Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

NOTLAR - 9C

(39) - Batılılar bizden birini methediyorlarsa o kişiye dikkat etmek gerekir. Durup dururken adamı niye iltifata boğsunlar ki?.. Bu açıdan biz Süleyman'ı hiç muhteşem bulmadığımız gibi, kanuni de saymıyoruz. Bizce gerçek KANUNİ, FATİH SULTAN MEHMED'dir. Yine Batılılardan görerek BÜYÜK dediğimiz Mustafa Reşit Paşa, ilerde detayı ile inceleyeceğimiz gibi Osmanlı Devleti'nin iflas (1838 İngiliz Ticaret Anlaşması) ile parçalanma (Tanzimat) fermanlarını padişahları kandırarak imzalatan kişidir.

Öte yandan Batılılara uyup ta KIZIL SULTAN dediğimiz 2. ABDÜLHAMİD Ermeni teröristlerle mücadele ettiği için bu adla anılmaktadır. Eğer rahmetli Abdülhamid "Kızıl"sa, Ermenileri iyice tepeliyen Kâzım Karabekir'in "kıpkızıl" olması gerekir. Tekrar belirtiyoruz: Batılılar birisini methetmişse o adamı iyi incelemek; birini kötülemişse de o adamı iyi tanımak gerekir.

Aynı şeyi biz de yapmışızdır. Rusya'nın kurucusu Petro bütün dünyada BÜYÜK ünvanı ile tanınırken bizde DELİ PETRO'dur. Bize çok büyük zararı dokunduğu için "büyük" diyecek halimiz yok elbette ki...Ancak adamın deli olmadığı da ortadadır.

(40)- Buna benzer yanlış bir karar 1985'de Özal tarafından alındı. Belediyelerin gelirleri azdı. Bunun üzerine nasıl sarfedileceğine dair kurallar tesbit edilmeden emlak vergilerinin Belediyelere ödenmesi kararlaştırıldı. Bir anda yüksek gelire kavuşan belediyeler, belediyecilik eğitimi görmemiş kişiler elinde olduğu için, hemen binalarını değiştirdiler, mobilyalarını yenilediler, Mercedes makam otomobilleri aldılar. Kısacası gelirlerini çarçur ettiler. Sonra da hesapsız yatırımlara kalkıştılar.

Ne var ki, arkadan gelen yıllarda gelir sabit kaldığı için giriştikleri yatırımlara kaynak bulmak bir yana, personelinin maaşını ödeyemez duruma düştüler. Üstelik israfa alıştıkları için de lüks masraflarını kısamadılar. Mesela hiç biri Mercedes'ini satmaya yanaşmadı. Belediyeler personelini de gereksiz arttırdığı için 1985'den daha kötü duruma düştüler.

(41) - Osman Bey'in aşiretin başına geçtiği 1281 yılından Kanuni'nin vefat ettiği 1566 yılına kadar, yani 285 yılda 10 padişah değiştiği halde; 1566-1923 arasında, yani 357 yılda 26 padişah gelip geçmiştir.

(42) - O dönemin yeniçeri ocağı ile 1980'lerin sendikaları kıyaslamak mümkündür. Onlar savaşmak, sendikalar çalışmak istemezlerdi. Onlar da, bunlar da hep "vermeden almak" isterlerdi. İstekleri Devlet'i zevale götürürmüş, ekmek yedikleri kapı yıkılırmış, umurlarında değildi!.. Devlet'i yıkıp kendi Kürt devletlerini kurmak isteyen sonu "SEN"le biten pek çok sendika vardı. Bir farkla ki, bunlar ahlâkı bozulmuş yeniçerilerden bin kat beterdiler.

Ancak 1991'den sonraki Yeni Dünya Düzeni, yani Vahşi Kapitalizm'in yeniden şahlanıp sendikaları da ezmesi sonucu işçiler de boğaz tokluğuna çalışır hale gelmişlerdir.

(43) - Tarihin ne garip cilvesidir ki, aynı şeyi bugün politikacılar sendikalar için istiyorlar. Dünyadaki gelişme vahşi kapitalizmin işçi sınıfının dağılması,sendikaların zayıflaması, sendikalı işçi sayısının hızlı azalması yönünde tüm haklarının elinden alınması yönünde iken; Türkiye'de hemen her parti sendikaların artmasını, memurların, hatta askerlerin, imamların da sendika sahibi olmasını savunur.

Muhalefette iken onları iktidar aleyhine kışkırtmak ister. İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen 1990 yılı seçim öncesinde, belediyesi büyük mali sıkıntı içinde iken "çöpçü maaşı"nı 1.5 milyon liraya çıkartarak, bütün diğer sendikaların toplu sözleşmelerde aynı rakamı istemesine yol açmıştı. Amacı bu suretle iktidardaki ANAP'ı, isçi ile karşı karşıya getirmek ve düşürmek idi. Bu arada ülkeye olanlarla hiç mi hiç ilgilenen çıkmadı. Neticede 1992'de yeni girmiş tahsilsiz vasıfsız işçinin ücreti net 5 milyon lira olurken, 20 yıllık üniversite tahsilli, meslek sahibi 1. derece memurun maaşı 3 milyonda kaldı. Üstüne üstlük, devrin Başbakanı memurun bu sıkıntısının "sendikası ve toplu sözleşme hakkı olmadığı"na bağladı. Yani Devlet'in Başbakanı kendi memuruna azgın yeniçeriler gibi "kazan kaldırma"yı önerdi!..

(44) - 1992 Temmuz'unda bir gazete haberi tüylerimizi diken diken etti. Hani pavyon işleticisi, bar fedaisi, kaçakçı babalarıyla resim çektiren, gazinolarda başbaşa görüşen, cenazelerinde el bağlayan bürokrat ve bakan duymuştuk ama bu kadarını da hiç işitmemiştik. Ankara'nın haraçcısı, ihale yolsuzluklarının düzenleyicisi, kendine yüz vermedi diye şarkıcı Filiz Akın'ı vurduran İnci Baba namlı serseri TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'ni "ziyaret" etmiş, bir partimizden milletvekilliği teklifi almış, binaya giriş çıkışlarında memur ve müdürler koşup kırılası elini öpmüş, asansör kapısı tutmuş!.. Bu serseri de yüzer bin lira bahşiş dağıtmış!... Celaliler Meclis'i basmış ta haberimiz yok!

Peki, bu kopuğu T.B.M. Meclisi'ne kim getirmiş?... O tarihlerde tekrar siyaset arenasına çıkmaya hazırlanan Ispartalı Süleyman Demirel!..

(45) - Ne tuhaftır ki, ehl-i şer'in bir anlamı da "kötülük edenler"dir. Özellikle kadılara, rüşvet alıp halkı ezdiklerinde pek yakışan bir sıfattı.

(46) - 1623'de 4. Murad'dan başlıyarak hıristiyanlara ayrı kıyafet giydirme, evlerini boyama, ata bindirmeme gibi ayırımcı kurallar uygulanmıştı. Bunun sebebini aksaklıkların "gayrımüslimlerin fesat katması" gibi düşünüldüğüne bağlıyoruz.

Bilindiği gibi, müslümanlıktaki pek çok âdet önce hıristiyan ve yahudilerde varken sonra Türk ve müslümanlara geçmiştir. Mesela çarşaf veya ferace Abbasi halifelerinden biri tarafından açık saçık gezen hıristiyan kadınların müslüman erkekleri baştan çıkartmasını önlemek için gayrımüslimlere şart koşulmuş bir giyim tarzı iken, sonra tutucu müslüman erkekler tarafından benimsenip müslüman kadınlara giydirlmeye başlamıştı. Takke de aynı şekilde yahudi ve hıristiyanlardan bize geçmiş, ve tutucu müslümanlar tarafından adeta islam sembolü kabul edilen giyim eşyalarıdır.

Öte yandan hıristiyanlara uygulanan bu kurallar bazen yararının ne olduğu meçhul saçmalıklar haline gelmiştir. Mesela hıritiyanların hamamda nalınsız gezmeleri, sokakta başlarına çıngırak takmaları, kaldırımda yürümemeleri gibi kurallar konmuş, bunlar da azınlıkları bizden soğutmuştu.

(47) - Aynı durum ve aynı zihniyet bunca tecrübeden ders alınmadığı için hâlâ sürmektedir. Devlet kendi kuruluşlarının personel fazlası, yeterli makine parkı, malzemesi, teknik elemanı olmasına rağmen pek çok alt yapı yatırımını "ihale"ye çıkartmakta, "müteahhid"e vermektedir. Zamanımızın mültezimi devlet müteahhididir. Böylece kendi imkânları ile 1000 liraya yaptıracağı işi müteahhid kârı ile en az 1300 liraya mal etmekte, üstelik kâr haddini yükseltmek isteyen müteahhid malzemeden çalınca, işi üstünkörü yapınca daha fazla zarara girmektedir.

Bu müteahhidlerin çoğunun yeterli makine parkı, teknik personeli olmadığından Karayolları Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri gibi kuruluşlar önce ihaleyle projeyi müteahhide vermekte, sonra makine parkı bile olmayan bu kişiye kendi makinelerini kiralamakta, sonra personel sıkıntısı çeken bu kişiye yine kendi mühendislerini, teknikerleri "ödünç" vermektedir. Çoğu devlet dairesinde mimarlar mühendisler boş otururken, yatırım projeleri firmalara yaptırılmaktadır. Bunun adı da "özelleştirme"dir!..

Halbuki "ÖZELLEŞTİRME"nin tek amacı iddia edildiğine göre, daha VERİMLİ çalışmaktır. Verimli çalışanı müteahhide vererek verimsiz hale getiren, ancak ve ancak bunu menfaat için yapıyor demektir.

2000'li yıllara gelince bu "özelleştirme" ve Devlet'in varlığını bedavadan bazı kişilere, hatta rüşvet karşılığı yabancılara peşkeş çekme hemen bütün partiler tarafından benimsenen bir kural haline gelmiştir.

Bu namussuzlar olan malları paylaşmakla da yetinmemiş; ülkenin dört bir yanına gereksiz havaalanları, fabrikalar, kültür merkezleri, üniversite binaları, hatta barajlar (İzmit'te olduğu gibi) inşa etmişler, böylece ülkenin zaten kıt kaynaklarını israf etmişlerdir... Bu havaalanlarının çoğu kullanılmaz, fabrikalar işlemez... Binalar çürümeye terkedilmiştir.

En beteri de ucuz termik santrallerimiz varken, bunların faaliyeti durdurulup, özel sektöre alım garantisiyle inşa ettirilen doğal gaz santralleri pahalı olarak çalıştırılmakta, Türk milleti dünyanın en pahalı elektriğini kullanmaya zorlanmaktadır.

İşte bunlar gerçek Yezid'dir!.. ALLAH bu gibi yezidlere dünya ve ahirette gün yüzü göstermesin!.

(48) - Kapitülasyonun kelime anlamı KARŞISINDAKİNİN HAKİMİYETİNİ KABUL ETMEK'tir. Biz pek çok kelimenin yabancısını kullanarak böyle anlam zayıflatmasına gitmeyi severiz. Mesela ilerde teferruatıyla inceliyeceğimiz gibi DIŞ YARDIM diye radyoda, televizyonda, basında ve en önemlisi resmi ağızlarda geçen şey, aslında DIŞ BORÇ'tır. Yardım kelimesi bazı bazı dillerinde hem bağış, hem de yardım anlamına kullanılabilir ama, Türkçe'de hiç bir zaman borç anlamına gelmez. Fakire yardım gibi hep "bağış şeklinde verilenler" için kullanılır. Dış ilişkilerde hep bu kelime kullanılarak, halkımızda "yabancıların bize kaşımız gözümüz için para verdikleri" gibi bir intiba uyandırılmış, yabancı hayranlığı körüklenmiştir. Bunun en büyük vebali kendini aydın sayan basın mensuplarıdır. Onlar da politikacılarından ağzından çıkan kelimeleri aynen yazarak, dış borçların reklâmını Batılılar lehine yapmışlardır.

O yüzdeandir ki, "yardım" adı altında yüksek faizli ve inanılmaz şartlara tâbi borçlar alınarak ülke batma noktasına getirilmiştir.

(49) - Aslında Cumhuriyet döneminde dahi, özellikle 1980'den sonra buna benzer bir sistem uygulanmıştır. Ama zenginlere gücü yetmiyen Cumhuriyet Devleti sıkıştıkça halktan koparabildiğini alma yolunu tercih etmektedir. Mesela Bir PTT Genel Müdürü (Sermet Bilge) 1985 yılında memurlarına şöyle demekten çekinmiyordu: "Telefon faturalarını yükseltin, ben yatırım yapacağım!.." Nitekim faturalar hâlâ bir şehrin üç bölgeye ayrılması, birinin diğeriyle yaptığı görüşmenin "şehirlerarası" gibi sayılması, üç dakika olan görüşmenin iki tarafa da yazılması, kapalı telefonlara fatura çıkarılması gibi pek çok usulle "kitabına uydurularak" şişirilmektedir.

Aynı uygulama su, elektrik, kanalizasyon için de yapılmaktadır. Ama en kötüsü 1992 doğal gaz uygulaması idi. Kömür ve fuel-oil'dan daha ucuz olacağı iddia edilen doğal gaz, abonelere dağıtıldıktan sonra Ankara Belediye Başkanı'nın kaynaklarını hesap etmeden metro için dışarı borçlanması sonucu, 300 TL.ya mal edilmesine rağmen, 1600 TL.ya satılmakta; bu şişirilmiş faturalar ile metro taksitleri ödenmekteydi.

2000'lere geldik, hâlâ bakanlar bile doğal gazın kaça alındığı bilmiyor... Türk milleti dünyanın en pahalı doğal gazını, en pahalı benzinini kullanıyor... Yine emlâk ve otomobil vergisinde böyle şişirilmiş rakamlar halka dayatılmakta, hatta pek çok temel ihtiyaç malzemesinden aslında "lüks tüketim" oranı olan %18 KDV alınmakta, bu da yetmiyormuş gibi üzerine özel tüketim vergisi bindirilmektedir.. İşin tuhafı hiç bir parti, hiç bir bürokrat, hukuk adamı ve yetkili bu uygulamanın "insan hakları"na aykırı olduğunu dile getirmemektedir!..

Bir tek cümle söyliyelim: Her şeyin başı olan enerji ucuz olmadan hiç bir ülke kalkınamaz!.. A.B.D., Almanya, İngiltere, Japonya gibi ülkeler bu yüzden her zaman savaşmaya hazırdırlar!

***
  • ÖNEMLİ SAYFALAR: RENE QUENON'UN GÖRÜŞLERİ , E. F. SCHUMACHER'İN GÖRÜŞLERİ ,ALEVİ-SÜNNİ AYIRIMI 2. MAHMUD'LA BAŞLAMIŞTIR! , NOTLAR , MEKTUPLAR , TABLOLAR , KAYNAKLAR , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR