NUTUK'TAN: ATATÜRK DÖNEMİ
HALK PARTİSİ'Nİ KURMA TEŞEBBÜSÜ
Saygıdeğer Efendiler, her yerde, siyasî parti kurma konusunda
da halkla uzun sohbetler yaptım. 7 Aralık 1922 tarihinde, Ankara
basını vasıtasıyla, halkçılık ilkesine dayanan ve Halk Partisi adını
taşıyan siyasî bir parti kurmak niyetinde olduğumu açıklayarak, bu
partinin nasıl bir program yapması gerekeceği konusunda, bütün
vatanseverlerin, ilim ve fen adamlarının yardım ve işbirliğine
başvurmuştum.
DOKUZ İLKE VE PARTİMİZİN İLK PROGRAMI
Gerek bazı kimselerden aldığım yazılı düşüncelerden ve gerek halk
ile yaptığım görüşmelerden çok yararlandım. Sonunda 8 Nisan 1923
tarihinde, görüşlerimi dokuz ilke halinde tespit ettim. İkinci Büyük
Millet Meclisi'nin seçimi sırasında yayınlayarak ilân ettiğim bu
program, partimizin kuruluşuna temel olmuştur. Bu program, bugüne
kadar ele alıp gerçekleştirdiğimiz bütün önemli hususları içine
alıyordu. Bununla birlikte programa girmemiş önemli ve esaslı bazı
konular da vardı. Örnek olarak, Cumhuriyet'in ilânı, Şer'iye
Vekâleti'nin, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giyilmesi
gibi... Bu konuları programa alarak, cahil ve gericilerin, bütün
milleti vaktinden önce zehirlemeye fırsat bulmalarını uygun görmedim.
Çünkü, bunların zamanı gelince çözüme bağlanacağından ve milletin
sonuçtan memnun olacağından kesinlikle emindim. Yayınladığım programı,
bir siyasî parti için yetersiz, kısa bulanlar oldu. "Halk Partisi'nin
programı yoktur," dediler.
Gerçekten de ilkeler adı altında bilinen
programımız, itiraz edenlerin gördükleri ve bildikleri şekilde bir
kitap değildi. Fakat temel ilkeleri içine alıyordu ve pratikti. Bizde
uygulanması imkânsız düşünceleri, nazarî birtakım ayrıntıları
yaldızlayarak bir kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Milletin maddî
ve manevî alandaki yenileşmesi ve gelişmesi yolunda, söz ve teori ile
iş ve icraata önem vermeyi tercih ettik. Bununla birlikte, "Hâkimiyet
milletindir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin dışında hiçbir makam,
millî mukadderata hâkim olamaz. Bütün kanunların düzenlenmesinde, her
türlü teşkilâtta, yönetimin bütün ayrıntılarında, genel eğitimde,
ekonomi konularında, millî hâkimiyet esasları çerçevesinde hareket
edilecektir. Saltanat'ın kaldırılması ile ilgili karar değişmez bir
kanun hükmüdür," gibi bilinmesi gerekli önemli noktalar, mahkemelerde
reform yapılacağı, bütün kanunlarımızın, hukuk ilminin verilerine
göre yeni baştan düzenlenip tamamlanacağı, vergide âşar usulünün
değiştirileoeği, millî bankaların sermayesinin artırılacağı, muhtaç
olduğumuz demiryollarının yapımına, öğretim birliğinin sağlanmasına
derhal teşebbüs edileceği, füzulî askerlik süresinin indirileceği,
memleketin limanlarına çalışılacağı, v.b. gibi önemli ve âcil
ihtiyaçlar, ilkeler dışında bırakılmamıştı. Barış konusundaki
görüşümüzün de malî, iktisadî, ve idarî alandaki bağımsızlığımızı
mutlaka sağlamak şartıyla, barışın gelmesine çalışmak olduğunu
söyledik. Hilâfet makamının bütün İslâm dünyasına ait bir makam
olabileceğine de işaret ettik. İlkeler, Halk Partisi'nin kuruluşu
ve faaliyet göstermesi için yeterli oldu. Partinin adına, daha sonra
Cumhuriyet kelimesi de eklenerek, bilindiği gibi, Cumhuriyet Halk
Partisi adı verildi.
LOZAN KONFERANSI GÖRÜŞMELERİ KESİLDİ
Efendiler, yine Lozan Konferansı'na temas edeceğim. Konferans
4 Şubat 1923 tarihinde kesildi. İki aya yakın bir süre devam eden
görüşmelerin özeti olmak üzere, İtilâf Devletleri temsilcileri,
delegeler hey'etimize bir barış tasarısı verdiler. Bu tasarı anlam
ve öz bakımından istiklâlimize zarar veren şartları içine alıyordu.
Özellikle, adlî, malî ve iktisadî konularla ilgili maddeleri çok
ağırdı. Bunun için, bu tasarıyı kesinlikle reddetmek zorundaydık.
Delegeler heyetimiz, bu tasarıya karşılık bir mektup verdi.
Bu mektupta özet olarak şunlar yer alıyordu: "Üzerinde anlaştığımız
noktaları imza ederek barış yapalım." Gerçekten de, Konferans'ta
görüşme konusu olan birçok meseleden bizce kabul edilebilecek
durumda olanları vardı. Mektupta, "İkinci, üçüncü derecede olan
konuları ayrıca inceleriz. İtilâf Devletleri, bu teklifimizi kabul
etmeyecek olurlarsa, tekliflerimiz hiç yapılmamış sayılacaktır," da
denilmiştir. Delegeler Hey'eti'mizin teklifi dikkate alınmadı.
Yalnız, konferansın yarıda kesilmesi, görüşmelerin ertelenmesi
gibi gösterildi. Her devletin temsilcileri memleketlerine döndüğü
gibi, bizim Delegeler Hey'eti'miz de geri geldi. Ben de Batı Anadolu
gezisinden dönüyordum.
MECLİSTE'Kİ MUHALİFLERİN ÇEŞİTLİ SALDIRI HAREKETLERİ
Meclis'teki muhaliflerin çeşitli şekillerde ve başka başka
konularda saldırı hazırlıklarında bulundukları yeni değildi. Geziye
çıktığım tarihten bir gün sonra, "İslâm Hilâfeti ve Büyük Millet Meclisi"
adlı broşürün ortaya çıktığını, bütün Meclis'in ve milletin bize karşı
kışkırtılmak istendiğini arz etmiştim. Bundan önce çevrilmek istenen
bir dolap, vardır ki, daha ondan söz etmedim. Sebebi, 1922 Aralık
ayı başlarında oynanmak istenen oyun, sonuçları itibariyle gezim
boyunca da devam etmişti. Müsaade buyurursanız, bu konu ile ilgili
olarak hatıralarınızı canlandırmaya yarayacak birkaç söz söyleyeyim.
Saygıdeğer Efendiler, üç milletvekili, milletvekili seçimi kanun
tasarısında değişiklik yapılması ile ilgili bir önerge hazırlamışlar...
Önergede nelerin yer aldığını öğrenmiştim. 2 Aralık 1922 günü,
Meclis'in, İkinci Başkanı Adnan Bey'in başkanlığında yapılan
oturumunda, başkanlık kürsüsünden şöyle bir söz işitildi:
- "Efendim! Milletvekili Seçimi Kanunu'nda değişiklik yapılması ile
ilgili teklifin görüşülebileceği yolunda Tasarı Komisyonu'nun tutanağı
var."
Bu söz "okunsun" sesleriyle karşılandı. İki milletvekili "önemlidir,
okunmasını teklif ederiz," diyerek genel havayı açığa vurdular.
Başkan, "Efendiler, bu önergenin, okunmadan önce komisyona
gönderilmesi usûldendir," dedi.
"BENİ VATANDAŞLIK HAKLARINDAN MAHRUM ETMEK" TEKLİFİ ÜZERİNE
MECLİSTE YAPTIĞIM KONUŞMA
Efendiler, meselenin ne olduğunu ve bu konuda Meclis'te yapılan
görüşmeleri o güne ait Tutanak Dergisi'nde okumak mümkündür. Fakat
yüksek hey'etinizi bu külfetten kurtarmak için, müsaade buyurursanız,
o oturumda yaptığım konuşmanın bir kısmını olduğu gibi arz edeyim.
Değişiklik önergesini okutmadan komisyona göndermek isteyen
başkandan söz alarak şunları söyledim:
- "Efendim! bu kanun tasarısı özel bir maksat taşıyor. Bu özel
maksat doğruca şahsımı ilgilendirdiğinden, müsaade ederseniz birkaç
kelime ile düşüncemi arz etmek istiyorum. Erzurum Milletvekili
Süleyman Necati, Mersin Milletvekili Salâhattin, ve Canik Milletvekili
Emin Beyefendiler tarafından teklif edilen kanun tasarısı, doğrudan
doğruya, benim şahsımı vatandaşlık haklarından yoksun bırakmak
maksadını güdüyor. 14'üncü maddede yazılı olan satırları gözden
geçirecek olursanız, orada deniliyordu ki, 'Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne üye seçilebilmek için, Türkiye'nin bugünkü sınırları
içindeki yerler halkından olmak veya kendi seçim bölgesi içinde
yerleşmiş bulunmak şarttır. Ondan sonra göçmen olarak gelenler
yerleştirildikleri tarihten itibaren beş yıl geçmiş ise
seçilebilirler.' "
"Maalesef, benim doğum yerim bugünkü sınırlar dışında kalmış
bulunuyor. İkincisi, herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl oturmuş da
değilim. Doğum yerim, bugünkü millî sınırların dışında kalmıştır.
Fakat, bu böyle ise, bunda benim en küçük bir kasıt ve kabahatim
yoktur. Bunun sebebi, bütün memleketimizi, milletimizi batırıp yok
etmek isteyen düşmanların işgâl ve istilâ hareketlerinin kısmen
önlenememiş olnıasıdır. Eğer düşmanlar maksatlarında tam bir başarıya
ulaşmış olsalardı, Allah korusun, bu tasarıya imza koymuş olan
efendilerin de doğum yerleri sınır dışında kalabilirdi."
TEKLİF EDİLEN MADDEDEKİ ŞARTLAR BENDE NEDEN YOKTU?
"Bundan başka, bu maddenin gerektirdiği şartlar bende yoksa, yani
beş yıl sürekli olarak bir seçim bölgesinde oturmamış isem, o da
vatana yaptığım hizmetler yüzündendir. Eğer bu maddenin istediği
şartı yerine getirmeye çalışsaydım, İstanbul'u kazandırmaktan ibaret
olan Arıburnu ve Anafartalar'daki savunmalarımı yapmamaklığım
gerekirdi. Eğer ben bir yerde beş yıl oturmaya mahkûm olsaydım,
Bitlis ve Muş'u aldıktan sonra, Diyarbakır'a doğru yayılan düşmanın
karşısına çıkmamaklığım, Bitlis ve Muş'u kurtarmaktan ibaret olan
vatan görevimi yapmamaklığım gerekirdi. Bu Efendiler'in istediği
şartları taşımak isteseydim, Suriye'yi boşaltan orduların
döküntülerinden Halep'te bir ordu kurarak, düşmana karşı savunmaya
geçmemekliğim ve bugün millî sınırlar dediğimiz sınırları fiilî
olarak çizmemekliğim gerekirdi."
"Zannediyorum ki, ondan sonraki çalışmalarım herkesçe bilinmektedir.
Hiç bir yerde beş yıl oturamayacak kadar çalışmış bulunuyorum.Ben
zannediyordum ki, bu hizmetlerimden dolayı milletimin sevgi ve
saygısını kazandım. Belki bütün İslâm dünyasının sevgi ve saygısını
da kazanmış bulunuyorum. Fakat bu durumumdan dolayı, bu sevgi ve
saygılara karşılık vatandaşlık haklarından yoksun bırakılacağımı
asla hatırıma getirmezdim. Tahmin ediyorum ve ediyordum ki, yabancı
düşmanlar Bana suikast yapmak suretiyle, beni memleket hizmetinden
alıkoymaya çalışacaklardır. Fakat hiçbir zaman hatır ve hayalime
getirmezdim ki, yüce Meclis'te iki-üç kişi bile olsa, aynı zihniyette
kimseler bulunabiIsin. Bu bakımdan ben anlamak istiyorum: Bu
efendiler, gerçekten kendi seçim bölgelerinin duygu ve düşüncelerini
mi aksettiriyorlar?"
"Yine bu Efendilere karşı söylüyor ve soruyorum: Milletvekili
oldukları için elbette bütün milletin vekili sıfatını taşıyorlar.
Yalnız, bu Efendiler, acaba milletin de kendileri gibi düşündüğünü
söyleyebilirler mi?"
"Efendiler, beni vatandaşlık haklarından yoksun bırakmak yetkisi
bu efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden, resmen yüce
hey'etinize, bu efendilerin seçim bölgeleri halkına ve bütün millete
soruyorum ve cevap istiyorum!" ''
MİLLETİN BANA KARŞI GÖSTERDİĞİ SEVGİ VE GÜVENİN SAMİMİ İFADELERİ
Bu sözlerim ajans ve basın vasıtasıyla yayınlandı. Millet yaptığım
konuşmayı ve cevabını beklediğim soruyu öğrendi... Hemen, memleketin
bütün seçim bölgelerindeki gerçek seçimler ve halk tarafından Meclis
Başkanlığı'na protesto telgrafları yağdı. Bu kanun tasarısına imza
koyan milletvekili Efendilerin de seçim bölgeleri halkı, kendilerini
ve kendileriyle görüş birliğinde olanları suçlamakta gecikmedi.
Miletin, benim için gösterdiği bu sevgi ve güveni samimî olarak
belirtmesi bakımından kıymetli birer hâtıra olarak saklamakta olduğum
bu telgraflar büyük bir dosya tutmaktadır. Bu dosyadaki telgraflar,
zamanında basında da yer almıştı. Ben burada yalnız bir tek seçim
bölgesinin, Rize'nin şahsıma çekmiş olduğu bir telgrafı olduğu gibi
bilginize sunmakla yetineceğim.
"Üç milletvekili beyin, Seçim Kanunu ile ilgili önergesine,
sancağımız milletvekillerinin katılmayacağı inancıyla bir şey
yazmayı gerekli bulmamıştık. Şimdi Milletvekili Osman Efendi'den
aldığımız mektupta, kendisinin o önerge ile ilgili, ve muhalif gruptan
olduğunu övünürcesine bildirmesi üzerine, aşağıdaki hususların
bilginize sunulmasına mecburiyet duyulmuştur:
1 - (Övücü ve samimî sözlerden sonra) Şahsınız ve değerli çalışma
arkadaşlarınız aleyhinde, sancağımız adına söz söyleyen, muhalefet
düşüncesi taşıyan ve bizce hiçbir şahsiyet ve değeri olmayan
milletvekilini lânetleriz. O, artık sancağımızı da temsil hakkına
sahip değildir.
2 - Şu zamanda vatansızların bile katılamayacağı muhalefet ve
bozgunculuk düşüncesini bize tavsiye eden milletvekili efendinin
görüşünü benimseyecek bir tek kişinin bile sancağımızda mevcut
olmadığını, bundan duyduğumuz şükran duygusuyla ve yüksek
şahsiyetinize olan üstün saygılarımızla arz ederiz, efendim."
İmzalar , 25.5.1923
YENİDEN SEÇİM YAPILMASI KARARI
Saygıdeğer Efendiler, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin,
olaylarına işaret ettiğimiz tarihte gösterdi karışık ruh hali,
üzerinde ciddî olarak durup düşünülmeyi gerektiren bır durum almıştı.
Bütün millette, Meclis'in görev yapamayacak bir duruma geldiği
endişesi doğmaya başladı. Meclis'te durumu soğukkanlılıkla ve
uzakgörüşlülükle düşünüp değerlendiren üyeler bile üzüntülerini
açığa vurrmaktan kendilerini alamadılar. Artık şüpheye yer
kalmamıştı ki, Meclis yenilenmedikçe, millet ve memleketin ağır ve
sorumluluk bekleyen işlerini yürütmeye imkân yoktur. Bu zarurete ben
de inandım. Bir gece, Başbakan Rauf Bey'e, kalmakta olduğu istasyon
binasında Hükûmet üyelerini toplantıya davet etmesini, bu toplantıya
benim de bizzat geleceğimi telefonla bildirdim.
Rauf Bey'in dairesinde toplanan Bakanlar Kurulu'na Meclis'in
yenilenmesini Meclis'e teklif etmek gereğinden söz ettim. Kısa, bir
tartışmadan sonra, Hükûmet üyeleri ile görüş birliğine vardık. Aynı
gece, Meclis'teki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu Yönetim
Kurulu'nu da Bakanlar Kurulu toplantısına çağırdım. Bu Yönetim Kurulu
içinde teklifimi yersiz bulup yadırgayanlar oldu. Görüşme ve
tartışmalar ertesi güne kadar sürdü. Buna rağmen, bu hey'et ile de
anlaştık. Ondan sonra, derhal Grup Genel Kurulu'nu topladım. Orada
memleketin içinde bulunduğu genel durumu, acele olarak yapılması
gereken memleket işlerini anlattım. Meclis'in artık bu görevleri
yerine getirme kabiliyeti kalmadığını belirterek ve ispat ederek,
Meclis'ten, seçimleri yenileme kararı vermesini istemek gerektiğini
bildirdim. Grup Genel Kurulu, konuşmalarımı ve açıklamalarımı yerinde
buldu. Bunun üzerine konu, aynı gün, 1 Nisan 1923'te Meclis'e
götürüldü. Yüz yirmi kadar üye, bir önergeyle, seçimlerin yenilenmesi
için bir kanun teklifi sundu. Meclis, "Seçimlerin yeniden yapılmasına
karar verilmiştir," şeklindeki bir kanunu oybirliği ile çıkardı.
Meclis'in bu kararı vermesi, inkılâb tarihimizde önemli bir
noktadır. Çünkü, Meclis bu kararı vermekle, kendinde beliren
hastalığı itiraf etmiş ve bundan dolayı milletçe duyulan ızdırabı
anlamış olduğunu göstermiştir.
LOZAN KONFERANSI'NIN İKİNCİ SAFHASI VE YENİ SEÇİMLERDE MİLLETİN
GÖSTERDİĞİ UYANIKLIK
EfendiIer, Lozan Konferansı, 23 Nisan 1923'te yeniden toplandı.
Delegeler Hey'eti'miz Lozan'da yeniden barışı sağlamaya çalışırken,
ben de veni seçimler ile meşgûl oluyordum.
Yeni seçimlere, bilinen ilkelerimizi ilân ederek katıldık.
Görüşlerimizi kabul edip milletvekili olmak isteyen kimseler, önce
ilkeleri kabul ettiğini ve görüşlerde birleştiklerini bana
bildiriyorlardı. Adayları ben tespit edecek ve zamanı gelince
partimiz adıyla ilân edecektim. Bu yolu benimsemiştim. Çünkü,
yapılacak seçimlerde, milleti aldatarak, çeşitli maksatlarla
milletvekili olmaya çalışacakların çok olduğu nu biliyordum.
Konuşmalarım ve uyarmalarım memleketin her tarafında büyük bir
samimiyet ve güvenle karşılandı. Bütün millet, ilân ettiğim
ilkeleri tamamen benimsedi. Bu ilkelere, hatta şahsıma muhalefet
edeceklerin milletçe milletvekilliğine seçilmesi ne imkân kalmadığı
anlaşıldı.
NURETTİN PAŞA'NIN BAĞIMSIZ MİLLETVEKİL OLMA TEŞEBBÜSÜ VE
YAYINLADIĞI HÂL TERCÜMESİ
Gerçekten, bazı seçim bölgelerinde bağımsız milletvekili olma
teşebbüsünde bulunanlar başarı sağlayamadılar. Bu arada, o zaman
daha Birinci Ordumuzun Komutanı bulunan Nurettin Paşa da milletvekili
olmak teşebbüsünde bulunmuştu. Mümkün olmadı. Nurettin Paşa,
bu isteğini daha sonra bir ara seçimde Bursa'da gerçekleştirdi.
Paşa'nın kendi başına ve bağımsız olarak milletvekili seçilebilmek
için, her zaman olduğu gibi, kendi usûlünce ve gerektiği şekilde
propaganda yaptırmaktan geri kalmadığı da anlaşılmıştı. Bu yoldaki
teşebbüslerden ve yapılan yayınlardan herkesin dikkatini çekmiş
olanı özellikle hâl tercümesidir.
Nurettin Paşa, yeni seçim yılı olan 1923'te, Âbit Süreyya Bey
adında bir şahsa (A.S.) baş harflerini taşıyan bir hâl tercümesi
yayınlattı.
Abit Süreyya Bey, Abdülhamid'in başkâtiplerinden rahmetli
Süreyya Paşa'nın oğludur. Meşrutiyet'ten önce, Nurettin Paşa gibi
ve onunla birlikte fahrî hünkâr yaveri idi. Birinci Dünya
Savaşı'nda İzmir'de ve İstiklâl Savaşı'nın sonunda, Nurettin Paşa
karargâhının bulunduğu İzmit'te ordu müteahhitliği yaptı. Nurettin
Paşa'nın hâl tercümesinin yer aldığı broşürü hazırlayan Âbit
Süreyya Bey değildir. Broşür kendisine yazılı olarak verilmiştir.
Ondan, adının baş harflerini koyması ve ortağı bulunduğu Matbaa-i
Osmaniye'de bastırması Nurettin Paşa tarafından rica edilmiştir.
Bu broşürün kapağında şu yazılar okunur:
"İzmir Fâtihi, Afyonkarahisar ve Dumlupınar Savaşları'nın galibi
Gazi Nurettin Paşa Hazretieri'nin hâl tercümesi"
Efendiler, on dokuz sayfadan ibaret olan bu hâl tercümesi broşürünün
ne kadar insan tarafından okunduğunu bilmiyorum. Ben, bu hâl
tercümesinin memleketin bütün aydınları tarafından okunmasını çok
yararlı ve eğitici buluyorum. Yalnız, bu broşürü okuyanların veya
okuyacak olanların, broşürde temas edilen olaylar ve işlerle
ilgili olarak başka ve güvenilir kaynaklardan da bilgi edinerek
metinle gerçeği karşılaştırmaları, ve ona göre hüküm vermeleri
gerekir.
Bu broşürün niteliği ve nasıl bir anlayışı ortaya koyduğu
konusunda bir fikir edinebilmek için, bazı noktalarını hep birlikte
gözden geçirelim:
Broşürün kapağındaki yazılardan sonra, metnin başlığında da şu
sözler vardır:
"Kûtülamare'nin kuşatıcısı, Bağdat'ın savunucusu, Yemen, Selmanpâk,
Batı Anadolu, Afyonkarahisar, Dumlupınar, İzmir Savaşları
galibi ve İzmir fâtihi"
Nurettin Paşa'nın kendi kendine takındığı "kuşatıcı", "galip",
"fâtih" ünvanları hakkındaki görüşümü belirtmeyi daha sonraya
bırakarak, broşürün metnine girelim.
Paşa, Konyar adındaki Türk aşiretinden rahmetli Mareşal İbrahim
Paşa'nın oğlu, ve Hazret-i Peygamber soyundan gelen Âyan üyesi ve
Şeyhü'l-Vükelâ Bursalı merhum Rıza Efendi'nin torunlarından imiş...
Bu bilgilere ve ifade biçimine göre Mehmet Nurettin Paşa hem Türk
hem de Arap'tır. Babası ve büyük babalarıyla da övünmektedir.
Burada, babasının büyük adam olmasıyla övünen Bizans İmparatoru
Theodosius'a, babası ve anası Türk olan Attilâ'nın "Ben de, büyük
ve asil bir milletin evlâdıyım," dediğini hatırlatmadan
geçemeyeceğim.
Resmî okullardaki öğrenim dışında özel öğrenim de görmüş olan
Nurettin Paşa 1893'te Harp Okulu çıkışlı olup Hassa Ordusu Erkân-ı
Harbiyesi'ne atanmış...
Nurettin Paşa, kurmaylık tahsili yapmamış ve o sınıfa girmemiştir.
Bu bakımdan ordu karargâhına kurmay olarak atanamaz. Olsa olsa, bir
askerî birliğe gönderilmeyip ordu kurmaylığında karargâh emir
subaylığı veya buna benzer bir görevle alıkonulmuş olabilir...
Genç bir teğmen için, askerlik görevine buradan başlamak, elbette
övünülecek bir başlangıç sayılmaz. Askerî bir birliğe tayin edilmek
ve orada askerliğin disiplin ve güçlüklerine alışmak şarttır.
Nurettin Paşa, 1887'de gönüllü olarak Türk-Yunan Harbi'ne
katılmış, ve Başkomutanlığa tayin edilen Gazi Osman Paşa'nın
yaverliğine ve İstanbul'a dönüşünde hünkâr yaverliğine, refakat
subaylıklarırıâ getirilmiş.
Bilindiği üzere, Gazi Osman Paşa, istanbul'dan Selânik'e kadar
gitmiş, fakat savaş meydanına gitmeden Selânik'ten geri dönmüştür.
Savaşa katılmamış bir komutanın yaverliğine ve ondan sonra da Sultan
Hamid'in yaverliğine, ve birtakım refakat subaylıklarına tâyin
edilmiş olmak, bilmem ki, ne dereceye kadar anlatılmaya ve övünülmeye
değer görülebilir!
Nurettin Paşa, sırasıyla yarbaylığa ve albaylığa yükseltilmiş
ve 19il8 yılı başlarında Selânik'te Üçüncü Ordu Kurmay Başkanlığı
Özel Şube Müdürlüğü'ne tayin edilmiş... Nurettin Paşa'nın hangi
sıra ile albaylığa kadar yükselmiş olduğu, Meşrutiyet'in ilânından
sonra rütbesinin yeniden binbaşılığa indirilmiş olmasıyla
anlaşılıyorsa da, Selânik'te, Üçüncü Ordu Kurmay Başkanlığı Özel
Şube Müdürlüğü'ne tayinini anlamak güçtür. Çünkü, benim de Kurmay
Başkanlığı'nda bulunduğum bu orduda, denildiği gibi bir özel şube
yoktu. Belki de ordu komutanı olan babası, oğlu için, özel ve gizli
işlerle uğraşan bir özei şube kurmuş olacak...
Nurettin Paşa, Üçüncü Ordu Komutanı bulunan babası Mareşal
İbrahim Paşa ile Meşrutiyet inkılâbının yapılmasına ve ihtilâlin
aşırılıktan uzak ölçülerle ve engelsiz olarak yürütülnıesine hizmet
ve yardımda bulunmuşlar...
Hâl tercümesi broşüründe, Nurettin Paşa'nın iki defa Sultan Hamit
tarafından tutuklattırıiıp sorguya çekildiği, bir defasında
sürülmesine, ve diğer bir defasında da askerlikten kovularak altı
yıl hapsine karar verildiği, ve fakat babasının, araya girip
yalvarması üzerine kurtulduğu hikâyesinden sonra, "İstanbul'dan
bir yolunu bulup yine Rumeli'ye geçerek, 1908 Meşrutiyet inkılâbının
hazırlanmasına ve gerçekleştirilmesine diğer arkadaşlarıyla
birlikte hizmet etmiştir," sözleri yazılıdır.
Nurettin Paşa'nın gördüğü zulmü kısaca anlatmak gerekirse,
diyebiliriz ki, Sultan Hamit, Nurettin Bey'e hürriyetçi
düşüncelerinden dolayı kızdıkça, onu yarbaylığa, albaylığa
yükselterek sırmasını artırır ve sevilip okşansın diye babasına
teslim edermiş...
NURETTİN PAŞA'NIN VE BABASI MAREŞAL İBRAHİM PAŞA'NIN MEŞRUTİYET
İNKILÂBI'NDA NASIL Mareşal İbrahim Paşa'nın Üçüncü Ordu Homutanlığı, oğlu Nurettin
Bey'in babasının yaverliği ve Meşrutiyet inkılâbında nasıl ve ne
dereceye kadar rol oynadıkları konusu üzerinde de bir parça bilgi
vermek isterim. Bunun için geçmişle ilgili kısa bir hâtıramı
anlatmama müsaadenizi rica ederim.
Efendiler, çeşitli vesilelerle
duymuş olacağınıza şüphe yoktur ki, ben kurmay yüzbaşı olur olmaz,
Sultan Hamid tarafından Suriye'ye sürüldüm. Orada üç yı1 kaldıktan
sonra, o zaman Üçüncü Ordu bölgesi olan Makedonya'ya nakledildim.
Ordu merkezi Manastır'dı. Ordu Mareşallığı adı aitında bir komuta
makamı da vardı. Üçüncü Ordu Komutanı Selânik'te otururdu. Orada
da Mareşallık Kurmay Hey'eti diye bir kuruluş vardı. Ben 1908
yılında kolağası rütbesiyle bu kuruluşta görevliydim. Hürriyeti
getirmeye çalışan gizli cemiyet'le pek yakından ilgim vardı. Yanyalı
Esat Paşa Üçüncü Ordu Komutanı'ydı. Süleyman Paşazâde Ali Rıza Paşa,
Kurmay Başkanı'mızdı. O zaman binbaşı bulunan rahmetli Cemal Paşa ve
yine binbaşı olan Fethi Bey (bugünkü Paris Büyükelçisi) ve ben,
Mareşallık Kurmay Hey'eti'ni oluşturuyorduk. Her üçümüz de Cemiyet'in
üyesi idik. Cemiyet'in başarıya ulaşması için çalışıyorduk. O
tarihlerde, Üçüncü Ordu bölgesine bağlı Serez'deki tümenin ve Serez
bölgesinin komutanı mareşal rütbesinde bir zattı. Bu zat, Sultan
Hamid'in fevkalâde güven ve itimadını kazanmış bulunuyordu.
Rütbesinin mareşal olmasına, Esat Paşa'nın kendinden daha ast bir
bir rütbede bulunmasına rağmen, İstanbul ile Serez arasında güvenli
bir bölge bulundurulmak maksadıyla Serez'den uzaklaştırılamazdı.
İşte bu önemli kvmutan, Mareşal İbrahim Paşa idi. Oğlu Nurettin
Bey de (Nurettin Paşa), babasının yanında bulunurdu.
Meşrutiyet'in
ilânından önceki günlerde, bir binbaşı, Mareşal İbrahim Paşa'nın
komutanlık bölgesinde, istibdat idaresinin aleyhinde konuşmuş...
Bir casus bunu jurnal etmiş... O zaman Selânik'te Merkez Komutanı
bulunan Yarbay Nâzım Bey, olayı yerinde soruşturmak üzere
İstanbul'dan görevlendirildi. Cemiyet, Nâzım Bey'i bu görevden
alıkoymak üzere vurdurdu. Yaralanan Nâzım Bey İstanbul'a getirildi.
Olayın soruşturmasına İstanbul'dan birinin değil, ancak orduca
gösterilecek bir görevlinin gidebileceği görüşü telkin edildi.
Ben görevlendirildim. Görevim, hiç şüphesiz istibdat aleyhinde
bulunmuş olan binbaşıyı kurtarmaktı. Önce Serez'e gittim. Mareşal
İbrahim Paşa'yı ziyaret ettim. Görüşme sırasında anladım ki,
Paşa'nın büyük bir endişesi vardır. Paşa, kendi bölgesinde, Sultan
Hamid ve istibdat idaresi aleyhinde bir tek kigi bile bulunmadığı
ve bulunamayacağı yolunda Sultan'a güvence vermişti. Buna rağmen,
söz konusu binbaşı için yapılan jurnal, Sultan Hamid'in Mareşal
İbrahim Paşa'ya olan güvenini sarsacak nitelikteydi. Bu jurnalda
yazıların doğrulanması, İbrahim Paşa'nın durumunu kötüleştirecekti.
Bunu istemiyordu. Ben derhal Paşa'nın endişesini anladım ve dedim
ki: "Paşa Hazretleri, devletli şahsınızın bölgesinde, Zât-ı Şâhane
aleyhinde duygular besleyen bir tek kişinin bile bulunabileceği
düşünülemez. Yapılmış olan jurnalda yazılanların yerinde
soruşturulması, devletli şahsiyetiniz tarafından kurulmuş olan
disiplini ve aşılanmış olan bağlılık duygularını kolayca ortaya
koyacaktır. Arzu buyurursanız, yapacağım soruşturma raporunun
bir suretini zât-ı devletlerine göndereyim."
İbrahim Paşa, bu
sözlerimden çok ferahladı. Benden memnun oldu ve oğlu Nurettin
Bey'i çağırtıp benim çok iyi ağırlanmamı ve olay yerine gidebilmem
için kolaylık gösterilmesini emretti. Soruşturmanın sonucu,
binbaşıyı kurtardı. Jurnal vereni iftira ettiği ıçin cezaya
çarptırdı. Mareşal İbrahim Paşa da, sultana kendi bölgesinde,
aleyhte bir tek kişinin bile bulunamayacağını ispat ederek
Zât-ı Şâhane'nin kendisi hakkındaki güven ve itimadını bir kat daha
artırdı. Mareşal İbrahim Paşa'nın bu yolla kendisine beslenen güveni
bir kat daha artırması, çok geçmeden, kendine bütün Makedonya'yı
istibdada karşı olanlardan temizleme görevini hazırladı... Bu
noktayı biraz açıklayayım.
Cemiyet, bütün Makedonya'da teşkilâtını
genişletti, faaliyetini hızlandırdı. Artık hemen hemen açıktan
açığa ve korkusuzca çalışmalara başlandı. Selânik'te, Ordu
Mareşallığı'nda bulunan Esat Paşa'ya güven kalmadı. Kurmay
Başkanı'mız olan Ali Rıza Paşa hakkında şüpheye düşüldü. Bunlar
birer birer, Sultan Hamid tarafından sorguya çekilmek üzere
İstanbul'a geri çağrıldı. Ordu Mareşallığı'na her bakımdan güven
ve itimat uyandıran Mareşal İbrahim Paşa tayin edildi ve Selânik'e
gönderildi. İbrahim Paşa'nın Selânik'e gelmekte olduğu haberi
üzerine, Cemal Bey (rahmetli Cemal Paşa), ne olur ne olmaz
düşüncesiyle, bir vesile yaratarak merkezden uzaklaştı. Arkadaşım
Fethi Bey, zaten daha öncesinden Jandarma Okulu Komutanlığı'na
geçmişti. Merkezde Ordu Komutanı ve Kurmay Başkanı adlarına yalnız
ben bulunuyordum. Yeni gelen komutana Üçüncü Ordu Komutanlığı'nı
ben devir ve teslim edecektim.
Gerçekten de öyle oldu. İbrahim
Paşa, yanında oğlu Nurettin Bey olduğu halde, trenle geç vakit
Selânik'e vardı. Doğruca komutanlık dairesine geldi. Orada kendisine
durumu anlattım. Gece olmasına rağmen, ordu karargâhında görevli
bütün komutanları birer birer görmek istedi. Herkes gelip kendini
tanıtıyordu. Mareşal Paşa, her yeni tanıdığı zâta, kendisinin ne
kadar şiddetli olduğunu, insanı yokedebilecek güçte bulunduğunu
anlatmaya çalışır birtakım tavırlar takınarak, hiç de yakışık
almayan sözler söyleyerek, arasıra çizmeli ayaklarını yere vurarak,
ilk andan itibaren korkutma politikası uygulamaya başladı. Gece
evime gittim. Ertesi gün erkenden bir süvari, bir binek atı getirdi
ve Mareşal Paşa'nın beni istediğini söyledi. Daireye geldiğim zaman
anladım ki, benim göreve devam edebileceğimi emretmiş...
Şimdi
Efendiler, gelelim ihtilâl ve inkılâb safhasına... İbrahim Paşa'nın,
korkutma politikası, ihtilâl komitesinin gözdağı verici tutumuyla
karşılandı. Paşa, hiddet ve şiddetini bir tarafa bırakmak
mecburiyetini duydu. Bu arada en çok Cemal Bey (Cemal Paşa)
vasıtasıyla ihtilâl cemiyetinin kuvvetinden ve teşebbüsündeki
ciddiyetten İbrahim Paşa'nın oğlu haberdar edildi. Babasının
Cemiyet aleyhinde bir harekette bulunmaması için uyarıldı ve Paşa'dan
teminat istendi. Söz gelişi, Paşa, Cemiyet aleyhinde hareket
etmeyeceğini göstermek üzere, Cuma namazını fiiân camide kılacak
ve ikinci safta namaza duracaktır gibi birtakım isteklerde bulunuldu.
İşte Nurettin Bey bu gibi şeyleri babasına duyurmak için aracı
oIarak kullanılıyordu. Fakat önemli işlerde daha çok görevlendirilen
ve çalıştırılan, babasının emir subayı Nurettin Bey değil, Cemiyet'in
üyesi ve mutemedi olan, komutanlık makamının emir subayı Yüzbaşı
Kâzım Nâmi Bey (şimdi yazar ve öğretmendir) idi. İbrahim Paşa,
Cemiyet'in uyarılarına uymak zorunda bırakıldı. Fakat, cemiyet'in
teşkilâtından, teşebbüslerinden kararlarından ve bazı işlerden
bu kişi, hiç bir vakit haberdar edilmemiştir. Hürriyet ve
Meşrutiyet'in ilânından da, ne İbrahim Paşa'nın ve ne
de oğlu Nurettin Bey'in daha önce hiçbir şekilde ve asla
haberleri de olmamıştır. Meşrutiyet'in ilânı konusunun
tamamen içinde bulunduğum için ve bu konunun teferruat ve
safhalarıyla şahsen ve yakından ilgili olduğum için bu konudaki
hatıralarım olduğu gibi aklımdadır. Hürriyet ve Meşrutiyet ilânı
ile ilgili
gösterilerde erken davrandığı sanılan Üsküp'teki hazırlıkları
Selânik'te ve diğer yerlerde yapılacak hazırlıklara uygun bir
şekilde düzenlemek için Üsküp'e gitmiştim. Oradan dönüşümde ve
artık her yerde fiilî gösteriler başladıktan sonra, Mareşal
İbrahim Paşa beni çağırdı ve şunları söyledi: "Beni Ordu
Komutanlığı'nda bırakacak mısınız, bırakmayacak mısınız?
Bırakılmayacak isem, şahsım tecavüz ve hakarete uğratılmadan
hemen İstanbul'a hareket edeyim." Hattâ Paşa, bürosu üstünde
duran yazı hokkasını eline alarak aynen hatırımda kalan şu
kelimeleri de ekledi: "Burada benim yalnız bir hokkam var,
onu alıp, giderim." Gerekenlerle görüştükten sonra cevap
verebileceğimi söyledim. Cemiyet adına yetkili olan diger
arkadaşlarla, İbrahim Paşa'nın komutanlığı konusunu
görüştük. Bir zaman için kalmasında sakınca görmedik. Komutanlık'ta
kalacağını bildiren Cemiyet kararını kendisine ben tebliğ ettim.
Fakat, bir iki gün sonra, dağa çıkmış olan subaylardan bir teğmen
efendi, İbrahim Paşa'ya bulunduğu yerden hakaret dolu bir telgraf
çekmiş... İbrahim Paşa, komutanlığa derhal beni çağırttı ve telgrafı
uzatarak dedi ki: "Beni komutan olarak burada bırakacağınızı
bildirmiştiniz. Bu hakaret nedir?" Komutan Paşa'ya "Cemiyet'çe
kendisi için aldığımız kararı bütün teşkilâta duyuracak kadar
zaman geçmediğini, özellikle dağ başında bulunan subaylarımızın
herhangi bir telgraf merkezinden bu gibi telgrafları çekmelerine
engel olmanın bugünlerde güç olacağını
kabul etmesi gerektiğini," söyleyerek kendisini yatıştırmaya çalıştım. Fakat, aradan çok
Çok geçmeden, o zaman Yunan Sınırı Komutanı bulunan Muhlis Paşa,
Cemiyetin Manastır'daki Merkez Hey'eti tarafından Manastır'a davet
edilmiş... Muhlis Paşa, Ordu Komutanı İbrahim Paşa'dan izin
almaksızın Manastır'a gitmiş. Bu duruma canı sıkılan İbrahim Paşa,
Muhlis Paşa'ya tekdir edici bir yazı göndermiş... Bunun üzerine,
Muhlis Paşa'yı davet eden Merkez Hey'eti, İbrahim Paşa'ya uzun bir
telgraf çekmiş...Bu defa da Mareşal Paşa beni çağırarak telgrafı
gösterdi ve, "Ya bu ne?" dedi. Telgrafı baştan sona kadar okudum.
Bu telgrafta Konyar aşiretinden Mareşal İbrahim Paşa'nın bütün
hayatı, geçmişi ve hayatının içyüzü açıklandıktan sonra, ağır ve
hakaret dolu kelimelerle, istibdat devrinin, Sultan Hamid
kulluğunun ender rastlanır bir örneği olan İbrahim Paşa'nın hürriyet
için çalışan bir çevrede, hürriyet için çalışanlara komuta etmek
cesaretinde bulunmasına şaşılıyor ve hemen komutanlıktan çekilmesi
ihtar ediliyor ve isteniyordu.
Efendiler, bundan sonra, İbrahim
Paşa gerçekten Selânik'te duramadı. Dediği gibi bir hokkasını alıp
gitti. Bu bilgilerden sonra, Nurettin Paşa'nın, Üçüncü Ordu
Komutanı bulunan babası Mareşal İbrahim Paşa ile Meşrutiyet
inkılâbının yapılmasına ve ihtilâlin aşırılıktan uzak ölçülerle
ve engelsiz olarak yürütülmesine ne yolda hizmet etmiş olduklarını
anlamak kolaylaşmıştır, sanırım. Denildiği gibi, ihtilâlin
aşırılıktan uzak ölçülerle yürütülmesinde de etkili olamamışlardır.
En ölçüsüz davranışlar, bizzat kendilerine yapılmış olan
muamelelerde görülmüştür.
IRAK SEFERİNDE NURETTİN PAŞA
Efendiler, Irak seferinde, Nurettin Paşa zamanındaki durumun
içyüzü şundan ibarettir:
İlk Irak Komutanı olan Süleyman Askerî Bey'in yenilgiye uğrayıp
intihar etmesinden sonra, Irak'a Kafkasya'dan yeni birlikler
gelinceye kadar, savaşlar, İngilizler'in isteğine ve yürüyüş
hızlarına bağlı kalmıştır. Nurettin Paşa, Kûtülamare'de İngilizler'e
yenildikten sonra, gece gündüz ve hiç bir direnme göstermeden
yürüyerek Selmanpâk'a kadar perişan bir şekilde geri çekildi.
İngilizler, Nurettin Paşa'yı kovalayarak Selmanpâk'a kadar
ilerlediler. Orada, Kafkasya'dan gönderilmiş olan birlikler,
İngiliz birliklerini karşıladı. Üç gün savaştıktan sonra, Nurettin
Paşa yenilgiyi kabul ederek geri çekilme emri verdi. Birlikler,
Diyale ırmağına kadar kuzeye çekildi. İngilizler'le süvari
bağlantısı kurma yolu bile aranmadı. Halbuki, aynı zamanda,
İngilizler de geri çekilmişlerdi. Bu bilgiyi veren çöl Arapları'ydı.
Ondan sonra Nurettin Paşa, kendini toplayıp yeniden
Selmanpâk-Kûtülamare yönünde ilerledi.
Kûtülamare kuzeyinde, gece İngiliz birlikleri ile karşılaşıldı.
Tedbirsizlik, düzensizlik ve idaresizlik yüzünden, birliklerimiz
şafak vakti düşmanın ateş baskınına uğradı. Er, subay ve komutan
olmak üzere birçok kayıp verildi. Birliklerde panik oldu.
Kendiliğinden geri çekilme başladı. İngilizler'in çekilmesi üzerine
ortalık yatıştırılabildi.
Irak'ta yeni birlikler ve yeni vasıtalarla büyük ve kanlı
savaşlar bundan sonra başlar ki, Nurettin Paşa'nın bunlarla alâkası
yoktur.
Broşürün aynı sayfalarında, "Nurettin Paşa, İngilizler'den ele
geçirdiği uçaklarla da bir uçak filosu meydana getirmek gibi çok
büyük başarılar göstermiştir" deniliyor.
Bu iddianın pek cahilce olduğunu söylemek zorundayım. Uçağın ve
uçak filosunun ne olduğunu bilenler, böyle bir iddianın ne kadar
gülünç olduğunu elbette anlarlar.
BÜYÜK TAARRUZ'DA NURETTİN PAŞA SAVAŞ MEYDANINI DÜRBÜNLE
SEYRETMEYİ Broşürün sekizinci sayfasında, Nurettin Paşa'nın dürbünle bakarken
alınmış bir resmi vardır. Bu resmin altında şu sözler yazılıdır:
"26 Ağustos 1922 taarruz günü Kocatepe gözetleme yerinde
Karahisar Meydan Muharebesi idare ederken alınan fotoğraflarıdır."
O gün hep aynı tepedeydik. Dürbünle bakanlar çoktu. Dürbünle en
çok bakanlar, özellikle gözetleme görevi verilen subaylardı.
Gerçekten, Nurettin Paşa'nın da savaş meydanını dürbünle seyretmeyi
tercih ettiğini ben de farketmiştim.
Karahisar-Dumlupınar Meydan Muharabesi yapılırken,
"Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nin yapıldığı gün" bir aralık,
Nurettin Paşa'yı kolordu komutanı Kemâlettin Paşa'nın (şimdiki
Berlin Büyükelçisi) gözetleme noktasında, durumu dürbünle
seyrederken buldum. Birliklerimiz düşmanı yakından sıkıştırmış,
nazik ve önemli bir durum ortaya çıkmıştı. "Dürbünle seyretmeyi
bırakınız. Savaşı yakından ve bizzat idare etmek için, ileri ateş
mevzilerine gideceğiz," dedim.
Nurettin Paşa, bu kadar yaklaşmanın doğru olmadığını söyleyerek
gitmek istemedi. Canım sıkıldı. "Siz burada kalabilirsiniz," dedim.
Kemâlettin Sâmi Paşa'ya, " Siz benimle geliniz!" dedim ve
otomobilime yürüdüm. Kemâlettin Paşa "emredersiniz," dedi ve
benimle beraber yürüdü. Bu davranış üzerine, dürbünün başında
yalnız bırakılan Nurettin Paşa'nın da arkamızdan geldiğini gördük.
Dediğim yere gittik. Yunan ordusunun esareti ile sonuçlanan o
savaŞı, en ince noktalarına kadar bizzat idare ediyor ve gereken
emirleri, doğrudan doğruya kolordu komutanlarına ve diğer
komutanlara ben veriyordum.
Verdiğim emirlere göre tedbirler alınıp gerekli uygulamalara
geçilirken, Ordu Komutanı Nurettin Paşa yanımda duruyor ve durumu
seyrediyordu. Bir aralık, kolordu komutanını benim yanımdan
uzaklaştırarak bazı emirler vermeye kalkışmış... Kolordu Komutanı
bu emirleri uygulanabilir nitelikte bulmamış; ordu komutanı ile
kolordu komutanı arasında neredeyse saygısızca bir çatışma durumu
ortaya çıkmış... Kemâlettin Sâmi Paşa, Nurettin Paşa'nın
yanındanbiraz sertçe bir muamele ile ayrılmış... Bu durumun farkına
vardım. Kemâlettin Sâmi Paşa'yı yanıma çağırıp, sükûnet ve disiplini
koruması gerektiğini söyledim. Daha sonra, yaInız olarak Nurettin
Paşa'yı çağırttım. Genel olarak bazı sorular sordum ve anlatmak
istedim ki, kolordu komutanına verdiği emrin gerçekten de uygulanması
mümkün değildir. Komutanlar, emir vermiş olmak için emir vermezler.
Gerekli, uygulanabilir olan hususları emrederler ve emir verirken,
kendini, o emri yerine getirecek olanın yerine koymak ve emrin
nasıl yerine getirilip uygulanacağını düşünmek ve bilmek gerekir.
Hâl tercümesi broşürünün 9'uncu sayfasında, Irak'tan sonra
"Kafkas cephesine gitmiş olan Nurettin Paşa'nın 3'üncü Ordu
Bölgeleri Komutanlığı'nda ve Ordu Komutanlığı Vekilliği'nde bir
süre" bulunduğu yazılıdır. Bu görevlerin nasıl birer görev olduğunu
ve bu sürenin kaç gün olduğunu sormak lâzımdır.
Nurettin Paşa, Kafkas Cephesinden İstanbul'a dönüşünde "Aydın,
Muğla ve Antalya Bölgeleri Komutanı" ünvanı ile İzmir'e gitmiş ve
orada bulduğu, çoğunu 40 yaşından yukarı askerlik çağını aşmış
erlerin oluşturduğu dağınık birkaç birliği yeniden düzenleyerek
ve yeni tümenler kurarak 21'inci Kolorduyu meydana getirmiş.
Efendiler, kolordu kurma işi, son zamanda, Birinci Dünya
Savaşı'nın fantazileri sırasına geçmişti. Özellikle, karşısında
düşman bulunmayan sabit bölgelerde, askerlik şubeleri ve
başkanlıkları kuruyormuşçasına bir kolaylıkla, kolordu komutanlıkları
kurulur ve yetkiler verilirdi. Gerçekten bütün savaş cepheleri
imdat diye feryat ederken, 21'inci Kolordu, değer verilen bir
varlık olsaydı, Aydın bölgesinde yüzüstü bırakılmazdı.
HAL TERCÜMESİ BROŞÜRÜNE GÖRE NURETTİN PAŞA'NIN İSTANBUL'DA
VE ANADOLU'DA Broşürün 16'ncı sayfasında Nurettin Paşa'nın "Anadolu'da Mustafa
Kemâl Paşa ve arkadaşlarının teşebbüsleriyle başlayan Millî Mücadele
liderleri ile de ilişki kurarak..." İstanbul'da bir takım önemli
işler yaptığından, sonunda İngilizler tarafından takibe başlanmış
olduğundanu ve Mustafa Kemâl Paşa'dan aldığı davet yazılarında,
artık İstanbul'dan çok Anadolu'da hizmet edilebileceğinin
bildirilmesi üzerine Anadolu'ya geçmiş olduğundan söz ediliyor.
Efendiler, Nurettin Paşa'nın İstanbul'da İngilizler'le ve Damat
Ferit Paşa Kabinesi'yle anlaştığını, Ankara'da kurulan Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nden ve onun hükûmetinden habersiz olarak, bizi,
İstanbul ile uyuşturmaya çalıştığını ve bu münasebetle arada geçen
telgraf haberleşmeleri üzerine Ankara'ya geldikten sonraki
davranışlarını yeri geldiğinde anlatmıştım. Bunları tekrar
etmeyeceğim.
18'inci sayfada, "Yukarıda sayılan vatan hizmetlerini başarı ile
yerine getirmiş olan Nurettin Paşa ile Büyük Millet Meclisi
arasında bazı resmî işlerden dolayı anlaşmazlık çıkması üzerine,
kendisi hemen Ankara'ya gelmiş ve bu anlaşmazlık olumlu bir çözüme
bağlanarak giderilmiştir" ifadesine rastlanmaktadır.
NURETTİN PAŞA, ZAFERDEN PAY ALMAYA EN AZ HAKKI OLANLARDAN
BİRİDİR
Efendiler, bu kadar cür'etli bir iddia karşısında Şaşırmamak ve
böyle bir iddiayı garip karşılamamak mümkün değildir. Gerçekten de
Nurettin Paşa genel taarruzda 1'inci Ordu Komutanlığı'nda bulundu.
Diğer bütün komutanlarla birlikte kendisine emrettiğimiz görevleri
yapmaya çalıştı. Bu durum, bütün Türk ordusuna ve ordumuzun büyük
küçük bütün komutanlarına, subaylarına ve her erine ait olmak tabiî
bulunan bir başarıyı ve şerefi, Nurettin Paşa'nın kendi şahsına
malettirmesini gerektirmez. Bu iddia kadar anlamsız, asılsız ve ayıp
bir şey olamaz. Nurettin Paşa'yı kazanılan zaferin yaratıcısı gibi
göstermek olsa olsa kendisiyle alay etmek maksadına dayanabilir.
Yoksa, Nurettin Paşa, Büyük Zafer'in şerefinden pay almaya en az
hakkı olanlardan biridir.
Efendiler, Büyük Taarruz'da, Nurettin Paşa'yı, yalnız taarruzun
ikinci günü Kocatepe'de yalnız bırakmıştım. Çünkü, düşmanın
yenildiğini ve geri çekileceğini anlamıştık. Yenilgisini bozguna
çevirmek ve geri çekilme hattını keserek düşman ordusunu esir etmek
için, artık Kocatepe'de değil, durumu daha genel olarak gözden
geçirecek ve ona göre etraflı tedbirler alacak yerde bulunmamız
gerekiyordu. O gün bile, Cephe Komutanı İsmet Paşa'nın uygun görüp
benim imzam ile yazdığı cesaret verici kısa bir yazıyı telefonla
okuyarak Nurettin Paşa'nın maneviyatını kuvvetlendirmek için tedbir
almak gereği duyulmuştu.
NURETTİN PAŞA'YI VE ORDUSUNU BİZZAT TAKİP ETMEK VE YÖNETMEK
ZORUNDA KALDIM
Ondan sonra, Nurettin Paşa'yı ve ordusunu bizzat takip etmek ve
yönetimine müdahele etmek zorunda kaldım. Böyle yapmasaydım,
Nurettin Paşa'nın yaptığı hatâları düzeltmek güçleşirdi. Dumlupınar'da,
ordusunun Kurmay başkanı Emin Paşa'nın ileri hareket için hazırladığı
harekât emrinin kapsamını anlamayan, fakat anlamamış değil de daha
iyisini düşünmek ve yapmak istiyormuş gibi davranan Nurettin Paşa'nın
bir kararsızlığa düşmesi üzerine, kararsızlıkla geçirilecek zaman
olmadığını hatırlatarak gereken talimatı bizzat yazdırdığım zaman,
Nurettin Paşa bana demişti ki: "Paşam siz bizi yalnız ve serbest
bırakmıyorsunuz!" Buna orada bulunan Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa
Hazretleri, ciddî bir dille ve şu yolda cevap verdi: "Paşa, paşa!"
dedi. "Bu ordu bizim ve bütün memleketin göz bebeğidir. Onun sevk ve
idaresini tesadüfe bırakamayız!"
Dumlupınar'dan Uşak'a giderken, yolda Nurettin Paşa'nın aldığı
tedbirlerdeki yetersizliğin farkına varıp, Nurettin Paşa'nın
tümenlerine bizzat emir vererek tedbir aldırmasaydım, Trikopis'in
esir düşmesi mümkün olmayabilirdi. Uşak'ta beklenmedik kötü bir
durumla karşılaşabilirdik. İzmir'e vardıktan ve hükûmet dairesine
girdikten sonra, güneyden gelen top ve tüfek seslerini bizzat işitip,
Nurettin Paşa'nın tedbirsizliğini ve gafletini anlayıp doğrudan
doğruya kendim emir vererek tedbir aldırmasaydım, İzmir'e girmiş
ve İzmir sokaklarında halkın arasına karışmış olan birliklerimizin,
biz de içinde olduğumuz halde, paniğe kapılarak darmadağın olması
ihtimalden uzak değildi.
İşbilirlik ve ileri görüşlülük iddiasında bulunan Nurettin
Paşa'nın, İzmir'de yabancı memurlarla yaptığı zapta geçmiş
konuşmasını bizzat düzeltmeseydim, İzmir'e girmekten doğan genel
sevincin sönmesine yol açacak durumlardan kaçınmak belki de mümkün
olmayacaktı.
Efendiler, bu söylediklerim, ordunun bütün ileri gelenlerince
bilinen gerçeklerdir. Bu gerçekleri yalnız bir kişinin farketmediği
anlaşılıyor. O da Nurettin Paşa'dır. Kuşatıcı, galip,
fâtih, gazi ünvanlarıyla kendini hatırlatmak gibi çocukça bir sevdaya
kapılan Nurettin Paşa'nın, "Kûtülâmare kuşatıcısı Nurettin
Paşa" diye bir kartını görmüştüm. Nurettin Paşa bu kartı,
Taşköprü'de otururken, Kastamonu Valisi ve o bölgenin komutanı
bulunan Muhittin Paşa'ya (şimdiki Kahire Büyükelçisi) göndermiş.
Kartın boş yerlerine yazdığı yazılarda, karttaki ünvana işaret
ederek, "bunu da benden kimse alamaz ya!" diye bir ibare vardı.
Muhittin Paşa, bu kartı ve karttaki yazıyı, akıl ve ferasetle
bağdaşır görememiş ve dikkate değer bulmuş olduğundan aynen bana
göndermişti. Evet, onu ondan kimse geri alamaz. Fakat onu ona veren
de yoktur. Her başarılı savaşa katılan kimsenin, hakkı olmadığı
halde kendisini başarının tek kazanıcısı ve galibi ilân etmesi,
örnek alınacak bir ahlâk kuralı değildir. Memleketin çocuklarına,
böyle asılsız tarz ve tavırlar takınma alışkanlıkları veremeyiz.
Gelecek nesillere, böyle havadan galip, fatih olunabileceği gibi
sakat bir düşünceyi miras bırakamayız.
MİLLET VE TARİH ÜNVAN VERMEKTE O KADAR CÖMERT DEĞİLDİR
Hâl tercümesi broşürünün kapağındaki "gazi" ünvanının
kullanılmasına gelince, bu ünvanı, Nurettin Paşa'ya (A.S.) harfleri
verebilir. Fakat, gerçek ve kanun bununla yalnız ve sadece alay eder.
Gerçi savaşa "ya şehit, ya da gazi olmak için" gidilir. Genel olarak,
kahramanlık meydanında ölenlerin hepsine şehit derlerse de, sağ
kalanların hepsine gazi ünvanı verilmez. Bu ünvanı ancak kanun
verir. Medenî bir milletin yüksek çıkarları uğruna yapmaya mecbur
olduğu harpler, Arap aşiretlerinin dolayısıyla biribirine karşı
açtıkları gazve değildir. Öyle bile olsa, bu savaştan sağ
salim çıkanlara belki yalnız anaIarı babaları takdir için "benim
gazi oğlum!" diyerek övünürler. Fakat millet ve tarih ünvan
vermekte o kadar cömert değildir.
Hâl tercümesinin son sayfasından da bir cümle alarak bu hikâyeye
son verelim: Nurettin Paşa "Irak cephesinde iken yerli halk
tarafından kendisine verilmiş bulunan, Peygamber Hazretlerinin
Kerbelâ'da yatan torunu İmam Hüseyin Hazretleri'nin mübarek
kılıcını taşımakla şeref duymaktadır."
Efendiler, bu ne lâftır!
"Kerbelâ, Peygamber'in torunu, imam, mübarek kılıç, şeref duymak"
gibi, cahil takımının hoşuna gidecek lâflarla milleti kandırma
politikasını benimseyenler, artık insaf etsinler!.. Millet de dikkat
ve uyanıklığını artırsın !. .
Efendiler, tek başlarına hareket ederek başarı elde
edemeyeceklerini anlayan bazı kimseler de ikiyüzlü davranışlarla
içimize girme yolunu bulabilmişlerdir. Bunların içyüzü İkinci Meclis
toplanıp göreve başladıktan sonra görülecektir.
> NUTUK'TAN: ATATÜRK DÖNEMİ - 2 < > İSMET PAŞA MUAMMASI < > İÇİNDEKİLER <
VE NE DERECEYE KADAR ROL OYNADIKLARI
KONUSUNDAKİ HÊTIRALARIM
TERCİH EDİYORDU
GÖRDÜĞÜ ÖNEMLİ İŞLER NELERDİ?