A. TARİKAT SAHİPLERİNİN YOLU
Kardeş, iyi bil ki, sâlik yâni tarikat sahiplerini matlûba vâsıl edici en güzel yol, Hakk’ı zikirde fenâ-yı külliye erişip varlığından bilküllîye geçip enâniyetten yâni benlikten yok olmaktır. Cümle mücâhede ve riyazetten maksûd budur. Her ne zaman sâdık bir mürid bu kemâli tahsil eylerse, o sâlik için bir vücud-ı mânevi hediye olarak verilir ki, bu , vücud-ı manevî ile matlûba vusul ve müşahedeye müstaid olur. Lâkin bu vusul, âlem-i mahsusta yâni bu âlemdeki yakınlık gibi değildir. Bu vusul ancak bir istiğrak ve teveccüh-i külliyeden ibarettir ki, sâlik o halde cemi’ mâsivâdan fâni olup hemen idrakinde Hak celle ve âlâdan gayrisi kalmaz. Bu hâle meşâyıh, vusul ve müşahede derler. Tarikat büyükleri bu hâli, Fenâ, mahv ve ma’dûm ile tâbir ederler. Müşahede ve vusul ile de tâbir olunur. Her ne zaman ki mürid-i sâdık bu devlete nâil ola, işi asan olup saâdet-i kübrâya yol bulur. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu nimetle şerefyâb eyleyip bunu da dâim eylesin. Âmin...
Kardeş, tarîkimizde nisbetin muhafazası ve ehlinin kemâli hakkında bütün büyüklerimiz, bahusus Hâce Ubeydullahi’l-Ahrar kuddise sirruh Hazretleri birçok sözler sarf etmişlerdir. Hazret, nisbetin muhafazasının vâcib olduğunu ve ehlinin kemâl ve şerefi hakkında buyururlar ki:
“—Cenâb-ı Hakk’la huzur ve âgâhlık -yâni uyanıklık- nisbetini muhafazada meşguliyeti ve ihtimamı şol vasıfta ola ki, sâlik nefesinin giriş ve çıkışında hazır ve uyanık olsa, tâ ki huzur-ı maallah nisbetinde kusur ve fütur vâki olmaya... Gide gide bir mertebeye yetişe ki, bu nisbetin muhafazası kalbinde tekellüfsüz olup, tekellüfle bu hâli içinden çıkarmaya kadir olmaya.
Bazen olur ki, esnâ-i huzurda kendini kendinden bilküllîye alırlar. Şöyle ki: Ne kendinden, ne maksûdundan şuurunda haberi kalmaz. Lâzımdır ki, bu habersizlikten sonra vakta ki kendini kendine bildirirler, tarikimiz üzere âgâhlık nisbetinin muhafazasında kemâli ile sa’y ve içtihadı yerine getire, ki nefsin arzuları ve gaflet gönlüne yol bulmaya...
Şimdi, Hak Teàlâ Hazretleri’ne devam-ı iftikâr ve inkisar ile kemâl ve ümid ve niyaz ü rica etmek bu nisbetin devamına sebeb-i kavidir. Gerektir ki kişi daima Hak Sübhânehu ve Teàlâ’dan bu nisbetin beka ve devamını isteye ve yalvara. Eğer ömrü nihayete kadar bunun muhafazasına sarf olunup ona sa’y olunsa hakkı gene ödenmez.
Pes bu makamda kalbe temkin ve itminan hâsıl ola. Şöyle ki:
Bizzarure Hak Teàlâ Hazretleri’ni hâzır ve nazır bile. O sâlikin sûret-i hâli ferah ve neş’eli olmaktır. Sâlik Hak yolunda bu sıfatı gönlüne yerleştirmekle müstakim ve müstedâm ola. Hakikat-i iman ki, O’ndan ihsan ile tâbir-i nebevi vârid olmuştur. O, kalbin hâl-i lâzimesi ve vasf-ı dâimesi olur. Bazı müridler bu mertebenin husulüne müşahede ve vusul demişlerdir.
Bu makamda, sahib-i temkin olan sâlik bu vech üzere sabit olursa dış çalışmaları iç hâline mâni olmaz ve o zaman kâmil ve bulûğa ermiş olanlar cümlesinden addedilip kendisine icazet verilir. Eğer bu rütbeden sonra onun kalbinin bakışı bunun üstüne vâsıl olmadığı bazı merâtibe olursa, onun hâli daima şevk ve merâtib-i seniyyelere meyl ü iştiyak üzere olur. Bu iştiyak, enbiyâdan, evliyadan, hiçbir kâmilden zail olmaz. Büyükler her makamda -her cihetten teselli bulmayarak- “Rabbi zidnî ilmen...” duasını tekrar tekrar söyler, kerem-i zülcelâl-i ikramdan herhalde ilimlerin ziyâdesine ve maarif-i Rabbanî’ye talib olurlar. Cenâb-ı Hak cümlemizi işbu şevk ve iştiyakta muvaffak ve dâim ey leye... Âmin...
Bu nisbetin muhafazasını murad eyleyen kimse, kendini Hak Sübhânehu ve Teàlâ’nın yaratmasıyla vücud bulmuş bir mahlûku bilip bütün varlığıyla Allah Teàlâ’nın ibâdeti içinde olup hem de ehl-i sünnet itikadı üzere kitap ve sünnet-i Nebeviyye yolunda vücudunu mahv ve ifna edip, onun hilâfına gitmekten nefsine ruhsat vermeyip men ede... Bütün varlığı ile Hak Teàlâ’ya kul ve köle olmak gerektir ki, kendinde kulluktan gayri nesne kalmaya.
Hakk’ın ubûdiyyetinde fâni olduktan sonra da “Lâ ilahe illallah” kelime-i tevhidini, taş gibi olan kalbine o kadar vura ki, bu tevhid içinde gizli olan muhabbet ateşi zâkir olup, vücudunu yağmaya verip Hak Teàlâ’dan başka hiçbir nesne bırakmaya. Ve bu mertebede yine ibâdetten geri kalmaya, Hak yolunda ibâdette durucu, tâat yolunda bekleyici ola.
O anda bu gibi zevatı Hak Teàlâ, verdiği cezbelerden bir cezbe ile sevindirir, onların kendi varlıklarını pak ve temiz edip nurlara, nur-ı ilâhîlere müstağrak eder. Bu da Allah Teàlâ’nın lûtf u keremidir.
Bu nisbetin muhafazasında sekiz şart koymuşlardır ki, şunlardır:
1. Hûş Der Dem:
Her nefes ki kalbe girer ve çıkar, bu çıkış ve girişte kalbte gaflet, bulmaya. Büyüklerimizden Hâce Ubeydullahi’l-Ahrar Hazretleri buyurmuşlardır ki: “Meşâyıh-ı kiram nefs-i gafletten muhafaza etmeyi çok mühim saymışlardır”.
Hâce Bahâeddin Hazretleri buyurmuşlardır ki: “Bu yolda mühim vazife nefsi gafletten muhafaza etmektir. Şöyle ki: Bu mühim vazifeden nâşi ne geçmişi, ne de geleceği düşünmek ve bunlarla meşgul olmaktan gönlü saklamalıdır”.
Bu mühim vazifeyi yapabilmek öyle kolayca, lâflarla olmaz. Bunun için büyük mücadelelere, sabırlara ve kanaate son derece riayetkar olup azminde sebat etmek lâzımdır. Bak, bizim pirlerimizden Ebû’l-Haseni’l-Harkanî Hazretleri -ki, Kars vilâyetinde yatar- ümmî olmakla beraber, mülâki olup göremediği Bayezid-i Bistamî Hazretleri’nin kemâline âşık ve vâkıf olduğundan tam on bir sene mezarını ziyaret edip, “Yâ Rab, bu Bayezid kuluna vermiş olduğun feyizlerinden bir nebze de bana lûtf u ihsan eyle” diye yalvarmıştır. Nihayet on bir seneden sonra kendisine de Cenâb-ı Hakk’ın lûtufları erişip meşhur büyüklerin arasına dahil olmuş, onlara bile sözünü geçirmiş ve onları da kendisine hizmet ettirmiştir. Bugün dahi onun kabr-i şerifine varıp, bir Fatiha üç İhlâs okuyarak ruhuna gönderdikten sonra, “Yâ Rab, şu sanduka içerisinde yatan zatın hürmetine benim şu dileğimi ver” derse mutlaka muradına nail olur, demişlerdir.
Sen de nefsim gafletten korumakta bundan aşağı kalmazsan biiznillâhi Teàlâ bu büyüklerin arasına girersin.
2. Nazar Ber Kadem:
Gözün muhafazası, gidip gelirken gözü uygunsuz, günahı mucip yerlere bakmaktan ve gönlü karartmasından men etmek için gözlerin ayaklan ucuna bakması demektir. Gözlerini muhafaza edemeyenler kalblerini, gönüllerini muhafazaya imkân bulamazlar denmiştir. Çünkü gerek göz, gerekse kulak, dil ve diğer azalardan hâsıl olan iyi ve kötü sözlerin hepsi gönle dökülen şeylerdir. İnsanın gözleri ile baktığı günah şeylerden gönle akan pislikler Hakk’ın nazargâhı olan güzel gönlü perişan eder. Nihayet gönül karara karara simsiyah olur. Neticede artık Hak ile bâtılı ayıracak gücü kalmaz. Nitekim zifirî karanlık bir yerde ak ile karanın seçilmesinin mümkün olmadığı gibi. Bu sebeplerle gözün muhafazası çok mühimdir.
İznik’te
yatan meşhur Eşref-i Rûmî Hazretleri demişler ki:
Bir göz
ki olmaya ibret nazarında,
Ol düşmanıdır
sahibinin baş üzerinde.
Bu ne kadar manâlı bir sözdür. Allah sevgisi ve korkusu taşımayan kimselerin kalbleri, gözlerini günahlardan koruyamadıkları için tabiatıyla taş gibi kapkaradır. Artık ne söz, ne nasihat onlara tesir etmez. Tâ ki tevbe edip Hakk’a döneler...
Meşhur şairimiz
Akif’in şu beyti hepimize bir ders-i ibret olmalıdır:
Ne irfandır
veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi
insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden
çekilmiş farzedilsin havfı Yezdan’ın
Ne irfanın
kalır te’siri kat’iyyen ne vicdanın.
Hayat artık
behimîdir. Hayır ondan da alçaktır.
Sûre-i A’raf (179)’da, “Andolsun ki biz cin ve insden bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hattâ daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir”, buyurulduğu gibi kalbleri olup da ölüymüş gibi hiçbir şey anlamayan, gözü olduğu halde bir şey görmeyen, kulakları olup da Hakk’ı dinlemeyen bu gibiler hakkında çok acı ifadeler kullanılmakta, hayvanlardan daha aşağı oldukları pek açık bir beyan ile belirtilmektedir. Bunlara “gafiller” ismini de takmaktadır. Merhum şair Akif Bey de bu âyetten ilham almış olsa gerektir ki şiirini böyle söylemiş.
Eski, yeni birçok şairin pek çok şiirinde gözün güzelliği, renklerin efdali, kaşların, kirpiklerin şekli hakkında medhiyeler vardır. Hele âşıkların göz hakkındaki sözlerine doyum olmaz. Bu sebeptendir ki Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Azîmüşşan’da, gerek erkek ve gerekse kadınların kendilerine yabancı olan kadın ve erkeklere bakmamalarını emretmiştir.
Hazret-i Âişe validemize mes’ele-i diniye sormak için gelenlerin onunla yüz yüze konuşmamaları için hicap perdesi veya kapı arkalarından sormaları emrolunmuştur. Her ne kadar kötülük ve fenalık tasavvur olunamaz ise de edebe riayeten yüz yüze gelip konuşmamaları emredilmektedir ki, bu, bizler için pek büyük bir ders-i ibrettir.
Gözleri haramdan korumak bütün müslümanların vazifesi ise de, Nakşi tarikatinde derviş isen gönlünü perişanlıktan korumak için her yerde ve daima önüne bakmaya çalış! Çünkü gönül etrafta gördüğü her çirkin halden müteessir olur. Hattâ göz zinası, dil zinası, el ve ayak zinası gibi günahları da mûcib olur. Bundan dolayı gözlerin, kulakların, dilin muhafazası pek mühimdir. Onun için gözlerini korumayanların dervişlikten nasipleri olmasa gerek.
Düne kadar hanımların sokağa çıkarken peçe ile yüzlerini örttükleri malûmdur. Çünkü en kıymetli azaları, yüzde, gözde ve dildedir. Güzel gözlere ve yüzlere bakmakla doyulmaz. Hele güzel seslerle sadâlara hayran olmamak elden gelmez. Hattâ develerin bile güzel seslere kendilerini kaptırdıkları meşhurdur.
Bir Arap köle, sesi gayet muhrik olduğundan develere iki günlük yolu bir günde aldırmış ve develer de ölmüştür. Develerin sahibi köleyi bir ağaca bağlayıp cezalandırmış. Bir gün gelen bir misafire müracaat eden köle, efendisinin kendisini affetmesini rica etmiş. Çünkü misafir ricası kırılamazmış. Misafir köleye kabahatinin ne olduğunu sormuş. O da okuduğu kasidelerle develeri aşka getirip iki günlük yolu bir günde aldırmak suretiyle neticede hayvanların ölümüne sebep olduğunu söylemiş.
Misafir, “Biraz da bana okuyun, dinleyeyim” demiş. Fakat köle okumaya başlayınca, “Aman aman, dur!” demek zorunda kalmış, dayanamamış.
Tabiat-ı beşeriyenin bu gibi hallerden müteessir olduğu cümlece malûmdur. Gözlerdeki manâlı bakışlarla yazılan mektupları hiçbir kalem ifade edemez. Onun için ey aziz kardeş, sen de gözüne hâkim olup gönlünü parçalat ve Hakk’ın rızasını kazanmaya çalış.
Mevzuun başında belirttiğimiz birinci şarta Hûş der dem derler ki, nefesi alıp verirken gafil olmamaktır. Nefesi almak nasıl bir devlet ise, nefesi çıkarmak da öyle bir nimettir. Bu yapılamazsa tabiatıyla insan için yaşamak da kabil olmaz. Hayatımızın idâmesine sebep olan, nefes alıp vermedeki gaflet affolunmayacak kadar büyüktür. Bu nasıl bir vebal ise gözlere hâkimiyetsizlik de öyle bir vebaldir.
3. Sefer Der Vatan:
Bu, beşerî sıfatların, ahlâk-ı hayvaniyenin -ki kötü huylardır- melekî sıfatlara ve ahlâk-ı hamîdeye çevrilmesi demektir. İnsan dünyayı dolaşsa, hattâ Mekke-i Mükerreme’de ve Medine-i Münevvere’de dahî olsa huyu ne ise öyle gelip gider. Kötü huyları atmak veya değiştirmek kadar zor bir şey yoktur. Meselâ sigaraya, içkiye, kumara müptelâ olanların halleri hepimizce malûmdur. Onlar bildikleri halde bu kötü huylarını bir türlü bırakamazlar. Sefer der vatandan murad bu kötü ve hayvani sıfatlan bırakıp, iyi huyları ve melekiyet sıfatlarını kazanmaya çalışmaktır. Bunu da insanın yalnız başına yapması mümkün değildir. Bu ancak kâmil ve olgun kişilerin izlerine takılıp, onlardan iyi huyları öğrenip almaya çalışmakla olur. Nisbetin muhafazası ancak bu iyi huylan kesbetmekle mümkün olur. Bu da ancak, bu hususta yapacağı mücâhede ve riyazetlerle olur.
4. Halvet Der Encümen:
Kişinin, zahirde halk ile olurken bâtınıyla Hak ile olmaya gayret etmesi şarttır. Bu da kolay bir şey değildir. Birçok seneler devam edeceği mücâhedelerin muvaffakiyetine bağlıdır. Allah Teàlâ’nın Kur’ân-ı Azîmüşşan’da övdüğü kişiler, ticaret ve alışverişin kendilerini Allah’ın zikrinden hiçbir zaman alıkoyamayan insanlardır. İşte bu, dışı halk, içi ise Hak ile olmaya Halvet der encümen denir. Ancak böyle olanlar bu nisbeti muhafaza ederler. Bu da öyle lâf ile olmaz. “Sen benim içime bak!” demek boş lâftır. Dışı Hak ile olmayanların içinin Hak ile olması mümkün değildir. Yâni Allah Teàlâ’nın emirlerine itaat etmeyenlerin içlerinin de bozuk olduğu anlaşılır. Bundan dolayı, içinin doğru olmasını isteyen zatın evvelemirde dış harekâtını düzeltmesi gerekir. Meselâ namaz, oruç, hac, zekât gibi farzların vaktinde yapılması ve günahı mucip bütün çirkin harekâttan kaçınması şarttır. Böyle olunca, halk ile sohbetinde olan gönlün cemiyeti halvetle olandan ziyâdedir.
5. Yâd Gerd:
Yâni sâlikin zikrini hem lisanı, hem kalbi ile birlikte zikretmesidir. Lisanı zikreder de kalbi gafil olursa bir şeye benzemez. Zira lisanın zikri kalbin zikri içindir. Binâenaleyh kalbi korumak en mühim vazifelerdendir.
6. Bâz Geşt:
Zâkirin kalbi ve dili ile tâyyibeyi söyledikçe arkasından, “İlâhî ente maksûdî ve rıdàke matlûbî ve âtinî muhabbeteke ve ma’rifetek”, yâni “Benim maksadım sensin ve senin rızâ-i şerifindir. Bana senin sevgini ve seni bilmeyi lûtfeyle” duasını kelime-i tâyyibeyi teneffüs vakitlerinde veya her yüz kerede bir söylemesidir. Bunun mânâsı, niyet-i hâlise’nin tercümanıdır. Niyetlerin hâlis olması ise cümle amellerin ruhudur.
7. Nigâh Dâşt:
Vesveselerden, ağyardan vesair düşüncelerden, hâtıralardan gönlü muhafaza etmektir.
8. Vukûf-ı Kalbî:
Hak celle ve âlâdan daima agâh olmaktır. Ve bu, zevk ve vicdan ile olmalıdır. Bazı büyükler bunu, Huzur bilâ-gaflet diye tâbir buyurmuşlardır. Bu sayılagelen bütün şartlardan murad da bu huzuru tahsil etmek ve onun devam-ı muhafazasıdır.
Şimdi bunları okuduktan sonra meşâyıh-ı kiramdan Sadreddin-i Konevî Hazretleri’nin bazı nasihatlerini yazmakta fayda vardır. Buyurmuşlardır ki: Bu on iki şart yerine getirilmedikçe tarikat-ı âliyyenin hepsi mümkün olmaz.
1. Halk ile muhâlâtayı terk etmektir. Ancak zaruret miktarınca cevaz vardır.
2. Yeme içme, giyinip kuşanma vesâir lezzetleri terk edip kanâat ile muttasıf olmalıdır. Çünkü kanâat tükenmez bir hazine olduğu gibi bu sayede artanları da fakir fukaraya vermek mümkün olur. Tasavvufî Ahlâk’taki Kanâat bahsine bakınız.
3. Beş vakit namazı cemaatle kılmaya çalışmalıdır. Çünkü cemaat rahmet, ayrılık da azabtır. Cemaat, kılınan namazların kabulüne sebebtir.
4. Boş, faydasız sözleri terk edip, hacetten fazla söz söylememektir. Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ekseri halleri sükût idi. Söz gümüş ise, sükûtun altın olduğunu unutma.
Her nefes ömürden bir parçadır. Onu boş yere harcamak kadar büyük gaflet olmaz.
5. Helâl yemek ve haramdan kaçmaktır. Hattâ şüpheli şeylerden bile sakınılmalıdır.
6. Halkın ezasına tahammül etmektir. Zira tahammülsüz kimseler efendi olamazlar.
7. Ehl-i iyâle fazla sevgi göstermekten sakınılmalıdır. Zira, kalbin kararmasına sebep olur.
8. Cömertlik ve fedakârlık: Kendi muhtaç iken bile muhtaçları nefsine tercih edip ihsan ve ikramlarda bulunmak ve bunu huy edinmektir.
9. Ehl-i iyâl ve ahbab u yâran ile hüsn-i muamele ve güzel ahlâklarla geçinmektir.
10. Ehl-i dünyadan kaçınmak ve onlara tevazuu terk etmektir. Abdülhâlık el-Gücdüvânî oğluna yaptığı nasihatte, “Ehl-i dünyadan arslandan kaçar gibi kaç” demiştir. Bu hususta daha geniş malûmat isteyenler İmam Gazâlî’nin eserlerini okusunlar.
11. Gece ve gündüz evradına, zikrine devam eylemektir. Bu da çok mühimdir.
12. Huzur-ı kalb ve devam-ı zikre son derece dikkat ve ihtimam göstermelidir.
Her kim bu on iki şarta riayet ederse gönlü elbette ibâdet ve tâatla dolar. O zaman halktan kaçıp, gönlüne murakabe kapısı açılır. Nihayet sıddîklar mertebesine ulaşır.
Lâkin bu on iki şarta bir on iki daha ilâve etmişler:
1. Halkın hüsn-i kabulüne iltifat etmeye...
2. Nâsın zemmine ve medhine itimat etmeye. Zira bunlar kalbin perişan olmasına vesiledir.
3. Dünya muradlarına erişemediğine üzülmeye, rıza ve sabır göstere...
4. Her ne kadar ikrah da görse, sadakatten kat’iyyen ayrılmaya...
5. Kimseye beddua etmeye...
6. Başkalarını kendinden efdal ve hayırlı bile...
7. Gece ve gündüz zikrullahdan gafil olmaya...
8. İstihâresiz ve meşveretsiz iş görmeye...
9. Her mühim işinde meşâyıhın ruhundan istimdâd ede...
10. Halk ile kat’iyyen husûmet etmeye ve nefsim ıslaha çalışa...
11. Hiçbir suretle mü’minler hakkında garaz, düşmanlık ve kin tutmaya...
12. Mü’minler hakkında hayır duadan gâfil olmaya…
Sallallahu âlâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmâin.