Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

ALTINCI KISIM

YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM: HİÇ Mİ ÇÖZÜM YOKTU?..

Peki, Devlet'in karşılaştığı mali sıkıntıda ne yapılabilirdi?.. Devlet kolay yola başvurmuştu. Kolayı değil de, doğruyu seçseydi ne yapması gerekirdi?..

500 yıl sonra ve olayın dışından konuşmak kolay görünür ama, şu tedbirler alınabilirdi:

- Önce narhların ayarlanması gerekirdi. Ürünlerin düşük fiyatı kaçakçılığa yol açtığına, kaçakçılık önlemediğine göre; narhlar dünya fiyatları düzeyine yükseltilmeli idi. Bu köylünün, zenaatkÂrın ürününün değerini arttıracaktı. Gelir artınca üretim teşvik edilmiş olacak, kaçakçılık büyük ölçüde önlenecekti. Ayrıca ürün artışı nisbetinde tımar gelirleri ve alınan vergiler de yükseltilebilecekti. Bu da Devlet'in gelirlerini arttıracaktı.

- Bundan zarar görecek elbette ki sabit gelirli tüketici olacaktı. Bu da yeniçeri ve Devlet memuru demekti. Yeniçeriler problem yaratmaya başladığı için sayısı azaltılarak hem masraflar düşürülebilir, hem de dcak ıslah edilebilirdi. Aynı şekilde bu fırsattan yararlanarak devlet kapısından geçinenlerin durumu da incelenerek, artık ihtiyaç duyulmayan pozisyonlar kaldırılabilir, yenileri tahsis edilebilir, ücret ve görevleri yeniden düzenlenebilirdi.

- Kaçak giren mallar incelenerek nasıl imal edildikleri, neden ucuza mal oldukları üzerine çalışmalar yapılabilir ve gerekirse bunların tezgâh ve makineleri Avrupa'dan getirilebilirdi.

- Sultan Süleyman "Sen ki Frengistan'ın kralı Françesko'sun.." diye böbürlenerek mektup yazacağına, kapitülasyonlar tanıyacağına; şartların değiştiğini görüp bilakis Fatih'in tanıdığı kapitülasyonları kaldırıp yeni vergiler koyabilir, sınır ve limanlarda ek tedbirler alabilirdi.

- Aynı şekilde casus ve elçilik sistemini geliştirerek Batı'nın ekonomik durumundaki değişikliğin sebeplerini tesbit edebilirdi. Bilhassa denizciliğe, deniz ticaretine, deniz fetihlerine önem verebilirdi. Güçlü bir donanma ve sahil koruma ile hem kaçakçılık yapan gemileri vurabilir, hem de Batılı ülkelerin deniz ticaretini baltalıyarak kendisiyle uyuşmasını sağlıyabilirdi.

- Afrika, Arabistan, Güneydoğu Anadolu ve Eflak-Boğdan'daki mahalli idareleri Osmanlı sistemine sür'atle intibak ettirerek hem timar alanlarını arttırabilir, hem de o bölgeleri İmparatorluğun ihtiyacı olan üretimlere açabilirdi. Bu suretle bu bölgeler masraf kapısı olmaktan kurtulur, ayrıca Devlet'e gelir sağlıyabilirdi.

- Ve nihayet, ataları gibi mütevazı bir hayat tarzına dönerek saraydaki her türlü israfı kısabilirdi. Bunu diğer devlet ricalinin de yapmasını sağlıyarak giderin gelire denk düşmesini sağlıyabilirdi.

YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM: DEVLET İLE HALK BİRBİRİNDEN KOPUYOR

Kanunsuz Süleyman'ın eline düşmüş olan Osmanlı Devleti, bunları yapacağı yerde sipahinin elinden toprağını zorbalıkla alıp damadı eliyle açıkgözlere peşkeş çekmişti. Ayrıca narhları ve toprağa bağlı vergileri arttıracağına; doğrudan köylüden aldığı vergileri arttırmış, her iki halde de köylü ezilmişti.

Devlet paranın değerinin %100 düştüğü dönemlerde dahi tımar vergilerini inatla değiştirmezken; doğrudan aldığı kürekçi akçesini 100 yılda 20 kat arttırmış, avarız akçesi 1556'da 12 iken 1600 yılında 400 akçeye yükseltmişti. Amaç adeta sipahiye "sen bu işi yapamıyorsun" demekti, ama elini kolunu bağladıktan sonra!.. Aynı şey bugün politikacılar tarafından gereğinden 5 kat fazla memur-işçi doldurulan Devlet işletmeleri için, gene aynı politikacılarca söyleniyor... KİT'ler zarar ediyor, diye!.

Sonuçta köylü, tefeciden %300 faize varan hadlerle borç alıp vergisini ödeme çabasına düştü. Borcuna karşılık ürününü, bahçesini, evini gösteren köylü, kısa sürede hepsi kaybetti. Çünkü, şimdi olduğu gibi açıkgöz tefeci ürünü daha tarlada iken düşük fiyatla alıyor, bu da köylünün borcunu karşılamıyordu. Artniyetli devlet memurları ve zaptiyeler, ki maaşları düşük kaldığından sayıları sürekli artmaktaydı, vergiyi hemen toplamak için köylüye baskı yapıyor, sonra da yanlarında gelen tefeciyi göstererek borç almaya zorluyordu.

Bu şartlar altında kötü iltizam sistemi hızla yaygınlaştı. Daha henüz toprağın mülkiyeti Devlet'in elinden çıkmamıştı. Yalnız geliri büyük ölçüde zenginlere peşkeş çekilmeye başlamış, Devlet'in kendi memuru sipahi vasıtasıyla halkına sunduğu hizmet ve güven, çıkarcı mültezimle yok olmuştu. Artık eskisi gibi köylünün şikâyetiyle ilgilenen, en ufak hatasında sipahiyi attığı gibi mültezimi görevden alan da yoktu. Çünkü Devlet mültezime midesinden bağlanmıştı. Peşin aldığı paranın karşılığını mültezim çıkartmadıkça onu yerinden edemezdi. Kaldı ki, Devlet'in paraya ihtiyacı olduğu için, gelecek yıl yine kesesi şişkin bu kişilerin eline bakacaktı.

Bu zaaftan yararlanan zengin mütezimler bazı bölgelerde hukuk tanımaz hale gelmişler "köylünün toprak ihtiyacı olmadığı"na dair sahte belgeler düzenleterek çiftliklerini genişletmişlerdi.

Bu kişiler bir süre sonra toprağın mülkiyetine fiilen el koydular. 17. yüzyılda Devlet parasızlıktan iyice bunalıp ta iki yıllık iltizam bedelini peşin almak isteyince, yeni bir sistem bulundu. Mültezimlerin elinde bulunan topraklar, vergi çapına göre değerlendirilerek bağlı bulundukları vilayetlerin zenginlerine KAYD-I HAYAT şartıyla iltizama verildi!..

Bu bir nevi toprağı onlara tahsis etmek demekti!.. Ayrıca bu topraklarda yaşıyan insanların vergilerinin toplanması da bu kişilere hayat boyu verilmiş oluyordu. Yani artık köylü istese de mültezimden kurtulamazdı!.. Mültezimler de âyân, mütegallibe, bey ve ağa oldular. Neticede sadece 50 yıl içinde uçurumun kenarına gelindi. 1598'de CELALİ İSYANLARI bütün yurdu sardı.

Mültezimlerin çoğu kasabalı ve şehirli idi. Topraklarını uzaktan idare ediyorlardı. Bazısı yerini bile bilmezdi. Böylece Devlet'le köylünün irtibatı tamamen koptu. Mültezim köylünün derdini de bilmezdi. Sadece parayla işini yapardı. Halbuki eskiden tımar sahibi sipahi, köyünde toprağında oturmak zorunda idi. Böylece hem Devlet'in köylüden beklediğini onlara iletebilir, hem de köylünün halinden anlardı.

Ayrıca toprağı uzaktan idare etmek, tarıma değil hayvancılığa daha uygundu. Bu yüzden büyük tarlalar yavaş yavaş mer'alara dönüştü. Sürülerle koyun beslenmeye başladı. Koyunun kaçakçılığı da daha kolay oluyordu. Azalan hububat üretimi kıtlığa yol açtı.

Özetlemek gerekirse, sadece MİRÎ toprak sistemini bozmak; hem üretim düzenini, hem ordu sistemini bozmuştur. Devlet'in malî çöküşü ile askeri bozgunlar birlikte gelmiştir. Çünkü MİRÎ toprak sistemi, TEMEL DENGE idi. DEĞİŞMEMESİ GEREKEN KURALDI. ANA DİREK İDİ... Denge bozulunca, direk yıkılınca gemi fırtınalarda bocalamaya başladı.

YİRMİALTINCI BÖLÜM: SANAYİ ÇÖKÜYOR, ŞEHİRLER HARABEYE DÖNÜYOR

Avrupa'nın zenginleşmesi, Osmanlı'nın hammaddesine yüksek fiyat ödemesine yol açtı. Eskiden yurt dışına çıkarılması yasak olan ham madde, hayvan, tahıl gibi maddeler ülkede gelir azalınca, kaçakçılık yoluyla Avrupa'ya akmaya başladı. Madrabazlar malı köylüden ucuza kapatıyor, sonra Avrupalı tüccara pahalıya satıyordu. Deri, yün, balmumu, ipek, zift, kereste, bakır, demir, pamuk dışarıya kaçırılan hammaddelerden bazıları idi. Bu da yerli sanayinin ihtiyacını karşılıyamaması veya yine madrabazlardan daha pahalı karşılaması demekti.

Hammadde fiyatlarının yüksek olması ÜRETİCİ köylüye yansımıyordu. Şehirli ESNAF ise pahalılığa ayak uyduramadığndan mesleğini icra edemiyor, ZENAAT erbabı işini terkediyor, zaten küçük olan işletmeler kapanıyordu.

Hani Sokullu İnebahtı'da donanmamızı yakanlara, "Biz istesek direkleri altından, yelkenleri ibrişimden gemiler inşa ederiz," diye böbürlenmişti ya; aslında o yıl, 1567'de Devlet Ege'deki dokumacılara 150.000 yelken sipariş etmişti de, esnaf "iplikler Avrupalı tüccara satıldığı için yapamıyacağını" bildirmişti!..

Yine 1568 yılında 500 kadar İranlı tacir gelip Kastamonu'nun madenlerinden külliyetli miktarda bakırı "ziyade paha ile" alıp gitmişler, ondan sonra da yerli bakırcılar işleyecek maden bulamamışlardı! Hükümet bunun üzerine bakırcıları kadıdan belge almaya mecbur etti, belge getirmeyene bakır verilmemesini emretti. Tabii ki esas sorunu çözmeyen bu tedbir, bir çare olamadı.

Çünkü Devlet'in ESNEK TAKTİK ARAÇ, ARA DENGE olmasına rağmen, narhları değiştirmemesi; kaçakçılığı teşvik etmekteydi. Bu yıllarca böyle sürmüş, Kanuni lakabıyla göklere çıkarttığımız Süleyman, bu konulara eğilmemiştir. Devlet adamlarını da Hürrem Sultan'ın keyfine göre seçtiği için, onlar da eski dirayeti gösterememiştir.

1450-1550 tarihleri arasında şaşılacak bir istikrar gösteren fiyatlar bu tarihten sonra korkunç bir şekilde yükselmiştir. Mesela buğdayın kilesi 1450 ve 1550'de 2-3 akçe iken, 1585'de 20-40 akçe olmuştu!.. Bu artışın ne kadar yüksek olduğunu, doların 1981-1991 arasında 100 kat artmasını (70 TL.dan 7000 TL.ya) ve yine 1991-2002 arasındaki artışı (7.000 TL'den 1.700.000 TL. ye) yaşamış olan bizler, anlamakta zorluk çekebiliriz. Ancak o dönem için gerçekten 35 yılda 20 kat artış büyük rakamdı!..

Koyun 1450-1550 yıllarında 20-30 akçeyken 1595'de 70-80 akçeydi. Aynı tarihler için demir 3 akçeden 15 akçeye, bakır 7 akçeden 35'e, sade yağ 4 akçeden 20'e, bal 2 akçeden 19 akçeye fırlamıştır.

Öte yandan işsizlikten şehirlere doluşan köylüler, meslek dallarının kaybolmasını hızlandırdılar. Çoğu çiftçilikten, hayvancılıktan başka bir şeyden anlamıyan bu kişiler, vasıfsız ucuz işçi olarak zenaat dallarına sızdılar. Lonca sistemi altüst oldu. Eskiden her imalat dalının töresi, yetiştirme tarzı, usul-adabı, kademeleri ve ahlâkı varken; hem bu köylüler, hem de yeniçerilerin dükkân açması yüzünden kaliteli esnaf safdışı oldu. Bu durum hammadde darlığı ve pahalılıkla birleşince, pek çok imalat dalının çöküşe geçmesine yol açtı. Mesela Bursa'da eskiden 483 olan tezgâh sayısı, 1587 yılında 25'e düştü!..

1600'lerin dükkân sahiplerine Evliya Çelebi, ancak "şerlerinden" korktuğu için "esnaf" dediğini belirtirken; 1700'lerde esnafın eski saflığını kaybettiğini, insafının kalmadığını ve gözünün paradan başka bir şey görmediğini Sümbülzade Vehbi Efendi şu mısralar ile anlatmaktadır:

Sınıf-ı esnafta yoktur inisaf
Yani nadir bulunur sinesi saf
Nazarı dirhem-ü dinardadır
Çıkacak iki gözü kârdadır!..

Öte yandan tütün, kahve ve afyon kullanımı artmış; 1590'larda toplum hayatında görülmeye başlıyan KAHVEHANELER her türlü sapıklığın, belâlı serserilerin yuvalandığı yerler haline gelmişti. Şehirlere yığılan işsiz bekâr takımı ile serveti artanların tembel çocukları, ve tabii pahalılık fuhşun hızla artmasına yol açmıştı. Bekâr odalarına erkek kılığında sokulan kadınlar, mahalle aralarında işletilen evler bir yana; evli kadınlara, genç kızlara, hatta oğlanlara kasallut artmıştı. Devlet'in ne idiğü belirsiz kişiler ile fahişeleri zaman zaman İstanbul'dan çıkartmaya çalışması da sonuç vermemişti.

Önemli bir mesele de o dönemin gecekonduları idi. O tarihlere kadar İstanbul'daki hane sayısı, hane mevcudu ve diğer pek çok özellikler bilinirken, inşaat ve imar belirli kurallara göre yapılırken; issiz takımının akını ile Eyüp, Kasımpaşa semtleri, İstanbul'un bahçe ve bostanları gecekondular ile kaplandı. Zaman zaman yayınlanan fermanlar bozulan şehir yapısını önlemeye yetmedi.

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: SİPAHİ KALKTI, ORDU BOZULDU , NOTLAR - 6C , ALEVİ-SÜNNİ AYIRIMI 2. MAHMUD'LA BAŞLAR , İSLAM'A FESAT KATANLAR , ORTAASYA TÜRKLERİ'NİN MÜSLÜMAN OLUŞU , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR