktır. Bunun Arapçası olan zahf, zâ-i mu’ceme ve ha-i mühmele ile, emeklemek ve aheste aheste gitmek, sürtünmek ve karnı üzerinde sürünmek mânâlarına gelir.
Kâmus’ta gelir ki: Zahf = Ordu düşman üzerine yürüyor.
Müfredat’ta gelir ki, zahf’ın asıl mânâsı, ayağı çekerek yavaş yavaş hareket etmektir. Yürümeden önce küçük çocuğun emeklemeye başlaması, devenin yorulduğu zaman ayağını sürterek yürümesi ve askerin çok olduğu zamanda hareketinin güçleşmesi gibi.
………. ………’da gelir ki, zahf, çokluğundan dolayı ağır ağır hareket ettiği zannedilen ordudur.
Kamuslardan nakledilenler burada bitti. Pes burada “Firavun minezzahf”dan murad, harpte düşman askerinden kaçmaktır. Velâkin misil ile veya zaifle mukayyettir. Yâni firar ettiği kâfir harbî, bir kimse veya iki kimse olursa; kaçması kebâirden (büyük günahlardan) olur, ama eğer düşman ikiden ziyade olsa ol vakitte bir müslümanın üç adet kâfirden kaçması, firar etmesi kebâirden olmaz. Belki insan takat getiremediği yâni gücü yetmediği nesneden firar etmek gerekir. Nitekim Hazret-i Musa aleyhisselâm nübüvvetten önce Mısır’da Kıbtîlerden firar eyledi. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de gelir: “Sizden korkunca da hemen içinizden (bırakıp) kaçtım. Nihayet Rabbim bana bir hüküm verdi ve beni peygamberlerden yaptı” (eş-Şuarâ: 21).
Demişlerdir ki: “Güç yetirilmeyen şeyden kaçmak peygamberlerin sünnetlerindendir”.
Bundan anlaşılır ki, mü’min ne kadar zayıf olsa yine kâfirin kuvvetlisinden kuvvetlidir. Zira şecaat, fıtrat-ı asliyyenin selâmetine bağlıdır. İman ise fıtrat eseridir. Bu sebeple kâfir korkaktır. Zira küfürle fıtrat-ı asliyyeyi değiştirmiştir. Ve mü’minin kendi nefesinde iki düşmanı vardır ki, biri tabiat ve biri nefistir. Veyahut biri nefis ve biri dahi şeytandır. Ve bunların sıfatları küfürdür. Nitekim ruhun ve kalbin sıfatları imandır. Bu yüzden mü’min kendi nefsinde sıfat-ı kalb ve ruhla muttasıf olup zikrolunan nefis ve şeytan düşmanlarına galib olunca, âfakta dahi bu iki düşmanın hükmünde olan harp eden kâfire dahi galibtir. Zira iman ve takva nur, küfür ve ma’siyet zulmettir. Zulmet ise nurla yok edilir. Onun için Kur’ân-ı Kerîm’de, “Biliniz ki Allah müttakîlerle beraberdir” buyurulmuştur.
Bu sebeptendir ki, bazı vakitlerde zikr-i cehrî ederler. Zira düşman ve hırsızla karşılaşıldığında korkutmak için tekbiri açıkça söylemek meşrudur. Nefis ise (düşman), şeytan ise (hırsızdır). Bu sebepten tekbiri açıktan söylemek bu düşman ve hırsızı defetmek içindir. Yoksa Allah Teàlâ’nın yanında açık ve gizli söylemek beraberdir. Onun için tezkiye-i nefs edenler çoğu zaman gizli yaparlar veyahut zikr-i kalbi edip görünüşte sessiz otururlar.
Beşinci büyük günah bid’attir. Malûm ola ki, bid’at, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabından radıyallahü anhüm, maruf ve mahud olan yâni öğrenilen tarikat-ı meslûkenin (gidilen yolun) hilafı üzerine ihdas ve icad olunan nesneyi itikad etmektir. Velâkin bu ihdas olunan nesne inad ve mukabele yolu ile küfüdür. Ve eğer bir nevi şüphe yâni bâtıl delil ile olursa küfür değildir. Yâni ehl-i bid’atin delili sabit delile benzer, velâkin hakikatte sabit değildir. Zira cümlesi medhûldür. Ve delillerin Kur’an’dan olması bir şey ifade etmez. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur: “...Allah onunla bir çoğunu şaşırtır, yine onunla bir çoğunu yola getirir. Onunla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz” (el-Bakara: 26). Yâni “Allah Teàlâ Kur’ân-ı Kerîm’le nicelerini idlâl ve nicelerine hidâyet eder”. Binâenaleyh ehl-i sünnet ve’l-cemaat gibi gerçek hidâyete mazhar olanlar Kur’an’ı hakikati üzerine anlamışlardır. Bunun için delilleri müddeâlarına (iddia ettikleri şeye) mutabıktır (uygundur).
Delâlete (sapıklığa) yakın olanlar ise fırka-i dâlle (sapık fırkalar)dır ki, yetmiş iki fırkadır. Onlar kötü anlayış ehli oldukları için delilleri müddeâlarına mutabık değildir. Bu sebepten bunların itikatlarında bozukluk ve noksanlık vardır. Velâkin bazı itikat küfre götürücüdür. Mutezile, Cehmiyye ve Felâsife itikatları gibi ki bunlar Hakk’ın birliğini itiraf edip Hakk’ın yüce sıfatlarını inkâr ederler. Meselâ Allah Teàlâ bizatihi Âlim’dir ve bizatihi Kâdir’dir derler, Hakk’ın zatıyla kaim başka ilim sıfatı ve kudret sıfatı ispat etmezler. Bunun için bunların imanları muteber bir iman değildir. Bazılarının itikatları küfür cinsinden değildir. Bu sebeple kebâirden sayılan bid’at bu taifenin bid’atidir. Yoksa küfür olan bid’at değildir.
Demişlerdir ki, Mutezile taifesi ehl-i kıbledir ve ehl-i kıbleyi kâfir saymamak ehl-i sünnetin bir kaidesidir. Bunlar ise Kur’ân-ı Kerîm’e mahlûktur ve Allah’ın görülmesi imkânsızdır, derler. Rafızîler, şeyhayne (Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’e) söverler ki, bunların cümlesi küfürdür. Bundan dolayı hemen ehl-i kıble tekfir olunmaz, hem bu sıfatları küfürdür, denemez; ikisi bir yerde toplanmaz. Nitekim Şerh-i Akaid’de açıklanmıştır.
Ve yine demişlerdir ki, “elmaellü lâ yükeffir”. Yâni bazı insanlar te’vil ile halâs olur ve kâfir olmaz. Zira kâfir küfrü kabul edendir. Tekfir edilen değil, vakıa her nesne te’vil götürmez. Bunları iyi anla!
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı radıyallahü anhüm zamanlarında olmayan bid’at iki nevidir ki, bid’at-ı kabîha ve biri dahi bid’at-ı hasenedir. Bid’at-ı kabîha odur ki, sabit sünnete aykırı olarak ve bir şer’î emrin illeti baki iken onu ortadan kaldıra. Amma bir nesne ki, sünen’de ihtiyat üzerine muayyen ola, onu işlemek müstahsendir. Nitekim İhyâ-u Ulûm’da açıklanmıştır.
Ve bid’at-ı hasene odur ki, Allah Teàlâ’nın emrettiği tâat cinsinden ve ibâdette ziyade kabilinden ola ve şeriat tarafından o hususta nehiy varid olmaya. Nitekim “Şerh-i Garibü’l-Hadîs”de yazılıdır.
İmam Deylemî Firdevs-i Âlâ adlı kitabında Enes bin Mâlik radıyallahü anhden, Enes de Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellemden nakleder ki: “Her bid’at dalâlettir. Böyle olunca “Şir’a”nın baş taraflarında ibâdette olsa da bid’at çıkarmak caiz değildir, diye yazılıdır.
Zira yukarıda geçen nass’a (dinî delile) muhaliftir. Yine “...Onların (yeni bir âdet olmak üzere) ihdas ettikleri ruhbanlığa (gelince:) Onun üzerlerine biz farzetmedik. Ancak (onlar bunu sırf) Allah’ın rızasını aramak için yaptılar. Fakat buna hakkiyle riayet de etmediler. Biz de içlerinden (gerçek) iman edenlere mükâfatlarını verdik. Onlardan birçoğu ise (doğru yoldan) çıkanlardı”, âyetinden alınan mânâya muhaliftir. Zira Allah Teàlâ ruhbaniyeti hıristiyanlar muhafaza etmedikleri için zemm ve tevbih (azar) eyledi. Ruhbaniyetten murad, dağlarda, mağaralarda tenha oturmak ve nefis yemekleri, güzel elbiseleri ve benzeri şeyleri terk etmektir.
Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Bir kimse İslâm’da güzel bir çığır açarsa, o yaptığı işin ecri ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin ecri - kendi ecirlerinden de hiçbir şey noksanlatılmaksızm - o adam içindir”.
Böyle olunca, bu nevi bid’at-ı haseneye sünnet denilmesinin şerefi ümmetin kâmillerine kıyamet gününe kadar kâfidir.
Bu sebeptendir ki, ümmetin kutuplarından Şeyh Ebû Medyen-i Mağribî (kuddise sırruh) Hazretleri yemekten sonra iki rekât namazı sünnet kıldı. Hâlâ etbaı arasında sünnet kılınmış bir iş olarak kalmıştır.
“İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn”de yazılıdır ki: “Her mubah olan nesne sahabe radıyallahü anhden nakledilmiş değildir. Binâenaleyh bir kimse gerçek vecd ehli olup başından vecd halinde sarığı düşse, ehl-i vecd olmayıp orada bulunanlar ona muvafakat için başlarından, sarıklarını uzaklaştırsalar, mubahtır. Gerçi bu çeşit şeyler sahabeden sadır olmamıştır. Dikkat et ki, ashab-ı kiram hazretleri, Rasûlüllah’a kıyam etmezlerdi. Zira onun bu hareketten hoşlanmadığını bilirlerdi. Velâkin bir şehirde hürmet edilmek ve kalbi hoş edilmek istenen kimseler için ayağa kalkmak o memleket halkının âdeti olsa beis yoktur”.
Yine ilmi ile âmil âlimlere ve adaletle idare eden hükümdarlara hürmet için elini göğsüne koyup ve biraz eğilmekte bir sakınca olmadığı Kitabü’l-Evrad’da açıklanmıştır.
Ve bazı hakkında nehiy vârid olan nesneleri işlemek dahi mekruh değildir, savm-ı visal gibi. Zira, savm-ı visal hakkında gelen nehiy, nehy-i tahrim değildir, belki nehiy-i terfîh ve şefkattir. Zira bir nesne ki, bize faydası olsa, zararı olmasa anın terki ve yapılması kerahetsiz sahihdir. Nitekim, “Sizden iki adalet sahibini şahit kılın” (et-Talâk: 2), nazm-ı kerîminde olan şahid kılma emri, bu işi vâcib kılmak için değildir, belki terfih ve şefkattir. Böyle olunca bir kimse şahid tutmayı terketse günahkâr olmaz ve mekruh dahi değildir.
Ehlullahın işlemiş oldukları ve doğruluğunu haber verdikleri işleri yapmak güzel görülen işlerdendir. Hattâ nice sâdık irade ehli yanında faziletli işlerdendir. Zira imam Şa’rânî kuddise sirruh, Kitabül-Cevâhir’de yazar ki, sâdık velîlerin sözleri içtihad delillerinden daha kuvvetlidir. Zira müçtehidin yanılması veya râvinin yalan söylemesi veya yanılma ihtimali vardır. Sâdık velilerin hali böyle değildir. Zira onlar Cenâb-ı Hak’dan vasıtasız olarak ilim almaya kadirdirler. Onun için bazen “Ahberenî Rabbî = Rabbim bana haber verdi” derler.
Hazret-i Şeyh Sadreddin kuddise sirruh, “Hadîs-i Erbain Şerhi”nde diyor ki: “Her varlığın Hakk’a iki cihetten irtibatı vardır:
1. Vasıta ile,
2. Vasıtasız.
Pes vasıtasız olan irtibat ve ilim ve feyz almayı inkâr etmek felsefecilerin yoludur. Bu makamda olan delillerin tamamı için nevâfil hakkında yazdığımız risaleye bakılsın.
Bundan sonra; yetmiş üç fırkanın biri ehl-i sünnet ve’l-cemaat ve kalanları ehl-i bid’at oldukları sahih hadiste yazılıdır. Lâkin bunlar zahir ehline göredir. Tasavvuf erbabına göre dahi başka ehl-i bid’at vardır. Zira demişlerdir ki, sûfiyye taifesi on iki fırkadır ki, bir ehl-i sünnet, diğerleri ehl-i bid’at ve sapık yolun yolcularıdır. Böyle olunca bir kimse ki, içte itikadı ve dışta ameli ehl-i sünnetin, ehl-i zahir ve ehl-i bâtının ameline muvafık olursa makbuldür, değilse merduddur. Nitekim zamanın iddiacılarının çoğu bu kabildendir.
Nefs-i Emmâre l 147
Allah bizim ve bütün müslümanlarm halini, Nebiyy-i Emîn, Kitab-ı Mübin ve Melâike-i Mukarribîn hürmetine ıslah eylesin.
Limuharriri
: (Yazarı tarafından)
Bid’at ile
bu cihan doldu ahî
Neler olsa
gerek cihanda dahî
Münhedim
oldu binâ-yı Sünnet
Anı
hedmedene olsun la’net
Kim ki hariç
olsa Şeriatten
Duymaya şemme
bu tarikatten
İdegör ışkı
kendine pîşe
Nice bir zühdle
bu endîşe
Kim ki bula sülük
içinde fena
İrişe
menzile bî renc u anâ
İhyâ-u Ulûm'da deniyor ki: “Bid’atçı bir vaizi va’zından menetmek vâcibtir ve onun meclisine hazır olmak dahi caiz değildir. Meğer kim ya kendini veya gücü yeterse hazır olanların bir kısmını reddetmek niyetiyle ola. Aksi halde bid’atı dinlemek caiz değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman - onlar Kur’an’dan başka bir sözle meşgul oluncaya kadar - kendilerinden yüz çevirir. Eğer şeytan seni unutturursa, o halde hatırladıktan sonra artık o zâlimler güruhu ile beraber oturma” buyurulmaktadır.
Ve Eşbah’da yazılıdır ki, ehl-i bid’ate zekât vermek caiz değildir. Pes verse iade lâzımdır. Ehl-i sünnet ile ehl-i bid’at arasında nikahlanma dahi dürüst değildir. Bu sebeple ehl-i bid’attan ziyade sakınmak lâzımdır.
Altıncı büyük günah, ilhaddır. Yâni Harem-i Mekkî - ki, Haremullahdır - onda büyük olsun, küçük olsun günah işlemektir. Pes Harem-i Şerifte küçük günah, büyük günah hükmündedir. Ve makamın hürmetinden ötürü, bir büyük günah iki büyük günah yerindedir. Hattâ demişlerdir ki, bir günah, yüz bin günah yazılır; bir iyilik yüz bin iyilik yazıldığı gibi.
Demişlerdir ki, eğer bir kimse Harem-i Şeriften hariçte bir günahı düşünse ve bilfiil yapsa bir günah yazılır, yapmazsa yazılmaz. Amma Harem-i Şerifte günah işlemeyi düşünse, bilfiil yapmasa dahi günah yazılır.
Onun için müfessirlerin sultanı, Kur’an’ın tercümanı İbn-i Abbas radıyallahü anh, Mekke’den hicret edip Taife yerleşmeyi ihtiyar etti. Nur saçan kabirleri de oradadır; insanların ziyaretgâhıdır.
Demişlerdir ki, bir kimse Harem-i Şerifte hizmetkârına sövse, yiyecekleri karaborsa yapsa ve bunun gibi şeyler ilhaddandır.
Kur’ân-ı Kerim’de buyuruluyor ki: “Kim orada zulm ile ilhada yeltenirse biz ona pek acıklı bir azab tatdınrız”, (el-Hac: 25).
Hattâ İbn-i Mes’ud’dan rivayet edilmiştir ki, bir kimse Yemen’de Adn vilâyetinde iken Mekke’de bir kimseyi katletmek kastedse azab-ı elîme mübtelâ olur.
Ve demişlerdir ki, Harem’de ilhad etmek, halkı onun tamirinden men etmektir. Haccetmek de imaretten (Kabe’yi mamur kılmaktan) sayılır. Bu sebeple hacıların yolunu kesen bedevi Araplar, eğer bunu helâl sayarlarsa kâfir olur. Helâl saymazlarsa büyük günah işlemiş olurlar.
Haremeyn-i Şerîfeyn’in (Mekke’deki Kâbe-i Muazzama ile Medine’deki Ravza-i Mutahhara’nın) şânı ziyade yüce olmakla bazı âlimler mücâveretini (yurdunu terkederek Haremeyn-i Şerîfeyn’de ibâdetle geçirmeyi) mekruh addetmişlerdir. Zira hakkına riayet güçtür. Belki ziyaret edip vatanına dönmek gerektir. Meğer ki ziyade ehl-i diyanet ve riayet ola. Bu surette ruhsat verilmiştir.
Pes bu anlatılanlardan anlaşıldı ki, ilhaddan murad, itikad cihetiyle olan meyil ve sapma değildir. Zira bu mânâ bid’atte vardır. Bunun için tekrara hacet kalmaz. Gerçi bid’ate de ilhad ve ehl-i bid’ate de ehl-i ilhad derler. Zira ehl-i sünnetin yollarından sapmışlardır ve dalâlet yoluna sapıp gitmişlerdir.
Ebû Cafer nakli üzerine Harem-i Şerifin doğu tarafından sınırı altı mil, kuzeyden sınırı iki veya dört veya üç mil, batı tarafından on sekiz mil, güneyden yirmi dört mil yerdir. Bu sınırlamanın sebebi şöyledir: Esved, cennet yakutlarından nur saçan bir yakut idi, yerine konulduğu zaman nuru nereye de ulaştıysa ol muhterem mahal Harem itibar olundu (kabul edildi).
Bazıları dediler ki: Allah Teàlâ’nın hitabına ilk defa icabet eden Harem’in yeridir (toprağıdır). Onun için muhterem oldu.
Ve bazıları dediler ki: Harem’in hududu Cebrail aleyhisselâmın tâyini ile hâsıl olmuştur. Bunun üzerine Cebrail’in tâyin ettiği yerlere İbrahim aleyhisselâm taşla nişan koydu. Bu âna kadar miller ile sınırları tesbit edilmiş ve bildirilmiştir.
Bazıları da dediler ki: Allah Teàlâ yedinci kat gökte olan Beyt-i Ma’mur’u, Âdem aleyhisselâm için indirip Kâbe-i Mükerreme’nin yerine koyunca onun nuru doğu ve batı arasını aydınlattı. Bu sebepten şeytanlar hava yüzünden âlemin etrafına bakıp ol nuru Mekke-i Mükerreme tarafında gördükleri zaman ona yakın olmak istediler. Allah Teàlâ dahi melekler gönderip Harem’in etrafında işaretler olan yerlerde durup şeytanları Beyt-i Ma’mur’a yaklaşmaktan men eylediler, onun için Harem denildi.
Bundan anlaşılır ki, insan-ı kâmilin kalb-i müniri (nur saçan kalbi) Harem-i İlâhî’dir ki, ona şeytan yakın olamaz. Zira Zât’ın nuru ile yanar. Ve bundan şu mânâ alınır ki, Nefs-i Kabe, Makam-ı Zât’a işaret olmakla içine şeytan girmeye. Vakıa sıfatlar âlemine nazır olan Metaf (tavaf edilecek yer)’da pervasızca gezer ve tavaf edenleri sapıtır.
Rivayet olunur ki, Hazret-i İsmail’in koyunları Harem-i Şeriften taşraya çıkmazlar, belki daima dahilinde otlarlardı. Ve hududa yakın olsalar yine Harem’e dönerlerdi.
Amma bu şeriatta halen Harem’in avı, ağacı ve izhır dedikleri ottan başkası haramdır, ondan faydalanılmaz. Nitekim yerinde beyan edilmiştir.
Yedinci büyük günah; hamr, şarâp içmektir. Yâni üzüm suyu ki, çiğ olup kaynasa ve keskinleşse onun azını ve çoğunu içmek büyük günahlardandır. Fıkıhda tılâ dedikleri dahi haramdır. Tılâ odur ki, üzüm suyu pişirilip üçte ikisinden azı kalır. Acemler buna bâde derler.
Nitekim Manzume Şerhi’nde gelir ki, üzüm suyu bir miktar kaynatılsa, sonra keskinleşse azı ve çoğu haramdır. Hamr diye isimlendirildi. Zira aklı örter veya karıştırır. Hadîs-i şerifte gelir ki: “Gubeyradan sakının, zira o herkesin içkisidir”. Hadîs-i şerifteki “gubeyra” lâfzı, Habeşlilerin darıdan yaptıkları sarhoş edici şaraptır. Hümeyra veznindedir. Bütün insanlar arasında bilinen hamr (şarap) gibidir ki, ikisinin arasında fark yoktur. el-Muğrib adlı kitapta böyledir.
“Gubeyra yemek fesâhata sebep olur”, hadîs-i şerifinde geçen gubeyra dan murad Acemlerin sincez dediğidir ki, onun da yemişidir.
Ebû Ali
Sina’ya mensup rubaiyattandır:
Rûz-i Nevruz
neft sîn horden
Merdi efzâyed
u cihan u hüner
Sîn-i sümmâk
u sîn-i senbûse
Sincez u sîb-i
dûsîr u sîr ki u ser
Alâeddin-i Türkistanî, manzumesinde “ban otu” denilen uyku verici “bene” otunu dahî büyük günahlardan addetmiştir. Velâkin “bene”de ihtilâf vardır, nitekim fıkıh kitaplarında yazılıdır.
Hazidetü’l-Acâib’de yazar ki, hamrı ilk önce Acem meliklerinden Cemşîd adlı padişah çıkarmıştır. Kavgaya sebep olduğu için bu ümmet üzerine haram kılınmıştır. Zira şerrin anahtarı ve bütün kötülüklerin aslıdır.
Hadîs-i şerifte buyuruldu ki: “Adam eline bir bardak şarabı aldığı zaman göklerdeki ve yerdeki melekler ona lanet ederler. Eğer onu içerse kırk gece namazı kabul olmaz. Şayet ona devam ederse artık o putlara tapan gibidir”. Nitekim Kuhistanî’de de böyledir.
Bazı fetva kitaplarında der ki: Bir kimse hamr içmeye alışkın olup sonra tevbe edip hasta olsa, hastalığı defetmek için tekrar içmesi caiz değildir. Eğer içmeyip o hastalık sebebiyle vefat ederse günahkâr olmaz, belki sevap kazanır.
Hamre kahve dahi derler. Zira yemek şehvetini yok eder.
Küpte devamlı durduğundan veya devamlı içildiğinden dolayı müdâme de derler.
Devamlı beraberliklerinden ötürü hamr ile küpe ukâr da derler. Hediyetü’l-Mühtedîn’de gelir ki; bir kimseye deseler ki, ihtiyar oldun, hâlâ şarap içersin, niçin tevbe etmezsin?”. Ol dahi, “Hiç kimse anası sütünden sabredebilir mi?” dese kâfir olmaz; eğer muradı çocuk anasının südüne sabredemediği gibi ben de şarap içmemeye sabredemem demek ise. Ve eğer muradı süt gibi helâldir, demek ise kâfir olur. Zira günahı helâl saymak, küfürdür. Nitekim, “Afyon yemek sünnettir” diyen kâfir olur.
Sekizinci büyük günah, zinadır. Zina lâfzı med ve kasrla okunur. Zina, yabancı bir kadını şer’î akid olmaksızın vatı’ etmektir. Meğer ki, bir kimse, yabancı bir kadını kendi hatunu zannedip vatı’ etse ona zinâ demezler. Zira şüphe-i milk vardır. Onun için hadd (ceza) lâzım gelmez.
Şehvet ile helâli olmayan bir kadına bakmak dahi zinadandır (zinaya mülhaktır). Zira zinanın mukaddimatındandır (öncülerindendir).
Hadîs-i şerifte buyurulur ki: “Zina etmek tauna sebeptir. Zira zinada manevî helak vardır”. Onun için Hak Teàlâ dahi helâk-ı sûrî (görünürde olan yok olma) ile mübtelâ eyler. Zira her amelin kendi cinsinden muvafık ve münasip bir cezası vardır.
Belâgat-ı Zemahşerî’de der ki: “İzâ keserettâğutu erselâllahü ettâgune” yâni, “Kaçan (her ne zaman) dünyada zulüm ve isyanda ileri gidenler çok olsa, Allah Teàlâ onların ve gayrilerin üzerine taun gönderir. Onun için, toplanıp taunu ref için dua etmek yoktur. Zira tâun diğer felâketler gibi değildir. Her ne kadar İbn-i Nüceym Eşbah adlı kitapta biraz tecviz ederse de velâkin essah olan evvelkidir. Nitekim Taşköprüzâde risalesinde iyice açıklanmıştır.
Dokuzuncu büyük günah, livâtadır. Livâta Lût aleyliisselâmın kavminin çirkin işidir ki, bunu yapan peygamber diliyle lanetlenmiştir. Ve katle (öldürülmeye) veya yakılmaya veya üzerine duvar yıkmaya, müstehak olmuştur.
Envârü’l-Meşârık adlı kitapta gelir ki, livâtada, İmameyn’e göre hadd (ceza) vâcibtir. Zira İmameyn livâtayı, zinaya ilhak etmişlerdir.
İmam A’zanı radıyallahü an kavli budur ki, Lût olan (livâtayı yapan) kimse ta’zir olunup, tevbesi açıkça belli oluncaya kadar zindanda hapsolunur.
Amma bunun sırrını Şerh-i Ekmel’de beyan edip der ki: Zahir olan budur ki, İmam A’zam’ın görüşü o çirkin işi büyük gösterme yoluyladır. Zira onun kötülüğü ol mertebede değildir ki, katil ve zinaya tertip olunan ceza gibi ona dahi ceza tertip olunsun.. Belki ta’zir etmek fitneyi teskin etmek içindir. Nitekim yemîn-i gamüsta İmam A’zam’ın mezhebi keffâretin vâcib olmamasıdır. Zira büyüklüğünden ötürü keffâretle örtülecek nesne değildir.
Sual olunursa ki, gerçi gulâm (köle oğlanı) mahalli hars ve tevellüd değildir. Lâkin kaza-i şehvet ve istifa-i lezzete mahaldir. Böyle olunca aklın gerektirdiği odur ki, mâlik olan kimse mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilir. Cevap budur ki, şer-i şerif ol mahalde tasarrufa izin vermediği çünkü bu iş gayet-i gabâhat ve nehayet-i habasettendir. Bir kimse kendi nikâhlısına ve cariyesine veya kölesine livâta etse hadd (ceza) lâzım gelmez; yabancıya livâta etse İmam A’zam’dan hadd mervîdir. Bu gibi fiiller livâtadan addolunur. Bir kimse kendi hatunu ile livâtayı helul dese kâfir olmaz, deyu “Şerh-i Akaid”de mesturdur Lâkin hayız halinde hatununa vatı’ helâl dese üstünde ihtilâf olmuştur, ilm-i usûlde hayzı vatı’ı helâldir diyen kâfir olur. Zira haramlığı icmâ-ı ümmet ile sabit olmuştur. Genç bir köleyi fiil-i şeni’ edeceğini zannettiği insana satmak da mekruhtur. Zira ma’siyete yardım etmiş olur.
Üzüm suyunu şarap olmazdan evvel satmak da mekruhtur. Zira bunda da ma’siyete yardım vardır. Müslümana lâyık olan üzüm suyunu ve üzümü kâfire bile satmak takvadan değildir. Çünkü bunların hepsi ma’siyete yardımdır.
Onuncu büyük günah, gasfü’l-muhsanîne ve’l-muhsenatı bizzinâ. Gazif; aslında uzaklara atmaktır. Onun için uzak yerlerde olan evlere gazif, şehirlere de gazüf derler. Sonra sövme ve ayıp için kullanıldı. Gasfü’l-muhsânâ demek, namuslu kadını zinaya nispet etmek demektir. Namuslu bir kadını hor ve âkil baliğ olmuş kimseyi “zina ve fuhuştan korunan kimse” diye tarif olunmuştur. Tarifatta şöyledir: Âkil, baliğ, hür, müslüman kişinin bâliğa, âkile, hür, müslime bir kadına nikâh-ı sahih ile evlilere yapılan fiille iftiraya derler ki, günah-ı kebâirdendir. Bu sıfatlarla muttasıf olan gerek erkek, gerek kadını ya zâni veya zâniye, veled-i zina veya orospu ve bunların emsalini söyleyenlerin azasına seksen sopa vurulur. Zinada ise bekârlara yüz sopa vurulur. Bir kimse diğer bir kimseye “Ya zâni!..” dese, o da “Sen zânisin!..” dese ve dahi bir kimse diğer bir kimseye “Ya Lûti” dese İmameyn indinde hadd (ceza) lâzım gelir. Bir hıristiyan erkek bir hıristiyan kadınla zina etse tarik-i şer’î ile sabit olsa, dövülmekle cezalanır. Bir hıristiyan içki içmekle hadd olunmaz demişlerse de Hasan İbn-i Ziyâd hadd lâzım olur, demiş ve bazı ulemâ bu fetvayı güzel görmüşlerdir. Ve bir kimse mü’minin mahal-i iman ve Kur’an olan ağzına sövse bazı ulemâya göre kâfir olur. Ve bazıları ta’zir ve istiğfar lâzım gelir, demişlerdir.
Onbirinci büyük günah; yetim malı yemek (zulüm ile). Yetim diye, bulûğdan evvel babasından ayrılan çocuğa denir. İnsanın yetimi, babası olmayandır. Hayvanların yetimi de anası olmayandır. Bugün anası ve babası olmayana yetim deriz. Bu yetimin malını haksız yere yemek büyük günahtır. Eğer vâsi olan yetim üzerine ve malına yaptığı hizmet kadar ücret alsa beis yoktur demişlerse de bundan sakınmak evlâdır. Çünkü yetim malım zulmen yiyenin karnına ancak ateş yediği zikredilmektedir ki, ateş, insanı nasıl yakarsa, yetim malı da insanı öylece yakar. Bilâhare cehennem azabına da duçar olur. Rivayet olunur ki, yetim malı yiyen kimse kabrinden kalkarken ağzından ateşler saçarak kalkar. Diğer bir rivayette ise kabrinden; ağzından, burnundan, kulaklarından, gözlerinden cehennem dumanı çıkar ve bu alametle mahşer ehli onun yetim malı yediğini anlarlar. Dünyada iken yediği yetim malı hakikaten ateş idi, fakat gaflet ve hicapların kalınlığından onu ‘anlayamamıştı. Şimdi ise o hicaplar kalkmış olduğundan azabı en acı bir şekilde tadarlar. Diğer iki kötü huyları da, azabları huylara göre meydana çıkacaktır.
Onun için sıfat-ı hamide sahibi olan ve şehid olarak ölenlerin kanları misk rayihası olarak zahir olur. Dünyada iken bu kadar misk rayihası var idi, fakat gafletimizden bunu idrak edemiyorduk. Âhirette ise gaflet kalkıp uyanıklık hâsıl olur, o zamanda iyi ve kötü haller aynen meydana çıkar.
Ortaklık ile yenilen yemek vesaire her ne kadar caiz ise de bilâhare helâlleşmek iyi olur. Çünkü bazısı az yer, bazısı da çok.
Hac yolunda olan ortaklıklar da böyledir. Yetimi ücretsiz kullanmak haramdır, hocası ve kardeşi dahi olsa. Annesi müstesna.
Zağire adlı kitapta “Bir köle veya sabi bir havuzdan biraz su alıp sonra artanını o havuza dökseler, o havuzun suyundan içmek kimseye helâl değildir. Zira aldıkları su kendilerinin malı oldu, bunu havuza karıştırmakla iki suyu birbirinden ayırmak mümkün olmadığı için o su da içilmez oldu. Keza, bir sabî bir havuzdan su alsa; anası, babası dahi zengin iseler o çocuğun suyundan içmesi caiz olmaz”, diye yazılıdır.
On ikinci günah; şehadet-i zûr; yalancı şahitliktir.
Puta dahi zûr deler. Zira yalan ve hakdan meyldir, günah-ı kebâirdendir. Yalan-ı mutlak ve yalancı şahitlik kabâyih-i zünûb ve fâhiş-i uyûbtandır (yâni kabahatlerin en kötüsü ve ayıpların en fenasıdır).
Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, günahları zikrederken yalancı şahitliğe gelince, oturduğu yerden kalkıp bunu üç kere tekrar ettiler. Yalanın merâtibi çok ve değişiktir. Meselâ, namuslu bir kadını zinaya nispet etmek diğer yalanlar gibi değildir. Allah ve Resülü’ne yalan ve iftira elbette diğerleri ile ölçülemez, bu daha büyük günahtır.
On üçüncü günah; faiz ile faydalanmak, ki günah-ı kebâirdendir. Gerek yemek, gerek başka yerlere harcamak caiz değildir. Her ne veçhile tasarruf olunursa olsun haramdır. Meselâ, faiz ile alınan esvap, odun, sabun ilh.... cümlesi haramdır. Câbir radıyallahü anhden rivayet olunur ki, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri, faiz yiyene ve yedirene ve kâtibine, şahidine lanet eylemiştir.
Bir kimse faiz verdiği kimseye, “Ben bunu sana faiz olsun diye vermem, belki helâl ederim” demekle haram olan nesne helâl olmaz. Allah Teàlâ’nın haram ettiği nesneyi, “Ben helâl ederim” demek küfürdür. Abdullah îbn-i Selâm radıyallahü anhden rivayet olunur: “Faizin yetmiş iki günahı vardır. En ednâsı kişinin kendi anası ile zina etmesi gibidir”. Faiz için hîle etmeye, Nikâye denilen kitapta der ki: Bir hile ki halka zarara müeddî (sebep) olmazsa onunla amel etmek caizdir ve sahibi günahkâr olmaz. Faizden de halâs olur. Eğer o hile bir kimseye zarara müeddî olursa; fetvâen caiz olsa dahi diyâneten caiz değildir. Onun için zekâtta hîle etmemek gerektir, zira fukara hakkıdır. Fukara mutazarrır olur.