ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ
ÜÇÜNCÜ KISIM:
İSLAM'A FESAT KATANLAR
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: ZİKRAVEH'İN AKIL ALMAZ
HİLESİ
Aslında ZİKRAVEH korkusundan saklanmaktaydı. Hatta
yeraltında bir ini vardı. Tehlikeli günlerde o ine girerdi. Bu in, tıpkı
bugünkü PKK'lı teröristlerin dağlık alanlarda yeraltında yaptıkları
sığınaklar gibiydi. Dışardan hiç belli olmazdı. Çünkü üstünde demir bir
kapak vardı. Kapak kapatıldıktan sonra üzeri toprakla, taşla örtülürdü.
Sonra da o civardaki KARMATİ kadınlar gelir, orada hamur yuğurur, çamaşır
yıkarlardı. DURİRYE denilen bu mevkide böyle bir inin olacağı kimsenin
aklına bile gelmezdi.
ZİKRAVEH'in ortaya çıkmaya karar verdiği
gün, bütün adamları toplandı. Bir kaç yakını toprağı araştırdılar, gizli
yeri bulup kayaları taşları kaldırdılar. Demir kapak ta açılınca ZİKRAVEH
belirdi!... Pek az kişi hariç, bütün orada bulunanlar için ZİKRAVEH
yıllarca önce ölmüş te, şimdi dirilmiş gibi ortaya çıktı!.. Eh, böyle
birisi de ancak MEHDİ(!) olabilirdi!...
ZİKRAVEH bembeyaz elbiseler
ile görününce heyecan son haddine ulaştı. Herkes onun uğruna can vermeye
and içti. Onun efsanevi(!) geri dönüşü KARMATİLER için büyük bir kazanç
oldu. Hepsi onun bayrağı altında toplandı. ZİKRAVEH te o günden sonra
beyaz elbiselerle ve yüzü peçeli olarak dolaşmaya başladı.
Bununla, sözde TANRI'NIN NURU, CEMAL'i onda tecelli etmiş de,
bakanların gözü kör olurmuş gibi bir hava yaratıyor ve peçe ile sözüm ona
müritlerini yanmaktan koruyordu!
Şurası unutulmamalıdır ki,
MEYMUNOĞLU ABDULLAH'ın temelini attığı İSMAİLİYE MEZHEBİ, ve ondan sonra
ortaya çıkan KARMATİLİK, Şİİ kisvesi altında ve sözde ALİ YANLISI olarak
faaliyet gösteriyordu. Bu yüzden BAĞDAT'taki HALİFE onlar için hasım
durumunda idi...Halkın o dönemde huzur ve refah içinde olmayışı, Şİİ
eğilimli olanların KARMATİLER'e sempati duymasını kolaylaştırıyordu.
BAĞDAT ise KARMATİLER'e karşı yavaş davranıyor, gelişmeleri
arkadan takip ediyor, ve işi ciddiye almıyordu...Bu yüzden geç kalındı.
Nihayet KARMATİLER'le uğraşmak görevi bir TÜRK'e, SORTEKİN OĞLU VASIF'a
verildi.
VASIF, KARMATİLER'i takip etmiş, ama amaçlarının ZİKRAVEH
OĞLU HÜSEYİN'in intikamını almak, ve HALİFE'yi devirmek olduğunu
anlıyamamıştı. Ancak onların saldırıya geçeceklerini haber alınca, SUVAN
denen yerde önlerini kesti. İki ordu karşılaştı. KARMATİLER, "Ya
HÜSEYİN!..Ya HÜSEYİN!.." diye bağırarak kendilerinden geçmişcesine
hücuma kalktılar.
TARİH yine tekerrür ediyordu!.. Yıllar önce
MUAVİYE'nin adamları Hz. ALİ'nin askerlerinin önüne KUR'AN sayfaları ile
çıkmış ve tereddüt yaratmışlardı... Şimdi de ZİKRAVEH, HALİFE EL
MUTAZAT'ın askerlerinin önüne "Ya HÜSEYİN!" diye çıkıyordu...Ama bu
HÜSEYİN, Hz. ALİ'nin mubarek oğlu KERBELÂ ŞEHİDİ HÜSEYİN DEĞİL; kendi oğlu
MEL'UN HÜSEYİN İDİ!...
Ne var ki, VASIF'ın askerleri bundan
habersizdi. VASIF istihbarat konusunda yetersiz kalmıştı... Askerleri
düşmana kılıç kaldırmakta tereddüt ettilerse de, onlar saldırınca
kendilerini savundular, öyle kolay bozulmadılar. Hatta bir ara üstünlük
sağlar gibi oldular. Ancak ZİKRAVEH yedeklerini devreye soktu ve savaşı
kazandı. VASIF zor kurtuldu. Askerlerinin çoğu hayatını kaybetti, ŞEHİT
oldu.
Bu zafer KARMATİLER'i hem güçlendirdi, hem de çok şımarttı.
Artık HAC yolunu bile kesiyor, erkekleri öldürüyor, kadınları köle olarak
kendi bölgelerine gönderiyorlardı. BAĞDAT hükümeti zor durumdaydı.
KARMATİLER'in üstüne gönderdiği 20.000 kişilik bir başka ordu da
tedbirsizlikten susuz kalmış ve kırılmıştı.
Ancak KARMATİLER
emellerine ulaşamadılar. KUFE'yi bütün gayretlerine rağmen zaptedemediler.
Öte yandan VASIF ta boş durmamış, iyice hazırlandıktan sonra 906 yılında
tekrar KARMATİLER'in üzerine yürümüştü.
ZİKRAVEH aynı oyunu bir
kere daha tekrarlamak istediyse de, başarılı olamadı. Bu sefer VASIF işi
sıkı tutmuştu. KARMATİLER'i darmadağın etti, pek çoğu öldürüldü.
ZİKRAVEH yaralandı. Bütün ailesi, akrabaları ve dailerin çoğu ile birlikte
yakalandı. BAĞDAT'a götürülürken yolda kan kaybından öldü. Adamları da
idam edildi.
ZİKRAVEH ortalığa öyle bir korku salmıştı ki, halk
öldüğüne ancak kesik başı günlerce sokaklarda teşhir edildikten sonra
inanabildi... Ancak ondan sonra gerçekten
sevinebildi!
BEŞİNCİ BÖLÜM: FATIMİLER
Ne var ki, mesele burada kapanmadı... MEYMUN'un torunu
HÜSEYİN, MEHMET'ten sonra başa geçince, AFRİKA'yı elde etmeyi tasarlamış,
bu amaçla oraya DAİLER gönedirilmesini emretmişti. Bu görevi daha önce
zaptedilmiş ve İSMAİLİLER'in kontrolüne girmiş olan YEMEN'deki grup
üstlenmişti.
AFRİKA'ya gönderilenler arasında EBU ABDULLAH Şİİ de
vardı. Bu kişi önce MEKKE'ye, oradan AFRİKA'ya ve MAĞRİB'e gitmiş, yolda
hacılarla karşılaşmış ve onları zühdü, takvası(!) ile etkilemişti. Yolun
zahmetlerine rağmen oruç tutuyor, devamlı ibadet ediyordu. Dindar görünmek
bütün İSMAİLİ DAİLER'in aldatma metodu idi.
Böylece iyi bir nam
kazanarak MAĞRİP'teki kabileler arasında tanınmış, nüfuz sahibi olmuş,
sonra da yakında zuhur edecek olan MEHDİ'den söz etmeye başlamıştı. İkna
kabiliyeti yüksek olan EBU ABDULLAH Şİİ, MEHDİ(!) adına malların beşte
birinin toplanması gerektiğini söylediğinde bile karşı çıkan olmamıştı.
EBU ABDULLAH Şİİ, etrafına toplanan kabilelerin sayısı artınca
MAĞRİP EMİRİ AĞLUB'a karşı ayaklandı. Bir kaç şehir zaptedip, çevreyi
kasıp kavurmaya başladı. AFRİKA'nın kuzeyinin tek hakimi durumundaki
ZİYADETULLAH ise zevk ve sefaya dalmış bir kişi olduğu için, olaydan çok
geç haberdar oldu. Şİİ kısa zamanda karşısında durulamıyacak kadar
güçlendi, 40.000 asker topladı!
Öte yandan İSMAİLİYE MEZHEBİ'nin
lideri MEYMUN'un torunu HÜSEYİN, Şİİ'nin AFRİKA'da güçlendiği sıralarda
bir seyyah kılığına girmiş, dolaşıp adamlarının ne yaptığını teftiş
ediyordu. Önce GÜNEY İRAN'dan ŞAM'a, oradan da HUMUS'a gelmişti. Bu arada
ABBASİLER'in belli başlı şehirlerini de görmüş, adamlarına talimat vermiş,
BAĞDAT'taki HALİFE'nin bu faaliyetten haberi bile olmamıştı.
HÜSEYİN, SELEMYE'ye gelince, YAHUDİ bir demircinin güzelliği
dillere destan dul karısını görmüş, ona gönül vermişti. Kadın yeni ölmüş
kocasının yasını tutuyordu. Fakat o kadar güzeldi ki, HÜSEYİN her şeyi
unuttu, kadınla evlenmeye karar verdi. Adamları kadının ayaklarına
müccevherler altınlar dokünce, kadın da yası unuttu, HÜSEYİN'le evlenmeyi
kabul etti.
Kadının ilk kocasından kendisi gibi güzel bir oğlu
vardı. HÜSEYİN bu çocuğun eğitimiyle bizzat meşgul oldu. Ona kendi
inançlarını aşıladı. Çocuğu olmayınca da onu yerine geçirmeye karar verdi.
ÜBEYDULLAH adını verdiği bu çocuğu, yerine halef tayin etti. Ona mezhep
teşkilatının nasıl işlediğini, rumuz ve işaretlerini birbir öğretti.
(Bakınız: NOTLAR - 3, 30)
HÜSEYİN ölünce ÜBEYDULLAH
teşkilatın başı oldu. BAĞDAT onları sıkıştırmaya başlayınca da iyice
güçlendikleri AFRİKA'ya gittiler.
Bir seferinde MISIR valisi
onları yakalayıp BAĞDAT'a göndermek üzereydi ki, ÜBEYDULLAH mücevherlerle
valiyi caydırdı ve kellesini kurtardı. KİRAVAN'a giderken bir kere daha
yakalandı, hapse atıldı.
İşte bu sırada EBU ABDULLAH Şİİ 40.000
kişilik bir orduya sahip hale gemişti. ÜBEYDULLAH'a merak etmemesi
haberini gönderdi. Sonra adamlarına nicedir bekledikleri MEHDİ'nin hapiste
olduğunu, kurtarılması gerektiğini söyledi. MAĞRİPLİ taraftarlar da
ayaklandılar. ÜBEYDULLAH'ı kurtardılar.
O kadarla da kalmadılar.
AFRİKA hâkimi ZİYADETULLAH'ı devirip ÜBEYDULLAH'ın mehdiliğini ilan
ettiler! (913)
Bu olay İSMAİLİLER için büyük bir başarı idi...
ÜBEYDULLAH adına MAĞRİB'in, yani şimdiki FAS'ın her yanında hutbeler
okundu. ÜBEYDULLAH her tarafa valiler, hakimler tayin etti. Halkı kendi
mezhebine çağırıyor, kabul edenleri ödüllendiriyor, etmiyenleri de
hapsediyordu. Kısa zamanda LİBYA'dan FAS'a kadar her tarafta hükmü geçtiği
gibi, SİCİLYA'da bile valisi vardı!
ÜBEYDULLAH, ki genelde MEHDİ
diye anılır, bundan sonra MISIR'ı fethetmeye çalıştı. Başaramayınca
KARMATİLER'i ABBASİ HALİFELER aleyhine kışkırttı. Sonra TUNUS'u,
KARTACANA'yı dolaşıp kendine uygun bir yere aradı. Nihayet deniz
kıyısında, şimdi MEHDİYE diye anılan bir yer buldu. Çok müstahkem bir
mevki olan bu yarımadada surlar, mahzenler, alt geçitler, köşkler inşa
ettirdi. Burayı şehir haline getirdi. 947'de öldüğünde oğlu KAİM'e artık
kolay yıkılmayacak bir DEVLET bırakmıştı.
KAİM devletin
sınırlarını daha da genişletti. Kurduğu donanma ile ROMA'ya kafa tuttu.
CENOVA'ya girdi. Bir ara saldırıya uğradıysa da, tehlikeyi atlattı.
KAİM'den sonra MANSUR ve MUİZ zamanında devlet en geniş halini
aldı. MUİZ 950'de MISIR'ı zaptetti. SURİYE'ye girdi. Böylece yıllar önce
MEYMUN'un hayal ettiği imparatorluk kurulmuş oldu.
Bu devlet
FATIMİ DEVLETİ diye bilinir... Adını, hiç alâkası olmamasına rağmen,
PEYGAMBERİMİZ'in muhterem kızı, Hz. ALİ'nin eşi FATMA'dan almıştır...
FATIMİ hükümdarları kendilerini Hz. FATMA'nın, dolayısiyle Hz. ALİ'nin
TORUNLARI sayarlardı. İMAM olması gerekirken hakkı yenmiş CAFER-ÜS
SADIK'ın oğlu İSMAİL'in soyundan geldiklerini iddia ederlerdi.
Ama
görüldüğü gibi, İSMAİL'le bir kanbağları olmadığı gibi, bunu iddia eden
MEYMUN OĞLU ABDULLAH'ın bile gerçek torunları değillerdi!.. FATIMILER Şİİ
idiler... Hele ŞİA, asla DEĞİLDİLER!(Bakınız: NOTLAR - 3,
31)
ALTINCI BÖLÜM: ŞİİLER KÂBE'Yİ
BASIYOR!
Yüzü peçeli ZİKRAVEH'in kellesi sokaklarda
dolaştırılmış, halk KARMATİLER'den kurtulduğuna sevinmişti.
(Bakınız: NOTLAR - 3, 32)
Ama bu sevinç biraz erken, biraz
yersiz olmuştu. ZİKRAVEH'in oğlu YAHYA'nın müritlerinden CENNABİ adındaki
kişi, BAHREYN taraflarında faaliyet göstermeye devam ediyordu. Birkaç sene
içinde dağımış olan KARMATİLER'i etrafına topladı, iyice güçlendi. Ancak
CENNABİ birgün hamamda iken öldürüldü. Yerine oğlu EBU TAHİR
geçti.(914)
KARMATİLER bir süredir BASRA civarına akınlar
yapıyorlardı ama, EBU TAHİR'in gözü BAĞDAT'a saldıracak kadar kara idi.
Saldırdı da... HALİFE MUKTEDİR'i mağlup etti. Ortalığı soydu, soğana
çevirdi.
EBU TAHİR daha sonra MEKKE'ye saldırdı. (926) Hacıları
kılıçtan geçirdi. KUFE'yi zaptedip 6 gün yağma etti. Şehir onun zulmünden
boşaldı. Soygunlardan, aldığı haraçlardan serveti gün geçtikçe büyüdü.
930 yılında, hacılar ARAFAT'ta iken EBU TALİP yine saldırdı. Yine
hepsini kılıçtan geçirdi. Hatta KÂBE'nin içine girmeye muvaffak olan bir
kaç hacı da bu mubarek yerde ŞEHİT edildi!
EBU TAHİR hacıların
cesetlerini ZEMZEM kuyusuna attırdı!.. HACER-İ ESVED'i ve KÂBE kapısını
söktü götürdü!... Arkasında yağma ve talandan harap olmuş bir HİCAZ
bıraktı!.. Kısacası, BE TAHİR'de İMAN ve İNSAF'tan eser yoktu!
EBU
TAHİR'in esas amacı, HASA denilen yerde kendi "kâbe"sini kurmaktı!...
Herkes bu yöne dönecek, bu yere gelecek ve EBU TAHİR de onlardan elde
edeceği altınlarla daha zengin olacaktı!..Zamanın BAĞDAT HALİFESİ EL
MUKTEDİR, HACER-İ ESVED'i geri almak için EBU TAHİR'e 50.000 altın teklif
etti, kabul edilmedi. Ancak ortalığın iyice karışacağını sezen FATIMİLER,
işe müdahale ettiler. FATIMİ HALİFESİ MEKKE eşyasının iadesini emredince,
KARMATİLER uymak zorunda kaldılar! (Bakınız: NOTLAR - 3, 33)
Aslında FATİMİLER'İN HALİFESİ, MEYMUN'un tek varisi idi.
İSMAİLİLER'İN MEHDİSİ sayılıyordu. Bütün teşkilat ve genel olarak ŞİİLİK
onun kontrolünde idi. EBU TAHİR verilen emre uymaktan başka bir şey
yapamazdı.
Böylece bütün MÜSLÜMANLAR'ca kutsal bilinen HACER-İ
ESVED, KÂBE'ye geri götürüldü, yerine kondu. (952) KARMATİLER bu işi
istemeden yaptıkları için, HACER-İ ESVED'i önce KUFE sokaklarında
dolaştırarak herkese göstermişler, sonra iade
etmişlerdi.
YEDİNCİ BÖLÜM: Şİİ FATIMİLER, Şİİ
KARMATİLER'İ EZİYOR!
FATIMİLER ile KARMATİLER arasındaki
sürtüşme bu olayla hallolmadı!... FATIMİLER SURİYE'yi fethedip ŞAM'a
girdiklerinde, 30 yıl etrafa kan kusturmuş olan EBU TAHİR ölmüştü.
Oğulları arasında liderlik mücadelesi vardı. Nihayet bunlardan HASAN üstün
geldi.
FATIMİLER'in ŞAM'a girmesinden sonra HASAN, FATİMİ vali
İBNİ FELAH'tan o seneye kadar sürekli aldıkları 300.000 altın haracı
istedi. Aslında inanç bakımından aralarında bir fark yoktu ama, iş altına
gelince, rekabet arttı. Haracı alamıyan KARMATİLER baş kaldırdılar!
FATIMİLER'e harb ilan ettiler.
KARMATİLER'in lideri HASAN sür'atle
hareket ederek ŞAM'ı zaptetti. MISIR üzerine yürüdü. FATİMİLER'in kudretli
komutanı CEVHER bile onlarla başa çıkamadı. BAĞDAT'taki ABBASİ HALİFE de
bu gelişmelerden yararlanıp, KARMATİLER'i daha çok çekindiği FATIMİLER'e
karşı kullanmaya çalıştı.
Ancak FATIMİLER artık koca bir
imparatorluğa sahip idiler. Sonunda HASAN ve kardeşlerinin hakkından
gelerek KARMATİLER'in başına kendi adamlarını geçirdiler.
KARMATİLER ikinci darbeyi merkezleri olan HASA'da bir ağadan
yediler. Bu ağa oradaki KARMATİLER'i yeryüzünden sildi, HASA'yı da ABBASİ
HALİFESİ'ne devretti. Böylece KARMATİLİK içerden FATIMİLER, dışardan
ABBASİLER tarafından bir daha toparlanamıyacak şekilde yıkılmış oldu.
Tabii benzeri teşkilat ve tarikatler kurulmaya devam etti... Ama
KARMATİLER'in de, FATIMILER'in de, İSMAİLİLER'in de, sonradan kurulan pek
çok benzer tarikatin de bizdeki 12 İMAMLI ALEVİLİK ile yakından uzaktan
hiç bir ilişkisi yoktu. ALEVİLİK, adına uygun olarak ALİ'nin, MUHAMMED'in
yolunda iken; diğerleri kendilerine başka rehberler, başka mürşitler
bulmuşlar; ancak bu hususu gizli tutarak halka ALİ YANLISI
görünmüşlerdir!
SEKİZİNCİ BÖLÜM: SAHTE ALEVİLER
KARMATİLER'in ve FATIMİLER'in bizim bildiğimiz 12
İMAMLI ALEVİLİK'ten çok farklı olduğunu vurgulamak için, bir kaç hususu
daha belirtmek istiyoruz.
MEYMUN'un oğlu ABDULLAH'ın koyduğu
prensiplere göre İSMAİLİYE İMAMI (haşa!) ULUHİYYET mertebesinde idi. Yani
ALLAH katında idi. Bir şair MUİZ için şöyle demişti:
- "MUKADDERAT'ın iradesi senin iraden yanında hiçtir! O'nun
istediği değil; senin istediğin olur! KAHHAR sensin!"
Yine bir
başka şair RUKADE şehrine girdiği zaman MUİZ için şu mısraları
yazmıştı:
- "Bugün bu şehre gelen, ne MESİH'tir, ne ADEM'dir,
ne NUH'tur!...Bugün gelen bizzat ALLAH'tır (haşa)! ve ondan gayrısı
hiçtir!"
CANLAR!.. Bilindiği gibi, TASAVVUF'ta her şey
ALLAH'tandır, her şey ALLAH'a döner. Hatta MÜKEVVENAT'ta O'ndan gayrı bir
şey yoktur!.. Bu gerçeği idrak eden kişi de VELİ'dir...
Amma,
yaradılmışlardan sadece bir kişiye ULUHİYYET isnat etmek, hele ki bunun
babadan oğula geçtiğini düşünmek, bizce hatalıdır!.. Şİİ FATIMİLER ile 12
İMAM'ın işte bu yüzden yakından uzaktan alakası yoktur. Unutmıyalım ki,
Hz. ALİ, kendisine "Sen ALLAH'sın!" diyerek sırnaşmak isteyen İBNİ
SEBE'yi MEDAİN'e sürmüştü!...
MEYMUN'un gizli teşkilatı MUİZ'in
torunu HAKİM zamanında iyice güçlendi, yeniden organize edildi. HAKİM
kendisine vehmettiği ULUHİYYET ile teşkilatı düzene koyarken, halkı da
iyice ezmekten kaçınmadı.
Mesela herkes gündüz çalışır gece
uyurken, HAKİM gece çalışıp gündüz uyumalarını emretmişti!.. Bir başka
deliliği de Hz. MUHAMMED'in ASHAB'ına söğdürmesidir... Bu küfürleri
yazdırıp cami duvarlarına astırmıştı.
Bir süre sonra bundan
vazgeçti. Bu sefer ASHAB'a küfredenleri cezalandırmaya başladı!.. Bir ara
TERAVİH namazını yasakladı. Sonra bu yasağı kaldırdı... Bir gün bütün
HIRİSTİYANLAR'a MÜSLÜMAN olmalarını emretti... Sonra izin alanların eski
dinine dönebileceğini açıkladı... Kadınların sokağa çıkmasını
yasakladı. Çıkanlar idam ediliyordu. Velhasılı,
herif zırdelinin teki idi!
Ama bütün bunlara rağmen, teşkilat gittikçe
güçleniyordu. Bunun için bir medrese kurulmuştu. DAR-ÜL HİKME, yani BİLGİ
KAPISI adlı bu medrese iki kısımdan oluşuyordu. Birincisi alimler içindi.
DAİLER buraya devam eder, burada yetiştirilirdi. İkinci kısım 9 derece
idi. Cahiller önce burada din kitaplarını ve tefsirleri münakaşa
ederlerdi. Onlara ilk başta dini meselelerin anlaşılması zor konular
olduğu, basit zekalı insanların anlıyamıyacağı telkin olunurdu.
Sonra aklı karışan müritlere dini hakikatlerin öğretileceği, ama
bunları kimseye ifşa etmemeleri söylenirdi. İlk derece müridin her türlü
inancı sarsılırdı. Yine de devam etmek isteyen, ikinci dereceye geçerdi.
İkinci derecede daha önceki alimlerin, müfessirlerin yazdıklarının
yanlış olduğu söylenirdi. Gerçek tefsirin ALLAH tarafından yalnız İMAM'a
bildirildiği telkin edilirdi. Merakı artan müridlerden yine ifşa
etmiyeceğine dair yemin alınır ve üçüncü dereceye geçirilirlerdi.
Üçüncü derecede 7 İMAM'ın ALİ, HASAN, HÜSEYİN, ZEYNEL ABİDİN,
MUHAMMED BAKIR, CAFER-ÜS SADIK ve İSMAİL olduğu öğretilirdi.
Dördüncü
derecede PEYGAMBERLER'i öğrenirlerdi. Onlara göre asıl PEYGAMBERLER 7 tane
idi: ADEM, NUH, İBRAHİM, MUSA, İSA, MUHAMMED ve İSMAİL... KURBAN olmaya
razı olan HZ. İSMAİL değil; İMAM CAFER'in oğlu İSMAİL!..
O zatın da
mutlaka kemikleri sızlıyordu...
Ayrıca SÜNNET'in gereksiz bilgi
olduğu vurgulanırdı. Sonra beşince derecede peygamberliğin hiç bir kudsi
yanı olmadığı belirtilirdi. Altıncı derecede ibadetlerin kitlelerin
idaresi için uydurulduğu söylenirdi.
Yedinci derecede TEVHİD-İ BARİ, yani
her şeyi yerinde, olması gerektiği gibi ve görevine en uygun yaratan
ALLAH'ın TEK'liği inancı yıkılırdı! Onun yerine kainatta TEKLİK değil,
İKİLİK olduğu vurgulanırdı. HAYIR'la birlikte ŞERR'in IŞIK'la birlikte
KARANLIK ortamın varlığı buna delil gösterilirdi.
Sekizinci
derecede ALLAH'ın SIFATLAR'ı nakledilir, bu tür inancın tutarsızlığı
anlatılırdı. Nihayet dokuzuncu ve son derecede bütün dini kuralların birer
vehim olduğu, PEYGAMBERLER'in birer feylezoftan başka şey olmadığı,
hakikatin kendilerine anlatılan bu şeylerden ibaret olduğu söylenir ve
inkar pekiştirilirdi. Ve böylece mürit alimler katına yükselmiş olurdu.
Tarihçi HAMMER'e göre İSMAİLİYE MEZHEBİ'nin özü "hiç bir şeye
inanmamak, ve her şeye cüret etmek"tir. Onlara göre her şey aslında
yalandı, onun için de her şey mubahtı!
DAR-ÜL HİKME, halen de
varlığını sürdüren DÜRZİ MEZHEBİ'nin menşei olmuştur. MEZHEB'in kurucusu
İSMAİL adında biridir. KAHİRE camilerinde ÜBEYDULLAH'tan sonra gelen
KAİM'i İLAH ilan etmiş, herkesi ona tapmaya çağırmıştı!... Bu konuya
ilerde gene değineceğiz.
Yalnız burada şunu ifade etmek gerekir ki,
DAR-ÜL HİKME'de yetişen DAİLER MISIR'ın her tarafına yayıldıkları gibi,
SURİYE'ye, hatta MÜSLÜMANLAR'ın yaşadığı her yere ulaşmışlar, İSLAM'a
fesat katmışlardır!
DOKUZUNCU BÖLÜM: TÜRKLER DEVREYE
GİRİYOR!
ALLAH olduğunu iddia eden HAKİM, esrarengiz bir
şekilde, kızkardeşinin tertip etmiş olması muhtemel bir suikast sonucu
öldü. Yerine ZAHİR geçti. Onun yerine de oğlu MUNTASIR geldi. MUNTASIR
zamanında MAVERA-ÜN NEHİR'deki halk, yani ORTA ASYA'daki CEYHUN ve SEYHUN
nehirleri arasında yaşıyanlar propogandalar sonucu İSMAİLİLER lehine halifeye karşı ayaklanmış, herkes bu
İMAM'a uymaya çağrılmıştı. İRAN'daki İSMAİLİLER başarıya bile ulaştılar.
Hatta bir ara BAĞDAT'ta hutbeler MUNTASIR adına OKUNDU!.. Yani İSMAİLİLER
AFRİKA'da, MISIR'da, SURİYE'nin özellikle ŞAM bölgesinde güçlü idiler ve
nüfuzları IRAK'a yayılıyordu. (Bakınız: NOTLAR - 3,
34)
Eğer İRAN ve TURAN, yani TÜRK DİYARI da onların eline geçerse,
ABBASI DEVLETİ yıkılacak, bütün İSLAM DÜNYASI'na MEYMUN'un fikirleri hakim
olacaktı!
ORTA ASYA'daki İSMAİLİLER mezheplerini halka cazip
göstermek için kadınları umumileştirmişler, malları ortak etmek için de
yağmaya başlamışlardı. Ancak halk bundan hoşlanmadı. Bu sırada BUĞRA HAN
olaya el koydu!
MAVERA-ÜN NEHİR hükümdarı olan BUĞRA HAN,
İSMAİLİLER'in yarattığı tehlikeyi sezdiği için, önce aralarına karışarak
zayıf noktalarını öğrenmek istedi. Mezhebe girmek arzusunda olduğunu
duyurdu. Etrafına pek çok dai toplandı. Biri süre sonra BUĞRA HAN onların
içyüzlerini öğrendi ve onlarla mücadeleye başladı. BUĞRA HAN ordusu ile
İSMAİLİLER 1040 yılında savaştılar. BUĞRA HAN kazandı ve ORTA ASYA'daki
İSMAİLİLER'in çoğunu kırdı, yok etti. Ertesi yıl da SELÇUKLU SULTANI
TUĞRUL BEY İSMAİLİ mezhebini yoketmek için harekete geçtiyse de, BAĞDAT
HALİFESİ'ne söz dinletemedi. Onun için MUSUL'u temizleyip geri döndü.
Fakat kısa bir süre sonra BÜVEYHİLER'in baskısına maruz kalan HALİFE,
kendisini çağırmak zorunda kaldı.
ONUNCU BÖLÜM: Şİİ BÜVEYHİLER BAĞDAT'TA
945 yılında hem ABBASİ DEVLETİ'nin, hem de
bütün İSLAM DÜNYASI'nın kaderini etkiliyen bir olay oldu. İSMAİLÎ
mezhebine mensup BÜVEYHİLER İRAN taraflarından gelip BAĞDAT'ı ele
geçirdiler!.. İRAN'ın orta ve güneyini, IRAK ve UMMAN'ı içine alan bir
devlet kurdular. Ancak ayakta kalabilmek için HALİFE'ye dokunmadılar.
BÜVEYHİLER'in ilk reisi EBU SUCA idi. ALİ, HASAN ve AHMED
adındaki oğulları MERAVİC'in emrinde idiler. ALİ, ABBASİ HALİFESİ KAHİR
BİLLAH'ı yenerek ISFAHAN'ı ele geçirmiş, ancak MERAVİC onlardan çekinerek
geri vermişti.
Bunun üzerine üç kardeş MERAVİC'i öldürdüler. Ordusunu
da bozguna uğrattılar. ALİ HİCAZ'a hakim oldu. HASAN REY şehrini zaptetti.
AHMED ise IRAK' aldı, HALİFE'yi yendi ve BAĞDAT'a girdi.
BÜVEYHİLER olayı 932'de başlamış, İMAM MEHDİ'nin son sefiri ABUL
HASAN ALİ'nin vefatından 4 yıl sonra BAĞDAT'ı almaları ile zirveye
ulaşmıştı. Hakimiyetlerini ta 1055 yılına kadar sürdürecekler, bu süre
içinde HALİFELER'i birer kukla gibi kenarda tutacak, kendileri saltanat
süreceklerdir.
ŞİİLER nihayet başa geçmiştir, ama BAĞDAT'taki özellikle
SAMARRA'daki ALİ OĞULLARI'nın onlara katılmaya, onları desteklemeye hiç
niyetleri yoktur. Tam tersine, durumdan son derece rahatsızdırlar. Şİİ
BÜVEYHİLER, İRAN, IRAK ve HİCAZ'ı; Şİİ FATİMİLER MISIR, FAS, TUNUS, LİBYA
ve SURİYE'yi; Şİİ KARMATİLER ise YEMEN'i kontrolleri altında
tutmaktadırlar. Şİİ olmayan iki İSLAM bölgesi kalmıştır: ENDÜLÜS ve
HORASAN!.. ALİ OĞULLARI'nın büyük bir kısmı HORASAN'a, TÜRK DİYARI'na göç
ederler!...
Bu göçün önemine ilerde işaret edeceğiz.
BÜVEYHİLER'in BAĞDAT'a girişinden 110 yıl sonraki HALİFE,
baskılara dayanamamış, kaçmak zorunda kalmıştı. 1055 yılında SELÇUKLU
SULTANI TUĞRUL BEY'e bir çağrıda bulundu. Bir süre sonra TUĞRUL BEY
ordusuyla gelip BÜVEYHİ DEVLETİ'ni yıktı, HALİFE'yi BAĞDAT'a getirip kendi
eliyle tahta oturttu. Sonra geri döndü. Bu arada kumandanı GÜMÜŞTEKİN,
HALİFE'nin ordusu ile birlikte hareket ederek İSMAİLÎ ordularını
HALEP'ten, KUDÜS'ten attı. Böylece FATİMÎ hükümdarı MUNTASIR'ın "bütün
İSLAM ÂLEMİ'ne HALİFE olma" hayali gerçekleşemedi.
1068'de
SULTAN ALPARSLAN, HALEP'i zaptederek oradaki İSMAİLİLER'i mahvetti. Daha
sonraki SELÇUKLU SULTANI MELİKŞAH'ın kumandanı ETSİZ de KUDÜS'ü, ŞAM'ı
aldı ve SURİYE'yi İSMALİLER'den büyük ölçüde temizledi.
ETSİZ daha
sonra KAHİRE'yi kuşattı. Ancak İSMALİLİLER'e olan kini yüzünden halka çok
eziyet ediyordu. Bu sebepten halk FATIMİ HALİFESİ MUNTASIR'ın
etrafında toplandı ve belki de istemiyerek ETSİZ'in mağlup olmasına yol
açtı.
Bu olay göstermektedir ki, haksızlığı ortadan kaldırmak,
zulme son vermek elbette ki DEVLET yetkililerinin görevidir. Ancak bunu
yaparken aşırıya gitmek, zulme zulümle karşılık vermek geri teper. Böyle
bir davranış nasıl EBA MÜSLİM'in başını yediyse, ETSİZ'in de mağlubiyetine
sebep olmuştur.
ETSİZ'in başarısız MISIR seferinden bir kaç yıl
sonra çok meşhur biri KAHİRE'ye geldi. Bu kişi HASAN SABBAH'tı.
HASAN
SABBAH'ın BATILILAR'ı bile etkileyen hayatına geçmeden önce bir hakikati
belirtelim:
Görüldüğü gibi, TÜRKLER sadece HAÇLILAR'a karşı değil;
FİTNE ÇIKARANLAR'a karşı da İSLAM'ı koromuşlardır... "YERİNİZE
BAŞKASINI GETİRİRİZ" ÂYET'inin ve pek çok HADİS'in işaret ettiği gerçek
ortaya çıkmış, TÜRKLER'in dönemi başlamıştır!..
ONBİRİNCİ
BÖLÜM: HASAN SABBAH'IN SAHTE CENNETİ
HASAN SABBAH, meşhur
HORASAN'lı şair ÖMER HAYYAM'ın yaşıtı ve okul arkadaşıdır. Hatta SELÇUKLU
SULTANI ALPARSLAN'la MELİKŞAH'ın değerli veziri NİZAM-ÜL MÜLK'ün de dostu
olduğu, o yüzden sarayda görev aldığı söylenir. Aynı dönemde yaşamış
bir başka önemli zat ta şair NİZAMİ'dir.
HASAN SABBAH tıpkı
arkadaşı ÖMER HAYYAM gibi FİZİK, KİMYA, ASTRONOMİ ve daha pek çok sahada
bilgi sahibi, ancak artniyetli biri idi. BÜYÜ, SİHİR, GİZLİ İLİMLER
konusunda da boş değildi. KAHİRE'ye gelince İRANLI İSMAİLİLER'in önde
gelen kişilerinden biri olarak bizzat HALİFE MUNTASIR tarafından
karşılandı. Anlaşıldığına göre, HASAN SABBAH'ın yolu hem DEVLET ADAMI
NİZAM-ÜL'ten, hem de ALEVİ ŞAİR ÖMER HAYYAM'dan çoktan ayrılmıştı.
HASAN SABBAH, DAR-ÜL HİKME'de eğitim gördü. İSMAİLİYE gizli teşkilatını yakından
inceleme ve planlar yapma imkânı buldu. Kendisi KAHİRE'de iken İRANLI
İSMAİLİLER ezici darbeler yemiş, MUNTASIR da devamlı gerilemek durmunda
kalmıştı. Muhtemeldir ki, bu seyyahatinin amacı ortak yeni stratejiler
tesbit etmekti. Çünkü bir süre sonra MUNTASIR'dan büyük yetkiler almış
olarak geri dönmüş; dönerken de ŞAM'a, CEZİRE'ye, DİYARBAKIR'a ve
HORASAN'a uğramıştı. Her gittiği yerde, mezhepdaşları ile görüşmeler
yapıyordu. Yine bu dönüş yolculuğu sırasında ALAMUT KALESİ'ni görmüş
mıntıkanın stratejik önemini hemen sezmişti. ALAMUT aslında KARTAL YUVASI
demektir.
HASAN SABBAH bir süre sonra ALAMUT'u tamamen ele
geçirdi... Bu ele gçirmeyi biz, 1980 öncesi terörist örgütlerin DERNEK ve
BİRLİKLER'i ele geçirmelerine benzetiyoruz... Önce dernek bünyesine bir kaç
sempatizan sokulur, sonra bunların tehditle, zorbalıkla başa geçmesi
sağlanır, sonra tüm dernek kontrole alınırdı. Çoğunluk ne kadar
iyiniyetli olsa da genelde pısırık ve bireysel davranmakta; böylece bir
kaç gözü kara militan SENDİKALAR, VAKIFLAR, MAHALLELER, hatta en umulmadık
yerlere hâkim olabilmektedir.
İşte HASAN SABBAH ALAMUT'u benzer
şekilde ele geçirdikten sonra, tıpkı ÜBEYDULLAH'ın MEHDİYE'ye yaptığı gibi
burasını son derece müstahkem bir mevki haline getirdi. Nereden para
bulduğunu sormaya lüzum yok. İSMAİLİLER'in MEHDİ adına halktan zorla HAMSE
topladığını, bu beşte bir uygulamasının zamanımıza kadar sürdüğünü
biliyoruz.
Değerli SELÇUKLU VEZİRİ NİZAM-ÜL MÜLK, yakından
tanıdığı HASAN SABBAH'ın ALAMUT KALESİ'ni tahkim edişinden niyetlendiği
melaneti sezmiş, ve derhal üzerine asker göndermişti. HASAN SABBAH bu
askerlerin muhasarasından FEDAİLER yollayıp NİZAM-ÜL MÜLK'ü ŞEHİT
ettirerek kurtuldu.
Ama henüz şöhretinin zirvesine çıkmamıştı. O
yöre İSMAİLİLER'inin lideri ISFAHAN yakınlarındaki ŞAHDUR kalesinde
bulunan İBNİ ATTAŞ idi. Aslında HASAN ona tabi idi. İBNİ ATTAŞ, SULTAN
MELİKŞAH'ın vefat etmesinden ve oğullarının taht kavgasına düşmesinden
yararlanarak etrafı yağmaya başladı. HASAN SABBAH ta ondan geri kalmadı.
Her ikisi de müstahkem kalelerinde müritlerinin getirdiği ganimetlere
güçlenmeye başladılar.
MELİKŞAH'ın iki oğlu TÜRKYARUK ile MUHAMMED
birbirleriyle mücadele ederken bir de İSMAİLİLER'le uğraşmak durumunda
kalmışlardı. SULTAN MUHAMMED kendisine yakın olan ŞAHDUR kalesinden işe
başladı. Uzun mücadelelerden sonra kale ele geçirildi. İSMAİLİLER imha
edildi. İBNİ ATTAŞ'ın derisi yüzüldü... Meydan HASAN SABBAH'a kalmıştı.
HASAN SABBAH gelmiş geçmiş İSMAİLİLER'in en belâlısı idi. Korkunç
zekâsıyla istediği hakimiyeti kurabilmek için insana ihtiyacı olduğunu
farketmiş ve insanları dahiyane buluşlarla kendisine bağlamıştı. Onun
adamları, şeyhleri için her türlü işkenceye katlanır, ellerinde ne varsa
verir ve emirlerine körükörüne itaat ederlerdi. Kelimenin tam anlamıyla
"öl!" dese, ölürlerdi! Bu kişiler afyon ile uyuşturuldukları için
sonradan HAŞHAŞÎLER olarak anılmışlardır.
HASAN SABBAH'ın bu
bağlılığı nasıl sağladığını bir süre sonra yöreden geçen seyyah MARCO
POLO'dan dinliyelim:
"CEBEL ŞEYHİ iki dağ arasındaki vadiyi
kapatarak bir bahçe meydana getirmişti. Burada meyvaların en güzeli,
çiçeklerin en göz alıcı yetiştiriliyordu. Şarap ve bal akan ırmaklar
vardı. Çok güzel kızlar türlü türlü musiki âletleri çalar, şarkılar
söyler, raksederlerdi. Burası gerçek bir DÜNYA CENNETİ
idi."
"Civardan toplanan 20 yaşına girmiş gençler buraya getirilir,
afyonla uyuşturulduktan sonra cennete bırakılırlardı. Genç uyanınca
kendini birden harikulade bir yerde bulur, gerçekten cennete düştüğünü
sanırdı. Her isteği yerine getirilirdi. Bu gençler günlerini burada zevk-ü
safa içinde geçirirlerdi."
"Ama ŞEYH'e birisi gerektiği zaman uygun
bulunan genç cennetten çıkarılır, ŞEYH ona emrini iletir, 'Git! Dönersen,
meleklerim seni cennete götürür. Ölürsen, ben meleklerimi gönderir, seni
cennete getiririm,' derdi."
Sinemanın, tiyatronun, vidyonun, internetin,
gazinonun, resim ve fotoğrafın olmadığı; kızlara ancak uzaktan
bakılabildiği bir dönemde 20 yaşındaki bir gencin burayı cennet
sanmaması, pek te kolay değildi.
Eğer ŞEYH, yani HASAN SABBAH
birine suikast için fedailerini gönderirse, o kişi mutlaka ölürdü.
Nitekim NİZAM-ÜL MÜLK muhafızlarının arasında ŞEHİT edilmişti.
Bu
uygulama ile HASAN SABBAH sadece halkı değil; hükümdarları bile titreten
bir kişi haline gelmişti. ALAMUT kalesinde yaşadığı 33 sene boyunca HASAN
SABBAH herkesin korkulu rüyası oldu. (Bakınız: NOTLAR - 3,
35)
Kendine ŞEYH-ÜL CEBEL, yani DAĞLARIN ŞEYHİ dedirtiyordu.
Adamlarını üç grupta toplamıştı. BÜYÜK DAİLER, vezir durumunda idiler.
Geniş yetkileri vardı. Aynı zamanda MEZHEB'in ileri gelenleri olarak
telkinlerde bulunurlardı. REFİKLER, yani yoldaşlar ise MEZHEB'e yeni kabul
edilenlerdi. Üçüncü grup ise FEDAİLER'di. Biraz önce anlattığımız
görevleri yürüten afyon ve sahte cennet kurbanları idiler... HASAN
SABBAH'ın gerçek düşüncelerini sadece BÜYÜK DAİLER bilirdi.
MELİKŞAH'tan sonraki sultanlardan SUNGUR, HASAN'a karşı bir sefer
düzenlemek üzere ordu hazırlarken, bir sabah yatağının başucunda saplı bir
hançer bulmuştu. Bunun üzerine korkarak seferden vazgeçti!
Aslında
SULTAN MUHAMMED, İBNİ ATTAŞ'ı öldürttüğü gibi, ALAMUT kalesini de
kuşatmıştı. Kumandanı ANUŞTEKİN idi. Açlıktan ölecek hale gelen
kaledekiler MUHAMMED'in ani ölmesi ve askerlerinin dağılması ile
kurtulmuşlardı. Bu da kaderin bir cilvesi idi. HASAN SABBAH bu kuşatmanın
intikamını bir çok insafsız saldırı yaparak aldı.
Nihayet 1124'de öldü.
Yerine KAYASÜBÜRK geçti. Maalesef bu kişi TÜRK'tür... ve FİTNE ve TEDHİŞ'e
bulaşan ender TÜRK'lerden birisidir... O da SULTAN'ın veziri EBU NASIR'ı
öldürttü. Üç sene sonra yerini oğlu MEHMET'e bıraktı. MEHMET hem HORASAN'a
saldırıp binlerce masum cana kıydı, hem de ABBASİ HALİFESİ MÜSTERŞİD'i
fedailerine öldürttü.
1164'de MEHMET öldü, yerine oğlu HASAN
geçti. HASAN, İSMAİLİYE mezhebinden olan ayan ve eşrafı Hz. ALİ'nin
ŞAHADET günü yıldönümünde ALAMUT kalesine toplıyarak onlara şöyle hitap
etti:
"Ben devrin imamıyım! Dünyada ne kadar emir ve yasak varsa,
hepsini kaldırıyorum. Bugün kıyamet günüdür, bayramdır. Herkes istediğini
yapsın!"
Böylece bir kere daha İSMAİLİLER'e herşey mubah oldu.
DİNÎ, AHLAKÎ, İÇTİMAÎ kuralların hiç birine tabi olma ihtiyacı kalmadı.
Tabii sadece İSMAİLİ olanların!..
HASAN bir süre sonra öldürüldü.
Yerine oğlu MEHMET geçti. Babasının kaatillerinin yanısıra, bir çok din ve
devlet ileri gelenlerini öldürttü.
Bu sırada HAÇLI orduları
KUDÜS'ü işgal etmişlerdi. FİLİSTİN ve SURİYE'deki bir çok bölge onların
kontrolünde idi. İSMAİLİLER de bundan yararlanmışlardır. Neticede o
karanlık günlerde HAÇLILAR SURİYE'nin çoğunu elde ettikleri gibi,
İSMAİLİLER de FATIMİLER ile birlikte ORTA ASYA'dan MISIR'a, hatta FAS'a
kadar uzanan bölgede tekrar güçlenmişlerdir.
İSMAİL HAKKI
DANIŞMEND olayı şöyle değerlendirmektedir:
"SURİYE, SELÇUKLULAR'ın
hakimiyetine girince, eski IRK kini bir de MEZHEP kiniyle alevlendi.
SELÇUKLULAR SÜNNİ ve TÜRK idiler. FATİMİLER İSMAİLİ ve ARAP'tılar. Bu
yüzden HAÇLILAR ANTAKYA'yı alırken FATİMİLER SELÇUKLULAR'ı arkadan vuruyor
ve KUDÜS'ü zaptediyorlardı. TÜRKLER mağlup olunca HAÇLILAR hiç sıkıntı
çekmeden gelip KUDÜS'ü FATİMİLER'in elinden aldılar. KUDÜS üç gün üç gece
korkunç katliamlara sahne oldu. Hemen bütün MÜSLÜMANLAR katledildi. Her
taraf yağma edildi. Sonra HIRİSTİYANLAR papazların önderliğinde Hz.
İSA'nın lahdini öpmeye gittiler!"
FATIMİLER'in bu ihaneti ARAPLAR'ı
dahi müteessir etmiştir. Yalnız belirtmek gerekir ki, burada IRK
düşmanlığı MEZHEP düşmanlığından önde gelmiştir. SURİYE'deki SÜNNİ
ARAPLAR da 1099'da KUDÜS'e ilerliyen HAÇLILAR'a yardım etmiş, TÜRKLER'i
yalnız bırakmışlardır.
Bunda şaşacak bir şey yok!.. ARAPLAR, aynı
şeyi hem de PEYGAMBER TORUNU, HÜSEYİN SOYU'ndan ŞERİF HÜSEYİN aracılığıyla
1. Dünya savaşı'nda yine yapmadılar mı?.. KÂBE'yi, MEKKE'yi, PEYGAMBER'in
KABRİ'ni, MEDİNE'yi savunan TÜRKLER'i İNGİLİZ altınlarına kanıp arkadan
vurmadılar mı?.. Boyunlarını İNGİLİZ sömürge zincirine gönüllü uzatmadılar
mı?
Burada farkedilmesi gereken gerçek şudur: SELÇUKLU TÜRKLERİ,
ABBASİ HALİFESİ ve ALİ OĞULLARI bir saftadır. Çünkü onlar KUR'AN'a,
MUHAMMED'e uymuşlar, ALİ'nin yolundan gitmişlerdir... Karşı tarafta ise
HAÇLILAR, yani gavurlar, Şİİ FATIMİLER, Şİİ İSMAİLİLİER, ve bazı SÜNNİ
geçinen ARAPLAR vardır. Bunlar ALİ'yi sevdiklerini söylemelerine, veya
KUR'AN'a SÜNNET'e uyduklarını iddia etmelerine rağmen kâfirlere hizmet
etmişlerdir!..
Görüldüğü gibi mesele ALEVİ-SÜNNİ meselesi değildir.
Bir İKTİDAR, bir GÜÇ, bir MENFAAT meselesidir. Mücadele HAK YOLU'nda
olanlarla ŞEYTAN'a uyanlar arasındadır... Biz bu noktada ŞEYTAN'a uyup HASAN
SABBAH'ın peşinden gidenleri ALİ YANLISI diye anmaktan, yani Şİİ
kelimesini bu anlamda kullanmaktan kaçındık. Şİİ kelimesini hep
belirttiğimiz gibi ALİ YANLISI görünüp ŞEYTAN'a hizmet edenler için
kullandık. Çünkü onlar kendilerine öyle diyorlardı... SELÇUKLULAR'a SÜNNİ
denmesi, hiç bir zaman onların ALİ SOYU'na karşı olmaları anlamına gelmez.
İlerde çok açık şekilde göreceğimiz gibi, zaten onları MÜSLÜMAN yapanlar
ALİ OĞULLARI'dır. Nasıl ALİ'ye karşı olabilirler ki?..
Görüldüğü
gibi TÜRKLER hem İSLAM'ı yok etmeye çalışan HIRİSTİYANLAR ile; hem de
İSLAM'a FİTNE sokan, FESAT katan FATİMİLER, İSMAİLİLER, KARMATİLER,
HAŞHAŞÎLER ile savaşmak; bunun için gerektiğinde ARAPLAR'la ACEMLER'le
mücadele etmek durumunda kalmışlardır.
O yüzden biz 1055 yılında
sonra TÜRKLER'i İSLAM'ın MUHAFIZI olarak görürüz.
TARİH'e
dönersek; nihayet 1171 yılında SULTAN NUREDDİN ZENGİ adına hareket eden
SELAHADDİN-İ EYYUBİ MISIR'ı fethetti. Son FATIMİ HALİFESİ öldü. Böylece
260 yıldır süren MEYMUNZADELER saltanatı son buldu.
Ama HASAN
SABBAH'ın HAŞHAŞÎLER'i öyle kolay alt edilir cinsten değildi. Bir kaç yıl
içinde tekrar toparlandılar. (Bakınız: NOTLAR - 3,
36)
Başlarında SİNAN diye bir ŞEYH-ÜL CEBEL vardı. SİNAN
kendileriyle yılmadan bıkmadan uğraşan SELAHADDİN-İ EYYUBİ'yi ortadan
kaldırmayı aklına koymuştu. Halbuki SELAHADDİN İSLAM'a büyük hizmetler
vermiş bir hükümdardı artık. 1197 yılında KUDÜS'ü HAÇLILAR'dan geri almış,
HIRİSTİYANLAR'ın elindeki kaleleri birer birer kurtarmıştı.
Buna
rağmen, 1202 yılında SELAHADDİN bir kumandanının çadırında iken HAŞHAŞÎ
fedailerinden biri ona hançerle saldırdı. SELAHADDİN başındaki miğfer
sayesinde kurtuldu. Bu fedai öldürüldükten sonra, hemen bir ikincisi,
sonra bir üçüncüsü saldırdı. Ama İLAHİ TAKDİR SELAHADDİN'in yanındaydı,
hepsinden kurtuldu.
SİNAN nice hainlikler gösterdikten sonra,
nihayet SELAHADDİN'in kumandanlarından HALDUN tarafından MASYAF
(Musuaf) kalesinde kuşatıldı. Durumun kötüye gittiğini gören BAŞ DAİ
MELEK TAVUS, SİNAN'ı öldürerek ŞEYH-ÜL CEBEL oldu. Ama kısa bir süre sonra
bunun kurtulmasına yetmiyeceğini anladı. Adamlarını, kadınları, çocukları
topladı. Hepsine cennete buluşacaklarını müjdeledikten(!) sonra kaleden
aşağı atlamalarını emretti. Hepsi tereddütsüz kendilerini kayaların üstüne
attılar. En sonra kendisi atladı. SELAHADDİN'in ordusu hiç bir mukavemetle
karşılaşmadan MASYAF kalesine girdi. Kale sonradan tamamen yıkıldı.
ALAMUT kalesindekiler ise, güçlerinden çok şey kaybetmelerine
rağmen, varlıklarını ve melanetlerini sürdürdüler. Pek çok önemli kişiyi
öldürdüler. HAŞHAŞÎLER siyasi cinayet siparişi de alırlardı. Mesela
1152'de TRABLUSLU RAYMOND'u, 1192'de KONRAD MONSERRAT'ı böyle
öldürmüşlerdi. Onlar için SÜNNİ-ALEVİ, MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN, İYİ-KÖTÜ
farketmezdi. kendilerine karşı olan herkesi, veya sipariş üzerine isteneni
öldürmekten çekinmezlerdi. Bu TEDHİŞ'İ, yani TERÖR'ü 200 yıl
sürdürmüşlerdir.
Nihayet büyük MOĞOL istilası sırasında, CENGİZ
HAN'ın kumandanlarından HÜLAGU, 1256'da ALAMUT kalesini alarak bu fesat
yuvasını yok etti. 1272'de ise BAYBARS her türlü HAŞHAŞİN etkisini ortadan
kaldırdı. Bu kabus ta böylece sona erdi!
|