ATATÜRK'TEN HÂTIRALAR

Bu konuda pek çok kitap var. İnternet'te pek çok site var. Biz de zâten o kitaplardan, o sitelerden yararlandık. Bu sayfaya yaşayan kişilerden, kitaplardan, İnternetten derleyebildiğimiz kadarıyla rahmetli ATATÜRK'le ilgili ibret verici, düşündürücü hâtıraları, anıları, kıssaları taşıyacağız... Emeği geçip yazanlara, İnternet'e çıkaranlara şükran borçluyuz...

Bu kıssalar ondan sonra gelenlere ders olmadı ama; umarız, bundan sonra gelenlere yol gösterici olur.

*******

Yıllar önce İzmir Kadınlar Hapishânesi'ndeki mahkûm kadınlara akşam dersleri verilmesi kararlaştırılmıştı.

Bir gün Millî Eğitim Müdürü'nün odasına zayıf, ufak-tefek bir genç kız girdi.

- "Ben bu dersleri memnuniyetle kabul ederim, efendim," dedi.

Müdür şaşırmıştı!.. Karşısındaki genç kız, okuldan yeni çıkmış, üstelik son derece de hassas bir insana benziyordu.

Müdür bir kez daha hapishânedeki tipleri gözünün önüne getirdi. Olacak şey değildi!.. Lâkin düşüncesini belli etmedi.

- "Peki, hoca hanım," dedi. "Bu işle meşgûl olacağım."

İki hafta geçmeden, genç kız, soğuk ışıklar altında hapishâne koğuşundaki akşam derslerine başlamıştı. İşi bittikten sonra, ince pardösüsünün yakasını kaldırıyor, süngülü nöbetçilerin, zincirli kapıların arasından geçerek sokağa çıkıyor ve hızlı adımlarla evine koşuyordu.

Hapishâne Müdürü de, Millî Eğitim Müdürü gibi, hayretler içinde idi!.. O, kavgacı, o geçimsiz mahkûmlar, genç öğretmeni hem sevmeye, hem saymaya başlamışlardı. Kadınlar hapishânesinde ilk defa böyle bir hava esiyordu.

Fakat işinde inanılmaz bir başarı gösteren kızın, bir süre sonra acâip bir suçla adliyeye götürüldüğünü görüyoruz... Hakkındaki suçlama: Misyonerlik!.. Gittikçe kabaran dosyalar, hep o misyoner öğretmenden bahsediyordu. Neler de neler yapmamıştı ki!.. Kadınlar Hapishânesi derken, Kinder Garten Teşkilâtı'nda çalışmalar, çocuklara iyi insan olmak etrafında birtakım telkinler... Bütün bunlar misyonerlik denilen şeyden başka ne idi?..

İş o kadar dallanıp budaklandı ki, Ankara'ya kadar intikâl etmiş ve onca mühim işi arasında ATATÜRK meseleyi merak etmişti.

- "Bana misyoner öğretmenin dosyasını getiriniz," dedi.

Bütün bir gece o dosyayı inceledikten sonra, ertesi günü öğretmen SIDIKA AVAR'ı yanına çağırttı. Genç öğretmen ATATÜRK'ün karşısına çıktığı vakit bir yaprak gibi titriyordu.

ATATÜRK, bu ufak-tefek kıza hayretle baktı.

- "Misyoner öğretmen sensin, öyle mi?" diye sordu.

AVAR şaşırmıştı. Yavaşça,

- "Efendim, ben öğretmen Avar," diye fısıldadı.

ATATÜRK, o zaman genç öğretmene doğru parmağını uzatarak yüksek sesle şunları söyledi:

- "Hayır! Sen, Misyoner AVAR'sın. Bana, senin gibi misyonerler lâzım."

Ondan sonra da ATATÜRK fikirlerini açıkladı... Br toplum, daha ziyâde âile yoluyla, bilhassa kadın yoluyla kazanılabilirdi. Genç öğretmen Doğu'ya gidecekti. Oradaki genç kızları, hatta bunların arasında hiç TÜRKÇE bilmeyenleri bile toplayacaktı....Onları, bu toplumun potasında yetiştirecekti. Sonra bu çocuklar birer ışık huzmesi altında köylere gönderecekti!..

Sözlerinin sonunda:

- "Git, memleketin içine gir, dağ köylerine uzan! Orada bizden ışık bekleyen yarının annelerini göreceksin," dedi.

Genç öğretmen, içi içine sığmaz bir halde ATATÜRK'ün yanından çıktı.

İşte yıllar ve yıllardır AVAR, doğu illerinden birinde Kız Enstitüsü Müdürlüğü'nde bu inanılmaz işle meşgûldür. Şimdi; Elazığ, Tunceli, Bingöl çevrelerindeki halk, bu ufacık-tefecik kadından bir azize gibi bahseder!.. Onun hakkında iki yüze yakın mâni, masal ve çocukların dilinde sayısız AVAR şarkıları vardır.

O, yol vermez, geçit tanımaz dağlara at sırtında tırmanır, dağ köylerinden, çoğu esmer köy kızlarını toplar, onları kendi ceketine sarıp okuluna götürür... AVAR, Doğu'da gerçekten inanılmaz bir isimdir. Dağ tepesindeki köylere bu masal kadının, öğrenci toplamak için gittiği zaman köylüler:

- "Kızımı da götür, Avar!..." diye atın üzengisine yapışıyorlar!

Şehre, SIDIKA AVAR'ın okuluna gelen kızı, bir kere de üç-dört yıl sonra görünüz... Ben, bir "insan yaratma mucizesi"ni orada gözlerimle gördüm!
(Hikmet Feridun Es - Hayat Dergisi, 1957)

SIDIKA AVAR, bugünkü TRT'nin işine son verdiği gazeteci BANU AVAR 'ın* annesidir.

BANU AVAR BELGESELLERİ

BANU AVAR VİDYOLARI

BANU AVAR VİDYOLARI - 2

BANU AVAR VİDYOLARI - 3

*******

Ankara’da yakıcı bir yaz günü idi... ATATÜRK berâberinde arkadaşları ve yâverleri olduğu hâlde, Kızılcahamam’a giderken Kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilden inmişti.

Köyün kadını, erkeği, genci, yaşlısı, ihtiyarı köylerinin içinden geçen şosede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su getirdi, kimi ayran... Bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı ATATÜRK’e uzattı:

- “Bir soğuk ayran içer misiniz?” dedi.

O, çorak iklimin kavurduğu yüzü bronzlaşmış, TÜRK kadının en bâriz ifâdelerini taşıyan bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağa biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. ATATÜRK ayranı kana kana içti ve bir an durakladıktan sonra ona:

- “Senin kocan kim?“ diye sordu.

Köylü kadını, yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bu TÜRK anası, Ankara’nın kendine has şivesi ile, "kocasının Sakarya Savaşı’nda boğazından yaralanmış bir cengâver olduğunu" söyledi. ATATÜRK bir soru daha sordu:

- “Ne zaman doğdun?”

- “1919’da ATATÜRK Samsun’a çıktığı zaman doğdum...”

ATATÜRK, bir an düşündü... Yıl 1934 idi... Kadının bu ifâdesine göre 15 yaşında olması lâzım gelirdi. Hâlbuki karşısında âbideleşen kadın 25 yaşlarında görünüyordu. Tekrar sordu:

- “Nasıl olur?”

Evet, nasıl olurdu bu?... SATI KADIN, hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedân hâli ile memleketin işgâl altında geçirdiği acı yılları imâ ederek:

- “Evet Paşam. Ondan evvel yaşamıyordum ki!..”

Bu espri ATATÜRK'ü bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yâverine kadının ismini ve adresini not ettirdi.

Daha sonra SATI KADIN'ı Büyük Millet Meclisi'ne giren ilk kadın milletvekili olarak gördük!..
(Said Terzioğlu, Yazılmayan Yönleriyle KEMÂL ATATÜRK, sf. 22-23 , Ak Kitabevi, İstanbul, 1963)

*******

Hacer Nine yine bunalmıştı... İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi, yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu. Kocasını Yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu Balkanlar’da, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü. Torunlarının biri Büyük Muharebe’de şehit düştü, Birisi İkinci İnönü’den dönmedi. En son torununu da Sakarya’ya gönderdi... Bir gün haber aldı ki, en son delikanlısı da Duatepe Muharebesi’nde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti!

Çok ağladı... Fakat, "Sakarya Savaşı kazanıldı" haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı. Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara’nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara’ya geldi, doğruca gitti, Büyük Millet Meclisi'nin kapısı önünde durup çömeldi. Aradan biraz vakit geçti, sordular:

- "Nine, ne istiyorsun?"
- "Hiç, hiçbir şey."

- "Ya, neden burada duruyorsun?"
- "Onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum."
- "O dediğin kim?"
- "Gazi Paşa."

Sonunda hikâyesini anlattı ve dedi ki:

- "İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O, Millet Meclisi'nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi gözbebeklerinde bütün şehitlerimin gözlerini görür gibi olurum. Sonra içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim."

İşte siperlerde evlât, torun gömmüş Türk ninesi buna derler!
(Aka Gündüz'den nakil, Hilmi Yücebaş, ATATÜRK’ün Nükteleri-Fıkraları-Hâtıraları, sf. 75-76, Kültür Kitabevi, İstanbul, 1983)

*******

Adana'dan Mersin’e giderken (17 Mart 1923)

ATATÜRK, İzmir'in kurtuluşundan sonra ilk kez Adana’ya gelmişti. Ayağının tozuna yüz sürmeyi adak edenleri zorla topraktan ayırabiliyorduk. O genç, alçak gönüllü kurtarıcı, bu coşkun, kendinden geçmiş halkı selâmlaya selâmlaya hükûmet konağına geldi. Biraz sonra evine dönecekti.

Merdivenlerin yarısını indiği sırada bir kucak sarı çiçekle bir köylü kadınının nefes nefese, sıçrarcasına merdivenleri çıktığını gördük.

GAZİ MUSTAFA KEMÂL durdu, köylü kadın onun yanına kadar çıktı. Anlatılamaz bir hayranlıkla MUSTAFA KEMÂL'in gözlerine tutuldu ve bir süre bu dalgınlık içinde yerinden kımıldanamadı, sonra bir ana sesindeki sevecenlik ve özlemle:

- "Ah benim çakır oğlum! Yolunu bir deli gibi bekledim.
Sana bu çiçekleri tarlamdan yoldum. Eğ başını! O sarı saçlarını öpeyim...
Bu benim adağım, umduğumu çok görme!.."

Genç komutanın yüzüne bir huzur ve sevinç yayıldı, başını ona doğru eğdi. Köylü kadın bu sarı başı, bağrındaki sarı çiçeklerin üzerine bastırdı. Kokladı, öptü. Sonra da sarı fulyaları ayağının altına sererek:

- "Adağım yerini buldu! Koca yiğit, tuttuğun altın, kılıcın keskin olsun!
Her muradın yerine gelsin," dedi.

Bu köylü kadın bizim cephe arkadaşımız SULTAN ANA idi!
(Ferit Celal Güven)
Kemâl Arıburnu, ATATÜRK’ten Anılar, sf. 41-42. , Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 1969)

*******

Ak saçlı bir ninenin ağzından:

- "Yavrularım , siz bilmezsiniz, bir zamanlar 'Köyümüze düşman geliyor!' dediler. Biz pılıyı pırtıyı toplayıp göçebeler gibi yola düştük. Sinanpaşa Ovası'nda bir köye yerleştik."

"Günler geçti... Bir gün düşman ansızın köye geldi. Artık gidecek başka bir yer olmadığından, düşman içinde kalmıştık. Bir sabah uyandığımız zaman uzaklardan top sesi geliyordu. 'Kurtulduk, kurtulduk!' diye sevince düştük. Tam bu sırada köyün öte başında dumanlarla beraber göklere alevler yükseldi. Köy yanıyordu. Her taraftan bağrışmalar geliyordu. Kimimiz yarı çıplak, kimimiz yarı yanmış, bir halde köyün koruluğunda yerleştik... Artık düşman da köyü terk etmişti."

Biraz sonra atlılarımız, ellerinde al bayraklar olduğu halde, yel gibi yoldan geçtiler. Bağırdık, durmadılar. Hepimiz yollara dökülmüş ağlıyor, sızlıyorduk... Derken karşı yoldan bir toz bulutu yükseldi. Hepimiz gözlerimizi oraya diktik.

Biraz sonra bir otomobil göründü. Ve yavaşlayarak yanımızda durdu. İçinden altın gibi saçlı, kalpaklı bir adam fırladı. Durdu. Gözlerini perişan durumumuza döndürdü. Uzun uzun, derin derin baktı. Bu sırada biz yanındaki subaylara sokulduk. Onlarda onun gibi bakıyordu. Bir tanesini çekerek:

- "Bu adan kimdir?" diye sorduk. Hafifçe:

- "MUSTAFA KEMÂL," dedi.

O zaman hepimiz coştuk. Bu adı her zaman duyuyorduk.

- "Paşam, bizi kurtar, kurtar!.." diye bağırdık. Ayaklarına kapandık. O, hâlâ dalgın dalgın, başı yerde düşünüyordu. Birden doğruldu. Sağ eli havadaydı:

- "Sizi bu şekle sokanlar cezalarını gördüler ve daha da görecekler!.." diyerek elini şimşek gibi aşağıya indirdi ve o anda gözlerinden iki damla yaş yuvarlandı... MUSTAFA KEMÂL ağlıyordu.

*******

Zubeyde Hanım Kızı Makbule ve oğlu Mustafa Kemâl ile

Rahmetli ATATÜRK'ün merhum annesi ZÜBEYDE HANIM 'a, başta Kadir Mısıroğlu olmak üzere, bir takım densizler olmadık iftiralar atmaktadırlar. Sözde genelevde çalışırmış, oğlu Mustafa'nın da gayrımeşrû babası Abduş adında bir kabadayı imiş!.. Bu insafsız iftiraya gereken cevâbı verdik, belge dedikleri paçavranın sahte olduğunu ortaya koyduk. Murat Bardakçı da açıkladı. Şimdi o muhterem kadın, ZUBEYDE HANIMEFENDİ ile ilgili bir hâtırayı bir yabancı kadın gazeteci ağzından nakletmek istiyoruz:

- "Gözüm PAŞA'nın yazı masasının üzerinde asılı duran güzel bir TÜRK hanımının portresine ilişti.'Ne güzel yüz! diye haykırdım. PAŞA göze çarpan bir gururla 'Anam...' dedi. 'Onu görmenin büyük zevkine varabilir miyim?' dedim. “Çok hastadır. Doktorlar gece gündüz yanındadırlar. Heyhat! Korkuyorum, artık iyi olmayacak,' dedi. ”

"Sonra merdivenden çıkıp hastanın dâiresine gittik... Kendisini bir divan üzerinde yastıklara dayanmış oturuyor görünce şaştım. İlk önce onun ölüme bu kadar yakın olduğuna inanmak güçtü. 'Yazık!' dedi MUSTAFA KEMÂL, 'Onun ıstırâbı benim yüzümdendir. Benim sürgün kaldığım yıllar esnâsında çektiği ıstırap ve döktüğü gözyaşlarının hesâbını şimdi veriyor...' dedi. "

"O çok söyleyemeyecek kadar meyustu, sesinde keder vardı.

- 'Şimdi siz de onun zaferine iştirak edebilirsiniz,' dedim, 'oğlunuzla kimbilir, ne kadar iftihar ediyorsunuz. Yaptıkları fevkalâdedir.'
Ben yalnız onun eserlerini görmüş olmak ve onunla konuşmuş olmakla iftihar ediyorum,' dedim. "

"Bana heyecanla teşekkür etti ve dedi ki:

- 'ALLAH’ın bana bu oğulu, vatanı kurtarmak için gönderdiğine inanıyorum.
Fakat oğlum bana karşı dâima müşfiktir.' "
(Miss Grace Ellison)
Kemâl Arıburnu, ATATÜRK’ten Anılar, sf. 120-121 , Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 1969) .

*******

MUSTAFA KEMÂL'in dostları arasında İğneciyan adında bir de Ermeni vatandaş vardı. Zengin bir kişidir. Sık sık MUSTAFA KEMÂL’i Şişli’deki evinde ziyaret etmekte ve kendisine birçok yardımda bulunmaktadır.

MUSTAFA KEMÂL Anadolu’ya geçtikten sonra, bir Ermeni örgütü ile ilgisi olduğu iddiasıyla İğneciyan’ı tutuklayıp Malta’ya sürerler. Tüm servetine el konulur.

İğneciyan Malta’dan döndükten sonra üzerinde bir elbisesinden başka hiçbir şeyi olmayan fakir bir kişi durumundadır. Bir de kızı vardır. Yedikule’de bir gecekonduya sığınmışlardır.

ATATÜRK zaferi kazanmış, devlet başkanı olmuştur. Devrimler için geceli gündüzlü çalışmaktadır. 1927’de ilk kez İstanbul’a gelmiştir. Bu İğneciyan için iyi bir fırsattır. Hem dostunu görmek, hem de uğradığı haksızlığı anlatmak için doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gider. İlgili memura başvurur:

- "Ben GAZİ Hazretleri'ni görmek istiyorum."
- "Sen kimsin?"
- "Ben İğneciyan... GAZİ’nin eski bir dostuyum, arkadaşıyım."

Memur, İğneciyan’ı baştan aşağı süzer. Kılık kıyâfeti pek güven verici değildir. Bir bahâne uydurarak atlatır. Birkaç kez daha başvurur, fakat sonuç alamaz.

Bir gün de kızını alıp birlikte saraya gider. O gün sarayın önünde olağanüstü bir hâl vardır. Motor sesleri, sağa sola koşturan insanlar... Bu, GAZİ’nin bir geziye çıkacağına işârettir. Polisler ve muhâfızlar oradan uzaklaşması için İğneciyan’a işâret ederler. O sırada GAZİ de saraydan çıkmıştır. Etrafındaki insan çemberi arasında otomobiline doğru ilerlemektedir.

O anda İğneciyan’ın kızı fırlayarak insan çemberini yarıp GAZİ’nin karşısına sokulur. GAZİ sorar:

- "Kim bu kız?"

Kız cevap verir:

- "Ben İğneciyan’ın kızıyım."
- "Nerede baban?"
- "Dışarıda bekliyor, sokmuyorlar..."

GAZİ hemen emir verir. İğneciyan’ı huzuruna alırlar. İki dost özlem içinde kucaklaşırlar. İğneciyan başından geçenleri anlatır. GAZİ’nin gözleri dolu dolu olur. Emir verir. Gerekli soruşturma yapılır. İğneciyan’ın haklı olduğu anlaşılır ve alınan malları geri verilir.

Yıl 1938... Kasım'ın 12’si... ATATÜRK’ün acı kaybına dayanamayan İğneciyan üzüntüsünden ölür!..
(Hâdi Besleyici, Atamız ATATÜRK, Dilek Yayınevi, Ankara, 1980)

*******

ATATÜRK, Kurtuluş Savaşı için Anadolu’ya geçtikten ve Erzurum Kongresi’ni yaptıktan sonra Sivas’a dönmüş, orada ikinci kongreyi açmıştı. Bu sırada lise binasında yatıyor; çalışıyor, toplantılar yapıyordu. En basit ihtiyaçlarını bile temin edecek hâlde değildi. Bâzı geceler sabahlara kadar küçük petrol lâmbasının cılız ışığında çalışıyordu.

Bir aralık lise binâsına baskın yapılacağı ve ATATÜRK’ün yakalanıp asılacağı hakkında şehirde haberler dolaşmaya başladı. ATATÜRK’ün hizmetini basit, fakat temiz ruhlu, fedakâr bir TÜRK genci yapıyordu. Bu delikanlının babası gizli ve sık sık geliyor, oğluna:

- "Etme, eyleme; evine dön! Bugün yarın şehir basılacak; Mustafa Kemâl
ve arkadaşları yakalanacak. Onlar her şeyi göze almışlar; sen âileni düşün,"

diyordu.

ATATÜRK bu geliş gidişin farkına vardı; bir gün delikanlıyı yanına çağırdı ve sordu:

- "Sık sık sana gelen kimdir?"
- "Babam."
- "Ne istiyor?"

Delikanlı her şeyi anlattı. O zaman ATATÜRK, ona doğru biraz daha ilerledi. Elini omzuna koydu ve dedi ki:

- "Hizmetinden memnunum, fakat baba hakkı büyüktür.
Mâdem ki râzı olmuyor, git! Git, fakat babana söyle ki,
vatan elden giderse, evlâdın ne önemi kalır?"
(Niyâzi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla ATATÜRK, İnkılâb Kitapevi, İstanbul, 1981)

*******

Emperyalist zâlim İtalyanlar'ın Habeş Harbi sıralarında idi... Ege kıyılarında kıt’a ve tahkimat komutanları çok titiz davranıyorlar, kıt’aya herhangi bir yabancının sızması olasılığına karşı erleri sık sık uyarıyorlardı.

Bu günlerin birinde ATATÜRK’ün teftişe geleceği haber alındı.

ATATÜRK beklenilen günde yanındaki erkânı ile geldi. Kıt’aları teftiş edip dolaşmaya koyuldu.

Savunma mevzilerinden birine giden yolun dönemecinde ATATÜRK birdenbire durdu. Yanındakilere:

- "Siz beni burada bekleyiniz, ben yalnız gideceğim," dedi.

Yanındaki komutanlar tereddütle birbirlerinin yüzüne baktılar. Fakat, tabiî bir şey söyleyemediler.
ATATÜRK patikanın kıvrımını döndü. Koruganın hâkim bir noktasında nöbet bekleyen Mehmetçiğe doğru yürüdü. Uzaktan gelen bir sivilin kendisine doğru yürüdüğünü gören Mehmetçik hemen silâhına davrandı. Daha fazla yaklaşmasına izin vermeden, gür sesi ile:

- "Dur!.." diye haykırdı.

ATATÜRK bu kesin ihtar karşısında durarak:

- "Sen beni tanımıyor musun? Ben kimim?"
- "MUSTAFA KEMÂL’sin, komutanım."
- "Peki. sen benim MUSTAFA KEMÂL olduğumu biliyorsun da,
hâlâ neden yasak, diyorsun?" - "Komutanım, MUSTAFA KEMÂL’sin, MUSTAFA KEMÂL olmasına amma...
Düşmanların işine akıl sır ermez... Birini sana benzetir, içeri sokarlar...
Gözünü seveyim, sen şu bizim yüzbaşıyı al, birlikte gel!
O zaman nereye istersen git!"

Çok memnun olan ATATÜRK, geri döndükten sonra komutanlara bunu anlattı. Bu mert ve uyanık eri çavuşluğa yükselttirdi.
(Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla ATATÜRK, İnkılâb Kitapevi, İstanbul, 1981)

*******

Bir gün ATATÜRK askerî bölgeye giderken otomobili bozuldu.

- "Yürüyelim, otomobil yapılınca arkadan gelsin," dedi. ATATÜRK'le arkadaşları yürüdüler. İleriden Mehmetçik bağırdı:

- "Dur! Kimsin?"

Durdular, Mehmetçik geldi:

- "Buralara ATA’mız gelecek. Geçmek yasaktır!"

ATAtürk güldü:

"-İyi bak, ATATÜRK bana benzer mi?"

Mehmetçik baktı, gözleri parladı.

- "Benzemeye benzer ama, askerlik bu! Bir de onbaşım görsün," dedi.
(Hâdi Besleyici, Atamız ATATÜRK, Dilek Yayınevi, Ankara 1980)

*******

O günlerde, soyadı kanunu çıkacaktı. Bir akşam yemeğinde, Gazi, “ATATÜRK” adını alacağım," dedi. İtiraz ettiler:

- "Memleket, dünya, târih “Gazi Mustafa Kemâl”i tanıyor. Ona nasıl dokunulur?

MUSTAFA KEMÂL şöyle cevapladı:

- "En tanınmış Türkler, yabancı isimler taşıyorlar. İbni Sina gibi, Elbiruni gibi...
Bu yabancı isimlerin karşısında, bunların Türk olduklarını kanıtlamamız gerekiyor
ve kanıtlamak için de uğraşıp duruyoruz. Buna son vereceğim
ve bu işe kendi adımla başlıyorum!"

Ve Gazi Mustafa Kemâl ertesi gün değişikliği onayladı. (Mithat Cemâl Kuntay'dan nakil, Kemâl Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, İstanbul, 1969, sf. 60)

*******

1937 yılında bir Eylül akşamı, on genç arkadaş iki sandala binerek Florya’da geziyorlardı. Bir aralık deniz köşkünden bir sandalın kendilerine doğru geldiğini fark ettiler. Herkes gürültüyü kesti. Sandaldan ATATÜRK'ün gür, aynı zamanda müşfik sesi duyuldu:

- "Çocuklar, eğlentiniz çok hoşuma gitti. Aranızda bulunmayı arzu ettim."

Gençler bu âni ziyaretten son derece memnun ve heyecanlı, derhâl ATATÜRKün bizzat kullandığı sandalı aralarına aldılar. Üç sandal mehtâba karşı yol alırken ATATÜRK,

- "Aferin çocuklar, Türk gençleri hem çalışmasını, hem eğlenmesini bilmelidir.
Memleket sizindir. Çalışın ve eğlenin,"

dedi. Gençler hep bir ağızdan bütün millet gibi kendilerinin de minnettar oldukları bu güzel vatanın güzelliklerinden onun sâyesinde yararlandıklarını tekrar tekrar söyleyince, ATATÜRK yine,

- "Çocuklar," dedi, "ben bu inkılâbı sizin babanızla, dayınızla, ananızla
velhâsıl bütün vatandaşlarınızla yaptım. Bu sizin hakkınız.
Ancak, görüyorum ki, bana karşı güveniniz çok kuvvetli.
Size bir soru soracağım: Kabiliyetsiz bir milletin başında bulunsaydım,
bu inkılâbı yapabilir miydim?.."

İçlerinden Sâdi adında biri atıldı:

- "ATA’m, dedi, siz kabiliyetsiz bir milletin başına gelemezdiniz.
Çünkü, kabiliyetsiz milletten böyle şef çıkmaz!.."

ATATÜRK heyecanla bu gencin elini sıktı ve,
- "Ben de bunu söylemenizi bekliyordum," dedi. (Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, İstanbul, 1981, sf. 516-517)

*******

Erzurum: 3 Temmuz 1919...
Ilıca’da Mustafa Kemal’in ilk karşılanması sırasında cereyan eden hâdise...

Konukların önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üzerine koyarak oturanları selâmladı. Mustafa Kemâl Paşa, ta yanı başına kadar geldiği hâlde heybetli duruşunu kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını sordu, o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür etti.

Bu kısa hoşbeşten sonra, Paşa ihtiyara,

-"Ağa, böyle nereden geliyorsun?" dedi. İhtiyar,

-"Paşam, Rus gelirken muhâcir olmuştum. Çukurova’da idim.
Şimdi köyüme dönüyorum,"

diye cevap verdi. Paşa, zamanın nezâketini ve durumun emniyetsizliğini ileri sürerek böyle zamanda buralara dönmenin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda da,

- "Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?"

dedi. İhtiyar hemen karşılık verdi:

- "Hayır, Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor.
Allah millete zeval vermesin. Bize tarla da verdiler, çayır da.
Hamd olsun uşaklar da çalışkandırlar. Değil Çukurova gibi bir yerden,
taştan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimimiz padişahta bile yoktu.
Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki İstanbul’daki ırzı kırıklar
bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş.
Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar?"

Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine, ulus işi için, ulusla birlikte çalışmağa gelen bu büyük devlet adamı, yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü ve “Bu ulusla neler yapılmaz!” dedikten sonra ihtiyarla vedalaştı.
(Cevat Dursunoğlu'ndan nakil, Kemâl Arıburnu, Atatürk, Anekdotlar-Anılar, 1960, sf. 137-138)

*******

4 Şubat 1919 tarihinde Alemdar gazetesinin yazarlarından Refii Cevat (Ulunay) Mustafa Kemâl Paşa ile Şişli’deki evinde bir görüşme yapar. Refii Cevat bu görüşmeyi şöyle aktarır: “Sorularımı bitirip veda etmek üzere ayağa kalktığımda dedi ki:

- 'Biraz daha oturunuz lütfen.'

Oturdum. Şöyle bir konuşma geçti aramızda:

- 'Soracağınız sorular bitti mi?'

- 'Bitti, Paşam.'

- ' >Bu vatan içine düştüğü bu felâketten nasıl kurtarılır, istiklâline nasıl kavuşturulur?< diye bir soru sormanızı beklerdim.'

- 'Af buyurunuz, Paşa Hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan
bu vatanın kurtulmasını en uzak ihtimalle dahi mümkün görmediğim için
böyle bir soru sormadım.'

- 'Siz gene de böyle bir soru sormuş olunuz, ben de cevabımı vereyim, fakat yazmamak şartıyla.'

- 'Zât-ı âlinizi dinliyorum, Paşa hazretleri.'

- 'Bakınız, Cevat Beyefendi, sizin imkânsız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır.
Bu gün herhangi bir teşkilâtçı Anadolu’ya geçer de,
milleti silâhlı bir direnişe hazırlarsa bu yurt kurtarılabilir.'

Heyecanlanmıştım. Birinci Dünya Savaşı süresince gücümüzü öylesine tüketmiştik ki, elimizde hiçbir şey kalmamıştı. Harplerden sağ kalanların ise ayakta duracak hâlleri yoktu.

- 'Nasıl olur, Paşam?'

diye yerimden fırladım. Paşa sâkindi:

- 'Aklınızdan geçenleri tahmin ediyorum,' dedi, 'doğrudur.
Görünüş tamamen aleyhimizde. Ama düşmanlarımız olan bu büyük devletlerin
bir de iç yüzleri var.'

- 'Nasıl, Paşam?'

- 'Anlatayım. Siz sanıyor musunuz ki, savaşı kazanmakla müttefikler
aralarındaki bütün sorunları çözmüşlerdir? Aralarındaki asıl rekabet
şimdi başlayacaktır. Asırlarca birbirleriyle boğuşan Fransızlar'la İngilizler'i
ortak düşman tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet bıraktıkları yerden
tekrar başlayacaktır. İtalya’nın da başı dertte. Onlar da her an bir iç karışıklık
yaşayabilirler. Sonuçta, Anadolu’da başlayacak bir millî direnişle hiçbiri
mücadele edecek durumda değildir. Böyle bir mücadelenin tam sırasıdır.'

- 'Paşam, millî direniş... Güzel, ama neyle? Hangi askerle, hangi silâhla, hangi parayla?
Malesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız.'

- 'Öyle görünür, Refii Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak lâzımdır.
Çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, Türk milletidir.
Eksik olan şey teşkilâttır. Bu teşkilât organize edilebilirse vatan da, millet de kurtulur!'

Mustafa Kemâl’e veda ettim, matbaaya geldim. Ne kafam almıştı, ne mantığım!.. Daha doğrusu anlattıkları bana deli saçması gibi gelmişti. Matbaada arkadaşlar 'Anlat,' diyorlardı, 'neler söyledi?' Anlattım:

- 'Şu sıralar Anadolu’ya geçilir, orada teşkilât kurulur, vatan bağımsızlığına kavuşur,
millet de özgürlüğüne kavuşurmuş, anladınız mı arkadaşlar?
Bu deli değil, zırdeliymiş!'

O günlerde, o şartlar içinde İstiklâl Mücadelesi’ne atılıp Türkiye’yi kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen tek adam oydu... Tek adam!"
(Refii Cevat Ulunay'dan nakil, Sadi Borak; Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, Kuleli Dergisi, 1996/1, sf. 1-2)
(NOT: Daha sonra yazdıklarından dolayı, Millî Mücâdele'ye inanmayan 150'likler arasında yurtdışına sürülmüştür.)

*******

*******

> ATATÜRK'E İFTİRALAR <> ATATÜRK DÖNEMİ < > İÇİNDEKİLER <