Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

ALTINCI KISIM ONSEKİZİNCİ BÖLÜM: FERDİYETÇİLİK, "RABBENA, HEP BANA" DEMEKTİR!..

Günümüzün modası FERDİYETÇİLİK, eğer başlangıçtan beri Osmanlı'da bulunsaydı, Osmanlı Devleti olmazdı!.. Osmanlı düzeninin varlığını sürdürebilmesi için, her şeyden önce insanların ferdiyetçi olmamaları gerekiyordu. Kişiler çiftçi ise köy büyüklerinin ve tımar sahibininin, esnaf ise ahi liderlerinin sözünden çıkmazdı. Kişi toplumdaki işbölümüne sadık kalır, gücünü ancak cemaatten alırdı.

Osmanlı düzeninde hırsa yer olmadığından, fertler eline geçenle yetinmek, ancak sınırlı artışlar beklentisinde olmak durumunda idi. Eğer tımar sahibi hırsa kapılır, çok kazanırsa, ona tâbi olan köylü ezilir yoksullaşırdı. Toplumda herhangi birinin tamahı, diğer fertlerin aleyhine gelişmeler getireceğinden, hiç müsamaha görmezdi.

Kişiler macera hevesinde olmamalı, güvenliğe öncelik tanımalı idiler. Osmanlı'nın bütün toplumsal kurumları ferdin yalnız kalmamasını, boşıboş ekonomik güçlerden korunmasını sağlıyacak şekilde düzenlenmişti.

Osmanlı sistemi sadece İslam'a dayalı bir şeriat sistemi olarak nitelenemez. Bu sistem aynı zamanda toplumsal bir TASAVVUFİ FELSEFE'nin ürünü idi. ÂHİLİK te, BEKTAŞİLİK de bu yüzden Osmanlı toplumunda dayanak bulmuştur. Bütün düşünürlere göre, maddi hırstan ve servet tutkusundan uzaklaşmak, insanın yücelmesinin ilk şartı idi. Muhittin-i Arabi, "FÜTÜVVET'in aslı, nefsânî hazların terkidir," demişti. Mevlana'ya göre, maddi kazanç boştu. Âhi örgütlerinde müsamaha edilen yegane rekabet, ahlâki rekabet idi! Cömertlik, kanaatkârlık büyük bir erdem; tamahkârlık, cimrilik aşağılık bir suç sayılırdı. Toplumcu ekonomik düzenin ihtiyacı olan bu özellikler ile, fertlerin dünya görüşünün bu şekilde dengelenmesi, Osmanlıların çok ileri bir medeniyet kurmasına imkân tanımıştır.

Osmanlı dünya görüşünün hakim niteliği, FERDİN TOPLUM İÇİNDE ERİMESİ'dir; ki bu, tasavvufta "DAMLANIN DENİZDE YOK OLMASI" şeklinde geçer. Bu görüşte Batı medeniyetinde esas olan "TEK BAŞINA yaratıcı ferdi" yoktur. Doğulu toplumların hemen hepsinde görülen bu özellik, ilerlemenin ve kalkınmanın hız aldığı bir kaynaktır. Toplumun ortak enerjisi, fertlerin ayrı ayrı enerjilerinin toplamından daha güçlüdür.
(Bakınız: NOTLAR - 6B, 34) İsrail, yüzyıllarca sürgün yaşamış yahudilerin bu gücü kullanarak benliklerini kaybetmemeleri sonucu doğmuş bir devlettir. Japonya bu gücü kullanarak 2. dünya Savaşı mağlubiyetine rağmen, dünyanın devleri arasına girebilmiştir.

Toplumun ortak enerjisine dayanmayanların devlet olma, devlet olarak varlığını sürdürme hakkı ve imkÂnı yoktur!.. Bu yüzden pek çok aşiret ve kabile bir tek devlet bile kuramamışken, Türkler tarihleri boyunca hiç devletsiz kalmamışlardır!

Öyleyse, günümüzde moda olan "devlet değil, fert" saçmalığından bir an önce kurtulmak gerekir. Devleti güçsüz fert, tavuktan kopmuş tüy kadar değersizdir. Her türlü rüzgârın önünde savrulur gider!..

Osmanlı'nın kurduğu düzenin başarısı hem akılcı, hem insancıl olmasında idi. Akıl, Batı toplumlarına ancak Des Cartes ile girmiştir. Üstelik bu akıl soyut, dinden sıyrılmış, yani kainatın düzeniyle bağlantısını koparmış ferdi akıl olduğu için; suni bir başarı döneminden sonra balon gibi sönmüştür. (Bakınız: NOTLAR - 6B, 35)

Osmanı Devleti 16. asra işte bu nitelikleri ile, dünyanın en ileri, en güçlü ve toprağı en büyük, etkisi en yaygın devleti olarak girmekte idi.

ONDOKUZUNCU BÖLÜM: ÇÖKÜŞÜN BAŞLANGICI

Ekonomik ferdiyetçilik eğilimleri Osmanlı Devleti'nde daima mevcut olagelmiştir. Ancak Devlet bu eğilimlerle sürekli mücadele halinde idi, ve 1550 yıllarına kadar da onları alt etmede başarılı olabiliyordu.

Fethedilen her yeni toprak parçası, Osmanlı'yı "ortadan kaldırılması gereken" bozuk bir sosyal düzenle uğraşmak zorunda bırakıyordu. Son derece genişlemiş olan Devlet, merkezin çok uzağında bulunan ve son zamanlarda katılmış toplumlara, kendi sistemini kabul ettirmekte zorlanmaya başladı. İstisnalar çoğaldı. Bu sürekli uğraşı Devlet'i yordu, yıprattı. Doğu ve Güneydoğu Eyaletleri ile Eflak, Boğdan gibi topluluklar derebeylik kurumlarını korudular. 1550'ye gelindiğinde tam yok edilememiş bu diken tohumları, orada burada yeşermeye hazır beklemekteydi.

Buralarda köylü, evi, arazisi hep beyin sayılmaktaydı. Köylü boğaz tokluğuna beye çalışırdı. Bu açıdan Doğu, Avrupa feodalizmine benzetilebilir. Ancak ülkenin geri kalan kısmı tamamen farklı idi.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da, Yavuz'un erken ölümü ve Kanuni'nin toprak sistemini değiştirmesi üzerine derebeylik kalkmamış, eskisi gibi kalmıştır. "Ekrat beyleri hudutları içindeki araziyi mülkiyet üzre zapt ve tasarruf eylemişlerdir."

Osmanlı devletini çökerten DEVLET YAPISI'nın esnek olmayışı değildir. ESNEK STRATEJİ'nin zamana uygun olarak değiştirilmemesidir. Bunun yanısıra sabit kalması gereken KURALLAR'ın da değiştirilmesi, hatta kaldırılmasıdır!.. İsmail Cem'in tabirlerini kullanırsak, TEMEL DENGELER SABİT tutulmalı, ESNEK ARA DENGELER ile çağın gereği yerine getirilmeliydi!..

Geçmişteki başarının dayanağı bu idi. Orhan Gazi, 1.Murad, Musa Çelebi, 2. Murad, Fatih ve Yavuz TEMEL DENGELER'in tesisi ile uğraşmışlar, ARA DENGELER ile de istedikleri gibi oynamışlardı.

MİRİ TOPRAK SİSTEMİ, TEMEL DENGEDİR. SABİT KURALDIR!.. Devlet'in kurumlarının temelini Orhan Gazi atmış, Yıldırım dönemindeki bozulmalara Musa Çelebi teşhis koymuş, Fatih aksaklıkları ortadan kaldıracak İKTA sistemini kural haline getirmiştir.

GÜNEYDOĞU ANADOLU BEYLERİNE TANINAN İMTİYAZLAR ARA DENGEDİR. ESNEK STRATEİJİ, TAKTİK HÜRRİYET sağlamıştır. Yavuz ahval ve şartlara uygun olarak bu hakkı geçici olarak vermiş, bölgeye Kürdistan demiş; ancak Kanuni zamanında ihmal edildiği için ara denge, sürekli bir dengesizlik haline dönüşmüştür. Oradaki başıbozuk Kürt boyu aşiretler tekrar Türkleştirileceklerine, Yavuz'un yerleştirdiği öz-be-öz Türkmen aşiretleri Türkçe'yi de unutarak Kürtleşmiş, başımıza bugünkü gaileyi açmıştır. Aynı şey Arabistan kabileleri, Dürzü liderleri, Balkan ülkeleri için de geçerlidir.

İşte bu yüzden biz diyoruz ki, Kanuni Dönemi çöküntünün başlangıcıdır... Zaten Kanuni'nin Viyana önlerinden dönmesi, bir şeylerin değiştiğinin işareti idi!..

YİRMİNCİ BÖLÜM: AVRUPA'DAKİ DEĞİŞİKLİKLER

Osmanlı Devleti, Sultan Süleyman saltanatının ikinci yarısında durup dururken böyle bir bunalıma girmedi. Fatih döneminde başlıyan Rönesans, (Bakınız: NOTLAR - 6B, 36) ve 2. Bayezid döneminde deniz yollarının ve kıtaların keşfi, Yavuz döneminde mazlum halkların kanını emercesine sömürülmesi, Avrupa'yı 30 yılda Doğu'nun seviyesine getirmişti!.. Yani Osmanlı Devleti'nin elindeki maddi imkânlar azalmaya başlarken, Avrupa'nınkiler katbekat artmıştı.

1521-1560 yıllarında, yani tam Kanuni Sultan Süleyman döneminde İspanya'ya sadece resmi kayıtlara göre 18.000.000 kilo gümüş, 200.000 kilo altın girmişti. Gerçek miktarın bunun en az iki katı olduğuna sanılmaktadır. Aynı tarihlerde bütün Avrupa'nın altın stoğundaki artış 57 kat idi!.. Kral Ferdinant döneminde (1459-1516) İspanya'da gelir 32 kat artmıştı!.

Bu zenginlik Avrupa'da şehirleşmeyi hızlandırdı, iş sahalarını arttırdı. Eli biraz iş tutan serfler kasabalardan, şehirlerden talep görmeye başladı. 50 yıl önce köyünden çıktı mı, "kaçak köle" muamelesi gören köylünün böyle bir hareket serbestisi kazanması, (Bakınız: NOTLAR - 6B, 37) onun kendi adına çalışıp hayat seviyesini yükseltmesinde büyük bir teşvik unsuru oldu.

Rönesans bilimde ilerlemeyi, keşifler zenginliği, şehre göç kalkınmayı sağlarken, siyasi olarak ta Avrupa'nın çehresi değişmekteydi. Eskiden dağınık şehir devletleri halinde olan İtalya'da 1455'de İtalya Ligi kurulmuştu. 1492'de İspanya son müslüman şehrini de ele geçirerek güçlü bir krallık haline gelmişti. İngiltere'de Henry Tudor'un başa geçmesiyle siyasi çatışmalar sona ermiş, derebeyleri "Birlik Anlaşması" ile topraklarını terketme durumunda kalmıştı. Fransa da derlenip toparlanmıştı.

1500'lerde krallar kendilerini bir ölçüde Papa'nın etkisinden kurtarıp, kendi din adamlarını tayin hakkını elde ettiler. Bütün Avrupa'da eskiden asiller, rahipler ve serfler diye üç sınıf var iken bu tarihlerde bir de ortaya burjuvalar çıktı. (Bakınız: NOTLAR - 6B, 38)

YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM: KAÇAKÇILIK VE ENFLASYON

Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti kendi gümüşünü çıkarır, ancak altını yeterli miktarda üretemezdi. Bunun için parası gümüştendi, AKÇA adı da oradan gelmektedir.

Osmanlı Devleti'nde altın ve gümüş sıkıntısı 1450'lerde başgöstermişti. Sebebi doğudan Hindistan'dan gelen mallara karşılık altın verilmesi idi. Fatih Sultan Mehmed beliren bu darlığını önlemek için, doğudan altın ve gümüş çıkışını yasaklamıştı. Mal getiren tacirlere, karşılığında ancak mal götürebilecekleri belirtilmişti. Kuyumcular sıkı takip altına alınmıştı. Buna rağmen kaçakçılık tam olarak önlenememiş, Kanuni döneminde büyük sorun yaratacak boyuta ulaşmıştır.

Ülkenin batısında ise, farklı bir durum vardı. Avrupalı tüccar hammadde istiyordu. Hububat, hayvan istiyordu. Alacak altını da vardı. Bu yüzden bu mallara, yurt içinde belirlenmiş fiyatlardan çok daha yükseğini verip sahillerden kaçırıyordu. Orada burada "Madrabaz" tabir edilen kişiler türemişti. Bunlar malları sahillerde biriktiriyor, Avrupalı gemiler de yanaşıp malı gizlice yüklüyordu.

Batıdan kaçakçılıkla giren altın, doğudan yapılan ithalata ödenen altını karşılamıyordu. Üstelik yurt içinde gerekli hammadde kullanımı da bu kaçakçılıktan etkileniyordu.

Osmanlı Devleti'ni 1500'lerden sonra zorlamaya başlıyan bir başka husus nufus olmuştur... 1530-1580 yılları arasında ülkenin nüfusu %50 arttı. Bazı şehirlerde ise bu oran %100 oldu. Bu artışın sebebi Fas, Tunus, Cezayir gibi yeni katılan bölgeler ile, ülkede hakim olan refah idi. Aslında o tarihlerde hiç bir Avrupa ülkesinin nüfusu böyle çoğalmamıştır. Bu durum 16. asırdan itibaren gittikçe artan bir işsizlik ve ekonomik darlığın ve bunların yarattığı kargaşanın Devlet'i tehdit etmeye başlaması demekti.

Paranın değeri 1300'lerde iniş çıkışlar göstermiş ama, dönem ortalaması aynı kalmıştı. Bu iniş çıkışlar daha çok savaşlar ile ilgiliydi. İlk önemli değer kaybı 2. Bayezid (1480'ler) zamanında olmuştu. Bunun sebebi de Cem Sultan meselesinden dolayı dışarıya ödenen büyük meblağlar ve daha sonra çıkan Şah İsmail gailesiydi. Yalnız hep sabit kalan vergilerin de bunda katkısı olduğunu kabul etmek gerekir. 1481-1520 arasında değer kaybı, bugünkü deyimiyle enflasyon %62 dir.

Daha açık belirtmek gerekirse, 100 dirhem gümüşten kesilen akçe miktarı Osman Bey zamanında (1300'ler) 269 adet iken, Fatih Sultan Mehmed'in son yıllarında (1477) 280 idi. 2. Bayezid zamanında (1481) 426'ya çıkmıştı. Yavuz 400'de alıp 400'de Kanuni'ye devretti. Kanuni'nin ilk yılında 457'e çıktı. (1520)

Osmanlı'da halkın devlete vermek zorunda olduğu her türlü vergi (Tekalif-i Şer'iyye ve Rüsum-u Örşiyye) her sancakta inceden inceye tarif edilmişti. Bu vergiler TIMAR sahibi SİPAHİLER tarafından toplanırdı. Mahsul de olsa, değeri akçe olarak yazılı belirtilmişti. Aslında teferruat olduğu için, akçenin her değer kaybedişinde bu kanunnamelerdeki rakamların değişmesi gerekirken, ihmal edilmiş, sabit rakamlar asırlar boyu kullanılmıştır. Mesela 1 altının 35 akçe olduğu 1431 yılında bir koyundan 1/2 akçe vergi alınırken, altının 120 akçeye çıktığı 1595 yılında da koyun vergisi yine 1/2 akçedir!.. Halbuki en az 3/2 akçe olması gerekirdi!.

Böylece sipahiler ve vakıfların gelirleri de sürekli düştü, hizmetler kalitesini kaybetti. Devlet'in para değerinin düşmesine rağmen ESNEK vergi sistemini değiştirmemesi; ilerde müşgül duruma düşen sipahilerin kanunnameleri çiğneyip vergileri kendilerinin arttırmasına yol açacak, karışıklıklar, çatışmalar çıkacak, sonunda Devlet bu artışı kabullenmek durumunda kalacaktır.

Kaçan malların karşılığı her zaman para olarak girmiyordu. Osmanlı'nın yerli üretimiyle rekabet edecek düzeye gelmiş mallar da geliyor, bu da yerli malların sürümünü etkiliyordu. O zamana kadar "lüks" sayılabilecek mallar sadece zenginler için ithal edildiği halde, artık geniş halk kitlelerine hitap edebilen harc-ı âlem kumaşlar ile madeni eşyalar da ülkeye girmeye başlamıştı.

Bir zamanlar bizden kıymetli kumaş satın alan Batılılar artık yalnız ucuz hammadde topluyor, kumaşı bize satıyorlardı. Mesela Bursa'dan kadife ve ipekli kumaş alanlar, bu defa sadece ipek ipliği talep ediyorlardı. Hatta uygun yerlerde kendi ipek böceklerini yetiştirerek o talebi bile kısmışlardı. Yine Ankara, sof kumaşlar yerine sof ipliği satma durumunda kalmıştı.

Şehirleşmeye başlıyan Avrupa'nın artan yiyecek ihtiyacı, artan geliriyle birleşince; 1550 yılından sonra Anadolu'dan görülmemiş bir hububat ve hayvan kaçakçılığı başlamış, bu da buğday fiyatlarının iç kesimlerde 4 kat, sahillerde 10 kat artmasına, arkasından kıtlığa sebep olmuştu.

Kısa sürede kaçakçılık aleniyete döküldü. Pahalılık devlet memurlarının da kaçakçılığa karışmalarına yol açtı. Buğdayı kaçakçı gemilerine yükleyen memurlar, çoğu zaman onların yurt dışına çıkmasını önlemekle görevli olan kişiler idi. Ordu için toplanan koyunları "kaybedip" Avrupa gemilerine yükliyenler askeri memurlardı. Yani tarihçilerimizin bütün iddialarına rağmen, "Akdeniz bir Türk gölü" değildi. Çünkü ülkemize girip çıkan gemileri bile kontrol edemiyorduk.

1564 yılı, Osmanlı'nın yaşadığı ilk büyük kıtlık yılı oldu. Çeşme halkı İstanbul'a yolladığı bir mektupta "ot otladıklarını" bildirdi. Dikkatinizi çekeriz; devir, Muhteşem Süleyman diye adına sergiler düzenlediğimiz padişahın devridir... Kıtlık yıllarca sürdü. 1595'de açlığa dayanamıyanlar isyan etti. Celali İsyanları diye bilinen bu ayaklanma dalga dalga Anadolu'nun dört bir yanına yayıldı, bütün düzeni bozdu. YİRMİ-İKİNCİ BÖLÜM: VAKIFLARIN BOZULMASI

Yavuz Sultan Selim, kendisinden mülk istiyen yakınlarını reddetmiş:

- "Cülusumuzun ibtidasında gafletle Ali Paşa'ya bazı köyleri mülk olarak vermiştim. Hâlâ pişmanım,"

cevabını vermişti... Bundan anlıyoruz ve rakamlardan görüyoruz ki, hizmeti geçen şahıslara toprak verme Kanuni'den önce de vardı, ancak cok cüz'i miktarlarda idi. Toprağın % 87'si Devlet mülkiyetinde idi.

Bu topraklar kişiye bir TEMLİKNAME ile tahsis edilir ve MALİKÂNE diye bilinirdi. Ayrıca bunlar zaman zaman birer bahane ile azledilen veya idam edilen sahiplerinden geri alınıyordu. Aslında mülkiyeti tamamen o zata ait olmuyordu.

İşte bu yüzden açıkgöz devlet ricali, her türlü geri alma teşebbüsünden sakınmak ve çocuklarına sürekli bir gelir kaynağı sağlamak amacı ile bu malikaneleri birer UYDURUK VAKIF haline getiriyorlardı... Burada "uyduruk" kelimesini kasıtlı kullandık. Esas amacın "halka hizmet"ten ziyade "malı sülalenin elinde tutmak" olmasından dolayı kullandık. Yoksa bu vakıflar, zamanımızda kurulan ve vakıf adı altında faaliyet gösteren pek çok kuruluştan daha etkili idiler.

Vakıfların istismar edilmesine ilk başlardan beri rastlanır. Ancak müsebbibleri hemen cezalandırılırdı. Vakıflar yaygın biçimde Kanuni döneminde bozulmaya başlamıştır. Bu bozulma devlet toprağını kişilere temlik edip, sonra vakfa dönüştürmek şeklinde oluyordu.

Zamanın tarihçileri tarafından ısrarla ŞERİATE AYKIRI olarak nitelenen bu UYDURUK VAKIFLAR şöyle oluşuyordu: Mesela bir malikâne sahibi, geliriyle bir kervansaray yaptırıyor, malikanenin ondan sonraki gelirini kervansarayın işletmesine tahsis ediyor; sonra da kendini kervansarayın maaşlı yöneticisi gösteriyordu. Vakıfnameye de işletmenin kendi sülalesi tarafından yapılmasını "vasiyet" ediyordu!..Devlet de dış görünüşü "pek hayırlı" bu müesseseye müdahale etmiyordu.

Bu UYDURUK VAKIFLAR, üçkâğıtçılık yönünden zamanımızda moda olan vakıflara pek benzer. Adı güzel Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, gelirinin pek çoğunu memur olarak görevlendirdiği albay emeklileri ile general kızlarının maaşlarına sarfetmektedir. Bedreddin Dalan'ın Vakfı ise, yukarda anlattığımız anlattığımız şekilde tamamen Belediye imkânları ile kurulmuş, hazret Belediye Başkanı iken kurduğu vakfın başına, RESMİ görevden ayrılınca da çöreklenmiş kalmıştır.

Bütün bu uyduruk vakıflar şimdi olduğu gibi geçmişte de toplumun yararlı işlere sarfedilebilecek kaynaklarını Devlet'in elinden çekip almış, şahsi servetlerin oluşmasına yol açmıştır.

Hatırlanacağı üzere Fatih böyle vakıflar ve şahıslar elinde olan 20.000 köyü tekrar Devlet mülkiyetine geçirmişti.

Vakıflardaki ikinci aksaklık MÜRTEZİKA denilen Oevlet eliyle geçinenlerin sayısını artması, bu yolla tembelliğin teşvik edilmesiydi. Bunlar sadece bedava yiyecek alanlar değil, vakıflarda şişirilmiş kadrolardan maaş alan din görevlileri, memurlar, hizmetliler güruhu idi ki, bunlar zamanımızın KİT çalışanlarına, boş oturan Devlet memurlarına benzetilebilir.

Gerçekten de günümüzde sosyal güvenlik kurumları başarısızdır ama, bir yandan da Devlet daireleri Devlet eliyle beslenenlerin barındığı yerler haline gelmiştir. Biraz arkası olanlar Yönetim Kurullarına kurulur, diğerleri yönetici kadrolarda görev alır, daha az etkililer ise memur ve hizmetli kadrolarında Devlet'in vergi gelirlerini tüketirler... İşte vakıfların bozulduğu dönemde böyle bir durum ortaya çıkmış; vakıflar yiyeni çok, hizmeti az, geliri yok denecek kadar az kurumlara dönüşmüştü.

YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN'IN KANUNSUZLUKLARI

Ünlü tarihçi Koçi Bey, Sultan Süleyman'ı şöyle tenkit etmektedir:

- "Kerime-i mükerremeleri Mihrimah Sultanı Rüstem Paşa'ya verip vezir-i azam eyledi! Ecdadı zamanında fetholunmuş memalikten o kadar karyeler temlik eyledi ki, bir padişaha hazine olmağa kifayet ederdi!"

"Halbuki hilâf-ı şer temlikleri ve vakıflar mahsulatı namahal yerlere sarfolunmaktan ise, yollarıyla gelmiş ulufeli kul taifesine tevzi olunca, 40-50.000 nefer tımara çıkarlardı!.".

Kısaca tercüme etmek gerekirse; Kanunsuz Süleyman'ın kızını verdiği Rüstem Paşa'yı sadrazam yapmasının yanısıra, kendisine şeriata aykırı olarak bağışladığı toprak, eğer usulünce dağıtılsa idi, 50.000 sipahiye tımar olurdu!.. Çünkü bu arazi bir padişaha yetecek büyüklükte idi!..

1550'den sonra bu kapı açıldı. Paşalar, vezirler ve diğer devlet ricali eskiden görevleri karşılığı sadece maaş alırken; şimdi çiftlikler, mukataalara el atmaya başladılar. Bu uygulama ile dürüst sipahiler topraklarını kaybettiler, düzenbaz olanları da zengin paşalara katılarak ellerindeki toprağı zimmetlerine geçirdiler. Sonunda Devlet'i Tanzimat'a kadar götüren ve 300 yıl Devlet'i içerden çökerten bir karmaşa ortamı yaratıldı.

Osmanlı'nın Avrupa'daki gelişmelerden kaynaklanan kaybı, sadece kaçakçılıkta olmadı. 2. Bayezid zamanında (1498) Ümit Burnu yoluyla Hindistan'a varılması, İpek Yolu'nu öldürmüş, İstanbul üzerinden akan Doğu-Batı ticaretini de etkiledi. Ta Selçuklular zamanından beri Anadolu Türkleri, bir köprü ülke olmanın avantajını bu özelliklerini ve gelirlerini kaybettiler. Bu yüzden Sokullu Mehmet Paşa, Don ve Volga nehirlerini bir kanalla birleştirmek, Süveyş Kanalı'nı açmak gibi büyük projeler üzerinde durmuş, yabancı gemilerden Türk limanlarında vergi alınmaması gibi önlemlere başvurmuştu. İlk ikisi başarıladı, üçüncüsü de işe yaramadı, ve çöküntü başladı!

Kervanlardan alınan harç ve rusümler Devlet gelirinin önemli bir kısmını teşkil ederdi. İpek ve baharat yolu önemini kaybedince kervanların ardı arkası kesildi. Kervansaraylar baykuş yuvasına döndü. Bu merkezlere hizmet ve mal sunan çeşitli esnaf ve zenaatkar işsiz kaldı. Yol üzerideki köyler fakirleşti. Üstelik bu olay %50 nüfus artışının olduğu döneme denk geldi. Devlet kendi derdine düşmüş olduğu için eskisi gibi köylüsüyle memuruyla ilgilenemedi.

Ticaret böyle bozulurken, 1536'da Kanuni'nin düşüncesizce Fransa'ya tanıdığı kapitülasyon, 1569'da yenilendi ve diğer ülkeler de akbaba gibi üşüştüklerinden, onlara da tanınmak zorunda kalındı. İngiltere ile ticaret 1579'da başladı. İlk İngiliz elçisi 1582'de geldi. Ne tuhaftır ki, bu elçinin parasını İngiltere değil, Şark Ticaret Kumpanyası ödedi.

İngiltere 1583'de serbest ticaret izni aldı. Hemen sonra Holanda, Almanya, Ceneviz, Venedik hükümetleri de anlaşma imzaladılar. Kendi ülkesinde bir eyaletten diğerine mal transfer ederken %12-50 vergi alan Osmanlı, yabancıların Türkiye'ye soktukları mallardan sadece %3 gümrük vergisi alır oldu.

Avrupa'da hızla gelişen denizcilik, bütün iddia ve çabalara rağmen bizde geri kaldı. "Akdeniz'i Türk gölü yaptık" şamatası ne Osmanlı'ya ne de onların torunu bize bir fayda getirdi. Avrupalılar dünya ticaretini paylaşırken, yeni ülkeleri 300-500 kişilik ekipler ile kendi devletlerine bağlarken, biz Hayreddin Paşa'nın bize hediye ettiği Cezayir ile, Tunus, Libya ile yetindik. Üstelik oralarda eski İKTA sistemini kuramadığımız için bunlar bize pamuk ipliği ile bağlı eyaletler oldular.

Osmanlı zaten fethettiği yerleri kendi ülkesi kabul ettiği için o yörelerde elde ettiği geliri, yine o yörenin kalkınmasında harcardı. Bu sebeple uzun yıllar Mısır ve Suriye'nin dışında İstanbul'a büyük miktarlarda transfer olmamıştır. Bu iki eyalet ise 1500'lerde hazine gelirinin üçte birini sağlamakta idi. Ama bundan o eyaletlere hiç bir şey bırakılmadığı sanılmasın. Kalanlar yatırımlar için yeterliydi.

Yani Osmanlı'yı sömürgeci göstermeye çalışanların unutmaması gereken husus şudur ki, asırlar sonra kendinden kopan eyaletlerin hepsi bize kalan Türkiye'den daha zengindi!..

1550 yıllarına kadar, daha önce anlattığımız mükemmellikte olan Osmanlı toplum düzeni, bu tarihten sonra bozulmaya başladı. Düzeltmek için yapılan her şey, girişilen her işlem, gösterilen her çaba çöküşü hızlandırdı. Çünkü TEMEL DENGELER korunacağına, aksaklık sebebi gibi görülüp feda edildi. ARA DENGELER de çağın ihtiyacına göre değiştirilmesi gerekirken, ilgisizlikten aynı kaldı, veya yanlış yönlere değiştirildi.

Devlet'e ait MİRİ toprağının TEMLİK yoluyla MALİKÂNE haline getirilmesi, vakıfların bozulması ve kaynakların büyük ölçüde çarçur edilmesi, KANUNİ diye göklere çıkartığımız, Batılıların da her nedense MUHTEŞEM dedikleri (Bakınız: NOTLAR - 6C, 39) Sultan Süleyman'ın şeriata aykırı kanunsuz davranışlarıyla başladı. Osmanlı Devleti 1550 yılında görülmemiş bir malî sıkıntı içine düştü.

Talihin garip bir cilvesi mi diyelim, basiretsizlik mi; ama her şey bir araya toplanmıştı. İpek ve baharat yollarının önemini kaybetmesi, deniz ticaretinde geri kalmamız, hammadde kaçakçılığı, yeni fethedilen toprakların Osmanlı sistemine intibak ettirilmedikleri için gelir getireceklerine masraf kapısı açması, yeniçerilerin hızla artan maaş yekunu, devlet ricalinde beliren lüks ve israf eğilimleri Devlet'i güç durumda bıraktı.

Gelir ve gider arasındaki fark yine 1550'den sonra hızla açılmıştı. Mesela 1564 yılında gelir 1864 yük, gider 1896 yüktü. (açık 32)... 1592'de açık 666 yük, 1597'de ise 6000 yüke ulaşmıştı. (Gelir 3000, gider 9.000 yük)... Bu açıklar padişahın özel hazinesinden karşılanmaya çalışılıyordu. Ancak bu da bir süre sonra yeterli olmayacak 1780'lerde 1. Abdülhamid, kendisinden sefer masrafı için acele para isteyen Serdar'ına:

- "Tez elden 3-4.000 kese akçe istemişsiniz. Mevcut olsa alimallah, kendi harçlığımı gönderir idim,"

cevabını vermek zorunda kalacaktı!..

Daha önce verdiğimiz tabloda görüldüğü gibi, 1416 da 100 dirhem gümüşten 400 akçe kesilirken 1520'de 457, 1556'de 450, 1598'de 800, 1600'de 950, 1618'de 1.000 akçe kesilir olmuştu. Para değerindeki düşüş 1556-1598 arasında %56 idi. Bugünkü enflasyon ile kıyaslanınca bu rakam pek çarpıcı gelmeyebilir. Halbuki Osmanlı'da paranın değeri 200 yılda ancak %50 düştüğünden halkı çok etkilemiş idi. Çok iyi bilinmelidir ki, 1580'den önceki memur maaşlarının sağladığı refah seviyesine, günümüzde bile ulaşılamamıştır!..

Hazine açığına bir çare bulmak gerekirdi. Kaçakçılık önlenemeyince, ikta ve vakıf gelirleri sürekli düşünce, ticaret önemini kaybedince, Devlet birden mali bir buhranla karşılaşınca "Kanuni" Sultan Süleyman, önünü ardını düşünmeden kolay bir çözüm ile sorunu halletmek istedi. O zamanın kanunu olan Şeriat'a aykırı bir kararla, toprağı "özel"leştirdi. İKTA sisteminin yerine İLTİZAM usülünü getirdi!. Yani bağışladığı topraklar bir yana, kalanları da ihaleye çıkardı. O tarihe kadar sipahilerin elinde olan ve düzenle işlenen toprağı mültezimlere vermeye başladı.

İLTİZAM, Devlet'in gelirlerinden birisi üzerindeki hakkını bir yıl müddetle bir kimseye, ondan peşinen aldığı para karşılığında, devretmesidir... İltizam önceleri MUKATAA'ları kapsıyor, tarım alanlarına pek sokulmuyordu.

Mültezim usulü baştan beri mukataalarda kullanılmıştır. 1474 yılında bütün Anadolu ve Rumeli darphaneleri Akçeci Emir ile Bacdar Hayreddin'e ihale edilmişti. Bu usül, şimdilerde Devlet'in müteahhide iş yaptırmasına benzerdi. Ayrıca gümrük, cizye, aşar gibi gelir kaynakları mültezime ihale edilirdi. Yani Osmanlı Devleti, 1500'lerde parasını özel teşebbüse bastırıyor, gümrük vergisini özel sektöre toplatıyordu. Türkiye'de ve dünyada bunu halen dahi yapabilmiş değiliz. Denetim sistemi güçlü Osmanlı, Devletçi bilinmesine rağmen; para basımını bile özelleştirmişti!..

Ancak burada ilk dönemlerde gösterilen itina sonradan terkedilmiş; ihaleler sürekli aynı kişilere verilerek, bunların elinde değerlendirebileceklerinden fazla servet birikmesine yol açılmıştı. Bu kişiler de servetlerini emniyete almak için, Kanunsuz Süleyman'ın açtığı kapıdan yararlanacak ve paralarını toprağa yatıracaklardır... Müteahhit tipi mültezimlerin yanısıra bir de TOPRAK MÜLTEZİMLERİ belirince, Osmanlı Devleti'nin çivisi çıktı!.

Devlete belirli bir parayı peşin ödeme garantisi veren kişiler, belirli bir yörenin gelirini köylüden toplama hakkını elde etti. Elbette ki bu kişiler Devlet'e verdiklerinden daha fazlasını toplamak durumundaydılar. Yani açıkgöz kişiler için büyük bir kazanç kapısı açılmış oldu.

Daha önce tefecilik ve kaçakçılıkla, bir kısım da ticaretle birikmiş olan servet sahipleri ile bazı yüksek devlet memurları toprakları ele geçirirken, memur durumunda olan sipahiler tımarlarını kaybetmeye başladılar.

Timarlı sipahinin görevi sadece tarım bölgelerinde devleti temsil etmek, vergi toplamak değildi. Köylüyü korumak, Devlet'le irtibatını sağlamak ve en önemlisi asker toplamaktı. Tüketici olmayan, savaşmadığı zaman tarlalarda çalışan ve devlet'e yük olmayan bu asker kaynağı kuruyunca; sürekli ve profesyonel bir ordu kurma ihtiyacı duyuldu. Böylece bir yanlış karar, en az beş yanlış sonuca yol açtı. Üstelik Devlet gelirleri de ihtiyacı karşılayacak seviyede artmadı, düşmeye devam etti. (Bakınız: NOTLAR - 6C, 40)

Kanunsuz Süleyman son yıllarında İFRAZ meselesi diye bilinen olayı yarattı... Kimin aklına uyduysa, "sipahilerin timarlarından defterlerde kayıtlı olandan fazla gelir topladıklarını" ispatlanmasını istedi. Merkezden gönderilen taharri memurları timarları denetlemeye başladılar. Bu memurlar, kendilerinden öyle istendiği için, gittikleri timarlarda İFRAZ, yani gelir fazlaları buldular. Mesela defterde 15.000 akçe yazılı timardan aslında 20.000 akçe sağlandığını öne sürdüler. Bu fazla(!) dörtte bir timar sahibinden alındı, timarı küçültüldü. Zaten amaç üzüm yemek değil, bağcıyı ölesiye dövmekti!

Böylece elde edilen toprak parçaları "padişah hası" olarak deftere kaydedildi. Bu keyfi davranış timar sahibi sipahileri çok zor durumda bıraktı. Elbette aralarında gelir fazlası olanlar vardı, ama bu ya hesap hatasından, ya da timar sahibinin haddini aşmasından dolayı olabilirdi. Ancak büyük çoğunlukla timarlar defterde yazılı gelirleri sağlamakta idiler.

Padişah Kanunsuz Süleyman, bu yolla büyük topraklara kavuştu. Meselâ 1566 yılında taharri memuru Bostan İspir, Bayburt ve Tercan kazalarında "1.000.000 akçe ifraz" tesbit etmiş, ve bu topraklar Hass-ı Hümayun'a katılmıştı!.. Nasıl katılmasındı?.. Bütün taharri memurlarına itirazları dinlememeleri emrolunmuştu!..

Kanunsuz Süleyman'ın has vezir-i azamı sevgili damadı Rüstem Paşa döneminde bu topraklar mültezime verilmeye başladı. Devlet paraya sıkıştıkça verilen iltizam kapsamı genişletiliyordu. Sadece "fazla" gösterilerek Padişah'a alınan topraklar değil; boşalan timar ve zeametler de iltizama dahil ediliyor, sırası gelmiş hak sahipleri işsiz kalıyordu. Daha sonra sudan sebepler ile halen görevde bulunan sipahiler uzaklaştırılmaya başladı. Sultan Süleyman'ın İran seferi sırasında Devlet 20.000 sipahinin timarını elinden almıştı.

Alınan timarlar daha düşük değerler üzerinden iltizama verilmekteydi. Mesela sipahide iken 15.000 akçe gelir getiren bir timar, mültezime peşin para 10.000 karşılığı bırakılıyordu. Bu da Devlet gelirini arttırmaktan ziyade, acil para ihtiyacının ancak bir kısmını karşılıyordu.

Benzer hatayı yüzyıllar sonra sivri zekâlı Turgut Özal ve onu takip edenler yapacaktı!.. Mesela Özal 1982'de bir "süper emeklilik" çıkarmış, toptan para yatıranları erken ve yüksek ücretle emekli etmişti.. Amacı bir anda Devlet'in eline yüklü miktarda para toplamak idi.. Ancak 3-5 yıl içinde bu işin astarı yüzünden pahalıya geldiği anlaşıldı... Sivri zekâlı Özal bunun gibi neler icat etti, neler! Metra kare ile konut satmak mı istersiniz, konut ve tasarruf kesintisi mi dersiniz?.. Hepsi sonradan Devlet'in başına belâ oldu.

Neyse, biz geçmişe dönelim... Devlet bir hata daha yaptı. Mali kriz başgösterince kendi toplamadığı vergi ve gelirleri arttırmazken, doğrudan kendisine intikal eden vergileri arttırdı!.. Bu da köylünün iyice ezilmesine yol açtı.

Bu hatayı da son dönem hükümetleri çok yaptılar... Hep yaparlar... Devlet'in gelirleri beceriksizlik, özelleştirme, hortumlama yoluyla azalınca; fakir fukaranın tepesine binerler ve bütün vergileri onlara yüklerler.

Geçmişte Osmanlı Devleti'nde % 10-15 faiz meşru telakki edilerek, mahkemelerin bu nevi borçlanma mukavelerini tescil etmesine izin verilirdi. 1561'de bazı vakıfların paraları bile faize verilip işletilmekte idi. İktisadi buhran ile birlikte, kısa süre içinde faiz, ribaya dönüştü; tefecilik arttı, % 300 gibi son derece yüksek oranlar uygulanmaya başladı.

Neticede pahalılık, kıtlık ve değeri düşük akçelerle ödenen maaşlar yer yer isyanlara yol açmaya başladı.

Sebebi bilinmez, yeniçeri ocağının mevcudu, Devlet'in mali durumu bozuldukça artmıştır. Tıpkı zamanımızda KİT'lerin personel sayısının artmasına benziyen bu durum, hazineyi boşaltan unsurların başında geliyordu. Evliya Çelebi'ye göre merkez ordusuna 1523 yılında ödenen maaş tutarı 122.000.000 akçe iken, 1609'da bu rakam 380.000.000 olmuştu. Enflasyon gözönünde tutulduğu takdirde, mevcut aynı kalsa idi, 240.000.000 akçe olması gerekirdi. Aradaki fark yeniçeri sayısındaki artışı göstermektedir. Eğer ücretlerde reel bir düşüş olmuşsa, ki muhtemeldir, sayı daha da fazladır.

Yeniçeriler daha az savaşmalarına rağmen, daha fazla para talebinde bulunuyorlardı. Her fırsatta para sızdırmaya çalışıyorlardı. Hele padişahlar daha sık değiştikleri (Bakınız: NOTLAR - 6C, 41) için daha sık cülus bahşişi ödeniyordu. Rakamlar astronomikti. 3. Mehmet 1595'de tahta çıktığında 60.000 düka altını dağıtmıştı!..

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: HİÇ Mİ ÇÖZÜM YOKTU?.. , NOTLAR - 6C , ALEVİ-SÜNNİ AYIRIMI 2. MAHMUD'LA BAŞLAMIŞTIR , HİLAFET VE İMAMET , 12 İMAM DÖNEMİ , SAYFALAR