Selâm Aziz Dostlar,

 

Size "merhaba" derken, en başından, başka hiçbir yerde okuyamayacağınız bilgi ve tahlilleri arzetmeye çalışacağımızı bildirmiştik. Sözümüzde duruyor ve bu seriden ilk yazıyı, kültür-sanat platformumuzun uzman yazarı Dr. Hakkı Açıkalın'ın bir makalesini bilginize ve dikkatinize sunuyoruz. İlk yazımız, İslamcı yayın organlarında da yankı bulan, hatta Vakit gazetesinin, yeni kitabı vesilesiyle kendisiyle bir hafta kadar süren bir "dizi röportaj" yaptığı Yalçın Küçük ve gerisindeki yeni planla ilgili. YK, öğretim üyesi, eski sosyalist cuntacı, PKK destekçisi, (nerede görünürse görünsün) daimi ajan ve yeni Müslüman Tavlayıcısı'dır. Güya yahudi-sabatayist karşıtlığında bizlerle aynı çizgidedir. Fakat kazın ayağı çok başka; açıklıyoruz. Bu planın bir yönü de, "Kuvvacılık"tır. İşin içinde Orhan Pamuk'un "Kar" romanı da var, onu da önümüzdeki günlerde açacağız. Evet, perdeyi aralıyoruz:

YALÇIN KÜÇÜK

Bir gönüldaş Yalçın Küçük’ün, son kitabı ‘Şebeke’ ile ilgili Anadolu Gençlik Dergisi’nin Şubat 2002 sayısında yayınlanan röportajını göndermiş, Allah razı olsun çok makbule geçti ve üzerine bir yazı yazmak farz oldu.

Söze çok sert-keskin bir hatırlatmayla başlayalım. PKK’nin ideolojik-siyâsî yayın organı Serxwebun’un 182. Sayısında (Şubat 1997) PKK genel başkanı Abdullah Ocalan’la yaptığı diyalogtan (Apo’nun monologu da denebilir) bir parçayı aşağıda veriyorum:(Apo burada Küçük’ün suratına karşı şunları söylüyor)

"Bana göre, hepinizin yaşamına sinmiştir Kemalizm. Herkes biraz Kemalisttir. Yapay yaşam, ufuksuz yaşam, vicdansız yaşam, kirli yaşam, hain yaşam, insan özelliklerine, toplumsal temellerine ihânet eden yaşam diyorum ben buna. Bunları insanın yüreğinden, zihninden sökmek inanılmaz bir devrimdir. Aksi hâlde sizler rejimin bir objektif, kirli ve hain kişilerisiniz. Duygusu, ufku, vicdanı olmayan beş para etmezin tekisiniz. Bir de iş yapamaz durumdasınız, işlevsizsiniz, üretimsizsiniz. Ne bir siyasal üretiminiz, ne bir ideolojik üretiminiz, ne bir edebî üretiminiz var. İşte rejim sizleri bu duruma getirmiş".

Evet… Denebilir ki, Apo burada genelleme yapıyor, YK’ü hedeflemiyor. Doğru ama eksik bir yorum olacağını biliyorum. Bu ve giderek agırlasan baska elestiriler sonucu YK, ‘uzun bir dinlenme sürecine’ girdi/sokuldu, Apo’dan yedigi fırça darbelerinin izlerini silmeye çalıstı, olmadı, basaramadı. Gururu incinmis, müsahhas gerçeklerle yüzyüze gelmis, savası ve onun savasanlara kazandırdıgı özgüveni, çözümleme gücünü ve haklı üstbakısını farketmis, kalemsorlugun, ‘ben sunu çok iyi bilirim, teorisini de yazarım’ geyiginin ‘delikanlılık sahrası’nda sökmedigini hüzünle tesbit etmis, sümsügü düsmüs, Adana köylülerinin deyisiyle ‘hırpidigi kopmus’tu. YK, bu psikolojiden bir türlü kurtulamadı ve bunu kendine yediremedi. Nihâyet bazi ‘amcalarına’ haber uçurdu ve küçük bir ceza mukabili Türkiye’ye dönmek istedigini bildirdi, teklif uygun görüldü ve döndü üstelik de 29 Ekim’de. Gitmeden evvel Atina’ya ugrayıp Pandiou Üniversitesi’nde mahalle karıları gibi aglaya sızlaya bir konusma yaptı, Kıbrıs gazisi oldugunu, savasın çok kötü birsey oldugunu, kanlı askerî elbisesini hâlâ sakladıgını vs. anlatarak hem Yunan çevrelere hos göründü, hem bilinçaltında PKK’ye ve Apo’ya karsıtlıgını-öfkesini (aynı Fatih Altaylı ve Dogu Perinçek gibi o da Apo’ya akıl vermeye kalkmıstı) yansıtarak eksikliklerini doyurdu hem de Türkiye’de yayınlanmayan ‘Kimata Kimata’ (Dalga dalga) isimli eserini Yunanistan’da yayınlatarak dar da olsa bir sükse yaptı.

Röportajı degerlendirmeye geçmeden sunu belirtmekte yarar var: YK, bütün eksikliklerine ve hatalarına ragmen, Marksist cunta fanteziciligine, ‘pasam eyyamcılıgına’, kibar-nazik-İstanbul efendisi rollerine, pratiksizligine, dinî (Hristiyanî veya Islâmî) arkaplanının sıfırlıgına ragmen Türkiye aydınlarının en iyilerinden biridir. Arastırmacı kisiligi de kabul edilmelidir. Röportajdaki tavrını ise pek samimî bulmadıgımı belirtmek istiyorum, bu konuda bazı argümanları asagıda sunmaya çalısacagım.

YK, ’21 yaşında bir çocuk, Fatih Sultan Mehmet ’ adlı eserinin önsözüne ‘Oğrenmek şaşırmaktır’ cümlesiyle başlıyor. Haklıdır, muhtemelen Türkiye Cumhuriyeti devletinin harcında yahudiligin-shabbataylıgın çimentosunu da yeni yeni (son 4-5 yıldır) farkediyor. Ama insan suna sasırıyor: Hadi diyelim ki, TC’nin harcını ıskaladı fakat Bolsevik devrimi’nin, Avrupa modernizminin, Fransız devriminin harçlarını da mı ıskaladı? Hiç mi Rothschildlar diye bir antiteden haberi olmadı ya da oldu da merak etmedi? Abdülhamid Han’ın akılalmaz mücâdelesini hiç mi arastırmadı? Ve en önemlisi ‘Tatlısu Islâmcısı!’ diye eleştirdiği Üstad Necip Fazıl (RA)yı hiç mi okumadı? Olamaz yukarıda mezkûr sahıs ve süreçlerin en azından bir kısmından haberdar olduğunu ben biliyorum. Peki o hâlde neden ‘toy’ imajı veriyor? Bu sorunun cevabını en iyisi yazının sonunda verelim.

Röportajda YK söyle diyor: "Bu son çalısmamda, 16. Yy’a indim. Neden 16. Yy’a indim, çünkü Orhan Pamuk’un ‘Benim adım Kırmızı’ isimli kitabı, 16. Yy Osmanlı düzenini alıyor’.

YK, 16. Yy’a kendi istegiyle ya da gördüğü bir rüyâ üzerine inmiyor. ‘Aydınlık Zindan’da ve meselâ Doğu Perinçek’le birlikte iniyor. Birileri ‘rol icâbı’ ona Orhan Pamuk’a inmesini söyleyip ‘gerektiği kadar’ bilgi sızdırıyorlar yoksa YK, Sertab Erener’i, Orhan Pamuk’u vs. bir kenara bırakın, Lenin’in, Stalin’in, Zinoviev’in yahudiligini bile bilmez, bilse de ‘sosyalist ahlâk’ geregi bu konulara hiç dokunmaz. Bu inis, YK’ün ilk inisi degil sübhesiz, Brüksel-Paris-Sam hattında Kürtler’e-PKK’ye/Apo’ya inisi, 15. Yy’a Fatih’e inisi de ‘sipariş’ inmelerdir. Suflörler onu dublör olarak kullanıyorlar. Peki niye Orhan Pamuk? Orhan Pamuk, açık açık konuşuyor-yazıyor, kimseden korktuğu yok, kimseye verecek hesabı da yok. Kürtleri yazıyor, Yunanistan’a-Patra’ya gelip PKK’lilerle konusuyor, onlara Milliyet’te Kürtler’le ilgili yazı yazacağı sözünü verip bu sözünde duruyor, ‘Islâmcılar’ı, derin devleti, kemalizmi yazıyor. Devlet Pamuk’a birsey diyemiyor. Neden? Çünkü Pamuk’un arkasında Judaist ideoloji, ABD’deki musevî lobisi var, Israil var, Türkiyeli yahudiler var. Daha ne olsun. Pamuk, kitaplarını basmadan önce 20-30 kisilik bir çevreye okutup fikirlerini aldıgını söylüyor. Kim onlar? Biraz önce saydıklarımız. Hâl böyle olunca TC bu ‘zırhlı’ya bu ‘armadillo’ya el ve dil uzatamıyor baskası olsa simdiye beynini darmadağın ederdi. Bu nedenle, M.Kemal’in yerini ‘İsmet Pasa’ figürünün kullanılması lazım zira Inönü figürü ‘Islâmcılar’a pek âşina degil, çıtak, problemli, biraz bunak sağır Ismet’ten baska bir imge belirmiyor ‘Islâmcılar’ın zihninde, M. Kemal figürü ise biraz yıpranmış. O nedenle ‘sağır Ismet’ ikonası ideal. Halbuki bilseler Dr. Rıza Nur’un İsmet’le ilgili suçlamalarını… Yenir yutulur gibi değil. Diğer yandan sosyalist abi ve sosyalizmin saygın ismi imajıyla da kemalist-sol’a ve ‘bihaber sol’a uzanıyor, bazı Kürt çevrelerinde de sevilip sayıldıgına göre YK ideal adam.

Burada asıl mevzua kısa bir ‘es’ vererek YK’ün ‘Fatih Sultan Mehmet’ kitabına dönelim ve röportajında dile getir(e)mediği bazı değerlendirmelerine bir göz atalım. Kitabının 132. Sayfasının 3. Paragrafında YK şöyle diyor:

"Gericilik yuvası orduyu tek seçici hâline getiren süreç, İkinci Mehmed ile başlıyor. İkinci Mehmed, kendisine iktidar kapısını açan partiyi ortadan kaldırma sürecini de başlatıyor. Şöyle de söylenebilir; İkinci Mehmed’e kadar iki partili bir rejim var. Kendisi ileriye açık Mehmed, bu iki partiden birisini, ilericiler tarafını, sürekli olarak baltalıyor" YK, buraya bir yıldız (*) koyuyor ve o yıldızı aynı sayfanın dipnotunda açıyor.

(*) Mustafa Kemal Paşa’nın başında bulunduğu Kemalist Parti de, elindeki tüm imkânları, işçi sınıfı tarafını, ideolojik ve örgütsel alanlarda, kırmak için kullanıyor. Böylece meydanı, tümüyle, Kemalizm’in karikatürünü Kemalizm olarak uygulayacak olan sermâye partisine açıyor ve tarih içinde, kaçınılmaz bir biçimde, sermâye partisi ile özdeşleşiyor. Kemalizm, kendi karikatürüyle birleşiyor ve özdeşleşiyor.

Şimdi tekrar röportaja bakalım:"CHP dedim, ‘Çandarlı Halil Partisi…’ Bu işbirlikçiydi, Bizans ve digerleriyle… Bir de ‘Akıncı Parti’; expantionist [Yayılmacı, Y.N] parti vardı, o da Fatih’in temsil ettiği parti".

İyi de Çandarlı sürekli Fatih’in veziri onu çok sonraları tasfiye ediyor, kitaba göre Fatih tek partililiğe geçiyor, ‘ikinci parti’yi tasfiye ediyor, kendisi ilerici ama ilericiler tarafını sürekli baltalıyor. Yani Fatih, kitabın yazarı YK’e göre Ordu Partisi’nden yana (olmalı) ve bütün gücünü ondan alıyor. Eğer ‘AP’ burada ‘ilericileri’ temsil ediyorsa ve yine YK’e göre Fatih ‘AP’li ise, kitabtaki ‘ilericiler tarafını baltalıyor’ iddiasının boşa düşmesi lâzım.

YK, ÇHP’yi KKP (Kapıkulu yani Ordu Partisi) olarak da okuyor. Belki de modern dönemin Kemalist Kurumsal Parti (KKP) olarak da okumak istiyordur. Dipnotunda da buna işâret ediyor. AP de herhâlde Adalet Partisi değildir.

İnsanların kafalarının karıştığını düşünüyorum. Yarı örtülü-yarı açık Kemalizm eleştirisi, İsmet figürünün öne çıkarılması, ‘İslâmcılar’ denen muğlak bir çevreye dâvetiyye çıkarılması ve ‘İsmet ruhu’na sahib çıkmalarının istenmesi, ‘Şebeke’nin ‘Kar’ın hemen akabinde nevzuhur etmesi, birkaç gün evvel mail’ime düşen bir haberde (bilgide) TSK içinde büyük bir huzursuzluğun olduğunun belirtilmesi, Tuncer Kılınç’ın açıklamaları vs. gibi ardışık gelişmeler insanı ister istemez, Kumandan’ın 1 Muharrem itibârıyla bir deprem beklemesinin sebeb-i hikmetini düşünmeye sevkediyor. Şübhesiz gaybı Allah bilir, bizimki biraz da ‘remil’ gibi…

YK’nin bu çıkışını biraz onun geçmişinde aramak lâzım. YK, 1962 ve 63 darbe girişimlerinin perde arkasındaki teorisyenlerinden biridir, ona göre zinde güçler ‘demokratik’ bir darbe yapacaklar, YK de ülkenin en müstesnâ ‘aydın’ı olarak bu devletin başına geçecektir. Meselâ Vaclav Havel gibi, ideal toplumun ideal lideri. Şunu kabul etmek gerekir ki, TSK’nin içinde ve özellikle küçük-orta kademe zabitan arasında YK’e karşı belli bir sempati vardır. YK, bu sempatiyi ‘zafer’e tahvil etmenin yollarını sürekli aramıştır. YK’nin Apo’nun yanına ‘sempatik-entelektüel ajan’ olarak gitmesinin ardında da bu ‘gölge-destek’ vardır. Bu destek resmen TSK üst düzeyinin desteği değil, zımnen ‘eksen güç’ konumundaki bazı zabitanın ‘gölge-destek’idir. Bu zabitanın TSK içindeki kesin etkinliği bilinmiyor, onu gücünü ve ne yapabileceğini ileride herhâlde görebiliriz. [Bir not olarak şunu düşelim; TSK’nın ‘Crassius kanadı’ diye adlandırabileceğimiz ‘ABD’ye yakın ama gururuna da düşkün-sahte mağrurlar diye de okuyabilirsiniz-kliği de Prof. Dr. Mahir Kaynak’a oynuyorlar. O nedenledir ki, YK’ün PKK’yle birlikte olduğu dönemlerde, Mahir Kaynak da her cuma Med-Tv’de yayınlanan ve Apo’nun en az 1 saat konuştuğu ‘Panel’ isimli programın en seçkin konuğuydu. Mahir Kaynak, Apo’ya ‘Sayın başkanım’, ‘Efendim’ şeklinde hitab eder ve PKK’yi destekler mâhiyette konuşmalar yapardı. Mahir Kaynak hakkında herhangi bir adlî takibat yapıldığından haberim olmadı. YK’nin küçük cezasının sebebi ise, arkasındaki ekibin iktidarda olmamasındandır].

Mevcut konjonktür de ilginç; Türkiye Sosyalist hareketi muhtemelen teori yazmakla meşgul olmalı ki, sesi sedâsı pek çıkmıyor, Kürt ulusal hareketi ise tavrını tamamen AB’ye endekslemiş durumda, bu arada ‘Apocu Sosyalizm’ isimli traji-komik bir şiarla tabanındaki ‘sosyalist’ unsurları da memnun etmeye çalışıyor, yerse! Ama YK’ü ve sivil-asker arkaplanını rahatsız eden bir şey daha var ki, o da TC devletinin hesapta stratejik ortagı olan İsrail’in, Kürtler’i ‘Yahudi soyundan geliyorlar’ biçiminde tanımlamaları. Bu kartı PKK’nin ne kadar kullanabileceği belli değil zira PKK’deki eski ‘Apo’dan mülhem’ homojenite artık yok. Bu nedenle siyonist-katliamcı İsrail’in ‘sempatik mesajı’na ‘Apocu sosyalist’ PKK’nin ‘he’ diyebilmesi pek de kolay görünmüyor. Eğer Apo dışarıda olsaydı, bu mesajı ustalıkla ‘taktik’ bir ilişkiye tahvil edebilirdi, bundan şübhem yok ancak şu ânda net bir şey söylemek çok zor. Tam da bu dönemde ortaya çıkan ‘Kar’, YK ve ekibini telaşlandırdı. Tam da, Perinçek-Manisalı-TSK’nın ikinci kurtuluşçu-Kuvvacı ‘staff’ ile YK-orta kademe İsmet Paşacı zabitan-CHP partileri ‘taktik’ bir ittifaka gitmekte ve devletin ve TSK’nın bekâsı asgarî müştereğinde buluşmuşken ‘Kar’ın ortaya çıkması [Buna alternatif klik ya da parti adını da verebiliriz; HADEP/Neo-PKK-Kendi soyuna! (Kürde) sahib çıkan Yahudilik-liberal-globalist/AB’ci ‘ikinci cumhuriyetçi’ parti/klik] ortalığı karıştırdı. Tam da bu noktada, ‘İslamcılar’ mühim bir potansiyel olarak farkedildiler. ‘Kar’, ‘yapıcı eleştirel!’ bir tavırla ‘İslamcılar’ı gıdıklıyor ve biraz da etkilemeyi başarıyor bu ‘tehlike’ye hemen bir ‘tampon’ oluşması gerekiyordu ve ilk YK bu işe soyundu. SP, AB’yi eleştirdi, AKP ‘yahudi’ tarafında saf tuttu.

YK, "Yahudiler Osmanist’tir" diyor. Peki, Abdülhamid Han’ı kim tasfiye etmeye çalıştı? M. Kemal’i kim yetiştirdi? Nuri Conker kimdi? TC’nin ilk kurumlarının sermâyesi nereden geldi? Ahi Loncaları’nı (Lodges) kim ihdas etti ve geliştirdi? Osmanlı’ya (Hilâfet’e ve İslâm’a) kim başkaldırdı [Shabbatay Zevi]? İttihat-Terakki’yi kim örgütledi? Bu soruları uzatmak mümkün. Ne biçim Osmanist bu yahudiler? "Orayı kendi memleketleri sayıyorlar" diyor YK, kendin itiraf ediyorsun işte, adam bütün İslâm topraklarını kendi toprağı saydığı için Filistin’de, Kürdistan’da, Anadolu’da ‘gölge iktidar’.

"Üstün Dinçmen daha sonra Devlet Bahçeli’nin dışişleri danışmanı oluyor, hangi özellikleri var?" diye serzenişli bir dille soruyor YK. Adam işte MHP’yi denetliyor, başkaları da var, Filiz Dinçmen’in, Bülent Tanla’nın, Altan Oymen’in ve daha birçoğunun CHP’de ne özellikleri varsa onun da aynı özellikleri var. YK samimî değil zira Rahşan Ecevit’ten hiç bahsetmiyor, neden acaba? Rahşan’ın atalarının Rumen yahudisi oldugunu bilen biliyor, YK de biliyor olmalı. Yoksa, amcaları ona DSP’yi karıştırma mı diyorlar? Ama Can Paker karşı klikten olduğu için onu açık ediyor, Canan Barlas’ı da. Kenan kızı Halide Edib’i yere göğe sığdıramıyordunuz? Millî kahraman, aydın Türk kadını, türban yiyici filan diye uçuruyordunuz, hayrola? Ee tabiî o artık merhum, onu herkes unuttu, Halide’nin yahudiliği yeni yeni anlamlandırılıyor. YK çok tilki, kılçıklı balıkları sevmiyor, hep löp et olsun istiyor. Ama Nesim Rozansky’den (Nazım) hiç bahsetmiyor. Abdi İpekçi’den bahsediyor, ama bir zamanlar onun g.tünün dibinden ayrılmıyordu, sonra da ‘demokrasi şehidi’ diyordu. Ne yani, o zamanlar Aİ’nin yahudi olduğunu bilmiyor muydu? Hadi canım!

Trafik kurbanı Selin Uras’ı, intihar eden kız Lara’yı yazıyorsun ama, Faruk Süren’i, Alp Yalman’ı, Erman Kunter’i, Candan Erçetin’i, Haldun Dormen’ı, Nedim Saban’ı, Yıldız Kenter’i yazmıyorsun, neden? Ben söyleyeyim; çünkü, onların senin hâmîlerinle bağı var, sana yazdırmazlar, hep eskileri, sistemle sürtüştüğü farzedilenleri, önemsizleri ya da deşifre olanları yazıyorsun, İsmail Cem İpekçi’nin (Samuel Jimm) yahudi olduğunu en cahil adam da biliyor, Halil Bezmen de, Canan Barlas da, Güngör-Ruhat Mengü de, Sami Kohen de deşifre, Selim Sarper, Ahmet Emin Yalman, Aİ, Halide Edib, Osman Olcay vs. eski. Yaz o zaman, İlter Türkmen’i de, o da eski dışişleri bakanı ve yahudi, bilmiyor musun? Bal gibi biliyorsun, ama senin klikten olduğu için yazmıyorsun. Belki de kitabında vardır, daha okumadım ama hiç zannetmiyorum. Prof. Dr. Eser Karakaş, Selanik eski belediye başkanlarından ve büyük Shabbetay ailelerinden biri olan Karakaşîler’e mensub olan Hamdet Karakaşî’nin soyundandır ve karşı (globalist-liberal) kliktendir, o nedenle YK, bunu zikrediyor.

"FP kapatılmayı hak etmedi… Biz ise Afganistan’a asker gönderilmesine, İsrail’in yaptıklarına karşıyız, din özgürlüğüne taraftarız, Türkiye’de semitizm var"

Vay, vay, vay… Bak sen şu konuşana, Türkiye’de semitizm varmış da bizim haberimiz yok! Resmî ideoloji şeklî bir modifikasyonla imaj tazeliyor ve Neo-Kemalizm’den başka hiçbirşey olmayan İsmetçilik ve bu temelde sahte yahudi karşıtlığı retoriğiyle kendini yeniden üretiyor ve Müslümanlar’a zarf atıyor, kara günümde bana sahib çık diyor, enerjiye ihtiyacım var diyor, zehirli şarabıma ekmeğini batır diyor. Biz de diyoruz ki, o şaraba ekmeğini bandıran ‘Müselman!!!’ haindir, Yehuda Escariot’un tâ kendisidir. Tezgâha gelmektedir. YK’ye tutturulan bu çanağın içine ne yapılması gerektiğini herkes biliyordur herhâlde.
 

Dr. HAKKI AÇIKALIN
AKADEMYA DERGİSİ

 

"Şebeke"nin cemaziyelevveli üzerine ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

"Sabataizm göz ardı edilerek Cumhuriyet Türkiyesinin tarihi yazılamaz" demiştik. Sabataizm, üç bin yıllık Yahudi sorununun bu topraklardaki üç yüz yıllık uzantısı. Fakat bu toprakların kaderini belirleyici rol üstlenmesi yüz yıllık bir geçmişe dayanıyor. Son yüzyılda bu topraklarda olup bitenlerin takip ettiği seyre bakarak Sabataizmin hedeflerini okuyabilirsiniz.

Bu köşenin takipçileri "reconquista" kavramını hatırlayacaklardır. İspanyolca olan bu kavram, Müslüman Endülüs'ün Katolik dünyasınca "istirdadını", yani "geri alımını" ifade ediyordu.
400 yıl süren Endülüs reconquista süreci 1492'de Müslüman direnişinin son kalesi Gırnata'nın düşüşüyle tamamlanmıştı. Bu tarihte İslam medeniyetinin dünya tarihindeki göz kamaştırıcı bir halkası olan Endülüs İslam Devleti tarihe gömülmüş oldu. Endülüs, Batı'nın rönesansına birinci elden kaynaklık etmişti. Batılılar Endülüs'ü yok etmekle, felsefi ve entelektüel babalarını yok etmişlerdi. Görüyorsunuz "oedipus kompleksi" sadece Shakespeare'in oyununda duran bir şey değil, batının kanında olan bir şey…

Su bir paradoks. Fakat, İslam medeniyetinin incisi Endülüs'le ilgili tek paradoks bu değil. Bir başka paradoks daha var ki, o da Endülüs İslam Devletinde huzur ve sükun içinde yaşamış olan Yahudi unsurların, Endülüs reconquistası sürecinde kendilerine de yönelen Hıristiyan şiddetinden kaçarak sığındıkları Osmanlı'ya yapmış oldukları tarihi ihanettir.

Zavallı Sultan Abdulhamid, tahtından haksızca alaşağı edildiğine yanacağı yerde, hal edildiğini tebliğ eden heyette bulunan Emanuel Karasso'nun orada oluşuna hayıflanacaktı.
Sonrasını biliyorsunuz. Bilmiyorsanız da, sizleri bizzarure (!) biliyor kabul etmek zorunda olduğumuzu biliyorsunuz. Sonrası, 'Filozof' Rıza Tevfik'in mazlum Sultan'ın ruhundan özür dilediği manzumesindeki o harika tesbitiyle "saçak öpmeyenlerin secde ettikleri" bir dönem…

Bu dönemin en belirgin özelliği "kaht-ı rical" dönemi olması. Bırakınız niteliklisini, adamın niteliksizinin dahi matah olduğu bir "adam kıtlığı" dönemi bu…

Önce Trablusgarb, ardından Balkanlar, Ardından I. Cihan Harbi ve destânî Çanakkale direnişi, ardından Kafkas cephesi ve en son Türk-Yunan kapışması… Yani dolu dolu 10 yıl savaş; hiç durmadan, dinlenmeden… Savaşan kim?

Ecnebi (Alman) askeri öğretmenler tarafından aklı iğfal imanı imha edilmiş tuzu kuru subaylar elinde göz göre göre ölüme sürülen yoksul ama inançlı Anadolu çocukları. Şu rakamlara bakınız: Yaklaşık 30 milyon olan bu dönemdeki Osmanlı nüfusu içerisinde (bu nüfusa azınlıklar da dahil) askere alınanların sayısı 2.850.000. Yalnız Çanakkale'de 55.000 kayıp ve 250.000 esir ve yaralı. 10 yıl savaş sonunda üç milyona yakın bu ordudan evine dönenlerin sayısı yaklaşık 300.000 civarındadır. Bu yüzde 10 eder. Ya yüzde 90'ı? 

Savaşlarda (buna hastalık ve yol da dahil) ölenlerin sayısı 500.000. Buna yine 500.000 kadar sakatı da ekleyin. Hasta, kayıp, kaçak ve esir toplamı ise 1.565.000. Böyle bir ülkede adam mı kalır?

İşte bu boşlukta, kaşla göz arasında yapılan "mübadele", bir bakıma Anadolu'da 'yeni' kurulan yönetim için 'yönetici sınıf ithali' anlamına geliyordu. Verilen, Anadolu'nun binlerce yıllık sakini olan yerli 'rumlar' idi. Peki onun yerine 'alınanlar' kimlerdi? Daha ilginci bunları kim ya da kimler tesbit etmişti? Bu tesbitte nasıl bir kıstas uygulanmıştı? Pazarlıklarda getirilenler karşılığında ekstra bir şey verilmiş miydi? Mübadele'nin iç yüzüne ve bu sırada dönen dolaplara ilişkin kim, neyi, ne kadar biliyor? Hoş, bilenler konuşamadıktan ve bilinenler konuşulamadıktan sonra bilsen neye yarar?

Batı Trakya'daki Türk azınlık Yunan'ın insafına terk edilirken getirilenlerin ekserisi Selanik'in "dönmeleri" idi. Onlar getirildiler, boşalmış Anadolu ve İstanbul'un en mutena bölgelerine yerleştirildiler. Gelenler, Anadolu'nun cahil bıraktırılmış halkı gibi değildi. İyi yetişmiştiler. Bir çoğu birkaç dil biliyordu. Tahsilliydiler, torpilliydiler… 

Her biri en mutena köşelere yerleştirildi. Kurulmakta olan 'yeni' devletin himayesi altında dağdan gelenin bağdakini kovduğu bir durum meydana geldi. Kritik mevkiler bir bir 'mübadele'nin şanslı mensuplarına teslim edildi. Bir kısmı basın dünyasında, bir kısmı ekonomi dünyasında konuşlandı. Bunlar önceden buralarda olan yandaşlarınca desteklendi, kollandı ve himaye edildi. 

"Yerli" unsur 10 yıl süren savaşta yem olarak kullanıla kullanıla bitirilmişti. Geriye kalan yerliler içerisinden yönetime talip olanlar ya da pastadan pay isteyenler de peyderpey tasfiye edildi.
Savaştan sonraki bir 10 yıllık tasfiye sürecinin ardından ortalık 'temiz', hatta 'tertemiz' olmuştu.

İşte bugün bu ülkenin elinde inlediği "şebeke"nin tohumları daha o yıllarda ekildi. 'Yerli' unsurlara, bu şebekeye koltuk değnekliği ya da yağdanlık yapmak dışında seçenek bırakılmadı. Bunu yapmayanlar ise bazen sopa/silah zoruyla, bazen de havuç siyasetiyle elimine edildi.

Ne diyordu o kadim şarkının sözleri: "İşte bizim hikayemiz / Böyle saf, böyle temiz"

Sami Hocaoğlu Yeni Şafak 
lllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll

"Şebeke"nin dediği olur

Önce, Cumhuriyet Türkiyesi'yle ilgili tarihsel bir gerçeği hatırlatalım: Sabataizm ve Sabataistler bilinmeden Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazılamaz. İlle de yazılmaya çalışılırsa, "yalan" ve "kurgu ürünü" olmak zorundadır.

Sabataistler, Modern Türkiye tarihinin hem sahne önündeki flaş aktörleri hem de sahne ardındaki yapımcı ve yönetmenleridir. Osmanlı'nın yıkılışında oynadıkları rolle onun yerine yeni rejimin kuruluşunda oynadıkları rol, belirgin bir sebep-sonuç ilişkisine sahiptir. Günümüz Türkiyesi'nde, tüm köşe başlarını kapmış olmaları tesadüf değildir.

Öteden beri "Dönmelik" olarak bilinen Sabataizm, İzmirli bir hahamken tüm dünya Yahudileri'nin kurtarıcısı (mehdi) olduğu iddiasıyla ortaya çıkan Sabatay Zvi'nin adına nisbet edilir. Döneminin Yahudi dünyası içerisinde de marjinal ve Yahudilik'ten sapmış (heretik) bir gurup olarak kabul edilen Sabataycılar, Osmanlı döneminde hep Müslüman adları alarak içten Yahudi oldukları halde dıştan Müslüman gibi göründükleri için "dönme" adıyla anıla gelmişlerdir. Bu isim onlar Yahudilik'ten İslam'a döndükleri için değil "dönmedikleri" için verilmiştir. Değilse İslam'da "ihtida" müessesesi vardır ve samimi olarak İslam'a giren kimse, yedi sülalesi Müslüman olan biriyle din katında eşittir. Bu nedenle Ermeni, Rum Ortodoks ve hatta Yahudi iken sonradan "Allah'a teslimiyeti" (=İslam) din olarak seçen hiç kimseye "dönme" adı verilmemiştir.

Yahudiliğin Hurûfî, mistik, gizemli ve simgeci yorumu olan Kabala ekolü bilinmeden Sabataizm bilinemez. Çünkü Sabataizm, Kabalacı metinlerin daha marjinal ve militan bir yorumu olan Zohar ekolünün ürünüdür. İlginç olan husus, İsrail devletini İslam topraklarının bağrına bir bıçak gibi saplayan Siyonizm de, Sabataizm gibi Zohar ekolünden doğmuştur. Yani Siyonizm ve Sabataizm, aynı annenin iki memesinden emen ikiz kardeştirler. Bu nedenle ikisi de makyavelist, maskeli, çıkarcı ve sinsidir. İkisi de "ibâhî"dir. Konunun yüzyılımızdaki en büyük Müslüman uzmanı olan Prof. Dr. Abdulvahhab el-Mesiri'nin isabetli teşhisiyle ikisinin kendisinden doğduğu kaynağın temel felsefesi "küresel değersizleştirme"dir.

İşte niteliklerini ve kökenini yukarıda kısaca dile getirmeye çalıştığımız Dönmeler -namı diğer Sabataistler- yüzyıllardır insanımızın zihninde yer eden "dönmeler dönmezler" özdeyişini doğrulayarak bir kez daha atağa geçtiler.

İslam'a karşı "küreselleşme" adı altında küresel bir savaşa girişen ABD'deki "kıyametçi" Hıristiyan fanatiklerle Yahudi fanatikler el ele vererek dünyayı haraca kesme projesini uyguluyorlar. ABD yönetimini ele geçiren Hıristiyan fanatikler projelerini uygulayacakları başka ülkelerde Siyonistler'le iş tutarken, sıra Türkiye'ye gelince Siyonistler'in ikiz kardeşi olan Sabataistler'i tercih ediyor.

Şu günlerde gizemli bir el tarafından yeniden dizayn edilen siyaset arenasına mebzul miktarda Sabataycı'nın sürülmesini siz tesadüf mü sanıyorsunuz? Önümüze, ardımıza, sağımıza, solumuza, merkez solumuza, merkez sağımıza ve tam merkezimize hep siyasetin baş aktörü olmaya aday Sabataistler birer birer yerleştiriliyor…

İsteniyor ki Sabataycı'nın rakibi de Sabataycı olsun. Birinin foyası ortaya çıkar ya da Sabataist destekli medya tarafından şişirilen balonu patlarsa, onun alternatifi de Sabataist olsun. Yani, bu ülkede Sabataistler'den kurtuluş imkanı kalmasın ve biz millet olarak Sabataycılar'dan Sabataycı beğenelim…

Mesela "Leydi'nin Topuk Sesleri!" manşetleriyle şişirilen, medyanın "sarışın güzel" diye nitelediği, Mübadelede (Bu "mübadele" sözcüğü anahtar bir sözcük; tüm sır mübadele listesinde saklı) Sabataizm'in kalesi Selanik'ten getirilip Milas civarına yerleştirilen Sabataist eskidi diyelim…

Al sana ABD'den ithal, sıfır kilometre, bir tarafı ecnebi bir tarafı Sabataistler'in Kapani koluna mensup melez bir Sabataycı daha! Arkasına uluslararası finans çevrelerinin de desteğini alarak gelen bu Sabataist'e hangi babayiğidin gücü yeter? 28 Şubat'ta dindar milletin anasını ağlatan "kahraman koruyucular" bile, bu dayısı kuvvetli Sabataist'e selam durur evelallah…

Diyelim ki, onun "ecnebi" oluşundan dolayı milletin huzuruna çıkarılamayacak kadar defolu olduğu anlaşıldı ya da anlaşılma ihtimali belirdi… "Demokrasilerde(!!!) çare tükenmez" derlerdi ya hani? İşte ondan… al sana İzmir'den bilmem nereye, oradan Sakarya'ya göçerek ve dahi Demokratlar arasında politika yapan aile büyüklerini de kullanarak Sabataycı kökenini kaybettirmeyi başarmış genç, iş bilir, becerikli bir Sabataist daha… Tabiî ki yine ABD'den, yine ithal….

Yeniler, ABD tv'lerinin uzantıları CNN ve NTV'nin olağanüstü desteğine rağman istenen rüzgarı estiremedi mi? Onun da kolayı var: Eski Sabataistler'den takviye edilmiş bir Dönmeler portföyüne (İpekçilerden bir İpekçi'nin "Sabatay Zvi dedem olur" diye demeç verdiğini hatırlatmaya bile gerek yok) maydanoz kabilinden onlara payanda olmaya hazır birkaç sözüm ona yerli…

Al sana Türkiye'nin Karzâîlerinden oluşmuş müstakbel hükümet modeli!..

Yahu, seçim meçim yapıp da bu milletle kafa bulmanın ne gereği var; nasıl olsa "şebeke"nin dediği olmayacak mı?

Sami Hocaoğlu Yeni Şafak
llllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll

Şebeke Network Eleştirisi

Yalçın Küçük’ün son kitabı "Şebeke - Network" çıkmış, röportajında bahsettiği kitabın da ilk bölümü olan Benim Adım Kırmızı çözümlemesini merak ediyordum.Bizim de bu kitabın ismi hakkında bir saptamamız vardı ve Yalçın Küçük’ün saptamasıyla çakışacak mı diye merak etmiştim.

Yalçın Küçük, kitaba ismini veren Kırmızı’nın, o dönemde çıkan bir fermanla Yahudilerin başlıklarının kırmızı olmasından kaynaklandığını iddia ediyor ve ayrıca elindeki Hebrew- English Dictionary ‘den de kırmızı sözcüğünün aynı zamanda adam anlamına geldiğini ve bunun da iddiasına destek olduğunu söylüyor. Doğrusu bizim elimizde maalesef bir İbranice - İngilizce Sözlük olmadığı için kırmızı ile adam sözcüklerinin yakınsamasını bilmiyorduk, bu bizim için yeni bir bilgidir (ve bizi doğrulayan bir argümandır) ama bizim bildiğimiz başka şeyler var ve Küçük de bunları bilmiyor.

"Benim Adım Kırmızı"nın isminin nereden kaynaklandığını aylar önce yazarken şöyle demiştik :
"Simya, değersiz madenlerden altın yapma işlemi." (Bu zahiri anlamı-g.n) İçrek (ezoterik, batıni-g.) bir öğreti olan simyanın tinsel düzlemdeki amacı ise, sıradan insanı ‘tinsel’ insana dönüştürmektir. (…) Simyanın sonul amacı Büyük yapıtı gerçekleştirmektir. Bu sürecin üç aşaması, Kara Yapıt, Beyaz Yapıt ve Kırmızı Yapıt’tır.
(…)
Kara Yapıt : Maddenin ilk dönüşüm aşaması; çözülme ve damıtılma aşaması.
Beyaz Yapıt: Ögeler kaynaşarak gümüşsü ya da aysı duruma gelirler; bu durumda maddenin tüm renkleri beyazda birleşir.
Kırmızı Yapıt: Elde edilen maddenin gümüşsu duruma geldiği son aşama. (Umbeto Eco, Foucault Sarkacı)".

Mistik genel olarak, zahiri değil batıni olanlardan anlamlar çıkarır ve Tanrı’yı böyle kavrar, böyle ulaşmaya çalışır. Bu ulaşma da derece derece, hamlıktan pişkinliğe giderek, kemale ererek olur. Simyanın manevi anlamı olarak da bu aşamalar siyah, beyaz ve kırmızı renklerdir. Orhan Pamuk’un kitaplarının ismi buradan geliyor diye ilk defa biz açıklamıştık. Bu sadece bir kitabın isminden yani Kırmızı’dan değil diğer kitapların isimlerinden geçen Beyaz ve Kara sıfatlarından da bellidir.

Adam, sadece adem, adam, insan anlamında değildir. Adam Kadmon var ve Kabala’ya göre Adam Kadmon, Adem’in (ilk insan) Tanrı’nın suretinde yaratıldığını anlatan sembol. Sefirot, insan şeklinde yani adam kadmon olarak insan bedeninin (örneğin, üç sefira olan keter yani taç; hohma yani bilgelik ve binah yani zeka insan başını oluşturuyor) çeşitli uzuvlarını temsil ediyor. Bir Kabalacı da adam kadmona ulaşmaya yani mükemmel insan olmaya çalışır. Bu da tekamülle olabilecek bir şey ve bu tekamülün de evreleri var; simyanın zahiri anlamı da da bu evreleri, hiyerarşiyi (sırasıyla siyah, beyaz ve kırmızı) anlatıyor. Dolayısıyla kırmızı sözcüğü adam sözcüğüyle yakınsasa bile bunun nedeni mükemmeliyet olan adam kadmon ve mükemmeliğin rengi de kırmızı. Yalçın Küçük’ün sır gibi sakladığı ve röportajında açıklamadığı "keşfi" yanlış. Yanlış çünkü bilmiyor.

Yalçın Küçük’ün anlamadığı şey, Orhan Pamuk’un bir Yahudi değil Sabetaycı olduğu; ikisinin farklı olduğunu röportajında sık sık söylemesine rağmen bu yanılgıya düşüyor.

Ester Kira’nın öldürülüşü için bizim kısaca değindiğimiz "fiyat devrimi" sonucu yaşanan tağşiş (ki Ester Kira’nın verdiği ayarı bozuk akçelerin ulufe olarak dağıtılması sonucu öldürülmüştür) ve enflasyondan da habersiz görünüyor ve sadece içteki iki grubun iktidar çekişmesine bağlıyor ve siyasetin ekonomiyle bağını unutmuşa benziyor. Ester Kira için sadece Encyclpaedia Judaica’dan ve Avram Galante’den yararlanmış, ama yerli kaynakları okumamış bile. Yaklaşık yedi-sekiz ay önce yazdığımız bir yazıda, Benim Adım Kırmızı’nın kahramanlarından bahsetmiştik ve o zaman kitapta geçen dul kadının Orhan Pamuk’un annesi ve çocuklarının da (kitapta isimleri Şevket ve Orhan’dır) Orhan Pamuk ve ağabeyi Şevket Pamuk olduğunu söylemiştik. O zaman kitapta sıkça geçen Ester’e de değinmiştik. Ester Kira’dır bu kadının ismi ve o zaman için fırtınalar yaratan olayların kahramanıdır. (Müthiş bir zorlu dönemdir ve açlık, kıtlık geçim sıkıntısı had safhadadır.)
Bunun kaynağı Tarihçi Mustafa Selaniki’nin yazdığı, Tarih-i Selaniki’den biliyorlar. Pamuk’un kitabında anlattığı dönem Sultan III. Mehmed Dönemi ve o dönemde bir de ortaya Mehdi iddiasında bulunan birisi çıkar ve epey taraftar toplar, sonra idam edilir. Tarih-i Selaniki’nin 1989 basımını bulmak ve okumak mümkün. Ayrıca Necdet Sakaoğlu’nun "Bu Mülkün Sultanları" isimli 1999 da ilk basımı yapıaln kitabında da yine zikredilen eserden alınan bilgilerle o dönem ve Ester Kira’dan kısaca bahsedilmektedir. Şevket Pamuk’un yazdığı "Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914" ve "osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi" isimli kitaplarında fiyat devrimi ve sonuçları anlatılır, ancak Küçük bu eserlerden yararlanmamış.

Benim Adım Kırmızı’da, Şeküre (Orhan Pamuk’un annesinin de gerçek adıdır) kendisiyle evlenmek isteyen Kara’ya, ısrarla bir kitabı okuyup bitirmesini evliliğin şartı olarak öne sürer. Bunun nedeni, Kara, ancak o sırlı kitabı (ki kuşkusuz Kabala) bitirince Adam Kadmon yani mükemmel insan yani Kırmızı olacaktır. Yalçın Küçük bu bölüm hakkında başka bir yorumda bulunuyor ki yanlış. Renk mistisizmini ve hiyerarşisini anlamamış maalesef.
Orhan Pamuk’un hattatlara olan ilgisi de, hattatların Karacaahmet Mezarlığı’nda özel bir adaya gömülmesinde yatıyor.

Orhan Pamuk’un siyasi görüşlerini beğenmeyebilirsiniz ama bunu yaparken Orhan Pamuk’un Sabetaycılığından dem vuruyorsanız o zaman çok sevdiğiniz Nazım Hikmet’in de Sabetaycılığını yazmak bir ahlak ve dürüstlük gereği olmalıdır. Satır aralarında sürekli olarak hiç hoşlanmadığınız Kemal Tahir ve İdris Küçükömer’in Sabetaycılığını ima ediyorsanız, o zaman çok sevdiğinizi söylediğiniz Nazım Hikmet’in de Sabetaycılığını söylemelisiniz. Eğer böyle yapmıyorsanız, Sabetaycılık tek başına olumsuz bir şeymiş gibi algılıyor ve öyle mesaj veriyor demektesinizdir. Bir insan sırf Sabetaycı olduğu sevilmez ya da sevilebilir olamaz.

Pamuk’un Mustafa Kemal karşıtlığına baz olarak, Sabetaycıların "Osmanlı Hayranı" olduğu şeklinde bir argüman koyulursa o zaman ben de, tam tersi onlarca Osmanlı düşmanı ve Mustafa Kemal, Cumhuriyet hayranı isim koyarım. Üstelik karşı olan Sabetaycı da -madem bundan dolayı karşı da- karşı olunan ne ? Bunun akılla, mantıkla bir ilgisi yok. Küçük’ün anlamadığı, burjuvazinin artık uluslararası entegrasyon için ulus-devletten vazgeçmenin şart olduğunu anlaması. Cumhuriyeti kurarken nasıl ulus-devlet modelini menfaatleri gereğince destekledilerse şimdi de bunun karştını destekliyor ve ulus-ötesi bir modelin de bayraktarlığını yapıyorlar. Geçmişin sıkı milliyetçilerinden önemli bir kesimi o yüzden karşı tarafa geçmiş gibi görünüyorlar oysa onlar hep kendi menfaatlerinin safındalar. Bu yüzden de Sabetaycıların içinde büyük burjuvaziyi temsil eden, menfaatleri o tarafta olanlar ile cumhuriyetin paradigmasının aynı kalmasını söyleyen ve menfaatleri o tarafta olan Sabetaycılar arasında bir gerilim yaşanmaya başladı. İki görüşün de bayraktarlığını her daim seçkin olan ve hep ön planda olan güçlüler olarak Sabetaycılar yapıyor. Ortak noktaları İslamiyete uzaklık, İsrail’e yakınlık, laiklik, post-modern reformist İslama daha yumuşak bakmak vs ama gerilimler iyice su yüzüne çıkmaya başladı. Kayıkçı kavgasında taraf olmak, kırk satırla kırk katır arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Bu kavgada atlar tepişiyor ve ezilenler hep aynı ve aynı da kalacak.

Sertap Erener’in Işık Liseli olduğunu biliyorsunuz da yıllarca aynı partide birlikte çalıştığınız, genel başkanınız Behice Boran’ın oğlunun da Işık Liseli olduğundan haberiniz yok mu ? En yakınınızdaki, öve öve bitiremediğiniz kişilerden birisi Sabetaycı ve bunu bilerek yazmıyor. Bu konuda Yalçın Küçük çifte standartlı davranıyor.

Okul Yıllıklarını araştırıp yazarken şöyle demiştim : "Işık Lisesi 1940-1941 Yıllığını inceledim. Yıllıkta okul müdürü Eşref Binzet görünüyor. Öğretmenler arasında tanıdık isimler var : Riyaziye Öğretmeni Fazıl Say. Ünlü piyanist Fazıl Say’ın dedesi demek ki matematik öğretmeniymiş. Abdi Boysan da Kimya Öğretmeniymiş. Mustafa Kemal’in kızkardeşi Makbule Atadan’ın 1935’te milltevekili Mecdi Boysan’la evlendiğini hatırlatalım. Ayrıca mezun olan öğrencilerden iki kişinin ismi de Rasin Boysan ve Seyide Boysan zaten yıllıkta tanıdık isimlerden. Gündüz Pamuk ve Hilkat Sirmen dikkat çekiyor. Ayrıca, yıllığa Simitçi diye bir yazı yazan Bülent Daver de o esnada 6. Sınıf öğrencisiymiş."

Gündüz Pamuk’un Orhan Pamuk’un babası olduğunu biliyordum. Yalçın Küçük’ten, Gündüz Pamuk’un başından sonuna kadar Koç’ta çalıştığını ve Aygaz’ın da Genel Müdürlüğünü yaptığını öğreniyoruz. Sabetaycı Koç’un genel müdürlerinin de Sabetaycılardan seçildiğini yazmıştım. Gündüz Pamuk’un Ecevit tarafından kısa bir süre "ödünç" alındığını ve kamuda da genel müdürlük yaptırıldığını öğreniyoruz. I. Ecevit Hükümeti’nde kimlerin genel müdür yapıldığı (İsmail Cem, Nezih Neyzi vs) başlıbaşına bir konu.

Yalçın Küçük, bizim de dikkatimizi çeken ve alıntı yaptığımız Haber Turk’te Uğur İpekçi ismiyle yazan ve Soner Yalçın olduğu iddia edilen kişiye dayanarak, Asala’ya karşı ABD’deki Yahudi Lobisi ile işbriliği yapıldığı bilgisine dikkat çekiyor ki çok mantıklıdır ve bizim söylediklerimizi de destekleyen bir argümandır.

Y.Küçük ayrıca The Washington İnstute’ye çok dikkat çekiyor ve buranın tamamen Yahudilerden oluştuğuna ve özellikle başındaki Makovsky’nin gücüne, Bülent Ecevit’in bu kurum için "ulu" diye bahsetmesine vurgu yapıyor. Makovsky’den feyz alanlar, bu kurumdan geçenler arasında Çevik Bir, Turan Güneş’in damadı ODTÜ’den Sencer Ayata, İsmail Cem, Şükrü Sina Gürel, Hikmet Sami Türk, Cengiz Çandar, Sami Kohen de var ve burada eğitim gören subayların isimleri de yer alıyor. De Gaulle’den alıntıladığı ve Fransa’daki Siyonist Lobi’den bahseden, şikayet eden bir söz de kitapta var.

Küçük’ten ayrıca Oral Çalışlar’ın bir diğer ismi daha olduğunu, Danyal’mış, öğreniyoruz. Bunun dışında Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ındaki Sabetaycı bağları göstermesi, yazdıklarına katılıyoruz, var ve Küçük’ün İttihat Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa övgüleriyle kitabını bitiriyoruz.

Şebeke’de bize yani Mavera okuyucularına yeni bir şey söylenmediğini söyleyebilirim. Aksine, bizim çözdüğümüz örneğin Kemal Derviş -Nilüfer Göle bağlantısı gibi bağlantıları bile doğru dürüst bilmediğini, hemen hiç bir bağlantıyı çözemediğini, bilmediğini ve Yalçın Küçük’ün hiç de araştırma yapmadığını, sadece bazı kimselerin getirdiği gazete küpürlerini yayınladığını söylemek sanırım sert ama samimi olacaktır. Tekelistan’da yazılanların hatta Aydınlık Zindan’da bu konuda ne varsa aynısı olduğunu üzülerek söylemek gerekiyor.

Ez cümle bu kitap bir hayal kırıklığı ve acaba yeni şeyler öğrenebilir miyiz dedik ama maalesef… Kitap yazmak, hele araştırma ve "keşif" yaptığını söyleyerek yazmak bu kadar basit olmamalı.
Dost acı söyler : Olmamış Yalçın Küçük…
GÖKYÜZÜ
lllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll

Paranoyanın sonu, gelip ırkçılığa dayandı (Baskın Oran niye gocunuyor? WM)

Son zamanlarda bu ülkede birbirinden tatsız iki ırkçı eğilim dikkatleri çekiyor. Bir Rum düşmanlığı ve bir Musevi düşmanlığı (antisemitizm) zuhur etti. Bu ikinciden başlayalım.

Musevi düşmanlığı, göründüğü kadarıyla İsrail'in azmasından çıkıyor. Filistinlilere yapılan rezaletleri halkımız mitinglerle kınıyor. Ama, en göze çarpan pankartlardan ikisi şöyle: “Revivo Go Home” (Fenerbahçe'nin İsrailli futbolcusu) ve, sıkı durun, “I Understand Hitler Better Now!”. Anlamanı seveyim canım benim (yüklemi değiştirebilirsiniz).

Muhterem halkımız böyle; ya okumuşlarımız? Şu sıralarda azalır gibi oldu ama, bitakım kişiler durup durup internette “Dönmeler”den söz ediyorlar. Aralarından “eski Sabetayist” Ilgaz Zorlu adlı bir zat Sabetayist Rahşan Ecevit'in cumhurbaşkanı yapılacağını da ilan etti.

Bu arada Mülkiyeli ağabeyim Prof. Yalçın Küçük, “Şebeke” adlı son kitabında bu ülkeyi Sabetayistlerin yönettiğini açıkladı. Bikaçını sayayım: Cumhuriyet gazetesi, Bülent Tanla, Deniz Baykal, “Smail” Cem, Cem Mansur, Selim Sarper, Kemal Derviş, Çevik Bir... İsmet Paşa'yı Sabetayistler tasfiye etti... Orhan Pamuk onların fikirlerini yazıyor... Türkiye'de antisemitizm yok, semitizm var... Bizim Mülkiye'nin dekanı Celal Göle de Sabetayist; zaten Mülkiye'de başka türlü dekan olunmaz... Bu vesileyle, Kars'ın Göle kazasının da dönme yatağı olduğunu öğreniyoruz. Tevekkeli değil, Mülkiyeli abem aynı mülakatta (Anadolu Gençlik, Şubat 2002) boşuna demiyor “Ben, kendi bulgularına, kendisi hayretler içinde bakan birisiyim” diye...

Yahu, adamın dedesinin dedesinin dedesi 17. yüzyılda Yahudilik'ten dönüp Müslüman olmuş, o zamandan bu zamana üç buçuk asır geçmiş, hâlâ “Dönme” ve “Sabetaycı” olmaktan kurtulamayacak mı? Kaç yüzyıl geçerse kurtulunur? Üstelik, azınlıklar teorisinde, “isteyerek asimile olmak” kadar alkışla karşılanan bişey yok; hiç mi kitap okumaz bu insanlar? Bu Sabetaycı “literatür”ü ben İsmail Cem'in önünü kesmek istemeye bağlıyordum ama, Pandora'nın Kutusu'nu böylesine açıverdiğine göre, muhterem toplumumuzda iyi “potansiyel” varmış hani.

Bir de, Fener Rum Patrikhanesinin “Vatikan” olmak istemesi çıktı şimdilerde. Allah selamet versin, bu konuda da paranoya ırk ayrımcılığına dönüştü. Fener semtiyle Fenerbahçe semtini ayırt etmekten yoksun ne kadar zevat varsa tutturmuş, Patrikhane ekümenik (evrensel) yetkiye sahip olmak istiyor, durmadan ev satın alıyor, sonra Fener semtini “devlet” ilan edecek diye. Tam bir “nerem doğru?” hikayesi.

Bir kere, tapu kayıtlarına bakıyorsunuz, İstanbullu Rumlar 1954 ve 1989 yıllarında o civardan 2 ev almışlar. 1940, 41, 47, 59, 64, 77, 79, 80, 87, 88, 91, 92, 93 yıllarında da 1'er ev. Toplam 17 ev (Milliyet, 29.10.1993). 1993'ten bu yana da hiç alım yok. Zaten, olsa ne olacak? Sen Ezan-ı Muhammedi'yi aman daha iyi duyayım diye cami yanından veya Eyüp Sultan'dan ev alıyorsun da Hıristiyan diye Fener'den alamıyor? Bu laik ülkede böyle din ayrımcılığı, bu kapitalist ülkede böyle mülkiyet kısıtlaması olur mu?

Bu ev alma işini o zaman ihbar eden de kim, biliyor musunuz? “Türk Ortodoks Patrikhanesi” adlı, tabeladan ibaret kilisenin patrik vekili Selçuk Erenerol. Şimdilerde de onun kerimesi, gönüllü MHP çalışanlarından Sevgi Erenerol. Bu aile, dedeleri Papa Eftim Efendi'nin (Pavli Karahisarlıoğlu) Atatürk tarafından önce yüceltilip, sonra da Yunanistan ve İngiltere'yle ilişkileri tehlikeye sokması yüzünden bir kenara itilmiş olmasının intikamını böyle almaya çalışıyor.

İkincisi, Rumlar ev alsalar bile, bunun, cemaati 2500'e inmiş Fener Patrikhanesinin Vatikanlaşmasıyla ne ilgisi var anlayamadım.

Daha önemlisi, Allah bilir, bu cin fikirli zevat, bu evlerin Fener Patrikhanesine devredilmek üzere alındığını sanıyorlardır. Rahat edin, Patrikhane devralamaz, çünkü notere veya tapuya gidip imza atamaz; çünkü tüzel kişiliği yoktur! Hiçbir patrikliğin de yok. Hadi, şimdi de hemen kaleme sarılın, “Ama ya ileride tüzel kişiliği olursa!” diye döktürün... Yaptığınız ırkçılığa bir kılıf bulmayı bir de buradan deneyin.

Bu muhteremlerin biraz tarih bilmesi iyi olurdu: Papalık, ilk Roma Piskoposu Havari Aziz Petrus'tan beri var ve bütün Ortaçağ boyunca imparatorlara taç giydirdi; İtalya ise 1870'den sonra kuruldu. Oysa Bizans (Fener) patrikhanesi her zaman Bizans imparatorlarının oyuncağıydı; idam ediliveren patriklerin sayısı bile bilinmez. Ortadoğu'da bu iş böyledir; Devlet her dönemde ve daima Din kurumunu pençesi altında tutmuştur. Bunun nedenini anlatmak epey uzun sürer ama, şu kadarını öğrenseler yeter: Türkiye'deki laiklik (devlet'in din'i denetlemesi) Fransa'dan falan değil, Osmanlı aracılığıyla Bizans'ın bu niteliğinden gelmiştir.

En önemlisini söyleyeyim de bitireyim: Keşke Fener Patrikhanesini Vatikan gibi bir statüye sahip kılabilseydik! Turizmi falan bırakın; Türkiye'nin dış politikası ülkemizin boyuyla posuyla orantısız bir güce kavuşurdu. Fatih Sultan Mehmet'in, can çekişen Fener'i yeni yetkilerle donatıp diriltmesi acaba “insan haklarına saygı”sından mıydı, yoksa Avrupa Birliği'ne girmek arzusundan mı, ne dersiniz?

Tabii, bunu okuyan kimi muhteremler İstanbul'un semti Fener'in Türkiye'yi yutacağını söyleyeceklerdir. Onlarda bu Sevr Paranoyası varken ne yapsalar, ne söyleseler yeridir; anlayışla karşılayın gitsin, çünkü bu insanların işi zor. Bu korkularla aynaya nasıl bakabildiklerini ve geceleri nasıl uyuyabildiklerini cidden merak ediyorum.

Baskın Oran                                                                                                                                                İLERİYE >>>