MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİNE KARŞI HALLERİ
Selâm vermek, davete gitmek, aksırıldığı vakit “Yerhamükallah” demek, hasta ziyaretine gitmek ve cenazeye gitmek,
Nasihat istenildiği vakit nasihat etmek, müslümanı arkadan korumak, nefsi için sevdiklerini onun için de sevip nefsi için sevmediklerini onun için de sevmemek,
İyilere yardımcı olmak, günahkârlar için mağfiret istemek, uzaklaşanları Hakk’a çağırmak ve dua etmek,
Tevbekârları sevmek, müslümanların birbirlerine karşı şefkatli ve merhametli olmaları, birbirlerinin elinden ve dilinden emin olması lâzımdır. Yine birbirlerine karşı tevazu gösterip kibirlenmemeleri gerekir. Zira Allah mütekebbirleri sevmez,
Küsenler üç günden fazla küs durmamalıdır,
Allah, zulmedeni affedenin izzetini arttırır. Kudreti yettiği kadar başkalarına yardımda bulunmak ve hattâ ehl-i ıyâli ile başkalarını ayırmamak, aynı muameleyi yapmak lâzımdır,
Sofrayı herkese açık tutmak ve herkese güzel ahlâk ile güzel muamelede bulunmak. Meselâ câhile ilimden, okuma bilmeyene fıkıhdan, âmâya renkten bahsetmek onlara ezadır. Fakire zenginlikten bahsetmek keza böyledir,
Büyüklere ta’zim Allah Teàlâ’ya ikramdandır. İhtiyar müslimlere ikram etmeli, bütün halka karşı tatlı dil kullanmalı, güler yüz gösterip sevindirici olmalıdır. Çünkü kolaylık gösteren güler yüzlüleri Allah sever,
Verilen vaadde durmalı, insanlara ve kendi nefsine karşı adaletli olmalı ve hürmette adamına göre harekette bulunulmalı, gelenin mertebesine göre davranılmalıdır. İnsanların hallerine göre konuşmak, araları bozulanları mümkün mertebe barıştırmak ve bütün müslümanların ayıplarını örtmek lâzımdır,
Müslümanların hacetlerine karşı kudreti yettiği kadar onların hacetlerini görmeye çalışmalıdır,
Her müslümana sözden evvel selâm vermek ve selâm esnasında musafaha etmek, bütün müslümanların nefsini, ırzını ve malını gücü yettiğince korumak lâzımdır,
Zenginlerden uzak olmaya, miskinlere ise yakın olmaya dikkat etmeli, yetimlere ihsanda ve her müslümana nasihatte bulunmakta, onların gönüllerine sürür vermekte, hastaları ziyaret etmekte gayretli olunmalıdır. Hastalara edep dahilinde hatır sorulup onlara dua etmek (Allah afiyetler versin demek), girerken kapıyı usulca çalmak, az sual sormak, avret mahallerini görmemek için gözlerini yummak, elini hastanın alnına koyarak veya elini tutarak ona nasıl olduğunu sormak, “İyisin maşallah, geçer inşallah” diye teselli vermek, hasta ziyareti âdâbındandır,
Müslümanların vazifelerinden biri de cenazelere gitmektir. Cenazeyi taşıyanların her adımında büyük günahlarından bir günah afvolunur. Üstelik çok büyük ecirler alır. Bu hususta “İhyâ-u Ulûm” ve diğer bazı kitaplarda daha geniş malûmat vardır, onlara müracaat ediniz,
Bir de namazdaki safların doğru olmasına dikkatinizi çekeriz. Safların doğruluğu, kalblerin doğruluğuna ve namazın kabul olmasına alâmettir. Bahusus ön saflarda ve imam efendinin arkasında yaşlı, sakallı, bilgin kimselerin bulunması, gençlerin ise arka saflarda ve çocukların daha geri saflarda yer alması uygundur.
Tokluğun Zararları
Beyit:
İlzem ehal
ilmi’t-tağıyye
Veslû’k-kaviyye’s-seyr
Veftek minhü
resâleten
Lem teleffü
inde’l-ğayr
Vahfaz
vasiyyete Ahmed
Errih telic
bi’l-hayr
Mânâsı: Muttaki ve ilim sahibi olan bu kardeşe yapış ve sağlam, doğru bir seyr-i sülûk’e giriş. Ondan, başkasının yanında asla bulamayacağın bir risale (kitap) elde et. Ahmed (Ziyâüddin-i Gümüşhânevî)‘in vasiyetini iyi tut. Ve hayırlara erersin.
Beyit:
Felâtehüm
bi’l-meâsî kesre şehvetihâ
İnne’t-tâmme
yugavvî şehveten nehemmi.
Mânâsı: Nefs-i emmâre şehvetinin kesri ve mahvını meâsi ve günahlarda arama. Zira tokluk, tab’an aç olan insanın şehvetini arttırır. İstediği şeyleri vermekle nefsin şehveti kesilmez.
Bilâkis tokluk, perde-i namusu yırtmaya vesile olur. Onun için tokluk hakkında, kitabının kenarına bizleri ikaz sadedinde şunları eklemişlerdir:
“Sâlik (yâni âhireti murad eden) kimseye lâzımdır ki, yemeklerini helâlden yemeye gayret etsin ve mümkün mertebe kanaate riayetle ibâdetlerine zarar vermeyecek ve sağlığını bozmayacak derecede iktifa etsin”.
Mümkün mertebe tokluktan uzak kalmalı, çünkü az yemek cismin sıhhati ve okuduklarını zaptedebilmek için bir ilâçtır. Aynı zamanda da kalbin sefası, zekânın sefası, vücudun hafifliği hâsıl olur. Aza kanaatla ve artanları da fakir fukaraya vermekle hem sevaba nail olur, hem de kardeşlerine faydası dokunur. Bu suretle unutkanlık gittikten başka gelecek birçok belâ ve musibetler de biiznillâh defolur gider.
Yine bu sayede abdestini uzun müddet muhafaza ettikten başka gece namazları da kolayca nasip olur. Gece namazı deyip geçme! Her bir rekâtına yüz bin sevap olduğunu “Hazinetü’l-Esrâr”da görmüştüm.
Gece namazlarındaki fazilet dünyanın içindekilerin hepsinden hayırlı ve efdaldir. Yâni altın, gümüş ve yakut gibi nelerin varsa bunların hepsinden efdal olan gece kılabildiğin iki rekât namazdır. Fazla kılarsan o nisbette fazla sevap olur.
Zira bütün dünya ziynetleri fânidir, âhirete hiçbirisi gitmez. Fakat ibâdetlerin sevabı daimî ve bakîdir. Sahibi sonsuz saadet ve selâmetlere kavuştuğu gibi birçok günahkârlara da şefaatçi olup onların da cehennemden kurtulmalarına vesile olur. Daha ne istersin?
Toklar def-i hacet için yer ararlar. Az yiyen kanaatkarlar ise ibâdet etmek için mescidleri ararlar. Tokluğun âfetleri hakkında birçok zararlar gösterilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
1. Hastalıkları tevlid eder,
2. Vücudu ağırlaştırır,
3. Uykuyu arttırır,
4. Tembellik ve gam getirir,
5. Hem kasvet-i kalb, gönül körlüğü doğurur ve ruhunun zayıflamasına sebep olur, hem de günahlardan korkusunu azaltır, fenalıklardan sakınmaz hale getirir. Bununla birlikte akıl tam iyiyi, fenayı seçemez, şükrünü yapamaz. Dolayısıyla nimetleri azalır. Çünkü, nimetlerin şükrü, nimetlerin artmasına vesiledir.
İhlâs denilen can damarı da bu suretle kaybolur ve şehvet sebebiyle hayâsızlık da artar. Hem ölümü, hem de öğrendiği ilimleri çabucak unutur.
Dünyayı çok sever ve paralarını hayırlara harcamaya kıyamaz. Bu insanların artması, cemiyetlerin felâketine sebep olur. Tokluk, insanın zulümlerini de arttırır, etrafındakiler! mutazarrır eder. Şeytanları sever, şeytanlar da onları sever. Bunlar hiçbir şeye sabredemeyip feryad ü figanı basar. Hikmetin başı denilen “Mehâfetullah”dan da mahrum kalır. Herkesle güzel geçineceği güzel bir huy yerine başkalarına adavetler, düşmanlıklar kazanır. Bahadırlığını, cesaretini, bahusus düşmanlara karşı cenk etme cesaretini kaybeder ve kaçar. Meselâ Mısırlıların Yahudilerden kaçışları gibi (1967’de Mısır’ın İsrail’e mağlûbiyeti kastediliyor).
Tokluk, insanların yoldan çıkmalarını ve her gördüğüne gülmeyi bir zevk sayar. Bugünkü gördüğümüz, nefislerine mağlûp olan zavallılar gibi.
Aynı zamanda gönülde yaptığı ibâdetlerin zevkini bulamaz. Gönlünün cilâsı gibi paslanmasına sebep olur. Her eşya durunca paslanır. Bu pas giderici âletler olduğu gibi kalbin de pasını ancak zikrullah giderir. Zikir ise çok yiyenlere pek de zor gelir.
Tokluk aynı zamanda yakîn denilen o büyük nimetden. mahrum bırakır.
Yakîni rahmetli hocamız şöyle tarif ederdi:
“Birincisi, ilme’l-yakîndir. Bir şeyin yapılış şeklini bilmek, meselâ baklavanın nasıl yapıldığını bilmek gibi.
İkincisi ayne’l-yakîndir. Tarif edilen baklavayı görerek bilmek gibidir.
Üçüncüsü hakke’l-yakîndir ki, öğrendiği ve gördüğü baklavayı yemekle hâsıl olan bilgidir.” Sen bundan dersim al!..
Başkalarına
boyun bükmesini bilmedikleri gibi Hakk’a da boyun büküp hacetlerini
istemekten âcizdirler. Bunlar İslâm’da muteber edeplere riayet etmezler.
Halbuki İslâm’da edebin yeri pek büyüktür. Birçok şairler çeşitli
dillerde bunları beyan etmeye çalışmışlardır. Bizim de bildiğimiz kısa
bir manzume vardır ki, şöyledir:
"Edeb
bir tâc imiş nur-ı Hûda’dan
Giy ol tacı,
emîn ol her belâdan."
"Ehl-i
irfan meclisinde aradım, kıldım taleb
İlim on
geridedir, illâ edeb, illâ edeb!"
Bundan anlıyoruz ki, her yerde ve her mevkiye mahsus edebler vardır. Bu edeblere riayet etmeyenler, birçok nimetlerden mahrum kalırlar. Konya Müftüsü Tahir Büyükkörükçü’nün yazdığı İslâm’da Edeb Risalesi isimli eserini bulup okumaya çalışınız.
İnsan tokluk dolayısıyla amellerini vaktinde ve güzelce yapmaya muvaffak olamadığı gibi, taharetini de lâyık-ı veçhiyle beceremez. Nihayet o güzel cennet evine girmekten mahrum kalır. Bilâkis sakar denilen cehennem çukuruna düşmesine sebep olur.
Bunları gördün ve okudun ise senden şimdi ricam, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yolunu tutup onun istediği gibi bir gün aç kalıp; “Sana tazarru’ ve niyaz edeyim”, doyduğun vakit ise, (ki, bu tokluk açlığı giderecek kadar bir şeydir) hemen, “Sana verdiğin nimetler için şükredeyim” demeyi sakın unutma. Peygamberimiz sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz de böyle yapardı, onu kendine mi’yar (ölçü) eyler. O zaman hasta olup ilâç aramaktan da kurtulursun.
Bu tokluk dolayısıyla seni “gaflet” denilen en büyük günah istilâ eder. Gaflet, zamanın boş yere zayi olmasıdır. Kahvehane ve gazino gibi eğlence yerlerinde zayi olan ömürler gibi.
Televizyon pek güzel bir icaddır. Hayırlı yerlerde, hayırlı işler ve hayırlı bilgiler verdiği takdirde güzel bir âlettir. Fakat şer şeyleri gösterir ve öğretirse pek kötü bir âlet olur ki, o zaman bunun adına “Ömür hırsızı” demek münasip olur, zannederim.
Açlığın Faydaları
Tokluğa mukabil açlığın sayısız faydaları vardır. Onların bazıları şöyle zikredilmiştir:
İnsanın Allah’tan uzak kalmasına sebep olan hevâsını keser. Hevâ kesilmeden kişi pîr-i kâmil olamaz. Hevâ, nefsin arzularına tebâiyettir, bu ise mezmûmdür. Kurtulma çaresi ancak riyâzat ve açlıkla mümkündür.
Açlıkla gönül açılır, nurlanır, sefa-yı kalb hâsıl olur ki, bunu ancak erbabı olan açlar bilir. Böylece gece uykusuzluğa tahammül edip vakti ibâdetle geçirmek imkânı hâsıl olur. İmam A’zam Ebû Hanîfe Hazretleri ve emsali gibi. Müteaddit rivayetlere göre bunlar, kırk sene gibi uzun bir zaman akşam abdestiyle sabah namazını kılmışlar ve az yemelerle bunu sağlamışlardır. Okumak, bilmek hüner değil, asıl hüner bu mübareklere tebâiyyettir. Cenâb-ı Hak cümlemize bu güzel yolları nasip eylesin. Âmin!..
Açlık aynı zamanda bize hizmet eden cesedimizin selâmetle hizmet etmesine yarar. Çünkü: “Nefsüke madiyyetüke”, nefsin senin bineğindir. Ona acı ve rıfk ile muamele et. Onu besler ve şişirirsen bu sefer de o sana biner. Sen binici iken binilen olursun ki, bu çok acı bir haldir.
Açlık aynı zamanda zaiflerin ve fakirlerin halini sana güzelce anlatır. Sen de bu suretle onlara yardımcı olursun. Toklukta ise bu kapı kapanır ve hayırlardan mahrum kalırsın.
Ramazanda görmez misin müslümanların hallerini? Hele iftar vakitlerinde ne kadar güzel olur, tatlı olurlar. Lâkin bazen oruçlarımız bu safâyı vermemektedir. Sebebi ise fazla yemek yememizdir.
Onlar teravihlerde olduğu gibi gece ve gündüz namazlarına da çok devam ederler. Bunlardan birisi İşrâk namazıdır. Sabah namazından sonra işrâk vaktine kadar namaz kıldığı yerde bekler ve iki ile dört rekât arasında namaz kılabildiğin zaman hiç eksiksiz bir umre ve hac sevabına nail olursun.
Öğleden birkaç saat evvel de Duhâ namazını unutma.
Akşam namazından sonra da, iki rekâttan yirmi rekâta kadar Evvabîn namazı kılınır.
Yatarken sakın abdestsiz yatma. Taze bir abdest al, en az dört rekât namaz kıl ve öyle yat. Sonra gece namazlarını da kılmaya çalış. Zira gece namazlarını kılmamak pek büyük bir gaflettir.
Bu zikredilenlerden malûm odur ki, şeytan insan için apaçık bir düşmandır. İnsandaki en şerefli şey ise, onun kalbidir. Bundan dolayı şeytan, insanoğlunun zahirini ifsat etmekle yetinmez, kalbine de musallat olur. Hattâ onun asıl maksadının insanın en şerefli uzvu olan kalbi bozmak olduğu söylenebilir. Bunun için her akıllı ve mükellef müslümana kalbini şeytanın ifsadından korumak bir vücûb-i aynîdir (yâni bizzat her şahıs için vazgeçilmez bir mecburiyettir). Lâkin buna kolayca ulaşılamaz. Şeytanın giriş yollarını ve aldatma usûllerini iyi bilmek şarttır. Bir de bu gayeye götüren vasıtaları iyi bilmek gerekir.
Şeytanın müdahale yolları insanoğlundaki ahlâkî vasıflardır ki, sayıları pek çoktur. Haset ve hırs, bunların en büyüklerinden ikisidir. Kul bir şeye karşı haris olunca, sahip olduğu hırs onun gözünü kör, kulağını sağır eder. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Hubbike’ş-şey’e yuğmî ve yüsimmü = Senin bir şeyi sevmen seni kör ve sağır eyler” buyurmuşlardır.
İnsandaki basiret nuru, şeytanın sokulma yollarını görmeye yardımcı olur. Ama basiret gözü hırs ve haset ile örtülünce o durumu göremez, böylece şeytan da ona sokulmaya fırsat bulur. Nitekim rivayet olunmuştur ki, Nuh aleyhisselâm gemisinde şeytanı yanında görmüş ve ona, “Sen buraya niçin geldin?” demiş. O da cevaben, “Senin ashabının kalblerini çelmek ve böylece onların, senin safında değil, benim yanımda olmalarını ve senin tarafında sadece bedeni ile bulunmalarını sağlamak için geldim” demiş.
Bunun üzerine Nuh aleyhisselâm, “Defol ve çık, ey Allah’ın düşmanı! Çünkü sen racîmsin, taşlanmış ve kovulmuşsun” buyurmuş. Bunun üzerine iblis, “Beş şey vardır ki, insanlar onlarla helak olurlar. Ben sana bunların iki tanesi hariç üçünü söyleyeceğim”. Allah Teàlâ Hazretleri, Nuh’a:
“O’na emret, ikisini söylesin. Senin o üç taneye ihtiyacın yok” diye vahiy buyurmuş. Bunun üzerine Nuh şeytana, “O iki nedir?” diye sormuş. Şeytan da şöyle cevap vermiş:
“Hırs ve hased. İşte o şu iki şeyle insanlar helak oldu. Ben hased yüzünden lanetlenip, taşlanıp kovuldum ve şeytan oldum. Ve hırs sayesinde Âdem’den elde etmek istediğim neticeyi sağladım. Nitekim Âdem’e cennetteki her şey helâl kılınmış, sadece bir ağaç müstesna kılınmıştı. O, hırsına kapılarak yasaklanmış ağaca karşı sabredemedi”.
Bu huyların en büyüklerinden diğer ikisi de gazab ve şehvettir. Gazab (öfke) aklı zayıflatır. Böylece şeytan gazablı (öfkeli) kimse ile âdeta oynar. Küçük çocuğun topla oynadığı gibi.
Peygamberlerden birisi şeytana, “Âdemoğlunu ne ile altediyorsun?” diye sordu. Şeytan, “Onu gazablandığı zaman ve hevâ-yı nefsine uyduğunda yakalıyorum” diye cevap verdi.
Yine şeytana “Âdemoğlunun hangi davranışı sana daha çok yardımcı olur?” diye soruldu. “Mezmûm hiddet vaktinde” diye cevap verdi.
Bu yazılan günahlarla, tokluğun zararı ve açlığın faydalarını oku, tekrar oku ve tekrar yine oku... Okudum diye sakın geçme; yüz değil, belki bin kere dahi okusan yine oku. Her tekrarda ayrı ayrı faydalar, gönüle sürür ve neşeler geleceğine inan. Bunu bilfiil tadıp kardeşlerimize de tattırmalısın. Onları günahlardan kurtarmayı bir vazife, bir ibâdet gibi bilmelisin. Ki, nafile ibâdetlerin efdali de insanlara hayrı dokunmaktır.
Doktorlara bugün çok rağbet var. Zira insanları müptelâ oldukları dertlerden kurtarmaya çalışırlar, ızdıraplarını gidermeye gayret ederler. İnsanlar da bu ızdıraplarından kurtulmak için varlarını yoklarını harcar, hastahaneler, tırmarhaneler ve şifahaneler vesaire gibi birçok müesseseler kurarlar. Dünya kadar masraf edip insanlara bir ümit kapısı açarlar. Fakat ölümün önüne geçmek mümkün değildir, bu âleme gelen herkes gitse gerektir, kaidesince yine âhiret denen âleme gidecektir.
Bundan kurtulmak şimdiye kadar kimseye nasib olmamıştır ve olmayacaktır. Binâenaleyh gideceği bu âhiret âlemine pislenmeden, kirlenmeden, hastalanmadan, temiz bir ruh, temiz bir kalb ve temiz bir imanla gidebilmek ve âhirete inananlara vaad olunan cennet evine selâmetle girebilmek için - nasıl hastanın mikroplardan arınması ve sıhhat kanunlarına riayet etmesi şart ise - bu günahlardan arınmak şarttır.
Bu günahlar ki, gerek büyük, gerekse küçük, bunları işlemekle ehl-i sünnet itikadınca her ne kadar kâfir olunmaz denmişse de, maalesef bu günahlardan herhangi birisinde ısrar ve devam etmek gönüllerin kararmasına, gözlerin de görmez olup kulakların hakkı duymaz olmasına sebep olur. Ve bu sebeple hiç farkına bile varmadan gâvurluğa doğru kayıp gider. Bu sebeplerle günahlardan kaçmak her mü’min ve müslümanın boynuna borçtur. Bunlardan korunmayan kişilerin hali, mikroplara bulaşan hastalar gibidir. Herkes bilir ki, doktorların bütün gayreti bir noktaya kadardır. Kolera, veba ve emsali hastalıkların yanlarına gitmek ve onlarla beraber yiyip içip oturmak ne kadar tehlikeli ise, günahlara dalan günahkârlarla düşüp kalkmak daha da büyük bir tehlikedir. Birisi bir kimsenin ölümüne sebep olurken, diğeri de iman ve İslâmiyetten mahrumiyete sebep olurlar. Zira iman bir bütündür, bölünmez ve parçalanmaz. Âhirete inanmayınca da iman elden gider. Çünkü âhirete inananlar günahlardan ve günahkârlardan arslandan kaçar gibi kaçarlar.
Günahlar yukarıda da anlatıldığı gibi evvelâ kalbi karartır, sonra küfre doğru götürür. Sellerin önüne kapılan koyun sürülerinin sürüklenip boğuldukları gibi küfrün içerisinde boğulup giderler.
Bunlardan en tehlikelilerinin başında faiz gelir. Bunun zararı hem faizciye, hem de bütün millete şâmildir. Zira bütün pahalılıkların başlıca sebebi eşyanın üzerine koyduğu zamlarla faiz bedelini karşıladığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Binâenaleyh, meselâ yüz lira olan şeyi (metaı) icabına göre yüzelli veya daha fazlasına satmakta, bu suretle de halkın ve fukaranın pek büyük zarar görmesine sebep olmaktadır. Bundan dolayı Hazret-i Allah, Kur’ân-ı Azimüşşan’ın müteaddit âyetlerinde faizin haram olduğunu beyan buyurmuştur. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de hacdaki hutbelerinde bunu ilân buyurmuşlar ve günahı hakkında da, kişinin anasıyla zinası gibidir demişlerdir. Onun için faizcinin sonu iyi olmaz. Âhiretteki azabı da son derece vahimdir. Bunları Kur’an ve ehâdis-i Nebevî’de açıkça görürsünüz. Sonra faiz, müslümanım diye iddiada bulunan kimseye hiç yakışır mı?
İkinci tehlike ise mahremi olmayan kadınlarla ülfet ve ünsiyet, konuşup görüşmek ve lâubaliliktir ki, çok büyük tehlikelere sebep olur. Üstelik alışanlar bu ünsiyet ve muhabbeti bir türlü bırakmaya muvaffak olamazlar. Gençliğin verdiği kuvveti sûistimal ederek abdest ve namazlardan da mahrum kalırlar.. Bundan sonra Hak Teàlâ Hazretleri, Kur’ân-ı Azimüşşan’da kadın ve erkeğe ayrı ayrı hitaplarda bulunarak, “Birbirlerinizi görmemek için gözlerini kapayınız” buyurmaktadır. Zira gözler vasıtasıyla gönüller harekete geçer, şehvet uyanır ve bilâhare umulmayan, istenmeyen çirkin hâdiseler zuhur edebilir. Bundan kurtulmak için sakın kendine güvenme! Bu gibi yerlerden uzak kalmaya bak. Sonraki pişmanlığın fayda vermediği malûmdur. Zira zinanın birçok nevileri vardır. Meselâ el zinası, ayak zinası, göz ve kulak zinaları meşhurdur. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de, “Zinaya yakın olmayın” diyor. İşte bakışlar, görüşmeler hep yakınlık alâmetidir. Neticesi zinaya kadar gider. Bunun günahı ise pek büyüktür.
Bir insan kendi aile ve efradına zina edilmesini kafiyen istemez ve hattâ bu gibi zânileri öldürmeye kastederken, kendisinin başkalarının ailesine tasallutu hiç tecviz olunur mu? Sonra en büyük felâketlerden biri de bu zinalardan doğan çocukların halidir. Bunlar haya perdesinden mahrum oldukları için kendilerinden her türlü fenalıklar beklenebilir.
Binâenaleyh evlenme çağına gelen her müslümanın iman ve İslâmiyeti bilmesi ve tatbikine çalışması şarttır. Bunun için otuziki farzı bilip öğrenmeye ve tatbikine sa’y ü gayret gerektir. Zira iman ve İslâm’dan uzak kalan ister kadın ve ister erkek olsun nikâhları sahih olmaz. Yâni birisinin imanlı olması kâfi gelmez. Bundan dolayıdır ki müslüman bir kadınınkâfir bir erkeğe (yâni bir dinsize) nikâhı caiz görülmemiştir. Bu sebeple anne ve babaların çok uyanık olup takva sahiplerini seçmeleri gerekir. Size kısaca bir hâdise nakledeyim:
Sâid İbn-i Müseyyeb denilen bir muhaddisin kızını zamanın hükümdarı gözüne kestirmiş. Bunu anlayan baba, o sabah namazına erkenden mescid-i şerîfe ilk giren ve geç çıkan kimseyi gözetlemiş. Onun burada ilim tahsil eden bir talebe olduğunu öğrenip:
“—Kızımı sana veriyorum”, deyince talebe özür dilemiş:
“—Aman efendim, benim sizin kızınızı alacak hiçbir malî kuvvet ve kudretim yoktur”, diyerek içtinab etmiş. Fakat kızın babası:
“— Hayır evlâdım, benim senden bir şey istediğim yok, yalnız senin bunu kabul etmen kâfidir”, diyerek nikâhlarını kıymış. Kızını da damadı olacak olan talebenin odasına bırakıp ayrılmıştır.
Şimdi sen bu kıssadan ne anlarsın bilmem. Hükümdarlara, şan ve şeref sahiplerine kızlarımızı vermeye can atarız da, bak hakikati gören insanlar bundan nasıl kaçıyorlar. O zamanki hükümdarlar herhalde imansız değillerdi. Fakat bu gibi kimseler zulümden hâli olamazlar. Zâlimlere gerek muavenet ve gerek muaşeret en büyük felâkettir. Bu bakımdan sen de her bakımdan uyanık ol da dinsiz ve ahlâk düşkünleri, sarhoş ve günahkârları tanı ve onlara yardımcı olmaktansa imanlı, dürüst kimseleri seçmeye bak.
Sonra seçim
vaktini de fırsat bil, İslâm haricinde yaşayanları sakın seçme! Sonraki
pişmanlık elbette fayda vermez.
Masonluk Münafıklıktır
Hele mason cemiyetlerine kayıtlı olanlardan son derece sakın. Zira masonluk bir yahudi şebekesi ve oyunudur. Hangi müslüman bu oyuna ve dolaba girerse artık ondan hayır ummak, zehirden şifa ummak gibidir. Bu husustaki kitapları okursan masonluğun ne demek olduğunu anlarsın.
Bizim günah kitaplarımızda masonluk hakkında hiçbir bilgi yoktur. Masonluğun eski adı münafıklıktır. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sahifesi bunları bizlere tamamen anlatmaktadır. Kısaca tarifleri şudur:
İman ve inancı olmadığı halde, menfaati iktizası kendini müslüman göstermektir. Allah Teàlâ bunların şerrinden cümlemizi muhafaza buyursun. Âmin!
Bakınız, bir müslüman erkek herhangi bir hıristiyan karısı veya kızı ile evlenir ve hanım da kendi dininde sabit kalabildiği halde nikâhları sahih olur, fakat inançsız bir Türk kızıyla evlenmede nikâh-ı şer’î sahih olmaz. Nitekim imanlı bir müslüman kızının ne bir hıristiyan erkek ve ne de hangi milletten olursa olsun inançsız bir erkekle evlenmesi caiz değildir. Nikâhları hiçbir suretle sahih olmaz. Bunu dikkatle okumanızı ve üzerinde titizlikle durmanızı sizlere tavsiye eylerim. Bu hayat arkadaşınız size ömrünüz boyunca ya saadet ve selâmet veya felâketler, azablar, buhranlar getirecektir. Onun için evlenmek isteyen müslümanların seçecekleri hanımın herhalde müslüman ve takva sahibi olması gerekmektedir. Zenginlik, güzellik ve şeref çabuk geçip giden birer hayâl gibidir, sakın onlara aldanma! İçlerinden istisnaları çıksa bile sen yine dindarları ara, bul ve ömrünün sonuna kadar rahat yaşa, vesselam!..