Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

ALTINCI KISIM

YAVUZ SULTAN SELİM VE SONRASI

İKİNCİ BÖLÜM : OSMANLILARDA TOPRAK SİSTEMİ

Osmanlılar Anadolu Selçuklu İmparatorluğu'nun bir parçası olarak devraldıkları sistemi başlangıçta pek itina göstermeden sürdürdüler. Daha çok "ganimet" kavramı üzerinde durdular. Padişah Devlet için beşte biri tutup kalanı gaziler arasında paylaştırırdı. Hatırlanacağı üzre, 1. Murad mali sıkıntı çekince, kendisine "halktan mal toplaması" tavsiye edilmiş, ancak kabul etmemişti. Mal toplamayı Yıldırım Bayezid başlatmış, ancak o da yanlış olmuştu.

2. Murad Şeriat'a uygun olarak İKTA sistemini uygulamaya koymak isteyince, mülk sahibi kumandan ve devlet ricalinin tepkisi ile karşılaşmış, ancak Fatih Sultan Mehmed İKTA sistemini uygulamaya sokabilmişti. Bunun için de YERLİ Türk asıllı devlet adamları yerine, DEVŞİRME kişilere dayanmak zorunda kalmıştı.

Osmanlılar Selçukluların İKTA uygulamasındaki aksaklığı ta baştan farketmişler, ve HAS, ZEAMET, TİMAR şeklindeki toprak tahsisini Selçuklulara göre çok küçük tutmuşlar, ve sistemi mükemmelleştirmişlerdi. Bu yüzden de sistemin iyi işlediği dönemde, toprak tahsisinden kaynaklanan isyan hiç görülmemiştir.

Osmanlı toprak rejimi de İslamiyetin "toprak senin benim değil, ALLAH'ındır," anlayışı ile meydana gelmiş, üç ayrı şekilde ele almıştır: ÖŞRİYYE, HARACİYYE, ve ARZ-I MİRİ.

ÖŞRİYYE MÜSLÜMANLARA ait olan topraklardı. Özelliği işleyenin müslüman olması ve toprağın tam mülkiyetine sahip olmasıydı. Bu topraklar satılabilir, miras olarak bırakılabilir, parçalanabilirdi. Şimdiki uygulamaya benzerdi. Ancak sahibi vergi olarak cift resmi artı mahsulün üzerinden öşür öderdi. Öşür "onda bir" demektir. Ancak bu vergi 19. yüzyıla kadar toprağın niteliğine ve bölgeye göre değişik oranlarda uygulanırdı. Mesela Harput'ta öşür %20 idi. ÖŞRİYYE daha ziyade fethedilmiş, ancak mülkiyeti henüz Devlet'e geçmemiş müslümanlara ait yerler için geçerli idi.

HARACİYYE, fetihten sonra GAYRIMÜSLİM halka bırakılan topraklardı. Tıpkı Öşriyye gibi sahibi her türlü tasarruf hakkına sahipti. Harac-ı Mukassem adıyla öşür, Harac-ı Muvazzaf adıyla arazi vergisi öderlerdi. Daha ziyade Rumeli'de; Eflak, Boğdan gibi eyaletlerde uygulanırdı.

Gerek ÖŞRİYYE, gerekse HARACİYYE adıyla köylünün eline bırakılan bu tip topraklar, arazinin verimine göre 80-150 dönüm olarak tahdid edilmişti. 1550'lerde bir çiftlik için kira bedeli (Harac-ı Muvazzaf) müslümanlar için 22 akçe, Hıristiyanlar için 24 akçe idi. Harac-ı Mukassem (Öşür) ise arazinin cinsine ve muhite göre değişiyordu.

ARZ-I MİRİ ise mülkiyetin doğrudan Devlet'e ait olduğu topraklardı. Bu topraklardaki köylülerin ödediği vergi, bazı kişilere görevlerinin karşılığı olarak bırakılırdı. KÖYLÜ ise irsi ve EBEDİ bir KİRACI sayılırdı. Yani bu sistem uygulandığı sürece, kimse köylünün toprağına el süremezdi, sadece ödediği vergiyi toplıyacak ve kullanacak kişi, yani TİMAR SAHİBİ değişirdi. Bu uygulamanın şimdiki sistemden farkı toprağın bölünmemesi, köylü sadece ürüne sahip olduğu için onu arttırmaya çalışması, ve arsa spekülasyonu olmaması idi. En önemlisi de topraktan, vergisinden ve üzerinde yaşıyan halktan DEVLETE KARŞI SORUMLU birinin bulunmasıydı.

Osmanlı topraklarının çoğu ARZ-I MİRİ idi. Özellikle Orhan Bey zamanında (1324-1362) ele geçen bütün topraklar MİRİ ARAZİ rejimine alınmıştı. İlerde bazı toprakların MİRİ rejimin dışında tutulması, daha çok bölgesel özelliklerden, halkın etnik niteliğinden dolayıdır. Batıda Eflak-Boğdan eyaletleri, doğuda Kürt asıllı beylerin aşiret reisi olarak güçlü olduğu yöreler buna örnek olarak verilebilir.

Osmanlı'nın fethettiği yerler hemen ölçülüp biçilirdi. Hatta bu konuda bizim şimdiki kadastro çalışmalarından daha etkili oldukları muhakkaktır. Sonra bu toprak, bir eyalet veya sancak olarak kendi içinde bölünürdü.

MİRİ topraklar üçe ayrılırdı. HAS, yıllık geliri l00.000 akçeden fazla olan ve vezirlere, beylerbeylerine, sancakbeylerine tahsis edilen büyük arazi parçalarıydı. ZEAMET, geliri 20.000-100.000 akçe olan ve sipahi alaybeylerine, büyük memurlara verilen topraklardı. TİMAR ise geliri 1000-20.000 akçe olan topraklardı ki, sipahilere ve yararlık gösteren askerlere tahsis edilirdi.

Bütün bu memurların ve bu topraklarında yaşıyan kişilerin hakları ile vazifelerini belirliyen kanunnameler vardı. Mesela Has ve Zeamet sahipleri kendilerine ayrılan topraklarda oturmak mecburiyetinde değİllerdi. Tımar sahibi sipahiler ise, o topraklarda oturmak ve aldıkları her 2-3000 akçe için bir atlı asker donatmak, yetiştirmek ve gerektiğide savaşa getirmek zorunda idiler. Bu askerlere CEBECİ denirdi. (Bakınız: NOTLAR - 6A, 2)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : MİRİ SİSTEMİN FEODALİTEDEN FARKI

Bütün bu toprakların esas sahibi HAK, onun adına dağıtıcısı DEVLET'ti. Geçici sahipleri ise o toprakları verimli işletmek, orada yaşıyan köylülere iyi bakmakla yükümlü memurlardan ibaret idiler, rütbeleri ne olursa olsun!.. Eğer görevlerini yerine getirmez, köylünün şikayetine yol açarlarsa, dirlikleri (yani has, zeamet veya tımarları) ellerinden alınır, görevden azledilirlerdi.

Devlet özellikle silahlı asker olan sipahinin elindeki tımara özel önem verirdi. Bazen hiç sebep yokken sipahinin tımarı değiştirilir veya açığa alınırdı. Amaç, bu asker-memurların gereğinden fazla güçlenip bir DEREBEYİ haline gelmelerini önlemekti.

İşte OSMANLI'nın bu özelliği, Anadolu topraklarında BATI tipi bir FEODALİTE'nin oluşmasını önlemiştir. Bilindiği gibi Batı'da Orta Çağ'da senyörler, asiller ünvanlarına uygun toprakların mutlak hakimi haline gelmişler, topraklarında yaşıyan köylüleri de (serf) bir nevi köleliğe mahkûm etmişlerdi. Öyle ki, bu köylüler senyörden şikâyette bulunmak şöyle dursun, bir yerden başka bir yere gitme hakkına bile sahip değillerdi. Ezkaza gitseler "kaçak köle" muamelesi görürler, şiddetle cezalandırılırlardı. Efendileri izin vermeden evlenemezlerdi. Evlendiklerinde de gelinin ilk gecesi senyörün hakkı idi!.. Senyörler birbirleriyle sürekli çatışma halinde olduklarından, köylülerin hayatı ancak bir senyöre bağlanmakla belli bir ölçüde güvenceye girerdi. Bu yüzdendir ki, OSMANLI bir hıristiyan ülkesini fethettiği zaman köylü halk tarafından KURTARICI gibi karşılanırdı.

Osmanlı'da toprağın Devlet'in mülkiyetinde olması, köylüyü doğal ve toplumsal tehlikelere karşı güvenceye alırdı. Buna sel baskını, kuraklık da dahildi. Hiç bir kuraklık köylünün tarlasını alacaklısına kaptırmasına sebep olmazdı. Köylü kendini yalnız hissetmezdi. Bir köylü öldüğünde çocukları toprağı işletemiyecek kadar küçük ise, tarla başkasına işlettirilir, geliriyle yetimlere bakılır, büyüdüklerinde de toprak yine onlara verilirdi. Bütün bunlardan tımar sahibi sorumluydu. Köylüler arasındaki beraberliği sağlayan ortak ambarlar vardı. Tohumsuz kalmak gibi bir problem asla olmazdı. Kısacası köylü tam bir sosyal güvenlik altındaydı.

Buna karşılık köylünün de bazı yükümlülükleri vardı, onlardan kaçamazdı. Ayrıca toprağını terketme hakkı yoktu. Ama bu, tımar sahibine bağlı olmasından değil, Devlet'e karşı sorumluluğundan dolayı idi. Yine de kaçıp belirli bir süre yakalanmayan serbest sayılırdı. Genel ilke köylü çocuğunun da köylü kalması idi. Köylü tımar sahibi aracılığıyla iletilen Devlet'in emirlerine uymak mecburiyetindeydi. Ortak ambar yapmak, sipahiyi misafir etmek, atına bakmak zorundaydı. Ancak bunlar keyfi yükümlülükler değildi. Mesela sipahi köylünün evinde 3 günden fazla kalamazdı. Haksız muamele karşısında köylü dirlik sahibini mahkemeye verebilirdi.

Köylüler belki büyüyüp zenginleşemezdi, başkasına hükmedemezdi. Her köylü sipahiliğe yükselemezdi. Ama bu hususlar, huzur ve refah içinde yaşıyan köylülerin 1550'lere kadar hiç şikayetçi olmadan ve Devlet'in büyümesine önemli katkılarda bulunarak yaşamasına engel olmamıştır. Devlet köylüyü her zaman gözetmiş, onu sipahiye ezdirmemek için her türlü tedbiri almıştır. Köylü seviyesinde bundan daha fazlası zaten mümkün ve gerçekçi olmazdı.

İlk bakışta "eşitlik" kavramının ne anlama geldiğini bilmeden kullanmanın moda olduğu günümüzde bu uygulama ters gelebilir, ama İSLAM dini de, OSMANLI Devleti de GERÇEKÇİ'dir. Her toplumda gelir, refah, eğitim ve yaş pramidleri vardır ve bu kaçınılmazdır. Herkesin zengin, herkesin üniversite mezunu, herkesin şehirli olması mümkün değildir. Önemli olan bunu hedef almak yerine; çalışanı zengin eden, zeki ve akıllı olana üniversite yolunu açan, sanayi ve hizmet sektöründe olanı şehirde toplıyan bir düzen kurabilmektir.

Avrupa feodalitesinde devlet arka plana itilmiş, senyör mutlak iktidar sahibi iken; Osmanlı'da padişah otoritesi her yere hakimdi, timarlı sipahi onun ancak emir eriydi. Timar varislere bırakılmadığı için uzun süre sülaleler oluşmamıştır.

İslam toplumunun yapısındaki harç DİN ise, tuğla da LONCA teşkilatı idi. Selçuklular dönemindeki AHİLİK, Osmanlı devrinde nitelik değiştirmişti. Eskiden belirli özerkliği olan, yöneticilik görevleri dahi üstlenen ahiler, Osmanlılar tarafından merkeze bağlanmıştı. Bu yüzden de Batı'da beliren burjuvazi, Osmanlı'da ortaya çıkmamıştır. (Bakınız: NOTLAR - 6A, 3) FEODALİTE'nin ve BURJUVAZİ'nin mevcut olmayışı, Osmanlı toplumunun uyum içinde ilerlemesindeki en büyük unsurdur.

Avrupa güvensizdi. Derebeyleri birbirlerinin toprağına, mülküne saldırmakta; olan zavallı köylüye olmakta idi. Talan yaygındı, eşkiya kol gezmekte idi. Ticaret tehlikeli bir uğraştı. Her yerde düzensizlik vardı. Osmanlı'da ise, güven ve düzen hakimdi. Yol kesmeye kalkan eşkiya hemen yakalanır, idam edilir, şeriat gereğince cenaze namazı bile kılınmazdı.
(Bakınız: NOTLAR - 6A, 4)

Bu yüzden İslam Felsefesi'nin Fransız İhtilali veya Komünizm gibi ütopik eşitlik iddiası yoktur. İslam seviye ve derece farklarını, zengin ve fakirin varlığını tabii görür. Ancak herkese "hakkından başkasına el uzatmamayı", hakkına ulaşınca bundan "başkalarını da yararlandırmayı" öğütler. Fransız İhtilali ve Komünizm hedeflerine hiç bir zaman ulaşamamışlardır ama çok daha gerçekçi olan İslam, parlak dönemlerinde insanları huzur ve refaha kavuşturmuştur. Bu potansiyeli hiç bir zaman da kaybolmıyacaktır.

İşte Osmanlı Devleti de İslam gerçekçiliği sayesinde nüfusun çığunluğunu teşkil eden köylü tabakasının belirli bir refah seviyesine ulaşmasını sağlamış, onları yersiz ve gereksiz umutlara sevketmemiştir.

Osmanlı sisteminin Batı Feodalitesi'nden en önemli farklarından biri de, dirlik sahibi kişilerin besledikleri askerle Devlet'in ordusunu meydana getirmeleri idi. Batı'da her senyör kendi beslediği askeri kendi adına, çoğu zaman başka senyörlere karşı kullanırdı. 16. Asırda dahi dünyada hiç bir ülke Osmanlı Devleti kadar kısa sürede onun kadar büyük bir orduyu bir araya toplayamazdı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: OSMANLI'DA TOPRAK VE ORDU SİSTEMİ BİRBİRİNE BAĞLIDIR

Osmanlı ordusu iki ana gruptan ibaretti. İlki KAPIKULU diye bilinen MAAŞLI askerlerdi. Bunların önemli bir kısmı YENİÇERİLER idi. Yeniçeriler küçük yaşta acemi ocaklarında toplanır, sonra profesyonel olarak uzun seneler er ve subay olarak hizmet ederlerdi. 17. yüzyıla kadar tamamen devşirmelerden oluşan yeniçeriler, kendilerine ayrılmış özel kışlalarda oturur, sürekli talim yapar, her an savaşa hazır olurlardı. Bir çeşit hassa ordusu niteliğinde idiler. Bu kişilerin çoğunlukla hıristiyan ailelerden toplanan çocuklardan oluşması, Hacı Bektaş düsturunun ve Balım Sultan kurallarının ne kadar önemli olduğunu anlamamızı kolaylaştırmaktadır.

Hacı Bektaş'ın 72 milleti bir gören felsefesinden güç alan YENİÇERİ eğitim sistemi; ayrı ülkelerden, ayrı diller konuşan, ayrı ırklara mensup ve bizden farklı bir din mensubu bu insanları hem İSLAM dini hem de OSMANLI, yani TÜRK kavramı etrafında toplamakta son derece başarılı idi.

Yalnız şunu unutmamak gerekir ki, Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü döneminde dahi, yeniçerilerin sayısı sanıldığı kadar yüksek olmamıştır. Temeli Orhan Gazi zamanında atılan, Sultan Murad-ı Hüdavendigar (1362-1389) zamanında kurulan ve Yıldırım Bayezid'e ancak 5.000 mevcut ile devrolan yeniçeri teşkilatı, Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümünde ancak 12.000 mevcuda ulaşmıştır!..
(Bakınız: NOTLAR - 6A, 5)

Yani yıllardır bize okullarda okutulan tarih derslerinden edindiğimiz imaj gerçekçi değildir. Hemen hepimiz Kosova'da döğüşenleri, İstanbul'u fethedenleri, Mohaç'ta kılıç sallıyanları hep yeniçeri olarak tahayyül ederiz. Ne zaman bir Türk filmi bu konular el atsa, mehter takımı ile yeniçerileri yürütür... Ne var ki, yeniçerilerin sayısı Kanuni devrinde bile ordunun onda birinden az idi!.. (Bakınız: NOTLAR - 6A, 6)

O tarihlerde bir de 6.000 kadar maaşlı süvari vardı...Peki, Şah İsmail'in üzerine yürüyen Yavuz'un 140.000 kişilik ordusunun geri kalanı kimlerden oluşuyordu?.. Kanuni'nin Mohaç'ta savaşan 150.000 kişilik ordusu kimlerden müteşekkildi?..

Bizce Osmanlı'nın bükülmez bileğinin, hem de sarsılmaz ekonomik gücünün sırrı, işte burada yatmaktadır. Osmanlı ordusunun YENİÇERİ ve KAPIKULU askerleri dışındaki mevcudunu, timarlı SİPAHİLER ve onların beslediği CEBECİLER, ve öteki EYALET ASKERLERİ meydana getirirdi. Bu askerler ülkenin dört bir yanındaki MİRİ topraklar üzerinde görevli timarlı sipahiler tarafından toplanır, eğitilir ve savaş anında süratle cepheye sevkedilirlerdi. Savaş olmadığı zaman da bu kişiler esas görevleri olan çiftçilik ve hayvancılığa dönerler, köylerinde çalışırlardı. Böylece Devlet asker beslemek için büyük masraflara girmezdi.

Mülkiyetin Devlet'e, tasarruf hakkının köylüye, yönetim ve gelirin sipahiye ait olduğu bu toprak düzeni, Osmanlı ordusunu biçimlendirmiştir. Üretim birimiyle askeri birimin aynı olması, timarın hem askeri örgütün, hem de toprak düzeninin en küçük birimi olması, Devlet'in işini kolaylaştırmıştır. MERKEZİ OTORİTE ülkenin en ücra köşelerine dahi ulaşmış, Devlet'i temsil eden sipahiler halkın içinde yaşadığından, hükümetle halk arasında daimi bir bağ kurulmuştur. Devlet yurdun her köşesindeki üretimi denetleme ve yönlendirme imkânı bulmuştur.

Ordunun ağırlığı Merkez-i Hükümet'te olmadığı için asker isyanı yoktu, olanlar da önemsizdi, kolayca bastırılırdı. Buna örnek olarak Yavuz'un büyük sıkıntılarla İran'a sefer yaparken çıkan isyanı gösterebiliriz. Aynı ordu pek fazla söylenmeden Cengiz'in girmeye cesaret edemediği Sina Çölü'nü aşmış, Mısır'a ulaşmıştır.

En önemli husus ta askerin neyi savunduğu, ne uğruna savaştığını bilmesidir. Toprak sahibi sipahi, ve onun topladığı toprak işleyen köylü, vatan için savaşmayı kendi için savaşmak kadar ruhunda hissetmiştir.

Osmanlı'nın askeri, başka hiç bir devlette görülmediği şekilde tüketici değil, üreticiydi. Savaşmadığı zaman kendi işinde gücündeydi. Boş oturmazdı. Vermediği hizmet için ücret almazdı. Sefer ilan edildiğinde dahi sipahilerin onda biri ülkesinde kalır, diğer sipahilerin işlerine nezaret ederlerdi.

Bu sistem o kadar etkili idi ki, bugün biz terketmişiz ama, A.B.D. "national guards-millî muhafızlar" adı altında uygular.
(Bakınız: NOTLAR - 6A, 6)

Osmanlı Devleti'nin askeri başarıları, YENİÇERİ sayısının AZ, TİMARLI askerlerin ÇOK olduğu dönemdedir. Kanuni'den sonra yeniçeri sayısı artmaya, timarlı sipahi sayısı azalmaya başlamış, zaferlerin yerini bozgunlar almıştır.

Yeniçerilerin sayısı arttıkça, sadece tüketen, talimden kaçtığı için boş duran veya askerlikle bağdaşmıyan işler kuran, dükkan açan ve canı istedikçe kazan kaldıran disiplinsiz bir güruh oluşmuş, bunlar bazen düşman karşısında bile "ücretleri ödenmediği takdirde savaşmayacaklarını" söyliyecek kadar milli duygulardan uzaklaşmışlardır. (Bakınız: NOTLAR - 6A, 7)

Eğer İSLAM anlayışına dayanan MİRÎ toprak rejimi olmasaydı, o güçlü ordu kurulamaz, Osmanlı Devleti belki diğer beylikler gibi silinip giderdi. Çünkü hıristiyan toprağını fethedip te hâlâ varlığını sürdürebilen sadece iki müslüman devlet vardır: Selçuklular ve Osmanlılar!.. Bunların her ikisi de aynı toprak mülkiyeti sistemini kullanmışlardır. (Bakınız: NOTLAR - 6A, 8)

Bizce Endülüs Emevilerinin bile İberya'da müslüman varlığını sürdürememelerinin sebebi, MİRİ toprak rejimine önem vermemeleridir.

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: OSMANLI DEVLETİ'NİN BAŞARISININ SIRRI , NOTLAR - 6A , HARİTALAR , HİLAFET VE İMAMET , 12 İMAM DÖNEMİ , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR