K
O N U L A R
|
ANA
MENÜ |
ULUSLARARASI
TERÖRİZM |
OSAMA
BİN LADEN BİN MUHAMMED |
ULUSLARARASI
TERÖR ÖRGÜTLERİ |
ULUSLARARASI
TERÖR ÖRGÜTLERİ - TÜRKÇE
- |
ÜLKE
ETÜDLERİ |
T
Ü R K İ Y E |
KUZEY
KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ |
YUNANİSTAN |
BATI
TRAKYA |
ERMENİSTAN |
GÜNEY
KIBRIS RUM KESİMİ |
I
R A K |
KUZEY
IRAK |
İRAN
İSLÂM CUMHURİYETİ |
RADİKAL
İSLÂMİ HAREKETLER |
SURİYE |
FİLİSTİN |
ALEVİLİK |
AZINLIKLAR |
ASURİLER,
KELDANİLER, YEZİDİLER |
KAFKASYA,
ORTA ASYA,
TÜRK DÜNYASI |
ASYA,
ORTA
DOĞU, ATLAS, KÖRFEZ ÜLKELERİ |
İSTİHBARAT
VE GÜVENLİK KURULUŞLARI |
TÜRKİYE'DEKİ
DİPLOMATİK MİSYONLAR |
ULUSLARARASI
KURULUŞLAR |
DİNLER,
MEZHEPLER, TARİKATLAR |
ANARŞİZM
- ANARŞİSTLER |
BİZANS,
PONTUS, KIBRIS, ANTİ-TÜRK |
ORGANİZE
SUÇLAR |
ÖNEMLİ
GÜNLER |
YAZILAR |
FORUMLAR |
ÇEŞİTLİ |
INTERNET
MEDYA |
D O W N
L O A D |
|
|
GÖRÜŞ,
ÖNERİ VE KATKILARINIZ İÇİN |
tangoweb@hotmail.com |
|
|
Kuruluş |
30 Ağustos 1999 |
Güncelleme |
25 Şubat 2002 |
|
|
| |
FETHULLAH
GÜLEN |
|
DEVLET
ÇARKLARININ ARASINDA İSLÂMCILIK |
|
|
Fethullah Gülen'in adını ilk kez
1985'te, yani bir gazeteci olarak İslami hareketleri izlemeye başladığım
tarihte duydum. Ne bir resmi vardı, ne de adıyla imzaladığı bir kitap
ya da yazı. Etkileyici bir vaiz olduğu, vaaz kasetlerinin elden ele dolaştığı,
Nurcu ekolden yetiştiği, 1970 ortalarında kendi grubunu kurduğu,
faaliyetlerini İzmir merkezli yürüttüğü, 'Ağlayan çocuk' afişiyle
ünlenen aylık Sızıntı dergisini çkarttığı, hatta burada 'Abdülfettah
Şahin' müstearıyla başyazılar yazdığı söyleniyordu. Avukatı Feti
Ün aracılığıyla basında hakkında çıkan hemen hemen her haber ve
yorumu tekzip ettiriyordu.
Giderek bir efsane halini alan Gülen hakkında birbirine zıt kesimler,
birbirine zıt görüşlere sahipti. Kimilerine göre o bir numaralı Atatürk
ve devlet düşmanıydı: 12 Mart 1971 darbesinden sonra mahküm olup
hapis yatmış, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da aranmaya başlanmıştı.
Başta radikaller olmak üzere İslamcıların önemli bir kısmı da Gülen
hakkında hiç de iyi şeyler düşünmüyordu. Onun "devletçi ve
Amerikancı" olduğu kanısındaydılar. 1977'de yurt çapında yayılan
Yüksek İslam Enstitüleri boykotunu İzmir'de "İslam'da boykot
yoktur" diye kırmıştı. 12 Eylül öncesi vaazlarında "Var mı
Resulullah'ın yürüyüş yaptığı, var mı slogan attığı" diye
soran Gülen, 1980 Şubat ayındaki bir vaazında "Anarşist ve teröristleri
devletin askeri ve polisine bildirmeyenler Allah katında sorumludur"
demişti.
12 Eylül'ü de destekleyen Gülen, 1980'lerde yükselişe geçen islami
hareketle arasına mesafe koymaya hep özen gösterdi. Örneğin 26 Şubat
1989'da İzmir Hisar Camii'nde sokaklara taşan bir kalabalığa verdiği
ve aynı anda otuzbeş camide birden yayınlanan vaazda, gündemin en önemli
maddesi olan türban eylemlerine açıkça tavır aldı: "Çok yakın
arkadaşlarımız fotoğraflarıyla tespit ettiler. Sultanahmet'te olan
hadisenin arkasında da esas din düşmanları var. Sözde türban adına
yürüyorum diyenler, istihbarat örgütlerince derdest edilince, bu başörtülü,
mantolu veya çarşaflı kadınların çoğu erkek olarak çıktı ortaya.
Ve bunların çoğu bir kostüm dükkanından nasılsa islami kıyafetler
almış, kendini sokağa atmış açık saçık kadınlar olduğu tebeyyün
etti..."
Kasım 1990'da çıkan "Ayet ve Slogan, Türkiye'de İslami Oluşumlar"
adlı kitabım için Gülen ve cemaatine ulaşmak için epey uğraşmış,
ama tamamıyla kapalı bir yapıyla karşılaşmıştım. Bu nedenle Sızıntı
dergileri ile Gülen'in Abdülfettah Şahin imzasıyla yayınladığı
birkaç kitabı satır satır okudum ve "Fethullahçılar: Gözyaşı,
sabır, devlet ve millet" başlıklı bölümü kaleme aldım.
ADIM ADIM OLUŞAN BİR KARİZMA
Gülen, 10 Kasım 1938'de imam Ramiz Efendi'nin oğlu olarak Bitlis,
Ahlat'ta doğdu, ilk Kuran derslerini annesi Refia Hanım'dan aldı.
ilkokulu dışarıdan bitirdi. Gençlik yılları Erzurum'da din eğitimiyle
geçti. 18 yaşına basmadan Nurcu oldu. Hemen ardından Erzurum'da Komünizmle
Mücadele Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı. Askerlik öncesi
ve sonrasında Edirne'de dört yıl imamlık yaptı. 1966'da İzmir
Kestanepazarı Camii'ne atandı.
Vaazlarıyla iyice ünlenen Gülen, cezaevinden çıktıktan sonra
70'lerin ortasında 'Yeni Asya grubu' olarak bilinen Nurculuğun ana gövdesinden
kopup kendi cemaatini kurdu. Gücünü, ilhamını, kendi formasyonunu
Nurculuğa borçlu olmasına rağmen Said Nursi'nin adını pek anmamaya
özen gösterdi. Cemaat içinde Nursi'den çok Gülen'in eserleri okunur
oldu. Siyasetten uzak bir 'irşad ve tebliğ' faaliyeti yürütme iddiasındaydı.
Bu amaçla eğitime ağırlık verdi. Taraftarlarının, özellikle de
cemaate bağlı olarak açılan dersane ve kolejlerin yöneticileriyle öğretmenlerinin
eğitimini bizzat üstlendi. Kuşkucu bir karaktere sahip olduğu için
cemaat yayınları dışında gazete, kitap ve derginin okunmasını
yasaklamıştı.
GAZETE VE VAKIF ARACILIĞIYLA AÇILIM
Cemaat 1988'de Zaman gazetesini satın alarak kabuğunu kırma sinyali
verdi. Gazetenin ilk yıllarında ANAP iktidarı ve Turgut Özal
savunuculuğu dikkat çekiyordu. Nitekim Gülen'in daha sonra gerçekleştireceği
yurtdışındaki okullaşma faaliyetinin önde gelen teşvikçi ve destekçilerinden
biri Özal olacaktı.
Ancak cemaatin gerçek manada dışa açılması Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı'nın kurulmasıyla oldu. Vakfın 29 Haziran 1994'te Istanbul
Dedeman Oteli'nde açılış toplantısı yapacağını ve buraya Gülen'in
de katılacağını öğrenince çok şaşırmış ve heyecanlanmıştım.
Nedense medyanın fazla ilgi göstermediği toplantıya Gülen, Kasım Gülek'le
birlikte geldi. Şarkıcı Cem Karaca ile kucaklaşmasıysa toplantının
en ilginç fotoğrafını oluşturdu.
Gülen'in dışa açılma sürecinin bir sonraki aşaması Hürriyet'ten
Ertuğrul Özkök ve Sabah'tan Nuriye Akman'a ayrı ayrı verdiği röportajların,
Ocak 1995'te aynı gün yayınlanmaya başlaması oldu. Burada özel hayatından
okullara, Atatürk'ten laikliğe, Diyanet'ten RP'ye, kadın haklarından
başörtüsüne bir dizi konuda görüşleri alındı. En önemlisi bunlar
saygılı bir dille, örneğin "Fethullah Gülen Hocaefendi anlatıyor"
gibi başlıklarla, çarpıtılmadan sunuldu.
Ve bir ay sonra, 11 Şubat 1995'te Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın
Istanbul Polat Rönesans Oteli'nde verdiği iftar yemeği dışa açılmada
son noktayı koydu. Çok sayıda gazeteci iftarın onur konukları arasında
yer alıyordu. Bütün bunlar tam da RP'nin 27 Mart 1994 yerel seçimlerinden
zaferle çıkıp büyük bir tırmanışa geçtiği ve kendinden olmayan
kesimleri ürküttüğü bir dönemde oluyordu. Gülen ve cemaati, açık
veya örtük bir şekilde "Onlar radikal, biz ılımlıyız"
veya "Onlar devleti yıkmak, biz güçlendirmek istiyoruz"
diyordu.
Dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve
büyük medyanın önemli bir bölümü başta olmak üzere islamcı
olmayan birçok çevre de onları bağırlarına bastı. Artık büyük
medyada Gülen'i eleştiren haber ve yorumlar yapmanın neredeyse imkansızlaşmaya
başladığı bir döneme girmiştik. Örneğin Milliyet'te
"Fethullah Hoca ılımlı mı?" başlıklı bir yazıda, bir gün
öncesine kadar Gülen'i düşman gören çevrelerin neden birdenbire ona
sahip çıktıklarını sorgulamıştım. Vakfın Ankara'daki iftarına
giderken havaalanı otobüsünde karşılaştığım cemaatin o dönem üst
düzey yöneticilerinden olan bir kişi, "Ne yani, ılımlı değil
mi?" diye üzerime yürümüştü.
OKULLARIN CAZİBESİ
Cemaatin yükselişinde birkaç önemli faktör daha vardı. Öncelikle Gülen'in,
kendisini laik gören birçoklarının yıllardır peşinde olduğu
"hem dindar/hem modern ulvi şahsiyet" şablonuna cuk oturduğu
sanıldı veya böyle bir imaj yaratıldı. Gülen'in 'ufku'nun genişliği,
her soruya entelektüel dozu din adamı ortalamasının üstünde cevaplar
vermesi prim yaptı. Bunun sonucunda iş, spor, medya, üniversite,
siyaset çevrelerinden çok kişi Gülen'le tanışmak, onunla sohbet
etmek, onunla aynı fotoğraf karesine girmek için sıraya girdi. Gülen'i
bu şekilde yüceltenlerin ezici bir çoğunluğunun Türkiye'nin bugüne
kadar yetiştirdiği diğer islami şahsiyetler hakkında pek bir şey
bilmediklerjni de hesaba katmak gerek.
Cemaatin dindar olmayan çevrelerde de yıldızının iyice parlamasına
neden olan hususların başında hiç kuşkusuz okullar geliyordu. Her şeyden
önce Gülen, Said Nursi'nin "Devir tarikat devri değil, imanın
yeniden ihdası devridir" sözüne sahip çıkmıştı. Yani diğer
cemaatler gibi zaten dindar olan kişilere değil, dinden uzak olduğunu düşündüğü
kişilere yönelmişti. Onları kazanmak için de diğer cemaatlerle değil,
'laik' kesimle rekabet içine girmişti. Bu rekabet esas olarak eğitim
alanında yaşandı. Said Nursi'nin "islam ile pozitif bilimleri bağdaştırma"
prensibinden hareketle cemaate bağlı üniversiteye hazırlık
dersaneleri ve özel liselerde Türkiye'nin eğitim sistemine uygun, 'başarılı'
öğrenciler yetiştirildi. Ancak bu başarıların nasıl ve ne pahasına
kazanıldığı sorgulanmadı.
Cemaat eğitim faaliyetlerini ilk fırsatta yurtdışına taşıdı. Zaten
Gülen, daha önce sözünü ettiğimiz Hisar Camii'nde verdiği vaazda en
büyük hayalini şöyle tamamlamıştı: "Dünya sizin soluklarınıza
muhtaç. Dünya sizi bekliyorken küçük oyunlara gelmeyin. Siz soluklarınızı
Özbekistan'da, Türkmenistan'da, Mengüşistan'da, senelerden beri insanı
tebid edilen Kırım'da soluklayacaksınız. Sizi bekliyorlar. Elinizde
Kuran, elifbe cüzleri, bantlar, oraya gidecek Hz. Muhammed'i anlatacaksınız.
Büyük işler sizi bekliyor."
Gülen, taraftarlarına, öncelikle halkın çoğu Müslüman olan eski
sosyalist ülkelerde, sonra da tüm dünyada okullar kurdurttu. Yabancı
dil ve fen bilimleri eğitiminin ön planda olduğu bu okullarda dinsel yön
hep geri planda kaldı veya tutuldu. Özal ve Demirel cumhurbaşkanlıkları
döneminde cemaatin bu faaliyetlerine açık çek verdiler. Birçok başbakan,
bakan ve üst düzey bürokrat da aynı tutumu izledi. Ankara başlangıçta,
İran ve Suudi Arabistan'ın kendilerine özgü İslam yorumlarını
sokmaya çalıştığı Türk cumhuriyetlerine 'laiklik' ihraç etmek
istemişti. Bu stratejisinin kısa sürede iflasıyla devreye 'ılımlı'
olduğu düşünülen cemaatler, özellikle de Gülen sokulmuştu. Gülen'in
okulları uzun bir süre devlet katında 'içte tehlikeli, dışta olumlu'
olarak görüldü. Gülen cemaatinin bu eğitim hamlesi, dışarıya açılmak
isteyen iş çevrelerinin de dikkatini çekti. Çünkü bulundukları ülkelerin
seçkinlerinin çocuklarına eğitim veren bu kolejler üzerinden ithalat
ve ihracat bağlantıları kurmak epey kolaydı. Sonuçta Nurculukla, İslamcılıkla,
hatta İslam'la alakası olmayan, Türkiye'nin dört bir tarafından irili
ufaklı girişimci Gülen'den "Hocaefendi" diye bahseder,
cemaate para yardımı yapar oldu.
OPUS DEİ BENZERLİĞİ
Gülen'in Türkiye'de yepyeni bir çığır açtığı tartışma götürmez.
Ama dünya için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Örneğin onun öyküsü
İspanyol Josemaria Escriva'nınkiyle (1902 -1975) epey benzerlikler taşıyor.
Katolik bir papaz olan Escriva, daha 26 yaşındayken, Tanrı'dan aldığını
söylediği bir ilham sonucu bir avuç yol arkadaşıyla birlikte kendi
cemaatini kurmuştu. Ona göre 'aziz' olmak için illa din adamı olmak
gerekmiyordu; insanlar gündelik hayatlarını, mesleklerini aksatmadan da
bu mertebeye ulaşabilirlerdi. Yani önemli olan laiklerin dindarlaştırılmasıydı.
Escriva'nın 'Opus Dei' (Tanrı'nın Eseri) adlı tarikatı, Vatikan'ın
da onayıyla esas olarak eğitim alanında faaliyet gösteriyor. Cemaat önce
İspanya, ardından İspanyolca konuşulan Latin Amerika ülkelerinde ve
nihayet tüm dünyada okullar açmış durumda.
Opus Dei çok sıkı hiyerarşik ve disiplinli örgütlenmesiyle 'Beyaz
Masonluk'; karmaşık ve şaibeli mali yatırımları nedeniyle 'Aziz
Mafya' gibi yaftalara maruz kalmış. Opus Dei'nin etkisi İspanya ile sınırlı
değil. Latin Amerika'da diktatör danışmanları ve sağcı politikacılar
arasında çok sayıda tarikatçı kadro mevcut. Aynı şekilde Fransa,
Belçika gibi ülkelerde sağ hükümetlerde Opus Dei kökenli bakanlar
olduğu biliniyor. Opus Dei, başarısını üyeleri kadar 'işbirlikçilerine
de borçlu. Bunların Katolik, Hıristiyan, hatta inançlı olmaları
gerekmiyor; örgütün başarısını istemeleri ve mali yardımda
bulunmaları yeterli.
Aynı tür kişiler Gülen cemaatinde de karşımıza çıkıyor. Birtakım
politikacı, gazeteci, sanatçı, bilimadamı/kadını, işadamı/kadını,
kamuoyunda bilindikleri kimliklerini aynen muhafaza ederek Gülen'i
destekler oldular. Hatta içlerinden bazıları cemaatin sözcüsü gibi görünebildi.
Örneğin Gülen'in ABD'ye tedavi için gitmesinden önce katıldığı
son etkinlik olan 'Ulusal Uzlaşma Ödülleri'nde dönemin Cumhurbaşkanı
Demirel'den plakçı Şahin Özer'e kadar çok sayıda kişiye ödül dağıtılmıştı.
28 Şubat sürecinin bütün hızıyla sürdüğü bir dönemde, 26 Aralık
1997 gecesi yapılan bu ödül töreninde Nazlı llıcak şu konuşmayı
yapmıştı: "Bazı mahfiller Fethullah Gülen Hocaefendi'nin başını
çektiği hizmet hakkında incitici laflar üretmektedir. Cumhurbaşkanının
teşrifini bu çirkinliği, hatayı düzeltme gayreti olarak görüyorum,"
Samanyolu TV'den naklen yayınlanan gece için hazırlanan klipler Atatürk'le
başlayıp Atatürk'le bitiyordu; aralara bol miktarda asker ve bayrak görüntüleri
serpiştirilmişti. Ödül alıp verenlerin büyük kısmı Atatürk'e atıfta
bulundu, bu hassasiyet kokteyl boyunca da sürdü. Öyle ki bilmeyenler,
tesettürlü kadın ve sakallı erkek bulmanın neredeyse imkansız olduğu
bu toplantıyı Atatürkçü bir kuruluşun düzenlediğini sanabilirdi.
Geceyi sonuna kadar izleyen ve Gülen'den şükran plaketi alan Demirel de
"Bu ödülü Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne, barış içinde
yaşamasına verilmiş sayıyorum" diyecekti.
ORDUYU IKNA EDEMEDİ
Gülen ve cemaati 28 Şubat sürecini atlatmak için, yukarıdaki gecede
olduğu gibi açık ve gizli olarak epey lobi yaptılar. Örneğin Gülen,
Kanal D'de 'Yalçın Doğan ile Güncel' programına konuk oldu. Gülen,
burada 28 Şubat'ı bütün uygulamalarıyla savundu; Erbakan'ın istifasının
Türkiye'nin yararına olacağını Hz. Ömer'in yaşamından örneklerle
anlattı. Gülen, daha sonra ABD'nin Jersey City şehrinde bir grup Türk
gazeteciye verdiği röportajda Refah Partisi'nin oylarının 'yüzde
15'in bile altına' düştüğünü tahmin ederek, RP'yi kapatmak yerine,
hakkındaki dava sürerken seçme gitmenin devlet açısından 'daha
makul' olacağını söyledi. Ancak bütün bu çabalar sonuç vermedi ve
sıra Gülen ve cemaatine geldi. ATV'de 18 Haziran 1999 günü yayınlanan
kaset büyük bir şok yarattı. İddiaya göre, yalnızca cemaat yöneticilerinin
izlemesi için hazırlanan kaset, devletin cemaat içine sızdırdığı
kişiler tarafından ele geçirilmişti. Kasetin ATV'ye ulaştırılmasındaysa
bir emekli orgeneralin adı geçiyordu. Gülen'in devlet içinde uzun
vadeli kadrolaşma öğütlerini içeren bu kaset üzerine büyük medya
kendisini yeniden 'bir numaralı rejim düşmanı' ilan ediverdi.
Gülen ise olayları 'ateist ve komünistlerin komplosu' olarak göstermeye
çalıştı. Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, "Hukuka aykırı
hiçbir fiilin içinde değilim. Hiçbir illegal yapılanma, örgütlenme
içinde olmadığım DGM kararlarıyla sabittir" diyen Gülen'le aynı
fikirde değildi. Yüksel, Gülen hakkında, 'örgüt kurduğu ve yönettiği'
gerekçesiyle, 10 yıla kadar hapis istemiyle dava açtı. Gülen'in 10 yıla
kadar da kamu hizmetlerinden men edilmesini talep etti.
Yüksel'in ayrıca, Gülen'e bağlı tüm şirket, okul ve kurumlarla,
buralarda çalışan yöneticileri de kapsayan bir dava açması
bekleniyor. Yüksel'in açacağı davanın, sanıkların rnahkumiyetiyle
sonuçlanması halinde, bu kuruluşların tamamının kapatılacağı ve
mallarına el konulacağı ifade ediliyor.
CEMAATE İÇ SORGULAMA
Gülen 22 Haziran 1999 akşamı, ABD'den Show TV'ye telefonla bağlanarak
Reha Muhtar'ın sorularını yanıtlayıp, "devletin her şeyi bildiğini,
vicdanının rahat olduğunu, ancak maksadı aşan ifadeleri"
ola-bileceğini belirttikten sonra Türk medyasının karşısına çıkmadı.
New York Times'ın yazılı sorularını yanıtlarken, kendisi hakkındaki
suçlamaların "Devlet içindeki ufak bir azınlığın işi"
olduğunu söyledi. Fakat bu yayının üzerinden daha bir hafta geçmeden
Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, adını vererek Gülen'i hedef gösterdi ve
onun hakkındaki gıyabi tutuklama kararının iptal edilmesini bu
cemaatin 'yargıya sızması' olarak değerlendirdi.
Gülen. RP'nin 1994 ve 95 seçimlerindeki zaferlerinden ve buna paralel
olarak islamcılığın genel yükselişinden kaygı duyan çevrelerle iyi
ilişkiler geliştirmiş; "Arap ve Acem İslamına karşı Türk İslamı"
olarak tanımlanabilecek muğlak bir projeyi ve kendi cemaatini onlara bir
nevi panzehir olarak sunmuştu.
Bütün bu süreçte Gülen toplumdan ziyade devleti ve iktidar sahibi seçkinleri
muhatap aldı. 1995'ten itibaren devlet içindeki iktidar savaşlarında Gülen'in
adı hep anılır oldu. Nitekim Savcı Yüksel, iddianamesinde Gülen'in
orduya karşı polisi çıkartmak istediği iddiasının altını ısrarla
çizdi.
Değişik iktidar odaklarının desteğine sahip olduğu dönemlerde bile
"Takıyye mi yapıyor?" sorusu Gülen'in peşini hiç bırakmadı.
Basın mensuplarına yurtdışındaki okullar gezdirildi; cemaatinin yayın
organlarında dışarıdan isimlere de yazı yazdırıldı, program yaptırıldı;
ödüller dağıtıldı. Şık otellerdeki toplantılarda değişik
dinlerin temsilcileri bir araya getirildi ve nihayet Gülen, Papa'yı
ziyaret edip görüştü.
Gülen devlet katında belki herkesi bir şekilde ikna etti; ordu hariç.
Çünkü 1986'da yapılan bir operasyonla cemaatin askeri liselere sızmış
olduğunu ortaya çıkaran askerler bu cemaate' yönelik kuşkularını
hep korudu. Devletin değişik kademeleri, bu cemaatin kadroları ve
imkanlarının değişik yer ve zamanlarda kullanılmasına göz yummuş
olsalar da bu cemaat yanlılarını ordudan ayıklamayı hiç aksatmadılar.
Ayet ve Slogan'da Gülen cemaati ile ilgili bölümü şöyle bitirmiştim:
"Kadrolarını devlet hizmetine koşmayı yeğleyen (en azından şimdilik)
bu cemaat aynı zamanda çok geniş mali olanaklara da sahip. İleride bir
gün, kendine güveni geldiğinde, cemaatin siyasi iktidara talip olmak
isteyebileceği 'teorik' olarak varsayılabilir. Ancak kuru ajitasyonla,
spekülatif argümanlarla, kişi kültüne koyu bir bağlılıkla yetiştirilen
bu 'kadrolar'la nereye kadar yürünebileceği şüpheli."
Bütün yaşananlardan sonra cemaat içinde ürkek de olsa bir özeleştiri
süreci yaşandığı gözleniyor. Öncelikle pazarlıklarla devletten
elde edilen kazanımların tek bir kasetle ellerinden uçuvermesi cemaatte
tam bir şok yaratmış durumda. Devletle iyi geçinmek adına taviz
verilen İslami/Nurcu çizgiye geri dönülmesi talebi alttan alta
seslendiriliyor. Ayrıca, sonradan edinmiş oldukları 'stratejik dostların'
önemli bir kısmının kaset kriziyle birlikte -tabii ki Ecevit hariç-
kendilerinden uzaklaşmasının, buna karşılık 28 Şubat'ta kurban
edilmesine ses çıkartmadıkları. hatta onayladıkları RP'lilerin
kendilerine sahip çıkmasının cemaat üyeleri arasında ciddi bir
vicdan azabı ve kırılma yarattığı da biliniyor. Gülen ve cemaatinin
serüvenini belki de en iyi ordudan atılma bir Nakşibendi subayın sözleri
özetliyor: "Biz kışlada namazımızı açıkta kılıyorduk.
Fethullah Hoca cemaatindekiler ise gizli. Sonunda hepimizi attılar."
Gülen, Reha Muhtar'la iki saat süren söyleşide ABD'den dönüp dönmeyeceğinin
sorulması üzerine "Ölürsem Türkiye'de ölürüm. En büyük sıkıntım
şu anda Türkiye'de olmamak. Hatta bu mevzuda, yapacağım bazı görüşmeler
nedeniyle Türkiye'de olmamın daha yararlı olacağını düşünüyorum.
Geleceğim. Devlet idam verirse verecek. Ahireti bin can ile arzu eden
insanım. Öyle bir şey olursa, bayram sevinci gibi bağrıma basar
rabbime yürürüm" demişti.
Gülen'in yurda dönüp kendini savunması her geçen gün daha da kaçınılmaz
bir hal alıyor. Birçok hastalık nedeniyle tedavisi süren Gülen'in bünyesinin
uzun bir yolculuğu kaldırıp kaldırmayacağı şüpheli. Ama onun
toplumun nabzını tutmak yerine, yine kendisi ve cemaati hakkında devlet
içindeki tartışmaların seyrini gözlediği ve uygun zamanı kolladığı
söylenebilir.
|
|
____________________________________________________________________ |
Kaynak :
Ruşen Çakır, NTV MAG, Ekim 2000, Sayfa 62-65 |
|