|
|
Ansiklopedilerim geleli çok oldu Uluslararası basında, alanında uzman isimlerin ansiklopedi hakkında yazdığı makalelerden yola çıkarak kaleme aldığımız sözkonusu yazıda, ısmarladığımız bu ansiklopedi gelince, içeriğiyle bir kez daha ele alacağımıza da söz vermiştik. Aslında ansiklopedi geleli çok oldu; fakat bugüne kadar ele almak kısmet olmadı. El-Mesiri, eserini tanıtırken, ansiklopedi yazımını iki kategoride değerlendiriyor: 1. Kurucu ansiklopedi, 2. Malumat ansiklopedisi. Kendisininkini, malumat ansiklopedisi olarak değil, yerleşik paradigmaları sorgulayıcı ve bilgiyi yeni paradigma üzerine inşa eden ‘te’sîsî ansiklopedi’ olarak tanımlıyor. (1/35) Gerçekten de, el-Mesiri, sorgulayıcı yaklaşımı ve engin tecessüsüyle judeo-grek felsefesi üzerinde yükselen Batılı paradigmaları sorgulayarak işe başlıyor. Bu nedenli 8 ciltlik ansiklopedinin 400 sayfalık 1. Cildini sırf teoriye ayırmış. Mesela, bu çerçevede Derrida’yı ve onun yapıçözümcü hermenötiğini (Derrida ve Hermenötik sayfalar tutan iki başlık altında detaylıca irdelenmiş) işliyor ve kendisi de tüm Judeo-Grek temeline dayalı terim ve kavramları yapıçözümü yöntemiyle sil baştan ele alıyor. Sadece terim ve kavramlar düzeyinde kalmıyor el-Mesiri bu yöntemi kullanırken, aynı zamanda, o terim ve kavramlar üzerine bina edilen düşünceleri de çözüyor ve kendince olması gereken yerine yerleştiriyor. Bu alanda verdiği ilk Arapça eseri olan ”Tarihin sonu: Siyonist Düşüncenin Yapısı Alanındaki Araştırma lara Giriş” adlı kitabını hazırlarken ”Kibbutz”, ”Ben Gorion” gibi maddeler üzerinde sil baştan uzun uzun durduğunu dile getiriyor. (1/33) Bu arada ilginç bir şey daha söyler el-Mesiri: ”1984 yılına geldiğimde, ilmi hayatımın en önemli gerçeklerinden biriyle karşılaştım... Polonya tarihi bilinmeden modern Yahudi tarihi ne bilinebilir, ne yazılabilir.” Konu üzerinde çalışmaya başladıktan 12 yıl sonra keşfettiği bu gerçek üzerine, tüm mesaisini Polonya Yahudi aileleri –özellikle de Ukrayna’da yerleşik olanlar- üzerinde yoğunlaştırır. Çünkü o, bilim, ekonomi ve siyasi alanda modern zamanlara damgasını vurmuş ünlü Yahudi’lerin hep Polonyalı Yahudi ailelere mensup olduğunu hayretle müşahade eder. Bu keşfi kadar, onun Siyonizmin doğuşunda romantik bir rol üstlenen bir tür Yahudi mistisizminin el kitabı Luriya Kabbalası’nı yı ve onun mistik yazarı İshak Luria’yı keşfeder. (1/32 vd.) Ansiklopedisinin, teoriye ayırdığı ilk cildinde Kapitalizmi ve Sosyalizmi derinliğine inceleyen el-Mesiri şu tesbiti yapar: ”İkisi de laik tabiatlı ideolojilerdir çünkü ikisi de maddeci ve seküler bir dünya görüşünden neş’et etmişlerdir.” (1/234) el-Mesiri, şu tesbiti yaparken meselenin can damarını yakalamıştır: ”Tanımlamacı laisizm, sadece Avrupa’yı değil, tüm dünya tarihini tanımlama (tanıma değil Mİ) çabasına girdi.” Bu çabanın aynı zamanda bir ”kutsaldan arındırma çabası” olduğunu da dile getiren Mesiri (1/235) modern bilimlerin ‘üfürükçü’ tabiatını da şu cümlelerle dile getiriyor: ”Dondurulmuş dışsal ve maddi ‘gerçekliklerin’ gözleminden elde edilen veriler önce varsayıma, sonra ”teori”ye, ve en sonunda ”bilimsel” bir ”yasa”ya dönüştürüldü...” (1/237) Bilimsel gerçekliğin yegane ölçütünün, maddi doğa yasaları olduğunun modernite tarafından ilanını seküler dünya görüşünün eseri sayan el-Mesiri, bu anlamda bir laisizmi ise ”Maddî panteizm” olarak niteler. (1/239) El-Mesiri, bu sapmanın izini sürerek, bu paradigmanın sonunda gelip dayandığı yerin ”insanı maddeye, forma indirgeme” (naturalizasyon) olduğunu söyleyerek, bu sapmayı şöyle formüle eder: ”İnsan: maddedir; maddeninse amacı olmaz...” Ona göre bunun adı ”küresel değersizleştirme” (Tahyidi’l-alem –neutralization of the world)’dir. Bu tesbitler üzerinde, yaşadığımız ülke ve bu ülkenin resmi ideolojisi
bağlamında bir de siz düşünün bakalım; belki bazı tanıdık noktalar yakalayabilirsiniz. Ne tesadüf; İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın Türkiye’yi ziyaretiyle, etnik ve dini kökeni kamuoyunda sürekli tartışılan 28 Şubat Süreci’nin kudretli bir generalinin (annesi Selanikli, babası Manastırlı) kendisine Musevi Ulusal Güvenlik Teşkilatı (Jinsa) tarafından verilen ”LİDERLİK” ödülünü alma amacıyla gerçekleştirdiği Amerika ziyareti aynı günlere denk geldi. Sözkonusu general, ayrıca ünlü Yahudi stratejist Alan Makovsky’nin bünyesinde çalıştığı Yahudi kuruluşu Washington Enstitüsü’nde bir konuşma yapacak ve ardından da Yahudi İnsan Hakları Örgütü (ADL)’nü ziyaret edecekmiş. Aynı ismin kısa bir süre önce Sabataycılar’ın kurduğu Fevziye ve Işık mekteplerinin bir devamı olan özel Işık Üniversitesi’nin açılış dersini verdiği de bir kenara not edilmeli. İşe ne yanından bakarsak bakalım, dünya tarihinde bir ”Yahudi problemi ” (daha doğrusu ”problematiği”) olduğunu inkar edemeyiz. Böyle bir problemin çözümü öncelikle bizzat Yahudileri ilgilendiriyor. Onun içindir ki Kur’an’ın bazı ayetleri doğrudan İsrailoğulları’na yöneliktir (Ya Beniisrail!) ve onları kendi problemlerini çözmeye çağırır. Kur’an’ın İsrailoğulları’nı çözmeleri için çağırdığı ahlaki sorunlar listesinin başında ”değer yıkıcılık ve dünyevileşme” sorunları gelir. Ancak ”Yahudi problemi”, tarihte sık sık Yahudi olmayan dünyanın da problemi olagelmiş ve bu problemi çözme adına Yahudi olmayan dünya kimi zaman Yahudilere karşı korkunç ve acımasız yöntemler kullanmıştır. MÖ VII. yüzyıldaki Asur, V. yüzyıldaki Babil, III. yüzyıldaki Helen, MS. I. ve III. yüzyıllardaki Roma, XV. yüzyıldaki Hıristiyan İspanya, XVII. yüzyıldaki Polonya, XX. yüzyıldaki Nazi uygulamaları, ”Yahudi sorunu”nun kimi zaman soykırım, kimi zaman toplu sürgün gibi şiddet yöntemleriyle çözülmeye çalışıldığı dönemler olmuştur. MÖ XIII-XII. Yüzyıl Mısırındaki firavun hanedanının İsrailoğulları’na yönelik soykırımını yukarıdaki listeye dahil etmedim. Çünkü o menfur soykırım İsrailoğulları’nın ”Yahudileşmeden önceki” dönemlerine aitti ve ”değer yıkıcılık” görevini o dönem Firavun hanedanı üstlenmişti. ”Yahudi sorununu” gayrı insani ve gayrı ahlaki yöntemlerle çözmeye çalışmanın tasvip edilecek bir yanı yok elbet. Ancak, Hz. Musa’ya indirilen ‘islam’ın deforme edilmiş hali olan Yahudiliğin ”değer yıkıcı” tabiatına yönelik her eleştiriyi ”anti-semitizm”le eşitlemek de, eğer ”soykırım sömürüsü” değilse, klasik bir ”Yahudi pazarlamacılığı” olarak nitelendirilebilir. Yahudi sorunu, hemen her zaman ve mekanda olduğu gibi Türkiye’de de sloğanlar çerçevesinde değerlendirilen ve kutuplarda algılanan ‘duygusal’ bir sorun olmaktan öteye gidemedi. Müslümanların, soruna Filistin ve Kudüs davası çerçevesinde yaklaşmaları anlaşılabilir bir şey. Fakat, Türkiye’de müslümanlığa karşı konuşlandığını örtük ya da açık bir tavırla ortaya koyan yabancılaşmış sınıfların ”Yahudi’den fazla Yahudicilik” yapmalarını duygusallıkla izah etmek de hayli zor. Bir zamanlar hayli hakim olan marazi yaklaşımlardan biri, Yahudiler’i her şeyi gören ve bilen, her taşın altından çıkan, her şeye gücü yeten, sevdiğini aziz sevmediğini zelil eden bir yarı-tanrı gibi, ya da Zerdüştlüğün ”kötülük tanrısı” olan Ehrimen gibi algılayan anlayıştı. Bu aşırı anlayışa karşı çıkıp da ”ayağı bir taşa takılsa onu Yahudiden bilecek kadar komplo teorilerine kendini inandırmış”, ”Yahudi fobisine yakalanmış” gibi nitelemelerle bu tavrı eleştiren ‘ılımlı muhafazakarları’ da tarih doğrulamadı. ”Komplo teorisi” diye dudak bükülen bir çok şeyin hiç de komplo teorisi olmayıp düpedüz ”komplo” olduğu, ayağa takılan hemen tüm taşların aynı eller tarafından döşenmiş olduğu biraz geç kalmışlığın verdiği şaşkınlık ve biraz da ‘diyorduk ama biz bile inanmıyorduk’ sözünde ifadesini bulan dehşetle anlaşılacaktı. Biz, sırf bu konuya hasrettiğimiz bir kitabımızda; ”Yahudilerden değil Yahudileşmekten korkun”, ”Allah ne bir kavmi salt ırki kimliğinden dolayı seçip üstün kılmış, ne de lanetlemiştir. Lanetlenmiş olan bir ‘ırk’ ya da ‘inanç’ değil, bir ‘eğilim’, bir ‘yöneliş’tir” demiştik. Kur’an’ın öğretisiyle uyumlu olan bu tesbitlerimizde hâlâ ısrarlıyız. Fakat Yahudileşme ile Yahudilik arasındaki farkı, Yahudilik’le İsrailoğulları arasındaki farkı, Kabbalacı geleneğin Zoharcı yorumu tarafından ”devrimci” ve ”kötü olanı kutsayıp içselleştirici” bir kimliğe bürünen bir kökün iki sapma açısı olan Sabataycılık ile Siyonizm arasındaki ilişkiyi kavramadan, sözkonusu tanıma eylemi gerçekleşmeyecektir. Bu ve bundan böyle bu konuda kaleme alacağımız yazıların mümkün olduğunca ”
tanımlamaya” değil ”tanımaya” matuf olmasını istediğimizden ‘tanıyıcı’ sorular soruyoruz: ”Yahudilik nedir? Bir dini kimliğin mi, yoksa etnik kimliğin mi göstergesidir? Değilse, etno-teolojik, hilkat garibesi bir
kavram mıdır? Önceki yazımızda, ”3000 yıllık ‘Yahudi sorunu
’nu anlamak için Yahudiliği anlamanın gerekliliği” üzerinde durmuştuk. Musevilik, belki İsrailoğulları’nın Yahudileşmeden, yani ‘gelenek’ oluşmadan önceki otantik dönemlerine verilebilecek bir isimdir. Gelenek kavramı Yahudiliğin, son 400 yıl hariç tüm Yahudi tarihine damgasını vuran ‘merkezi kavram’dır. Yahudilik bir dini kimlik midir, etnik kimlik midir? Yalnızca ”dini kimliktir” dersek, Yahudi bir anadan doğmayanın neden Yahudi olamadığını, Yahudilikte neden İslam’da olduğu gibi bir ‘davet’ ya da Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir ‘misyoner’ kurumu olmadığını açıklayamayız. Onun içindir ki, Yahudilik, ‘misyoner’ boşluğunu ‘Masonluk’ gibi, Yahudiliğe değil ”Yahudiliğe hizmete” davet eden taşeron örgütler aracılığıyla doldurmaya çalışmıştır. Esasen, genel kurala göre Yahudi bir anadan doğmayan Yahudi olamaz. Yahudiliğin, genel etnik anlayışın aksine ‘anne merkezli’ olması hayli anlamlıdır. Hiç kuşku yok ki, Yahudi tarihi konusunda eser veren hemen tüm uzmanların da kabul ettiği gibi, Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkışında ardına takılan mü’min topluluğun içinde İsrailoğulları soyuna mensup olmayanların sayısı hayli yekun tutmaktaydı. Kur’an’ın aktardığı Mısırlı sihirbazların iman etme olayından da bu sonuç çıkmaktadır. Bu tarihi gerçeklerden, Hz. Musa’yı ve mü’minlerini ‘Yahudi’ diye
isimlendirmenin doğru olmadığı anlaşıldığı gibi, Hz. Musa’nın mesajını salt dini olmaktan çıkarıp etnik kimliğe dönüştürme sürecini ‘İsrailoğulları’nın Yahudileşme süreci’ olarak algılamanın doğru olduğu da
anlaşılmış olur. Yahudiliği, ırki-dini bir kimliğe dönüştüren, Yahudi fıkhının/hukukunun kaynağı ‘Talmud’ merkezli bir gelenektir. Hz. Peygamber dönemi Medine’sindeki Yahudileşen Arap kökenliler, bu sorunu daha bir anlaşılır kılmaktadır. ‘ Miklat’ adı verilen çocuksuz kadınlar, çocukları olursa bir ‘adak’ olarak Yahudilere vereceğine dair söz verirlerdi. Bir çok Arap çocuğu bu yöntemle Yahudileşmişti. Nadiroğulları Yahudileri sürgünle cezalandırılınca, onlarla beraber bu şekilde Yahudileşmiş bir çok Arap çocuğu da gitti. Bu çocukların Müslüman olan ebeveynleri Rasulullah’a başvurup çocuklarını geri alma taleplerini ilettiklerinde, Hz. Peygamber, seçimin sözkonusu çocukların özgür iradelerine bırakılması gerektiğini söylemekle yetinecektir. Başa dönecek olursak şu tesbiti yapmak tarihi verilere uygun düşecektir: Yahudilik, Hz. Musa’ya ve ondan sonra gelen İsrailoğulları peygamberlerine gelen ilahi mesajı deformasyona uğratan, islamın aslından uzaklaşmış bir formudur ve bu şekliyle bir ‘gulat-ı islamdır’. Olay, Kur’an’ın bakışaçısıyla, müslüman İsrailoğullarının Yahudileşmesi olayıdır. ‘Yahudileşme’, hiç kuşkusuz bir sapma açısıdır. Ne ki bu sapma kendini Yahudi kabul edenlerin sorunudur. İslamın heretik bir versiyonu olan Yahudiliği, üzerine oturduğu gelenekten saptırarak, sapmayı katmerli hale getiren şeyse; Kabbalacı ekolün Zoharcı yorumuyla, hem ‘devrimci’ hem ‘makyavelist’ bir nitelik kazanarak ‘kötülüğü içselleştirici’ ve ‘değer yıkıcılığı kutsayıcı’ bir misyona büründürülmesidir. İsrail devletinin üzerinde yükseldiği Siyonizmi ya da bugün bu ülkede ‘değer yıkıcılığın sembolü’ haline gelmiş Sabataycılığı, 3000 yılık Yahudi tarihinde bir dönüm noktası teşkil eden bu ‘ikinci büyük sapmanın’ felsefesini bilmeden, anlamak mümkün değildir. İşte, modern çağın Yahudilikle ilgili en çaplı ve güvenilir kaynağını çeyrek yüzyıllık bir çalışmayla ortaya koyan Prof. Dr. Abdulvahhab el-Mesiri’nin şu itirafı bu gerçeğin bir göstergesidir: ”Konu üzerinde 12 yıl çalıştıktan sonra 1984 yılına geldiğimde, akademik kariyerimin ve ilim hayatımın en önemli gerçeklerinden biriyle karşılaştım: Polonya tarihi bilinmeden modern Yahudi tarihi ne bilinebilir, ne de yazılabilir.” el-Mesiri’nin bu tesbitine, yine kendi yazdıklarından esinlenerek şunu ekleme cür’etinde bulunabilirim: Zoharcı yorum ve İshak Luria bilinmeden de, ne Polonya tarihi, dolayısıyla ne de o felsefenin uzantıları olan Sabataycılık ve Siyonizm bilinebilir. Bunları bildiğinizde, Sabatay Zvi ’nin tüm haramları helal kılan laik-mistik ‘ibahi’ anlayışıyla çağdaşı Yahudi filozof Spinoza’nın laik-felsefi ‘naturalist panteizmi’, Siyonistlerle Hitler arasındaki, Hepsi de Yahudi olan Freud, Marx ve Durkheim’in psikolojik, siyasal ve sosyal tezlerinin arkasında yatan temel mantıkla Kabbalacılık arasındaki, Sabra ve Şatilla katliamlarıyla eski Sabataistlerin ”mum söndü geleneği” arasındaki girift ve garip ilişkiyi keşfedeceksiniz. |
|
|
|
Mısırlı ünlü felsefeci Hasan Hanefi nicedir hayıflanır durur; ”Oryantalizme (doğubilim) en iyi karşılık oksidentalizmdir (batıbilim)” diye. Tabi, bu haklı tesbite katılmakla birlikte kimi rezervler koymayı da gerekli buluyorum. Bunların başında, oryantalizmin çıkış noktası gelir. Oryantalizm ”tanımak” için değil ”tanımlamak” için yola koyuldu ve genelde tüm doğuyu, özelde İslam’ı kendine göre yeniden tanımladı. Bu, tabiatıyla manipülasyona dayalı bir ”imaj bozma” ameliyesiydi; bunun da temelinde, Batı sömürgeciliğine direnecek medeniyet havzalarına boyun eğdirme niyeti yatıyordu. Modern Batı felsefesinin üzerine oturduğu insan-doğa zıtlığı tezindeki doğanın yerini, bu kez öteki/İslam almıştı. Kur’an, farklılıkların varlık sebebinin ”tanışma” olduğunu dile getirmekle, böylesi gayrı ahlaki bir çıkış noktasını baştan dışlamıştı. Bu nedenle, Müslümanların kurucu öznesi olacakları bir ”batıbilim”, ”tanımlamak” değil, ”tanımak” üzerine oturmalıydı. Ancak, oksidentalizmden önce yapılması gerekli olan şey, Doğuya ait din, kültür ve medeniyetlerin tanınmasıydı. Yalnızca İslam’ı değil, Batının tanımladığı Doğuya ait diğer dinleri birinci elden tanımamız gerekiyordu. Tanımamız gereken bu dinlerin başında Yahudiliğin geldiğinde sanırım kimsenin itirazı olmasa gerek. İşte bu alandaki büyük boşluğu dolduran bir ansiklopedinin çıktığı müjdesini, konuyla ilgilenen ilim adamlarıyla paylaşmak istedim bugünkü köşemde. El-Hayat gazetesi, Cumartesi günkü nüshasında, başyazısını bu esere ayırmış. Oradan öğreniyoruz ki ”Yahudilik Yahudiler ve Siyonizm Ansiklopedisi: Yeni Bir Yaklaşım Tarzı” isimli eseri, Aynuşşems üniversitesi hocalarından Prof. Dr. Abdulvehhab el-Mesiri hazırlamış. El-Mesiri, 25 yıl önce sırf bu eseri hazırlamak için üniversitedeki görevini dondurmuş ve mesaisinin tamamını bu ansiklopediye ayırmış. Anlayacağınız, ansiklopedi çeyrek yüzyıllık bir çalışmanın mahsulü. 8 cilt halinde Daruşşuruk tarafından basılan bu eser ilk kez Kahire Uluslararası Kitap Fuarında görücüye çıkmış durumda. El-Hayat’ın başyazısını okuduğumda heyecanlanmadım desem yalan olur. Çünkü, Yahudileşme Temayülü’nü yazarken bu konuda çektiğim kaynak sıkıntısını ancak ben bilirim. Bazı maddelerde Judaica (Encyclopaedia Judaica)’dan başka kaynak bulamayarak Başhahamlığa başvurduğumda, onlar da yine Judaica’ya havale etmişlerdi beni. Judaica, nisbeten iyi yazılmış bir ansiklopedi olmakla birlikte, Yahudilik ve Yahudi tarihiyle ilgili benim merakımı celbeden noktaların ya gözden kaçmış, ya da kaçırılmış olduğunu gördüm. Judaica, bir bakıma Leiden İslam Ansiklopedisi’ne benziyor. TDV İslam Ansiklopedisi nasıl Leiden İslam ansiklopedisine alternatifse umarım ”Mevsuatu’l-Yehud ve’l-Yehudiyye ve’s-Suhyuniyye” de Judaica’ya alternatif olur. Bu meseleye bunca önem vermemin nedeni, Yahudiliği ve Yahudileri, popüler ”lanetli kavim” ucuzculuğuna kaçmadan, daha içerden ve yakından tanımaya olan ihtiyacımızdır. Bu noktada, İSAM’ın, ihtisas alanı olarak Kitab-ı Mukaddes’i seçen kimi doktora öğrencilerini İbranice öğrenmek maksadıyla yurtdışına göndermesini, gelecek için sevindirici bir gelişme olarak anmak durumundayım. Kitab-ı Mukaddes’i Türkçesinden okumak için dahi yaklaşık üç buçuk asır önce yapılmış, Polonya mühtedisi Ali Ufki Bey’in (ö. 1675) tercümesine mahkum oluşumuzdan yola çıkarak, bunların, ilgi duyanlar için ne denli sevinilecek gelişmeler olduğunu çıkarabilirsiniz. Yeni ansiklopediden ben de bir adet ısmarladım; gelince, okuyucularımı eserin içeriğinden de haberdar etmeye çalışacağım. Yiğit ölünce yiğitlik ölür mü? Bu tür bireylerden oluşan bir ”teknoloji toplumu” (el-müctemau’t-teknuluci/ technologial society) amaçlayanların hedefinin ”insan” değil ”sayborg” yetiştirmek olduğunu dile getiren el-Mesiri, bu tür bir toplum için rehberlik eden akademik çevreleri de ”teknokrat” olarak tanımlıyor ve onlar için şu tesbitte bulunuyordu: ”Teknokrat insan tipi, sınırı belirlenmiş dar bir alanda uzmanlaşmıştır. Alanının dışındaki alemi kavramaktan acizdir. Tüm dikkatini uzman olduğu alanda tikeller üzerinde yoğunlaştırdığı için onların bağlı olduğu tümelleri kavramaktan fersah fersah uzaktır... Bu nedenle de, bu tip toplumsal değişimi aklına dahi getirmez. Çünkü gerçek bir değişim, kapsamlı bir bakış ister. Özetle teknokrat, statükocu ve donuk bir tiptir.” (1/241) Kant ’ın ”eleştirel aklının” yanında durup ”enstrümental aklı” eleştiren el-Mesiri, Descartes ve onun devamı gördüğü Frankfurt Okulu’nu, Yunan mitoloji kahramanları ”İlyada ve Odissea”dan yola çıkarak ”insan-tabiat” ilişkisini ”uyum” değil ”çatışmaya” dayandırdıkları için ”insanın insanlığını heder etmekle” suçlar. Bu yaklaşımın, tabiat ”bütününden”, insan ”parçasının” koparılıp ayrılması olduğunu, bunun da ”insan hürriyetinin ve tabiat emanetinin intiharıyla” sonuçlanacağını, çünkü her ikisinin de anlam ve kutsiyetini yitireceğini dile getirir. (1/243) El-Mesiri, bütün bu insanı insanlığından ve mutluluğundan uzaklaştıran ”izm” ve ”ideolojileri” hep getirip sekülerleşmeye ve dünyevileştirmeye bağlar. Çünkü el-Mesiri sekülarizm ve laisizmi, tam bir ”yahudilik” olarak tanımlar. Bu nedenle, modern zamanların, bir tür ”küresel Yahudileşme” zamanları olduğunu ne zaman Siyonistlerle ve onların destekçisi İngilizlerle çatışmaya girsek, bizi gelişmiş silahlarından çıkan kurşunlarla biçiyorlardı; tıpkı bu evin yeni kaybettiğimiz yavrusu gibi. Bununla beraber biz her gece köyümüzden çıkıp işgal edilmiş topraklarda geziniyorduk.” ”Niçin?” diye sordum. Kısa bir sükutun ardından dudakları hareket etti
bu Filistin dağı gibi duran ihtiyarın: ”Topraklarımızı unutmamak için, direnişi unutmamak için... |