ÖNEMLİ NOT: REKLÂM VE İLÂNLARLA ALÂKAMIZ YOKTUR!..
28 ŞUBAT SÜRECİ
Bugün 2 Haziran 2010... 28 Şubat sürecini yazmaya 1997 yılında
niyetlenmiştik. Ancak aradan geçen 13 yıl içinde bir kaç paragraftan başka bir
şey yazamamıştık.
Ne zamanki 31 Mayıs 2010 gecesi 0:30 sularında İskenderun'daki
deniz üssüne PKK'lılar saldırıp 6 askerimizi şehit, 7 askerimizi gazi
ettiler... ne zamanki aynı gece sabaha karşı 4:30 sularında siyonist
İsrail devleti, denizden ve karadan abluka altında tuttuğu, 1,5 milyon
insanı açlığa ve sefalete mahkûm ettiği Gazze'ye insanî yardım malzemesi
götüren Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda saldırdı... ne zamanki
Türk milleti ayaklandı.. ve ne zamanki ülkemizde basın-yayın organlarının
köşelerini, ekranlarını parsellemiş olan Yahudi dönmeleri İsrail'in
avukatlığına soyundu... İşte o zaman 28 Şubat sürecinin bizi hangi
noktalara getirdiği ayan beyan ortaya çıktı! Biz de ne yazacağımıza
karar verdik. Şimdi başladığımız bu yazıyı kimbilir ne zaman, kaç yıl
sonra bitireceğiz... Bu yazı ile henüz tamamlanmamış olan "Özal Sonrası Karmaşası" yazısının da
devamını getirmiş oluyoruz... Bu aynı zamanda bir kronoloji olacak.
Şunu kesinlikle ifade etmek isteriz ki, 28 Şubat 1997 Muhtırası ile başlayan
dönem, TÜRK MİLLETİ'ne, TÜRK DEVLETİ'ne, TÜRK ORDUSU'na, ATATÜRK'e ve MÜSLÜMANLAR'a
ihanet dönemidir!
Yine şunu kesinlikle ifade etmek isteriz ki, 28 Şubat darbesi asla TÜRK
ORDUSU'nun giriştiği bir hareket değildir. TÜRK ORDUSU içine sızmış, ta tepelere
yükselmiş olan mason, Yahudi dönmesi, Ermeni ve Rum kökenli hain kişilerin işidir.
Başını mason-dönme Orgeneral ÇEVİK BİR'in çektiği, bilhassa Deniz Kuvvetleri'nden
monşer tipli mason-dönme amirallerin desteklediği 28 ŞUBAT darbesi, SİLAHLI
KUVVETLER içindeki gerçek ATATÜRKÇÜ ve MİLLİYETÇİ TÜRK subayların kendini
"BATI ÇALIŞMA GRUBU" diye adlandıran İSRAİL yanlısı ekip tarafından ayıklanması,
MİLLÎ SİYASET'e yönelmiş olan DEVLET'in tekrar A.B.D., İSRAİL ve A.B. güdümüne
sokulması, TÜRK ORDUSU'nun PEYGAMBER OCAĞI niteliğinden çıkarılması, TÜRK MİLLETİ'nin
İSLÂM'dan uzaklaşması için yapılmıştır!.. Bir kere daha söyleyelim ki, 28 Şubat
darbesini TÜRK ORDUSU'na ve TÜRK SUBAYLAR'a mâletmek, son derece büyük bir
hatadır ve bizi tam da 28 Şubatçılar'ın istediği noktaya götürür, ORDUMUZ, ASKERİMİZ
kötülenmiş olur!
Öte yandan, şunu da belirtmek isteriz ki, TÜRK ORDUSU ülkedeki en eğitimli ve en
vatanperver kesimdir. Bu yüzden sivil iktidarın gaflet, dalâlet ve hatta hiyanet
içinde bulunduğu dönemlerde elbette ki müdahale hakkı vardır ve ilerde de müdahale
edecektir. Bunu "darbeler dönemi kapandı," ifadesi önleyemez, sivil hainlere bununla
fırsat verilemez!.. Ama 28 Şubat darbesi bu tarzda bir müdahele değildir. Ordu içindeki
gayrımüslim hainlerin sivil hainlerle elele verip TÜRKİYE'yi İsrail'e ve Amerika'ya
"koşulsuz bağlama" teşebbüsüdür!
Cereyan eden olayları anlamak için.
sonra, mason DEMİREL'in yerine Amerikan pasaportlu TANSU ÇİLLER'in gelmesine, hatta 12 Eylül 1980'e
dönmek gerekir.
1991 Erken seçimler sonucunda
DYP-SHP koalisyonu halinde 49. Hükûmet kuruldu ve afla siyasî hayata dönen
mason Süleyman Demirel
25 Haziran 1993'de mason Demirel'in Cumhurbaşkaı olması ile boşalan Doğruyol
Partisi Başkanlığına seçilen Tansu Çiller liderliğinde
SHP ile koalisyon devam etti, 50. Hükûmet kuruldu.
5 Ekim 1995'de ikinci defa Tansu Çiller başkanlığında 51. Hükûmet kuruldu.
13 Ekim 1995'de 230 red oyu ile güvenoyu alamadı, düşürüldü.
30 Ekim 1995'de 52. Hükûmet Tansu Çiller'in başkanlığında Doğruyol Partisi ve
Cumhuriyet Halk Partisi ortaklığı ile kuruldu. 5 Kasım 1995'de 174'e karşı 243 oyla
güvenoyu aldı. 26 Aralık 1995'de yapılan erken seçimler sonucunda istifa etti.
İddiaya göre, 80'li yıllardan beri devam eden, ve ordu içinde
stratejik konumları ele geçirerek örgütlenmeye çalışan, ve bir darbe
ile Suriye tipi bir azınlık iktidarını hedefleyen Atatürkçü maskeli
alevî mezhepçi, ve de Kürtçü bir cuntasal yapılanma vardı. Bu iddia
çeşitli kaynaklarca dile getirilmişti. (Aksiyon, 1 Kasım 1997)
İddiayı kanıtlayabilecek deliller elimizde olmasa da, olayı
1980'lere kadar götüremezsek te, bir takım tuhaf olaylar gözden
kaçmıyor.
Çiller'in başında olduğu hükûmet, Avrupa Birliği'ne girmeden Gümrük
Birliği'ne girmek gibi bir takım vahim hatalar yapmasına rağmen (6 Şubat 1995),
terörle
mücadeleye hız vermiş, 1993-1996 yılları arasında sadece dağlardaki teröristler
değil; şehirlerdeki işadamı kılıklı eşkiya da temizlenmişti. Kumarhaneler kralı
Ömer Lütfi Topal, ihalelere fesat karıştıran mafya babası
Nabi İnciler (İnci Baba... ki,
mason Demirel bu herifi yanına alıp TBMM binasına getirmiş, bazı kişiler
de herifin elini öpmüştü!) , tefeciler kralı Yahudi Nesim Malki temizlenenler
arasında idi. Aynı dönemde Ermeni terör örgütü ASALA'nın lider kadrosu da
yok edilmiş, örgüt çökertilmişti.
1995 yılında Başbakan Tansu Çiller'in talimatıyla Suriye'de barınan Abdullah Öcalan'a
yönelik bir suikast girişimi bile söz konusu olmuştu. Daha sonra kamuoyunda 'Yeşil'
kod adı ve Mahmut Yıldırım adıyla tanınan kişinin de katıldığı iddia olunan bu girişim,
Öcalan'ın üzerine sürülen bomba yüklü aracın tam hedefi bulamamasıyla başarısız olmuştu.
PKK'nın ağırlıkla Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen bu saldırıyı önceden
haber aldığı, hatta suikastın sonuçlarından
emin olmayan başka devlet kurumları tarafından dolaylı olarak uyarıldığı kulaktan kulağa
fısıldanıyordu.
Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinde birinci parti olmuştu.
Ama birileri Necmettin Erbakan'ın Başbakan olmasını istemiyordu!..
Seçim sonrasında zorlama ile
Anavatan Partisi ile Doğruyol Partisi Mesut Yılmaz başkanlığında 53. Hükûmet'i
kurdular ve 207'e karşı 257 oyla güven oyu aldılar. Ancak Refah Partisi'nin
güven oylaması hakkında
Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvuru haklı görülerek, güven oylaması geçersiz
sayıldığından, hükûmet dağıldı. Refah Partisi 27 Mayıs 1996 günü Mesut Yılmaz aleyhine
gensoru önergesi verdi. Önergenin kabulu üzerine Başbakan Mesut Yılmaz 6 Haziran 1996'da
istifasını sundu.
Bunun üzerine TBMM'de birinci parti durumunda olan
Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP arasında Necmettin Erbakan'ın başkanlığında
54. Hükümet (Refahyol hükümeti) kuruldu, ve 8 Temmuz 1996'da TBMM'de yapılan
oylamada güvenoyu almayı başardı.
Birden her şey değişti... Sözde Atatürkçü aydınlar, medyayı elinde tutan mason ve
dönmeler, iş dünyasının ileri gelenleri, bürokrasinin tepesindeki gayrı Türkler,
gayrı müslümanlar bu gelişmeden son derece rahatsız oldu.
3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen trafik kazasını fırsat bilinerek Hükûmet ile birlikte milliyetçiler,
Ülkücüler, Türkçüler ve müslümanlar hedefe konuldu... Ülkücü Abdullah Çatlı,
İstanbul Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ ve Kürt asıllı olmasına rağmen Devlet yanlısı
aşiret reisi ve milletvekili Sedat Bucak'ın bir arada bulunması bahane edilerek,
sözümona yasadışı polis-mafya-aşiret ilişkileri ortaya çıkmış oldu! Devlet'in hem
Ermeni terörü, hem Kürt terör ve bölücülüğü ile uğraştığı unutuldu. Mason ve dönme
medya mensupları, gazetelerde ve televizyon kanallarında günlerce konuyu
işledi. O kazada Abdullah Çatlı, Hüseyin Kocadağ,ve Gonca Us adlı bir kadın ölmüş, Sedat
Bucak ise ağır yaralanmıştı. Olay üzerine Abdullah Çatlı'ya sahte kimlik verdiği
iddia edilen Mehmet Ağar İçişleri Bakanlığı'ndan istifa etti. (8 Kasım 1996) Yerine
Meral Akşener getirildi.
Muhalefetteki Mesut Yılmaz olaydan yararlanmak isteyerek Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal'ın
öldürülmesini kurcalamaya başladı. Ancak 24 Kasım 1996'da Macaristan'da kumar oynamaya gittiği
Hilton Oteli'nde Veysel Özerdem tarafından yumruklandı, burnu kırıldı.
Bu dönemde Tansu Çiller'in "Bu ülke uğruna, millet uğruna, devlet
uğruna kurşun atan da,
kurşun yiyen de bizim için saygıyla anılır, onlar şereflidirler,"
demesine rağmen, inanılmaz
görünür ama, basın-yayın organlarının tepesinde bulunan Ermeni ve Yahudi
asıllı kişilerin başlattığı medyatik beyin yıkama sonucunda, KORKUT EKEN ,
AYHAN ÇARKIN gibi Özel Tim'in kahramanları binbir bahane
ile hapse atıldı. Çiller döneminde temizlenen Kürt
mafya ve PKK destekçisi Kürt işadamlarının, hatta öldürülen Ermeni teröristlerin
intikamı alındı. 1993-1996 arasında iyice çökertilmiş olan terörist örgütler
adeta savunuldu, güçlenmiş olan milliyetçilik duygular, insanımızın kendisine olan
güveni sarsıldı.
Hükûmet 20 Aralık 1996'da kumarhanelerin kapatılmasını kararlaştırıldı...
Kimsenin hatırlamak istemediği husus, bu kumarhanelerin çoğunun müslüman kisveli
Turgut Özal'ın başbakanlığı döneminde açıldığı, Sait Halim Paşa Yalısı'nın kumarhaneye
döndürüldüğü (Sait Halim Paşa Yalısı, içindeki çok değerli eşya ve tablolar birer
birer çalındıktan sonra kundaklandı, kül oldu. Çalınan mallar sonradan haraç mezat
açık artırmalarda
satıldı) , pek çok otele "tek kollu canavar" denilen kumar makinelerinin konduğu,
pek çok ailenin de kumar yüzünden dağıldığı idi. Bu kumarhanelerde 20.000 kişi çalışıyor
ve eski parayla 164 trilyon lira vergi ödüyorlardı. Kazandıkları parayı, kaçırdıkları vergiyi
siz düşünün!.. Ama haram paradan yarar gelmediği için, 1994 ekonomik krizinde dolar 15.000TL'den
45.000 TL.ye fırladı. Ülke bir kere daha sarsıntı geçirdi!.. Turgut Özal'ın marifeti sadece
kumarhane açmak değildi. Bankerler aracılığı ile ribayı, faizi de meşrû hale getirmiş, bankerlerin
batması ile yine binlerce aileyi perişan etmiş, ocaklar söndürmüştü. Halbuki İslâm'da kumar da,
faiz de haramdı!
11 Aralık 1996’da, Atina’da Türk-Yunan işadamları toplantısı düzenlendi. ABD’nin
Atina Büyükelçiliği’nde
yapılan toplantıda 28 Şubat sürecinde ortaya çıkan aktörlerin hemen hepsi vardı.
Askerler, patronlar, işçi
sendikalarının liderleri vardı. Aynı gün Hürriyet, Milliyet, Sabah gazetelerinde
tam sayfa ilanlar başladı,
‘Yarın Türkiye Başka Bir Türkiye Olacak’ diye... Bu ilanlar 21 Aralık’a kadar
10 gün süreyle Refahyol’a karşı verildi.
22 Aralık 1996'da Ertuğrul Özkök'ün meşhur "Bu defa sivil kuvvetlerler halletsin" köşe yazısı yayımlandı.
Bu ifadeyi dönme Oramiral Güven Erkaya kullanmış, "eski sosyalist-yeni dönek"
Ertuğrul Özkök hemen manşete taşımıştı.
O dönemde birtakım zıpçıktılar sözümona yolsuzluklar ile mücadede İtalya'daki "beyazeller"
hareketini örnek alarak, "aydınlık için bir dakika karanlık" uygulamasını başlattılar. Arkalarında
yine hükûmetten rahatsız işadamları ve onların emriyle hareket eden mason-dönme satılmış medya
mensupları vardı! Sözümona elektrikler bir
dakika kapatılırsa, ülkeye aydınlık günler gelecek, yolsuzluklar sona
erecekti!.. İlerde açıklayacağımız gibi, yolsuzluklar bitmedi, Refah-Yol
hükûmetinin yıkılmasıyla, Pontuslu Mesut Yılmaz hükûmetiyle birlikte
inanılmaz boyutlara ulaştı. Kardeşi Turgut Yılmaz iyiden iyiye zenginleşti.
İş Susurluk'la bitmedi... Sözümona irticaî faaliyetler ülkeyi sardı.
Aczimendiler diye sarıklı cüppeli, eli sopalı 40-50 kişilik bir grup ortalıkta
dolanmaya başladı.
REFAH-YOL Hükümetinin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın özel danışmanlığını da
yapan gazeteci İlnur Çevik, "Asker'in daha Refah-Yol’un ilk gününde darbe
yapmayı kafasına koyduğunu" belirtir... Kastettiği Silahlı Kuvvetler'in tepesine
çöreklenmiş olan mason-dönme generallerdir. Bunun için özellikle medya üzerinden
her türlü psikolojik harp tekniklerinin kullanıldığına işaret eder. Müslüm
Gündüz ile basılan Fadime Şahin´in bizzat Genelkurmay tarafından kullanıldığını,
Aczimendilerin ise eylemlere askeri cemselerle getirilip götürüldüğüne şahit
olduğunu anlatır. (Star gazetesi) Biz Fadime Şahin'in öyle iddia edildiği gibi bir telekız,
bir fahişe olduğuna inanmıyoruz. Bu gibi kişiler ve olaylar iskambil kâğıdı gibidir.
Siyasîlerin eline geçince koz olarak kullanılır. Saf bir aile kızı olan Fadime Şahin de
sahte şeyhler tarafından kandırılıp ortalıkta dolanmaya başlayınca Yahudi dönmesi
Çevik Bir takımına yem olmuştur.
28 ŞUBAT sürecinin Refah-Yol hükûmeti kurulmadan başladığına işaret eden İlknur
Çevik, dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri dönme Orgeneral Erol Özkasnak’ın
Erbakan’ın istifa
ettiği 18 Haziran 1997 tarihinden iki gün önce kendisini karargâha çağırdığını
söyler ve orada Özkasnak ile yaşadığı diyaloğu şöyle anlatır:
- "Özkasnak beni çağırdı; 'Bunlar rezalet, yerini iyi belirle,’
dedi. Ben de ‘Yerim orası,’ diye karşılık verdim. Bunun üzerine hiddetle 'Biz bunları kılıçtan
geçireceğiz. Bir gün askere süngü tak, deyip üzerlerine salacağım,’ dedi.
Ben de 'Bu ordunun içindeki askerin beşte üçü dinî hassasiyetleri olan insanların
çocukları. Sen süngü tak, yürü, dediğinde asker senin üzerine yürürse, o zaman
ne olur?’ diye sordum. Bunun üzerine bana 'Demagoji yapma,’ dedi ve kapı önüne koydu."
Sonradan "Postmodern darbe olmasaydı, 1999 seçimlerinde bu netici alınamazdı," diyen
dönme Orgeneral Erol Özkasnak, 28 Şubat döneminde medyayla ilişkileri yürüten, Refah-Yol
hükûmeti aleyhine sert ve yıkıcı manşetler atılmasını sağlayan kişi idi!
İlknur Çevik, 28 Şubat sürecinde her türlü psikolojik harp tekniğinin yanısıra,
provokatif eylemlerle sürece katkı yapıldığını söyler:
- "Askerler sistematik bir şekilde sivilleri kullanarak darbenin
şartlarını hazırladılar. Psikolojik Harp Dairesi’nin başındaki Orgeneral Fevzi Türkeri,
STK’lar, yargı ve medyaya brifingler verdi."
Çevik, şahit olduğu bir olayı anlatırken, o dönemde yürütülen psikolojik
harekat ve provokasyonların boyutunu da gözler önüne serer:
- "Ankara´da Bediüzzaman mevlidi vardı. O toplantıyı Aczimendiler bastı. Sonra
sözde gözaltına alındılar. Ama bunlar, beş yüz metre ötede askerî cemselere alınıp
götürüldüler. Yani
Aczimendiler Kocatepe’ye cemselerle getirildi, cemselerle
götürüldü."
Tekrar belirtelim, bunları yapanların Türk Ordusu'nun bütün fertleri değil;
Menderes'ten beri Amerikanlaşan, Üst Kademe'yi neredeyse tümden ele geçiren TÜRK
olmayan Dönmeler'dir. Onların da İslâmiyet'e olan tepkileri, aşırı "lâik"
davranışları ortadadır, çünkü müslüman değillerdir.
Sahte şeyh Ali Kalkancı ile kandırdığı Fadime Şahin
adlı kızın maceraları gazete sayfalarını, televizyon kanallarını
günlerde doldurdu. Hasan Cemal Güzel'in tabiriyle, "Kurt kuzuyu yemeye kararlıydı."
Burada "kurt", sadece TSK'nın mason-dönme generalleri değil, mason-dönme
medya, mason-dönme yargı mensupları, Avrupa ve Amerika'ya göbekten bağlanmış
işadamları idi.
Gidişatı tam değerlendiremeyen dönemin başbakanı Necmettin Erbakan da ,
Çankaya'ya cami yaptırma, Libya seyyahati, tarikat şeyhleri ile
yemek gibi olaylarla adeta ateşin üzerine benzin dökmekte,
28 Şubat sürecini tetiklemekte ve hızlandırmakta idi.
Bu olaylar;
- 2 Ekim-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Başbakan Necmettin Erbakan sırasıyla
Mısır, Libya, Nijerya'yı ziyaret etmesi idi... Libya'da, Kaddafi'nin bir çadırda Erbakan
ile yaptığı görüşmede sarfettiği sözler, muhalefet ve basın tarafından ağır bir
şekilde eleştirildi. Aslında Kaddafi söylediklerinde haklıydı. Cumhuriyet Dönemi'nde
"atatürkçülük" kisvesi altında bağımsızlıktan, islamdan, hatta Türklük'ten
uzaklaşılmış; Hıristiyan Batı ülkelerinin denetimine girilmiş, müslüman ülkelerin
bizden bekledikleri tamamen gözardı edilmişti.
- 3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya, siyasetçi,
polis ilişkilerinin açığa çıktığı iddia edilirken, Başbakan Erbakan 'fasa fiso'
demesi idi... Adalet Bakanı Şevket Kazan ise, aydınlık için bir dakika karanlık toplumsal
eylemi için "Mumsöndü oynuyorlar" dedi.
- Kayseri'nin Refah Partili Belediye Başkanı
Şükrü Karatepe'nin, 10 Kasım 1996 tarihli Refah Partisi İl Divan Toplantısındaki
konuşmasında, Türkiye'de henüz gerçek demokrasinin olmadığını, hâkim güçlerin herkesi
kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmeye zorladığını söylemesi idi... Karatepe
konuşmasında şunları söylemişti:
- "Süslü püslü göründüğüme bakıp da lâik olduğumu sakın sanmayın. Resmi görevim
nedeniyle bugün bir törene katıldım. Belki Başbakan'ın, Bakanlar'ın, milletvekillerinin
bazı mecburiyetleri vardır. Ancak, sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Refah Partili
olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni değişmelidir. İnsanları köle
gibi gören, çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey Müslümanlar! Sakın ha, içinizden
bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur."
Karatepe bu konuşması nedeniyle 1 yıl hapis ve 420.000 lira ağır para cezasına
mahkûm edildi. Aslında söyledikleri "fikir özgürlüğü" kapsamında değerlendirilebilirdi.
Çünkü o tarihlerde Kürt bölücülerin ayrılık, intikam istekleri bile "fikir özgürlüğü"
sayılıyor, haklarında işlem yapılmıyordu. Bugünlerde (2013) BDP'liler Türkler için
"önümüzde dizlerinizin üstüne geleceksiniz," diyor, bir şey yapılmıyor. Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan Türk olduğunu, veya olması gerektiğini unutup "Türk milliyetçiliğini
ayaklarımızın altına aldık," diyebiliyor, kimse dava açmıyor!.. Halbuki eskiden olsa,
onu diyeni ayaklar altına alırlardı!
- Başbakan Necmettin Erbakan'ın 11 Ocak 1997 Cumartesi günü, Başbakanlık Konutu'nda
tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği vermesi idi...
22 Ocak 1997 tarihinde yüksek rütbeli subaylar Gölcük'te toplanarak irticanın
iktidarda olduğunu tartıştılar.
- 30 Ocak 1997'de Sincan belediyesi'nin Kudüs gecesi düzenlemesi idi... Belediye
başkanı Bekir Yıldız, İran Büyükelçisi'nin misafir olduğu gecede sahneye konulan
cihad oyunu basında tepki oluşturdu. Türkiye'nin İran'a benzetilmek istendiği öne sürüldü.
Star muhabiri Işın Gürel olaylar sırasında saldırıya maruz kalmıştı.
Bekir Yıldız tutuklandı, mahkûm edildi.
Halbuki Türkiye hiç bir zaman İran'a benzememiştir, benzemez!.. Şah İsmail ve
Yavuz Sultan Selim'den buyana 500 yıldır, aralarında süren bir rekabet vardır. İran
Şii, Türkiye Sünnî'dir. İran'da hiç hata yapmayacağı kabul edilen bir Ayetullah'ın
liderliği söz konusudur, Türkiye'de ise sık sık değişen bir Diyanet İşleri Başkanı
vardır. İkisi birbirine hiç benzemez. Uğur Mumcu gibilerine düzenlenen suikast
ve saldırıları İran üzerine
yıkmak ta, İsrail'i gözden uzak tutmak amacına yöneliktir.
- Refah Partili milletvekili İbrahim Halil Çelik'in "kan akacak, fıstık gibi olacak,"
demesi idi... Sonradan sahte pasaportla Avusturya'ya kaçtı, orada yakalanıp tutuklandı.
Bu olaylar üzerine 4 Şubat'ta Sincan'da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla
geçiş yaptı. Genelkurmay 2. Başkanı dönme Orgeneral Çevik Bir
"Demokrasiye balans
ayarı yaptık," dedi!
Bu arada dünyada ve Türkiye'de başka olaylar da cereyan etmekte idi.
5 Ocak'ta Rusya, barış anlaşması uyarınca, Çeçenistan'daki son askerlerini geri çekti.
7 Ocak'ta Demokrat Türkiye Partisi kuruldu. Partinin genel başkanlığına Mason Demirel'in has
adamı Hüsamettin Cindoruk seçildi. Bu parti yakında DYP'den Tansu Çiller'i terkedip kopacakları
toplamaya yönelecekti.
16 Ocak'ta Arnavutluk'ta yüksek faizle para toplayan bankaların batması üzerine halk ayaklandı.
bizde onca banka battı, ayaklanan olmadı!
20 Ocak(ta Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD), "Demokratik standartların
yükseltilmesi paketi"ni Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı ile Genelkurmay başkanlığına sundu.
TÜSİAD raporda Kürtçe eğitimin serbest bırakılmasını da öneriyordu... 2013 yılında Yeni Anayasa
maddelerinin temeli demek ki ta 1997'de atılmıştı.
28 Ocak'ta Güney Afrika'da ırkçı yönetim döneminde görevli dört polis, devrimci öğrenci
lideri Stephen Biko'yu 1977'de öldürdüklerini resmen itiraf etti.
1 Şubat'ta Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık eylemi başladı.
5 Şubat 1997'de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan'a uyarı mektubu
gönderdi.
8 Şubat'ta Çankaya'ya çöreklenmiş olan mason Demirel, "Derin
devlet askerdir" dedi. Bunu demek suretiyle mason-dönme askerlerin, daha doğrusu
üst rütbeli
subayların bağlı bulunduğu, emrinde olduğu esas gizli fesat mekanizmasının
üzerini örtmüştür. ABD-NATO tarafından yönetilen, İsrail'le de bağlantılı
ve "derin devlet" sanılan bu ihanet örgütünün orijinal ismi ÜST YAPI idi…
Başında bir Amerikalı bulunuyordu. Çekirdek kadrosunda işadamları ağırlıkta idi…
Gizli ÜST YAPI'da, askeriyeyi kurumsal olarak Genelkurmay İkinci Başkanı temsil
ediyordu... Çevik Bir'in 28 Şubat sürecinde öne çıkmış olması bundandır.
11 Şubat'ta Şeriat'a Karşı Kadın Yürüyüşü Ankara'da yapıldı.
21 Şubat 1997'de dönme orgeneral Çevik Bir ve İlhan Kılıç Washington'da dönemin
CIA Başkanı George Tenet ve dahi ABD'nin derin adamları ile gizlice görüştüler.
İsmail Hakkı Karadayı da 28 Şubat MGK'sından üç gün önce İsrail'de idi... Acaba bu
omuzu kalabalıklar Amerika ve İsrail'den ne gibi bir talimat almışlardı?
23 Şubat'ta İskoç bilim adamları bir koyunu kopyaladılar. Yavruya Doli adını verdiler.
25 Şubat 1997'de 'Ankara Çıkarması' yaparak Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit'i
ziyaret eden TÜSİAD heyeti, ertesi gün de Çankaya Köşkü'nde Demirel'le buluşmuştu.
İşadamları, o süreçte askerlere birden fazla "brifing" vermişlerdi. Bu arada kendi
gazetelerinde de çarşaf çarşaf Refah-Yol hükûmeti aleyhine ilan yayınlamaktan geri
durmamışlardı... Kendi menfaatlerindeni başkasını düşünmeyen bu işadamları,
28 Şubat 1997 sonrasında Genelkurmay'ı ziyaret ettiklerinde askerleri "tebrik"
etmişlerdir.
Ama Erbakan'ın esas hatası (!) bu saydığımız olaylar değil; D-8'ler diye müslüman
ülkeleri bir araya getirmesi, bütçe gelirlerini bir havuzda toplaması, ve
kullanılmış oto ithaline izin vermesi idi!.. HAVUZ ne demekti biliyor musunuz?..
HAVUZ'dan önce Devlet dâirelerinin topladığı paralar özel bankalara düşük faizle
yatırılıyor, sonra paraya ihtiyacı olan Devlet bu özel bankalardan yüksek faizle
borç alıyordu!.. Prof. Dr. Osman Altuğ'un danışmanlığında kurulan HAVUZ sayesinde
bu yağma önlenmiş oldu. Ayrıca Devlet'in ne kadar para topladığı
bilinmiyordu. Çünkü gelirler türlü fonlarda toplanıyor, sonra rastgele harcanıyordu.
HAVUZ bu keşmekeşliği önledi... Kullanılmış oto ithali ise, çürük-dökük
otomobil imâl edip yüksek fiyatla satan işadamlarının haksız kazancına engel
olmuştu.
Bütün bunlar hem yurt içinde otomobil üreticisi işadamlarını, banka sahiplerini,
hortumcu politikacıları, hem de yurt dışında kapitalist Hıristiyan ülkeler ile
İsrail'i tedirgin etmişti. Hele müslüman
ülkelerin bir araya gelmesi demek, Hıristiyan Batı ve İsrail
o bölgelerde istediği gibi at oynatamayacak demekti!
Erbakan-Çiller hükûmeti, 8 Temmuz 1996'da işbaşına gelmiş, ve kısa
sürede bu bahsettiğimiz başarıları elde etmişti. Ancak Kayseri Belediye Başkanı
Şükrü Karatepe'nin konuşmaları, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın
Kudüs Günü gösterisi, Refah Partili Şevki Yılmaz ve Hasan Mezarcı'nın
patavatsızlıkları irtica iddialarına eklendi. 5 Şubat 1997'de Sincan'da
tanklar yürütüldü. Deniz Kuvvetleri Komutanı mason ve yahudi dönmesi
Oramiral Güven Erkaya, "İrtica, PKK'dan tehlikeli,"
dedi, ama başörtülü kadınlar veya eli sopalı 40-50 kişi; dağa çıkmış,
eli silahlı, dış destekli bölücü cânilerden nasıl daha tehlikeli
olur, bir türlü anlatmadı!
28 Şubat 1997 günkü Millî Güvenlik Kurulu toplantısında, asker kesiminin Batı
Çalışma Grubu'nun etkisi altında hükûmete muhtıra verdiği, Kurul Kararlarını
dikte ettiği anlaşıldı. MGK toplantısı 9 saat sürdü. Asker üyeler lâkliğin
Türkiye'de
demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu sert bir şekilde ifade ettiler.
Kararda, lâiklik için
yasaların uygulanması istendi. Tarikatlara bağlı okullar denetlenmeli ve
MEB'e devredilmeli, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli, Kuran kursları
denetlenmeli, Tevhidi Tedrisat uygulanmalı, tarikatlar kapatılmalı,
irtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi
gösteren medya kontrol altına alınmalı, kıyafet kanununa riayet edilmeli,
kurban derileri derneklere verilmemeli, Atatürk aleyhindeki eylemler
cezalandırılmalı, deniliyordu.
4 Mart 1997'de Başbakan Erbakan, MGK kararları
yumuşatılmazsa imzalamayacağını söyledi ve imzalamadı.
ama gördüğü baskı karşısında 13 Mart'ta imzaladığı iddia edildi. Kendisi sadece
ön yazıyı imzaladığını belirtmiştir... Ancak Erbakan'a ter
döktürerek, ümüğüne basılarak imzalatılan bir başka belge daha
vardı ki, onu ilerde açıklayacağız!
Ondan sonra olaylar şöyle gelişti:
7 Mart'ta İskenderun Cezaevi'nden sol görüşlü 28 mahkum tünel kazarak kaçtı, firarilerden
8'i yakalandı
19 Mart'ta Tuzla tren istasyonuna bomba koymaktan yargılanan iki PKK mensubu idama mahkûm edildi
Ama tabii Özal 1984'de idam cezalarının uygulamasını durduğu, ve o tarihten beri kimse asılmadığı
için bunlar da paçayı sıyırdılar. Allah bilir, aflardn yararlanıp çıkmışlardır.
29 Mart'ta Tekstilci Josef Behar ve 3 çalışanı İstanbul'da kimliği belirsiz kişilerce öldürüldü.
4 Nisan'da MHP lideri Alparslan Türkeş öldü.
7 Nisan 1997 günü Genelkurmay'da dönme Orgeneral Çevik Bir
başkanlığında irtica konulu bir toplantı yapıldı. ÜST YAPI'ya dahil olmayan
subayların beyni yıkanmaya çalışıldı. Kuvvet Komutanlıkları Harekât
Dairesi Başkanları'nın ve Özel Kuvvetler
Komutanlığı daire başkanlarının katıldığı toplantıda "hükümetin devam etmesini
önleyecek tedbirlerin alınması" görüşüldü. Dönme Orgeneral Çevik Bir toplantının
kapanışında "Bu, tarihi bir toplantı idi. Aynı frekanstayız, mutluyum" diye
konuştu.
22 Nisan'da Peru'nun başkenti Lima'da Japon elçiliğinde dört aydır 72 kişiyi rehin tutan Tupac
Amaru gerillalarına karşı operasyon düzenlendi, lider Nestor Carpa dahil 14 gerilla ve bir rehine
öldürüldü.
23 Nisan 1997'de Başbakan Yardımcısı Çiller, 28 Şubat Kararları'na uygun temel
eğitimi "8 yıllık Kesintisiz Eğitim" olarak açıkladı.
26 Nisan 1997'de DYP'den Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna ile Sanayi Bakanı Yalım Erez
istifa etti. Yahudi Dönmesi Yalım Erez daha sonra, "Çiller'i siz getirmiştiniz" diyen gazeteciye,
küstahça, "Ben getirdim, ben götüreceğim," dedi.
27 Nisan'da Türkiye'ye gelen Sovyetler Birliği'ni dağıtmış olan eski Sovyetler Birliği Devlet
Başkanı Mihail Gorbaçov Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde öğrenciler tarafından üzerine yumurta
atılarak protesto edildi. Gorbaçov konuşmasının ardından arka kapıdan kaçırıldı. Protestocu
öğrencilerden 8'i gözaltına alındı.
29 Nisan'da 1993’te imzalanan Kimyasal Silahlar Antlaşması yürürlüğe girdi. Rusya, Irak ve
Kuzey Kore antlaşmayı imzalamadı. ABD, İngiltere, Fransa, İtalya imzaladı da, ne oldu?.. En
zengin kimyasal silahlar onların elinde!
30 Nisan'da Genelkurmay Başkanlığı'nca gazetecilere brifing verildi.
1 Mayıs'ta Başbakan Necmettin Erbakan yabancı CPJ (Gazetecileri Koruma Komitesi) tarafından
"basın düşmanı" ilan edilen liderler arasında yer aldı.
2 Mayıs'ta uzun yıllar sonra sol tekrar iktidara geldi. Tabii ona "sol-soyyalist-toplumcu"
denebilirse!.. İşçi Partisi lideri Tony Blair Başbakan oldu. Daha sonra Oğul Bush ile Afganistan
ve Irak'ı işgalde önemli rolü oldu.
Yine 2 Mayıs'ta Alaattin Çakıcı Flash TV'de telefonla Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve eşi
Özer Çiller'i suçladı. Ertesi gün, silahlı bir grup Flash TV'nin İstanbul'daki binasını bastı.
6 Mayıs'ta İstanbul'da barmen Oğuz Atak sırtındaki Arapça "Allah" dövmesi
yüzünden öldürüldü. Aynı gün Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Eşbaşkanı Claudia Roth, Doğru Yol
Partisi Milletvekili Ayvaz Gökdemir aleyhine açtığı tazminat davasını kazandı. Ayvaz Gökdemir,
Claudia Roth'a fahişe demişti. Adam haklıydı ama delili yoktu.
9 Mayıs'ta Almanya'daki sözde Anadolu Hilafet Devleti'nin Berlin temsilcisi
Yusuf Sofu evinde öldürüldü. Aynı gün dönme gazeteci Abdi İpekçi adına düzenlenen
Uluslararası Dostluk ve Barış Ödülü Türk İş ile Yunan Sendikaları Federasyonu'na
verildi. Ne alâkası varsa!..
12 Mayıs Sultanahmet Meydanı'nda "8 Yıl Kesintisiz Eğitim"e tepki olarak
"İmam Hatiplilere Dokunmayın" mitingi yapıldı.
13 Mayıs'ta İçişleri Bakanlığı, Uğur Mumcu'nun ailesine 9,5 milyar liralık maddi tazminat ödedi.
14 Mayıs'ta Türk Silahlı Kuvvetleri Kuzey Irak'a yönelik en büyük sınır ötesi harekatı başlattı.
50 bin asker ve köy korucusu Kuzey Irak'a girdi. Resmi açıklamalarda, "Çelik Harekatı" adlı
operasyonda 113 güvenlik mensubu ve 2811 PKK militanının öldüğü ilan edildi.
17 Mayıs'ta diri-ölü, çoluk-çocuk bulabildikleri her izmi yazarak Kürt bölücülerce hazırlanan
"Barış İçin Bir Milyon İmza" girişiminin topladığı imzalar Meclis'e iletildi.
21 Mayıs'ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, "ülkeyi iç savaşa sürüklediğini"
söyleyerek, RP'nin kapatılması için dava açtı. (Bir süre
sonra parti kapatıldı: 17 Ocak 1998)
23 Mayıs 1997'de Yahudi dönmesi ve Batı Çalışma Grubu'nun lideri Orgeneral
Çevik Bir İsrail'i ziyaret etti. Oradan emir ve talimat aldı, döndü.
26 Mayıs'ta Susurluk'taki kazanın duruşmasında, kamyon şoförü Hasan Gökçe, 6 milyon 420 bin
lira para cezası ile DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Edip Bucak'ın ailesine 100 milyon lira manevî
tazminat ödemeye mahkûm edildi. Acaba böyle bir trafik cezasının başka bir örneği var mı?
3 Haziran'da Susurluk Davası 7 ay aradan sonra Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde
başladı.
5 Haziran'da 1996 dönme gazeteci Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü bir yıl
gecikmeyle Yunanistan eski Başbakanı Konstantin Miçotakis' verildi. Ne alâkası
varsa!
6 Haziran'da gazeteci Mahmut Ovür silahlı saldırıya uğradı.
7 Haziran 1997'de Genelkurmay, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği
firmalara ambargo koydu. Böylece Anadolu Kaplanları diye bilinen Türk ve müslüman
işadamlarının önü kesilip yabancılarla ortak olan İstanbul şahsiyetsiz işadamlarına
gaz verildi.
10 Haziran'da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri
Genelkurmay Başkanlığı'na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi.
Genelkurmay ayrıca basın mensuplarına da brifing verdi.
16 Haziran 1997'de İslam Ülkeleri D-8'in kuruluş deklarasyonu İstanbul'da imzalandı.
18 Haziran 1997'de Başbakan Necmettin Erbakan istifa etti. Erbakan koalisyon ortağı Doğru
Yol Partisi ile başbakanlığı bir yıl sonunda Tansu Çiller'e devretme anlaşması yapmıştı.
Basın-yayın organlarındaki mason-dönme yazarların, ordu içinde
klikleşmiş olan mason-dönme Batı Çalışma Grubu ile işbirliği içinde
yürüttükleri kampanyaya, işadamları da katıldı. Kendi gazetelerine tam sayfa
ilanlar vererek hükûmeti yerden yere vurdular.
O günlere ait bazı gazete başlıkları:
- GEREKİRSE SİLAH BİLE KULLANIRIZ! GenelKurmay Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti'ni
yıkmaya çalışan (!) irticaya karşı mücadelede gerekirse silah kullanılacağını
açıkladı! (Hürriyet)
- ORDUDAN SON UYARI! Genelkurmay rejimi silahla korumaktan söz etti. (Milliyet)
- ORDUDAN DÖRT UYARI! (Cumhuriyet)
- LÂİKLİK UYARISI! (Milliyet)
- HÜKÛMETİ DÜŞÜRME ÇAĞRISI! (Cumhuriyet)
- KARADAYI'DAN HUMEYNİ DERSİ! İran'da generaller Hümeyni hareketinin irticanın
ta kendisi olduğu fark ettiklerinde iş işten geçmişti! (Sabah)
- GENELKURMAY'DA DÜŞMAN DEĞİŞTİ! Türkiye'nin Savunma Anayasası yenideni yazıldı.
Tarihte ilk kez DIŞ DÜŞMAN'ın yerine İRTİCA ALDI! (Sabah) (Tarihte ilk kez Türkiye
böyle bir ihanet gördü.)
- IMF'DEN KRİZ UYARISI! (milliyet)
- DEMİREL'DEN HOCA'YA ÇOK SERT MEKTUP! (Sabah)
- MUHTIRA GİBİ BRİFİNG! (Sabah)
- ASKER'DEN RP'YE ŞOK SUÇLAMALAR (Hürriyet)
- YA UY, YA ÇEKİL! (Hürriyet)
- PAŞA PAŞA İMZALADI! (Sabah)
- ORDUDAN AMBARGO! Genelkurmay: İrticacı kuruluşlardan alışveriş yapmayın!
(Milliyet) (Hıristiyan ve Yahudi kuruluşlardan serbest!)
- REFAH'SIZ ARAYIŞ! (Hürriyet)
- REKTÖRLER UYARDI! (Hürriyet)
- HOCA'YI GÖNDERMEK ARTIK VÂCİP OLDU! (Milliyet)
- DYP MİLLETVEKİLLERİNE AÇIK ÇAĞRI: TARİHÎ GÖREV SİZİ BEKLİYOR! (Sabah)
(Bu hükûmeti yıkın ki, Dönmeler Hükûmeti kurulsun!)
- SON UYARISI REFAH'A! (Milliyet)
- REFAH-YOL'UN SONU! (Milliyet)
- YENİ HÜKÛMET TAMAM! (Hürriyet) (Çakma da olsa, bizim istediğimiz oldu.)
28 Şubat sürecinde Şemdin Sakık'ın sözlerinden yola çıkarak kaleme aldığı
"Alçakları Tanıyalım" başlıklı yazısı ile ilgili üzüntüsünü ifade eden
Oktay Ekşi, o yazıyı yazdığı sırada, yazı nedeniyle mağdur olan kişilerin
kim olduğunu bilmediğini dile getiriyor:
- "O tarihte gazeteye gelen bir haber vardı; 'bazı kişiler PKK'ya maddi karşılık
alarak yardım ediyormuş'. Haber buydu, 'Sakık bunu söylüyor' deniliyordu. Ben de
bu haber geldiğinde o yazıyı kaleme aldım. Böyle bilgi geldiğinde bu yazıyı 5 defa
yazarım."
Şemdin Sakık kim?.. 33 silahsız erin kurşuna dizilmesinden sorumlu
kişi!.. Hem de sözümona PKK'nın
"ateşkes" ilan ettiği dönemde!.. Adam yerine konmuş! Tanık olarak dinlenmiş!
PKK'ya yardım edenler dışında, gördüğünü değil de,
dedikoduları nakletmiş! Hapisteki generaller onun sözleri ile
suçlanmış!
"O dönem hiç talimat aldınız mı?" sorusuna ise Oktay Ekşi şöyle cevap veriyor:
- "Benim 44 senem Hürriyet'te, 59 senem de meslekte geçti.
Bana talimat
verdiğini söyleyebilen bir kişi çıkarsa hemen milletvekilliğini bırakabilirim.
Hiç kimse talimat verme cesaretinde dahi bulunamamıştır."
"O dönemde irtica tehlikesi var mıydı?" sorusuna şu sözlerle cevap veriyor:
- "Vardı tabii. Ciddi bir şekilde vardı. 'Kanlı mı geleceğiz,
kansız mı geleceğiz'
diyen Erbakan. 'Gulu gulu dansıdır bunlar' diye ifade kullanan Şevket Kazan.
'Refah Partisi'ne oy vermeyenler patates dinindendir' diyen Erbakan... Bütün bunlar
o tarihlerde benim de yazdığım kendisi tarafından kaynak gösterilerek ifade
edilen hususlar. O dönemde bunu birileri ayrıca kullanmış olabilir, doğrudur.
Zaten 28 Şubat'ın gerisinde bir psikolojik harekat var diyorsak -ki bende olduğunu
kabul ediyorum-, muhtemelen o dönemde bunları abartacak şekilde birilerinin
kullanmasına servis edenler de olmuştur."
İşte bu tarz baskılar karşısında hükümetin DYP kanadından istifalar başladı...
Sonunda 18 Haziran 1997'de Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının
hedefinin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti.
28 Şubat darbesinden on yıl sonra, darbenin lideri mason-dönme Orgeneral
Çevik Bir, Can Dündar'ın programında, bakın, neler diyor:
- "Türk Silahlı Kuvvetleri lâik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
yılmaz bekçisi ve koruyucusudur.
28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu toplantısında ordu, Türkiye'nin
önündeki en büyük tehlikenin irtica olduğunu açıkladı.
Erbakan'a rağmen imzalanan 28 Şubat kararları, gizli andıçlarla,
yollarda tanklarla, seri brifinglerle, sivil toplum da harekete
geçirilerek uygulamaya kondu ve sonunda Erbakan, hükümeti bırakmak
zorunda kaldı."
19 Haziran 1997'de, zoru her gördüğünde şapkasını alıp kaçmakla ün yapmış olan
Cumhurbaşkanı mason Süleyman Demirel, Ordu'nun gelmekte olduğunu
sezdiği için, kendi koltuğunu garantiye almak için, hükûmeti kurma görevini o sırada
arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller'e vermeyip, ANAP Genel Başkanı
ve Rize Milletvekili Mesut Yılmaz'a verdi.
Bir parti başkanı hükûmet kurma görevini
alınca ne yapar dersiniz?.. Derhal kendi partisinin yetkili kurullarını toplayıp
meseleyi görüşmez mi?.. Pontuslu, hayatında bir kere bile "TÜRK" kelimesini kullanmamış
olan Mesut Yılmaz, kendi partisinin elemanları ile görüşeceğine, yellim yepelek
medya patronu Aydın Doğan'a koştu, ondan işadamlarının istek ve talimatlarını aldı.
Refahyol hükümetinin 'mağdur ettiği' iş adamları idi bunlar...
Devlet ihalelerinin İslamî kesime verildiğini iddia eden bazı turizmciler,
sanayiciler, inşaat sahipleri, medya patronları... Her birinin
inşaatı, turizm yatırımları vardı... Bu yüzden 28 Şubat'a "askerin darbesi" kadar,
"ekonomik çıkarcıların darbesi" veya "İstanbullu işadamlarının darbesi", veya
"medyacı işadamlarının darbesi" de denilebilir.
27 Haziran'da ANAP Başkanı Mesut Yılmaz, DSP Başkanı Ecevit ve DYP'den kopanların
oluşturduğu DTP'nin Başkanı Cindoruk koalisyon için anlaştılar.
Necmettin Erbakan'ı köstekleyip te Mesut Yılmaz'ı öne süren iş adamlarının
"destekleme" için şartları vardı. Bizzat onların hazırladıkları bakanlar
listesini kabul edecekti Mesut bey! Herkes kendi branşına göre bakan
seçmişti. Tabii en yakın
adamları arasından... Turizmle uğraşan işadamları Turizm Bakanı'nı (İbrahim Gürdal),
Sanayici işadamları Sanayi ve Ticaret Bakanı'nı (Enis Yalım Erez),
ormanlara göz dikmiş inşaatçı işadamları Orman Bakanı'nı (Ersin Taranoğlu),
Bayındırlık Bakanı Yaxşar Topçu,
kıyak tarafından doğal gazla işletilen santrallere yatırım yapmak isteyenler Enerji
ve Tabii Kaynaklar Bakanı'nı
(Mustafa Cumhur Sümer), ve tabii dış destek sağlamak için daima ABD'nin onayı
alınarak seçilen Dışişleri Bakanı (dönme ve dönek İsmail Cem İpekçi)...
Hükümet işte böyle ANAP, DSP ve Demokrat Türkiye Partisi tarafından oluşturulan
azınlık koalisyonu halinde kuruldu. CHP de hükümeti dışardan destekledi. Ne
karşılığında?.. "ATATÜRK'ün CHP'si" olma vasfını mandacı İsmet'in başa geçmesi ile
kaybetmiş olan CHP, 12 Eylül'de elinden alınıp ta Devlet'e maledilmiş olan
(ki doğruydu) "İş Bankası
hisseleri"nin partiye iadesi şartıyla destek verdi. Mesut Yılmaz da işbaşına gelir
gelmez, bunu sağladı... O hisseler yüzünden CHP iktidara gelme ihtiyacı duymaz,
zaten Devlet'i sömürmektedir... Bağımsız milletvekillerinin oyları da onlara
"bakanlık" verilerek sağlandı. Bu kabinede tam 19 Devlet Bakanı vardı!
30 Haziran 1997 günü Cumhurbaşkanı'nca da onaylanan Hükümet, 8 Temmuz'da
TBMM'den 256'ya karşılık 281 oyla güvenoyu aldı, ama Mesut Yılmaz'ın kurduğu bu
hükûmeti, "28 Şubat'ın gayrımeşrû çocuğu" olmaktan aldığı bu oylar kurtaramadı!
İstedikleri ortamın oluştuğuna inanan
zıpçıktı generalin biri "28 Şubat süreci bin yıl sürer!" dedi. On yıl
zor sürdü. Tıpkı "1000 yıllık Reich" diyen Hitler'in Nazi imparatorluğunun sadece
10 yıl sürmesi gibi!.. 2008 başlarından itibaren ordu içindeki darbeci yeni akımlar
ortaya çıkmaya başladı, mason-dönme Çevik Bir ekibinin sarstığı ordunun
prestiji iyice bozuldu.
Şamil Tayyar bir süre sonra Star gazetesinde şöyle yazıyordu:
- "Meclis Genel Kurulu’nda bütçe görüşmelerinin başladığı pazartesi günü Saadet
Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın davetindeydim. CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu kürsüye çıkmadan görüşmeyi tamamlayıp Meclis'e döndüm."
- "Hocayla uzun bir sohbete koyulduk.
Laf dönüp dolaşıp 28 Şubat post modern darbeye geldi. Darbezede bir başbakan olarak
söyleyecekleri vardı. Siyonistlerin, dar anlamda ABD ve İsrail’in darbe planına,
50 civarındaki iktidar mensubu korkak milletvekili yüzünden yenik düştüklerini
anlattı."
- "Sonra 30 Ekim 1996 tarihli tercüme edilmiş gizli belgeyi arşivden çıkardı.
Belge, Wikileaks yayınları gibi Ankara’dan Washington’a gönderilen ve dedikodulara
dayalı ham istihbarat notu değil, Washington’da karara dönüştürülmüş ulusal güvenlik
belgesiydi."
- "İkisi arasındaki farkı son yazımda tarif etmiştim. Biri ("Wikileaks " gibi) pek
gizli olmayan ve mahcubiyetten öte sonuç doğurmayan metin, diğeri ölümüne
hesaplaşmaya yol açabilen ulusal güvenlik belgesidir."
- "Belgede dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher’in imzası var. Ankara
Büyükelçiliği'ne gönderilmiş. Bilgi olarak Atina, Beyrut, Moskova, Sofya Elçilikleri
ile Geneva, NATO ve BM Amerikan misyonlarına da ulaştırılmış."
- "Refahyol hükümetiyle ilgili değerlendirme ve iktidardan düşürme yöntemine yer
verilen belgede, ilk yorum koalisyonun büyük ortağı RP ile ilgili olarak yapılıyor:
- ABD, Türk hükümetinin millî eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan’ın ideolojisinden
ilham alarak dış politikayı Batı'dan ayırıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden
yönlendirilmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce Türkiye’nin İran,
Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut
tutumu, bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır."
- "İkinci yorum, koalisyonun küçük ortağı DYP ile ilgili...
- DYP, Erbakan’ın radikal İslamî söylemlerini ılımlaştırmada başarılı olamadığına
göre, kendisinin RP ile koalisyonu verimsiz görünmektedir. Biz inanıyoruz ki,
Tansu Çiller’in koalisyondan çekilmesi Erbakan’ı düşürür ve ülkeyi genel seçimlere
götürür. Sonuç kesin olmamakla birlikte RP büyük ihtimalle seçimlerden eskisinden
daha güçlü olarak çıkacaktır."
- "Özetle denmek isteniyor ki: RP düşmanca hareket ediyor, DYP ise bunu
frenleyebilecek güce sahip değil, seçim de çare olmayacak. O halde? Türkiye’yi
hizaya çekebilmek için hükümetin dövülüp hırpalanması, iktidar ortaklarının yerde
süründüğü ve güçsüz kaldığı ortamda seçimlere gidilmesi lâzım!"
- "Peki kim dövecek?.. Belgeden okuyalım:
- Türkiye, Birleşik Devletler'in anahtar stratejik ortağı olarak kalmak
mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız,
bizim millî menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir. Türk askeriyesi, bu sonucu
elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır.
Bu konudaki aksiyon planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum."
- "Anlaşılıyor ki, ABD, 15 Ekim 1996 tarihinde post modern darbe için düğmeye
basmış, TSK’ya da görev biçmiş."
- "Bu iddiayı, ilk olarak eski Başbakanlık Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu, 11 Şubat
2007 tarihli Vakit Gazetesi’ne yaptığı açıklamada dile getirmiş, '28 Şubat’ın
startı ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gönderdiği çok gizli bir yazıyla verilmiştir'
demişti."
- "Ancak belge sırdı.
Erbakan’ın masasında ilk defa gördüğümüz bu belge, 28 Şubat’ın nasıl tezgâhlandığını
göstermesi bakımından çok önemlidir. Bir yerde darbe emrinin belgesidir. Üstelik
Wikileaks dedikodusu değil... "
( Wikileaks Türkiye Belgeleri İngilizce asıl belge
( Wikileaks Türkiye Belgeleri AKP-cemaat-ABD-PKK-İsrail -ilişkileri
( Wikileaks Türkiye Belgeleri Erdoğan kanser
TBMM Muhtıraları ve Darbeleri Araştırma 28 Şubat Alt Komisyonu sürecin yakın tanığı eski
istihbaratçı Bülent Orakoğlu’nu dinledi. Dönemin Emniyet Genel müdürlüğü İstihbarat dairesi eski
başkan vekili Bülent Orakoğlu, 28 Şubat’ın yaşanmasındaki en önemli siyasi sorumlunun Süleyman
Demirel olduğunu söyledi.
28 Şubat darbe değildir, demenin mümkün olmadığını belirten Orakoğlu:
- "28 Şubat Türkiye’nin savunma refleksini kırmıştır. Türkiye kutuplaştırılmıştır,
cunta devleti ele geçirmiştir.
Türkiye’nin genleriyle oynanmıştır, tankların yerine medya kullanılmıştır. Batı
Çalışma Grubu’nun darbenin
alt yapısını hazırlayan fişleme çalışmasına ilişkin belgeyi önce Emniyet Genel
Müdürü'ne verdik. Oradan
da hiyerarşik sırayla İçişleri Bakanı'na, Tansu Çiller’e, Başbakan Erbakan’a,
oradan da Cumhurbaşkanı
Demirel’e gitti. Ancak Demirel’in gereğini yapmadı. Önce belgeyi Orgeneral
Karadayı’ya verdi, oradan da Çevik Bir’e
gitti. Demirel BÇG belgesinin araştırılmasını istemedi. Bu belge cuntacılara,
darbecilere iade edilmiştir.
Cumhurbaşkanı Demirel’in görevini yapmadığı, yargılanması gerektiği kanaatindeyim.
Belgeyi eline aldığı
andan itibaren bu süreci durdurabilirdi, yapmadı. TSK’nın bütün üyeleri çocukları
birer fişleme aracı gibi çalıştılar.
Batı Çalışma Grubu illegal bir cunta kuruluşudur, hiçbir hukuki alt yapısı yoktur,
TSK’da da bir karşılığı yoktur."
- "O dönemde 11 milyon kişi fişlendi. O fişler şimdi MİT’de. Nesim Malki’nin
parası Mossad’ındı.
Görevde olduğum süre içinde Nesim Malki cinayeti ve Türkbank olayını araştırdık ve ciddi bulgular
elde ettik. Bir ekip olayı araştırmak için Bursa’ya gitti. Mossad'la ilgili ciddi bulgulara
rastladık."
- "28 Şubat sürecinde boşaltılan bankalar var. 300 milyarlık zarardan bahsediliyor. Darbenin
iç ve dış ayakları vardır. Dış ayağı belli. Türkiye’deki İsrail ayaklarını tespit etmek amacıyla
Malki cinayetini araştırdık. Ergenekon iddianamesinde de görüyoruz ki Perinçek’in evindeki aramada
Nesim Malki’ye borcu olanların listesi çıkmıştır. Nesim Malki'ye olan borçlarından dolayı bazı
bankaların içinin boşaltıldığı iddiası var. Aslında bu paraların MOSSAD’ın olduğu ve bankaların
içinin boşaltılmasında Mossad’ın parmağının olduğu iddiaları var."
Bülent Orakoğlu, 28 Şubat’ta NATO subaylarının rolünün sorulması üzerine şu değerlendirmeyi yaptı:
- "Bunun için Gladyo'ya girmemiz lâzım. Bütün NATO ülkelerinde Gladyo tipi yapılanmalar var.
16 NATO ülkesinde bu yapıya rastlanmış. Türkiye ile ilgili bilgi alınamamış, Bu da faal olduğunu
gösteriyor. Gladyo tam olarak temizlenemedi. Türkiye’deki adı Gladyo, şimdi
bağlantı olarak Ergenekon'dan bahsediliyor."
Bülent Orakoğlu, 28 Şubatçılar'ın MOSSAD, GLADYO ile bağlantılarından söz ediyor,
ama bu ilişkiler içinde olanların Türk Silahlı Kuvvetleri içinde en üst rütbelere
yükselmiş Yahudi Dönmesi (Sabetayist) olduğunu dile getirmiyor.
Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener şöyle diyor:
- "28 Şubat'ın 80 ve 60 ihtilâllerinden net bir farkı var.
Sivil toplum, yargı, sermaye ve medyanın üzerinden, aydın diye tabir edilen
kişiler üzerinden, sihirli demokrasi sözcüğü üzerinden yapılmış bir müdahaledir."
- "Refah Yol hükümetinin ekonomi yönünün başarılı olduğunu dün de
söyledim, bugün de söylüyorum. Refah Yol'un ekonomik tedbirleri İstanbul
sermayesinin ciddi mânâda işine gelmemişti. Refah Yol yıkıldıktan sonra birdenbire
bankaların çöktüğünü görebeliriz. Birileri durumdan vazife çıkardı, birileri
de milletin parasından hırsızlık çıkardı."
- "Refah Yol'un kurulmasını baştan istemeyen DYP'li milletvekilleri, il
başkanları vardı. Ben
kurulmasını savunanlardanım. Bu bir siyasi parti... Eşit rekabet şartları içinde
seçime gitmişsiniz. Savunma nedenim de cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ihtilaf
sahaları var. Millet-devlet kaynaşmasının sağlanmasında önemli bir adım olacağını
düşünmüştüm.
Hâlâ bu iddianın arkasındayım. Rahmetli Erbakan'a büyük haksızlık edildiğini
düşünüyorum. Bütün her şey onun üzerine bırakıldı ama kimse düşünmüyor.
Afganistan'da Kur'an-ı Kerim yaktılar, halk tepki gösteriyor, bir tane askerinizi
çekmiyorsunuz. O
dönemde Erbakan'ın partisinin tabanı Filistin'di, imam hatiplerdi. Halktan
bir tazyik söz konusuydu. Rahmetli Erbakan yıllardır bir siyasi geleneğin temsilcisi
olarak 'Biz bu iktidarı yönetebiliriz' deyip sistemin sahibi olduğunu iddia eden
aktörlere (sözde Atatürkçülere) karşı bir tavrı vardı. Tabanının tazyikine
rağmen onlarla uyuşmaya gayret ediyordu."
- "Refah Yol hükümeti 28 Şubat'taki o maddeleri imzalamayıp, meselâ erken seçim
kararı alsaydı... Doğru olan buydu."
AKP'nin Meclis Başkanı, Bakanı, Hükûmet Sözcüsü, kısacası önde geleni, eski
Refah partili Bülent Arınç şöyle diyor:
- "Tabii MGK'dan çıkan kararlar fevkâlâde üzücü kararlardı. Onların imzalanıp
imzalanmayacağı söz konusu idi. SONRADAN İMZALANDI. Hükûmet'e sevkedildi, dediler.
Bu şartların kabulü veya bu kararların kabulü noktasında değil; Hükûmet bunları
öncelikle görüşür, anlamında... Bu kararları istedim. Veremeyiz, dediler.
Kararların çok gizli bir kararname haline geldiğini veya MGK'dan almamız gerektiğini
söylediler."
28 Şubat darbesi sorumlularının yargılanmaya başladığı günlerde Gazeteci Oktay
Ekşi uyanıp KULLANILDIK! dedi... Gerçekten de medyadaki dönmeler bilerek, sahiden irtica geliyor zehabına kapılan
kendini Atatürkçü sayanlar da bilmeden kullanılmışlardı.
Bu "kullanılma" sona erdi, geçmişte kaldı sanılmasın!.. 1980 öncesinin bunalımla ve kanlı
günlerinde feryat eden, 12 Eylül'ü alkışlayarak karşılayan gazeteciler, bugün geçmişte
söylediklerini, yazdıklarını unutmuş olarak 12 Eylül'ü bahane edip askerler
aleyhine konuşabilmekte, ve
orduyu küçük düşüren davranışlar içinde yer almaktadırlar.
28 Şubat sonrasında bir gazeteci kıyımı meydana geldi. Uzanlar Star'ın kadrosunu
daraltma kararı aldı. Star gazetesinin kadrosunda yüzde 40'lık bir azaltma yapıldı.
Hürriyet gazetesi
yazarlarından Oya Berberoğlu istifa etti. Enis Berberoğlu'nun istifası kabul edilmedi.
Zeynep Atikkan,
Kurthan Fişek ve Pınar Türenç'in de yazılarına son verildi. Gözcü gazetesinin
yayınına son verileceği de gelen
haberler arasında idi. Gruba bağlı gazeteler ilavelerini kapatırken yüzde 20 küçülme
kararı aldı.
Medyadaki kriz Sabah gazetesi ile başlamıştı. Önce Sabah grubuna bağlı Yeni Binyıl
gazetesi kapatılmış,
orada çalışan gazetecilerin işine son verilmişti. Sabah'ın daha sonra başlattığı
el değiştirme ve küçülme
operasyonlarında da yaklaşık 1200 gazeteci işsiz kalmıştı. Aynı şekilde İhlas
Grubu'ndan da 400 gazeteci işten ayrılmak zorunda kalmıştı.
Türkiye'nin sosyal ve ekonomik olarak geri kalmasına bize göre en büyük sebep
kendi çıkarlarını herşeyin
üzerinde tutan medya patronlarıdır. Ancak kader öyle bir oyun oynadı ki hesap
yapanların da haricinde bir
hesap yapanın varlığı ortaya çıktı. Gerçek, bu insanların bacaklarına dolanarak
yüz üstü kapaklanmalarına
sebep oldu. Önce kendi silüetleri kaybolmaya başladı, ardından ise 10 binlerce
dolar maaş verdikleri köşe
başındaki adamlarına yol gözüktü. Ancak bu arada yükünü tutanlar tutmuş, basın
emekçileri 'altta kalanın
canı çıksın' mantığıyla defterden silinmişti. Ancak işin tek açıklaması ekonomik
kriz miydi? Peki neydi gerçek?
Tekel olması muhtemel Aydın Doğan'ın rakibi konumuna gelen Karamehmet bütün
dengeleri alt üst etmişti.
İnsanın aklına gelmeden etmiyor; acaba 28 Şubat öncesi plaza yönetim kurullarına
giden yazar kıyımı listeleri
bir kredi karşılığı şimdi yeniden gündeme getirilmiş olmasın... Çünkü böyle bir
yazar kıyımının başka türlü bir açıklaması yok.
Dinç Bilgin'in önce Yeni Yüzyıl, o kapandıktan bir müddet sonra Yeni Binyıl
adıyla çıkardığı (en azından
seviye bakımından) iddialı gazete fazla dayanamadı. Belki de o seviyesizlik
içinde Yeni Binyıl gibi seviyeli
gazete fazla geliyordu. Kapandı ve arkasında yüzlerce işsiz bıraktı.
Sabah gazetesinin Etibank'ı soymasının ardından gazeteciler mağdur vatandaş
konumuna düştüler.
28 Şubat'ın oluşmasında rol oynamış dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz, TİSK Başkanı
Refik Baydur, DİSK Başkanı Rıdvan
Budak, TESK Başkanı Derviş Günday, TOBB Başkanı Fuat Miras, Türk-İş Başkanı
Bayram Meral gibi...
28 Şubat süreciyle birlikte DYP'den ayrılan milletvekilleri, DTP'yi kurdular. DTP, yaptığı
transferlerle grup kurmayı başarırken, transferlerde milyarların döndüğü söylentisi Meclis'in
üzerine kara bir leke olarak kaldı. DTP, Türkiye'nin, seçime girmeden yaptığı transferlerle
hükümet ortağı olan ilk partisi olmayı başardı. 1995'de 134 milletvekili ile Meclis'e gelen DYP,
91'e kadar düştü. Refah Partisi'nin kapatılmasıyla Bağımsızlar'ın sayısı 163'e kadar çıktı.
Seçimde 12 milletvekilliği kazanmış olan ANAP transferlerle saydalye sayısını 138'e çıkardı.
CHP de milletvekili sayısını 49'dan 55'e yükseltti.
EMASYA yapılanması 28 Şubat'ta oluşturulmuştu.
ÖHD'nin (Seferberlik Tetkik Kurulu) hazırladığı eylem planında
"Toplumda infial uyandıracak olayların planlanması ve gerçekleşmesi neticesinde
sokaklara dökülecek kalabalığa EMASYA birliklerinin kullanılması ve mevcut durum
bahane edilerek hükümetin görevine son verilmesi" isteniyordu.
Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Raporu'nda, "28 Şubat sürecinin
ülke ekonomisine maliyeti" çıkarıldı.
Raporda, 28 Şubat darbesinin Türkiye üzerinde yapmış olduğu etkinin ekonomik
boyutunun ele alındığı belirtilerek şöyle denildi:
- "2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu
bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar dolar seviyesindedir."
- "Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin
28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle
1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları
47 milyar ABD doları civarındadır."
- "Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi millî hasılaya oranının
değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD
doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir."
- "Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ânî sermaye çıkışlarının ardından
ekonomide yüzde 6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise
gelir seviyesinde yüzde 9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki
sermaye çıkışları sonrasında gayri safi millî hasıla düzeyinde toplamda
75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir."
Türkiye'de 2001 yılında meydana gelen devalüasyon sonrasında ihracat, ithalat
ve dış borçlar bağlamında aynı miktarda yabancı para karşılığının daha fazla mal
ve hizmet satışı ile gerçekleşmesi nedeniyle kazançtan ziyade maliyet unsuru
olduğu kaydedilen raporda,
- "Ulusal paradaki değer kaybının öncesi ve sonrası
kıyaslandığında ihracat, ithalat ve dış borç servisi bağlamında kriz yaklaşık
13,8 milyar dolarlık ek maliyet getirmiştir."
denilmektedir. 2000-2008 yılları aralığında IMF'den yaklaşık 48,7 milyar dolar
destek kredisi alındığı belirtilen raporda,
- "Alınan bu kredinin maliyeti 6 milyar $ seviyesinde
gerçekleşmiş ve ABD doları
bazında yüzde 12,3 gibi oldukça yüksek faiz oranından borç alınmıştır"
ifadeleri yer aldı.
27 Mayıs 1960 askerî darbesi sonrasında kurulan OYAK'ın 28 Şubat sonrasında
siyasî etkinliğini kullanarak finans sektöründe, özellikle de bankacılık alanında
önemli gelişmeler kaydettiğine işaret edilen raporda,
- "Aynı zamanda OYAK bu etkin gücü sayesinde Sümerbank'ı TMSF'den çok uygun
bedel karşılığında satın almış ve bu dönemde karlılığını önemli düzeyde artıran
nâdir kuruluşlardan birisi olmuştur. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen
OYAK 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra
üçüncü sıraya yerleşmiştir"
denilmektedir... Askerlerin, daha doğrusu subayların ticaretle, bankacılıkla
elbette ki işi yoktur. Üstelik OYAK, emekli general ve albaylara yüksek emekli ikramiyeleri
verdiği gibi, karılarına, kızlarına iş sahası olmakta, biriken paralar çarçur
edilmektedir. Böyle bir kuruluş TSK bünyesi içinde yer almalı, ticaret ve bankacılık
yerine biriken paralar ordunun ihtiyacını karşılayacak tesisler kurulmasına
harcanmalıdır. Askerî vakıflar da aynı şekilde TSK bünyesi içinde birer kuruluş
haline getirilmelidir.
Halbuki yıllardır bunun tersi yapılıyor!.. Üst rütbeli subaylar OYAK'tan kıyak
emeklilik ikramiyeleri aldıktan sonra (2010 yılında bir emekli başçavuş 198.000 TL ,
bir general ise 960.000 TL. alıyordu. 1. dereceden emekli bir üst düzey memur ise
ancak 60-80.000 TL emekli ikramiyesi alabilmekteydi!) , bu da yetmezmiş gibi
OYAK koltuklarına yerleşiyor, oğlunu kızını da OYAK'ta işe sokuyor du!.. . Yine yetmedi!..
Bu üst rütbeli emekli subaylar, işadamlarının ordu ile ile ilişkilerini iyi yürütmesi,
ordunun sömürülmesi için özel sektörde, sanki işten anlarlarmış gibi, çeşitli
holdinglerin yönetim kurullarında "görev" üstleniyorlardı!..
İşte utanç listesi:
TEOMAN KOMAN: Jandarma eski Genel Komutanı olan Orgeneral Koman, halen İnterpol tarafından
kırmızı bültenle aranan Cavit Çağlar’ın şirketi olan Nergis Holding’te uzun süre yönetim kurulu
üyeliği yaptı.
MUHİTTİN FİSUNOĞLU: Kara Kuvvetleri eski Komutanı olan Orgeneral Fisunoğlu emekli olduktan
sonra batık bankalardan Sümerbank’ta yönetim kurulu üyeliği görevine getirildi. Fisunoğlu hakkında
Sümerbank yönetim kurulu üyeliği nedeniyle İstanbul DGM tarafından dava açıldı.
VURAL BEYAZIT: Emekli orgeneral Beyazıt, MİGROS’ta da yönetim kurulu üyeliğini yaptı.
KEMAL YAVUZ: Harp Akademileri eski Komutanı olan Orgeneral Kemal Yavuz, emekli
olduktan sonra MARET’te yönetim kurulu üyeliği görevine getirildi. Sucuk, sosis, salam üretti.
AHMET ÇÖREKÇİ: Hava Kuvvetleri eski Komutanı olan Orgeneral AHMET Çörekçi, Park
Holding’in sahibi Turgay Ciner’in devletten ihale ile aldığı HAVAŞ’ın yönetim kurulu üyeliği’ni
yaptı. Çörekçi kamuoyundan gelen tepkiler üzerine HAVAŞ’taki görevinden istifa etmişti.
GÜVEN ERKAYA: Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral Erkaya, kanserden vefat ettiği tarihe
kadar Koç Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliği yaptı. Erkaya, Anasol-D hükümetinin Başbakanı
Mesut Yılmaz’a da danışmanlık yaptı.
DOĞU AKTULGA: Bir dönem Ege Ordu Komutanlığı yapan Orgeneral Aktulga, Ergenekon’un firarî
sanığı Bedrettin Dalan’ın sahibi olduğu İstek Vakfı’nın kurduğu Yeditepe Üniversitesi’nde uzun
süre mütevelli heyeti üyeliği yaptı.
BÜLENT ULUSU: 12 Eylül darbesinin ardından darbeciler tarafından başbakanlığa getirilen mason
Oramiral Bülent Ulusu da, tıpkı Doğu Aktulga gibi kaçak olarak kurulan Yeditepe Üniversitesi’nde
mütevelli heyeti üyeliği yaptı. Ulusu aynı zamanda AKSA Holding yönetim kurulu üyeliği görevinde
de bulundu.
SÜREYYA YÜKSEL: 12 Eylül sonrasında Ege Ordu Komutanlığı yapan Orgeneral Süreyya
Yüksel, emekli olduktan sonra Yaşar Holding’te danışman unvanıyla görev yapmaya başladı.
İSMAİL HAKKI AKANSEL: 2. Ordu Komutanı’yken emekli olan Orgeneral İsmail Hakkı Akansel,
PETKİM’de danışma kurulu üyesi olarak görev yapmaya başladı.
HALİL SÖZER: 1983-1986 yılları arasında Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapan, 1986 senesinde de
emekli olan Orgeneral Sözer, Borusan Holding’de yönetim kurulu üyeliği yaptı.
SABRİ DELİÇ: İshak Alaton’un sahibi olduğu Profilo Holding’in Yönetim Kurulu Başkan
Yardımcısı olan Deliç, bir süre Maltepe Üniversitesi’nde de mütevelli heyet üyeliği yaptı.
İBRAHİM ŞENOCAK: Orgeneral İbrahim Şenocak emekli olduktan sonra bankacılığa soyundu.
Şenocak, Etibank Dinç Bilgin’e devredilmeden önce Etiban yönetim kurulu başkanlığı’nı yapıyordu.
TURGUT SUNALP: Harp Akademileri Komutanlığı görevini yaparken emekli olan Korgeneral Sunalp,
12 Eylül askeri darbesinin ardından 1983 senesinde Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni kurdu. Partinin
kapanmasının ardından Sunalp uzun süre NETAŞ Yönetim Kurulu üyeliği ve Garanti Bankası Yönetim kurulu
üyeliği yaptı. Sunalp, öldüğü 28 Ağustos 1999 tarihine kadar holding yöneticiliği görevini sürdürdü.
SEMİH SANCAR: Kenan Evren’den önce Genelkurmay Başkanlığı yapan Orgeneral Semih Sancar,
emekli olunca holding yöneticiliğine soyundu. Sancar, Sabancı Grubu’nun bankası Akbank’ta uzun süre
yönetim kurulu üyeliği yaptı.
ADNAN ERSÖZ: MİT eski müsteşarlarından general Adnan Ersöz de emekli olduktan sonra holding
yöneticiliği yapanlar arasında yer alıyor. 1981 senesinde emekli olan Ersöz, vefat ettiği 1991
senesinde kadar İşbankası yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı.
SERVET BİLGİ: Orgeneral rütbesiyle emekli olan Servet Bilgi, emekli olduktan sonra PTT Yönetim
Kurulu Başkanlığı görevinde bulundu. Bilgi, PTT’deki görevinin ardından, BEKOTEKNİK A.Ş. yönetim
kurulu üyeliği yaptı.
VECİHİ AKIN: Emekli Orgeneral Akın, AKSİGORTA yönetim kurulu üyeliği yaptı.
ŞEREF AKINCI: Emekli Orgeneral Akıncı, : Doğuş Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.
NAZİF OKA: Emekli Orgeneral Oka HEMA Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.
FEVZİ AYSUN: Emekli KorgeneralAysun Derborsa yönetim kurulu üyeliği yaptı.
TEVFİK ALPARSLAN: Emekli Korgeneral Alparslan ALTAY ŞirketlerGrubu yönetim kurulu
üyeliği yaptı.
CEMİL METE : Emekli Tümgeneral Mete MİNEX Savunma Sanayi yönetim kurulu üyeliği yaptı.
TANJU ERDEM : Emekli Tümgeneral Erdem Yaşar Holding danışmanlığı yaptı.
FİKRİ TOPSEVER : Emekli Tuğgeneral Topsever AKSA Holding Personel Müdürlüğü görevini yaptı.
ŞAHAP AR : Emekli Tuğgeneral Ar ALARKO Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.
SITKI GÜNDAY : Emekli Tuğgeneral Günday OTOMARSAN Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği yaptı.
ORHAN KÖKER : Emekli Tuğgeneral Köker Profilo Holding müşavirliği yaptı.
YILMAZ ORAL : Emekli Tuğgeneral Oral HEMA Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.
KÂMURAN GÜMÜŞSOY : Emekli Tuğgeneral GİMA yönetim kurulu üyeliği,
yaptı.
YANLIŞ ANLAŞILMASIN!.. BİZ BU İFADELERLE ŞANLI TÜRK ORDUSUNUN BÜTÜN
FERTLERİNİ LEKELEMİYORUZ!.. ELBETTE Kİ, PEK ÇOK DÜRÜST, VATANSEVER VE FEDÂKÂR
SUBAYIMIZ VAR. Hatta Dönmeler (Sabatayistler) arasında da var. BİZ SADECE
ASLEN TÜRK OLMAYIP, KENDİSİNE TANINAN TÜRKLÜK VASFINA RAĞMEN, BİR TÜRK GİBİ
ORDU KADEMELERİNDE YÜKSELMESİNE İMKÂN TANINMASINA RAĞMEN, TÜRK DEVLETİ'NE, TÜRK
MİLLETİ'NE İHANET EDİP, YABANCILARLA İŞBİRLİĞİ İÇİNDE OLAN GAYRITÜRK SUBAYLAR İLE,
TÜRKLÜĞÜNÜ UNUTUP ONLARIN GÜDÜMÜNE GİREN ZAVALLI TÜRK SUBAYLARI KASTEDİYORUZ!..
ASLA PEYGAMBER OCAĞI TÜRK ORDUSUNA BİR SÖZÜMÜZ YOK! ONUN BAŞIMIZIN ÜSTÜNDE YERİ VAR!..
ÜSTELİK MEDYADA, MAHKEMELERDE BU HAİNLER BAHANE EDİLEREK DÜRÜST TÜRK SUBAYLARINA
VE TÜRK ORDUSUNA YAPILAN BÜTÜN SALDIRILARI DA LÂNETLİYORUZ!
Şimdi geldik en önemli kısıma... Yahudi Dönmesi Orgeneral Çevik Bir, Cumhuriyet
tarihinde Menderes'in ABD ile yaptığı gibi gizli ikili anlaşmalardan sonra en büyük
ihaneti yaparak, Başbakan Necmettin Erbakan'ın ümüğüne basarak, tehditle İSRAİL ile
20 gizli
anlaşmayı bir anda imzalatmıştır! Elbette daha önce de imizalanan anlaşmalar vardı.
Bu bir "yahudileştirme" sürecidird. 1993 yılından 1996 Ekimi'ne kadar İsrail ile 13
anlaşma imzalanmış iken, 1996 Ekimi'nden 1997 Martı'na kadar 20 anlaşmaya imza
atılmıştır!.. Nasıl oldu da müslüman geçinen Erbakan böyle bir
gaflete düştü, belki zaman içinde ortaya çıkacaktır.
Bu 20 gizli anlaşmanın konuları şunlardır:
- Silahların Yenilenmesi: 623.5 Milyon Dolarlık İsrail-Türkiye savunma anlaşmalarının
en büyüğüne göre 54 Türk F-4 uçağının modernizasyonu İsrail Hava Kuvvetleri tarafından
yapılacaktır. Bu aslında bir Amerikan kazığıdır. Amerika'dan
satın altığımız uçakların bakımı, modernizasyonu, yedek parçası ABD tarafından
sağlanması gerekirken, "Artık siz bunları İsrail'den alın, biz yardımcı olamıyacağız," denmiş ,
TÜRK Silahlı Kuvvetleri siyonist ve
kaatil İsrail'in kucağına oturtulmak istenmiştir... İlk anlaşma Tansu Çiller zamanında yapılmıştı.
- Donanım Satışı: Popeye-1 füzeleri, erken uyarı uçak sistemleri, Suriye ve Irak
sınırını denetleyecek çit ve radar sistemi, 5 Milyar dolar tutarında Merkava
tankları... Bir Türk
analizcinin ifadesine bu dönemde yahudi dönmesi Çevik Bir'in gayreti ile Türkiye
İsrail'in elinde olan her şeyle ilgilenmeye başlamıştı.
- Ortak Üretim: Popeye-2 füzesinin yapımı
- Eğitim: İsrail uçakları, kendi ülkelerinin eni boyu dar olduğu için,
Anadolu üzerinde, Konya ovasında uzun menzilli uçuşlar ve dağlık alanlarda uçuşlar
yapma imkânı elde ediyordu. Bu, su üstünde uçmaktan çok farklı bir eğitim idi.
Aynı zamanda
İran'a yapılacak muhtemel bir hava harekâtı için elzem bir eğitim idi... İşin vehametini
görebiliyor musunuz?.. Türkiye, dost ve müslüman bir ülke üzerine saldırsın diye
İsrail uçaklarına eğitim imkânı tanımış!.. İsrail ile böyle bir anlaşma Türk tarihinde ilk
kez gerçekleşiyordu. İsrail de
tarihinde ilk kez bir Müslüman ülke ile resmi bir askeri anlaşma imzalıyordu.
- Ortak Tatbikat: Türkiye Haziran 1977'de Akdeniz'de
İsrail ile ortak bir hava ve deniz tatbikatı yaptı. Tatbikatın görünüşteki sebebi
arama-kurtarma çalışmalarının koordinasyonu idi.
Pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde tatbikat, uluslararası sularda, ama Suriye
kıyılarına yakın yerlerde yapıldı... Türkiye ile İsrail'in hangi
ortak düşmanı var ki? Yine Türkiye dost ve müslüman bir ülkeye saldırı için eğıtim
ve işbirliği yapıyordu... Aynı soru Yunanistan ile Ege Denizi'nde yapılan ortak
tatbikatlar için de sorulabilir.
- İstihbarat Paylaşımı: İstihbarat alanında işbirliği yapılacak, bu kapsamda
İsrail, Türkiye sınırından
İran ve Suriye'yi dinleyecektir. Biz ise PKK'lı militanları eğiten İsrail subaylarını unutup,
İsrail'den istihbarat bekledik. Hiç yararlı bir bilgi geldi mi acaba? Acaba
biz onlara İran, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Hizbullah konusunda ne gibi
bilgiler verdik?
- Ticaret: Mart 1996'da (Çiller dönemi) imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması 1997
Mayıs'ında etkin hale geldi. Serbest Ticaret Anlaşması yapılan yeni düzenlemelerle
icrai bir safhaya kavuşmaktu.
- Ulaşım anlaşması: İsrail Türkiye için yeşil pasaportlulardan vizeyi kaldırdı.
Biz zaten, maşaallah, eski vatandaşlarımız Balkan halkları, Araplar, Afrikalılar
ve Sovyetler Birliği'deki Türkler dışında, kimseye vize uygulamıyoruz ki!.. Bizim
vizemiz kendi adamlarımızı dışarda tutmak, gavurları içeeri almak için!
- Su: Türk tarafının "barış hattı" ve İsrail tarafının "barış kanalı" hakkındaki
fikirleri Türkiye'den İsrail'e taze su getirilmesi üzerinde yoğunlaştı. bu proje,
zaten Yahudi hayranı Özal'ın Manavgat suyunu satma arzusuyla başlamıştı. Sonunda hükûmet
Fırat nehrinin suyunu birilerine sattı, ama Yahuidiler'e mi bilinmez. Üstelik Başbakan
Erdoğan bunu, "Bize Fırat'ı sattınız, diyorlar. Biz Fırat'ı satmadık. Kullanma
hakkını sattık," diyerek savundu. Ne var ki bu savunma, karısını pazarlayan muhabbet
tellalının, "Ben karımı satmıyorum, onun kullanma hakkını satıyporum," demesine
benziyordu!
- Din: Nisan 1997'de ilk defa bir Türk dinî heyetinin İsrail'e yaptığı ziyarette,
İstanbul Müftüsü "İsrail Devleti'nin varlığı hakkında İslamî açıdan hiçbir eleştiri
getirilemez" dedi. Biz de o müftünün islâmî yönünden kuşku duyduk. Böyle bir şey
söylemesine ne gerek vardı?
Daniel Pipes ve başka kaynaklardan toplanan bilgiler ışığında özetleyecek olursak
İsrail Türkiye'ye silah satacak ve Türk savaş jetlerinin modernize edecek,
istihbarat alışverişi olacak, ortak tatbikatlar yapılacaktır. Bu anlaşmayla,
Ortadoğu'da yeni bir Türkiye-İsrail ekseni oluşturuluyor
ve bu yeni eksen, o güne kadar Türk Dış Politikası'nda titizlikle korunmuş olan
birçok ilkeyi temelinden yıkıp atıyordu.
Şöyle ki:
1. Türkiye artık Ortadoğu'da stratejik rol oynayamayacaktı. O güne kadar
Türkiye, Ortadoğu'da şu üç güç noktasına eşit uzak durmuştu: İsrail, Araplar'ın
temsilcisi olarak Mısır, ve İran... Oysa kurulan Türkiye-İsrail askerî işbirliğiyle
Türkiye artık bölgede taraf oluyor, İsrail'den yana tavır alıyor ve Araplar'la
İran'ı karşısına alıyordu.
2. Türkiye-İsrail askerî işbirliği ile en büyük yarayı İran almıştır. Çünkü bu
anlaşma ile İsrail, gelip İran sınırına dayanmıştır. Bu anlaşmadan bir süre sonra,
İsrail'in Türkiye-İran sınırında istihbarat ve dinleme istasyonları kurmuş olduğu
rapor edilmiştir. Türkiye-İsrail askerî işbirliği anlaşmasından sonra, İsrail eğer
isterse İran'ın askerî altyapılarına, cephaneliklerine Türkiye'den, belki o "manevra,
tatbikat, eğitim yapıyor" dediği uçaklar ile saldırabilecektir.
Muhtemel bir İsrail-İran askerî çatışmasında, İsrail askerî kuvvetleri yakıt ikmalini
Türkiye'de yapabilecektir. Son dönemde (2013) Türkiye-Suriye sınırına getirip kondurulan ve
TÜRK askerinin değil de, Amerikan, Alman, hollanda askerlerinin denetiminde Patriot
füzeleri de Türkiye'yi değil; İsrail'i korumak için yerleştirilmiştir.
3. Türkiye-İsrail Askerî İşbirliği Anlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde
hiç görüşülmemiştir!.. Dolayısıyla, Türkiye-İsrail askerî ilişkileri hâlâ kamu
hukukundan yoksundur. Adeta böyle anlaşmalar yoktur!.. Ancak "One Minute" ve "Mavi Marmara"
olaylarından sonra bozulduğu söylenen Türk-İsrail ilişkilerine bu hukuktan yoksun
askerî anlaşmaların
askıya alınması dahil midir, değil midir, belli değildir! Kimse de bu konuda bir
açıklama yapmaya yanaşmamaktadır.
Washington Instutite'un Yahudi uzman danışmanı Alan Makovsky, söz konusu anlaşma
için şu çok önemli değerlendirmede bulunmuştu:
- "Türkiye ile İsrail arasında yakın ilişkilerin kurulması
Soğuk Savaş döneminden
sonra Ortadoğu'da yaşanan en önemli stratejik gelişmedir."
Makovsky'yi böyle tarihî bir tesbite götüren anlaşmalar için Erbakan'ın bir
tek şartı olmuştu: Anlaşmalar kesinlikle gizli tutulacak!..
O sebeple Ortadoğu'da tüm dengeleri İsrail lehine çeviren bu anlaşmaların hâlâ
neler ihtiva ettiğini resmî olarak bilemiyoruz.
Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın 10-12 Ağustos 1996 tarihinde İran'la
başlattığı olaylı yurtdışı gezilerinin hemen sonrasında 29 Ağustos 1996 tarihli
Hürriyet gazetesinin "İsrail'le Gizli İmza" başlığıyla verdiği haber ilgi çekiciydi.
Habere göre 23 Şubat'ta Çevik Bir'in İsrail'le yaptığı ilk anlaşmadan sonra
İsrail'le ikinci askerî anlaşma, Erbakan'ın "anlaşma kamu oyuna açıklanmayacak"
şartıyla imzalanmıştı.
Dışişleri Bakanlığı Basın Sözcüsü Ömer Akbel, anlaşmanın Ankara'ya
gelen İsrail Savunma Bakan yardımcısı Müsteşarı David Ivry ve Milli Savunma
Bakanlığı Müsteşarı Korgeneral Tuncer Kılınç tarafından imzalandığını açıkladı.
Erbakan'ın bu şartı İsrail'e de bildirildi, Ivry'nin ziyaretinin ve anlaşmanın
imzalanmasının kesinlikle kamuoyuna açıklanmaması istendi. Ne var ki, Ivry'nin
ziyareti ve anlaşmanın imzalanacağı haberi duyuldu. Olayın açığa çıkması üzerine
Dışişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı anlaşmayı açıklamak zorunda kaldılar...
Gizlilik kodunu bozan taraf sürekli İsrail olmuştur. Çünkü İsrail, İran ve
Suriye'nin etkilenmesi için anlaşmaların
duyulmasını istiyordu. Yani anlaşmaların psikolojik etkisinden de faydalanmak
istiyordu. O sebeple de anlaşmalar İsrail tarafından ve el altından duyurulmuştur.
Yahudi Dönmesi Orgeneral Çevik Bir'in baskısıyla Erbakan hükumeti ile İsrail
arasında yapılan gizli anlaşmaların İsrail'e kazandırdıklarını anlamak için,
öncelikle Türkiye'nin öneminin Telaviv'de nasıl algılandığına bakmak gerekir.
Bu konuda Dr. Amikam Nechami'nin açıklamaları şöyledir:
- "İsrail Dış politikasında Türkiye'nin önemi,
ABD ve İngiltere'den daha az değildir."
Ve bir başka İsrailli diplomatın değerlendirmesi:
- "Türkiye'nin İsrail ile güçlü ilişkileri
parayla ölçülemez değerdedir."
Bugün İsrail'i ayakta tutan, yaşatan 3 ülkeden birisi Türkiye'dir. Prof. Dr. Yalçın
Küçük'ün deyimiyle "Türkiye 'deki İsrail, İsrail'deki İsrail'den çok daha güçlüdür". Türkiye'de
Türkler'i uyutup memleketin
idaresini ele geçirmiş olan dönme politikacılar, bürokratlar ve işadamları
sayesinde İsrail'i yaşatan ve şımartan ülke Türkiye'dir. Öyleyse
İsrail'i ancak Türkiye durdurabilir ve bu işgalci ülke ile mücadele de
samimiyet sınavı İsrail ile yapılan anlaşmaların behemehal feshinden geçmektedir.
Öyle Gazze katliamı için ağlamakla, üç-beş kutu yardım göndermekle olmaz!
İsrail'i durdurmanın yolu Türkiye'nin İsrail'e verdiği desteğin kalmasından
geçiyor... Şayet Türkiye "İsrail'e hayat suyu veren ülke" rolünden vazgeçerse,
İsrail'in de azgınlığı aynı oranda duracaktır. Ama bunun için önce Türkiye'nin
tepesindeki İsrail ajanları temizlenmelidir!
Erbakan'ın oyuna mı geldiği, yoksa onda da bir İsrail hayranlığı olup olmadığı
iyice araştırılmalıdır. Saadet Partisi'nin yahudi lobileri ile ilişkisi var mıydı?
Erbakan partisi kapatıldıktan
ve muhalefete düştükten sonra da aynı yola devam etmiş midir?.. Fazilet Partisi
döneminde ABD'deki İsrail lobileri ile içli-dışlı olmuş mudur?
İddiaya göre Yahudi vatandaşımız Üzeyir Garih Refah-Yol hükûmetini desteklediğini
açıklamakla yetinmedi, ABD'deki İsrail lobisini ikna etti. Yahudi ADL heyetine konuşan
Devlet Bakanı ve Refah Partisi Başkan Yardımcısı Fehim Adak, "Dinî aşırılığa karşıyız ve İsrail
ve Yahudi toplumu ile diyaloğumuz sürecektir." açıklamasını yaptı. Neo-Con'ların ABD'deki en
ünlü isimlerinden Daniel Pipes'in Erbakan'ın iktidarda olduğu günlerde "A New Axis, The National
Interest" de yazdığı yazıdan bir bölüm:
- "...Karşılıklı gidiş gelişler İsrail Dışişleri Bakanı David Levy'nin Ankara'yı 8-9 Nisan'da
ziyaret etmesi ile başladı ...(Böylece) daha düşük bir seviyede de yarım yüz yıllık stratejik
diyalog somutlaşıyor ve Haziran'da Türk savaş gemileri İsrail limanlarını ziyaret ediyordu."
Bu yoğun ve yüksek düzey gidip gelmelerin sonuçlarının hepsi kamuoyuna açık değildir. Ancak
resmî açıklamalar ve konuşkan bazı yetkililerden anlaşıldığına göre 5 ana alanda yoğunlaşılmıştır
ki, bunları yukarıda saydık.
Saadet Partili eski yetkililer haklı olarak Abdullah Gül'ü
"İsrail Gülü" olduğunu söyleyerek eleştiriyorlar. Gül'ün Bakan iken özellikle Yahudi
kuruluşları ile ABD'de yürüttüğü temasları "kişisel bağlam"da çevirdiğini ifade
ediyorlar. Bakınız onlara Abdullah Gül, "Yol Ayrımı" kitabının 397. sayfasında
nasıl cevap veriyor:
- "Şimdi hayretler içinde bakıyorum,
ben Bakan olarak ABD'yi ziyaret etmişim.
58 tane toplantı yapmışım..... Erbakan Hoca'nın "gizli dünya devleti" dediği
CFR'de onuruna verilen yemekli toplantıda, Türkiye'deki baş örtüsü sıkıntısını
anlatmışım. O zamanlar parti büyüğü ağabeylerimiz, Erbakan Hoca, yaptıklarımızla
övünürlerdi. Beni takdir ederlerdi. NE YAZIK Kİ BÜTÜN BUNLAR GİZLİ BİR BULUŞMAYMIŞ,
BENİM GİZLİ İLİŞKİLERİMMİŞ GİBİ TAKDİM EDİLİYOR."
Abdullah Gül, CFR'nin Erbakan onuruna yemek verdiğini ve buna benzer kuruluşlarla
58 toplantı yaptığını söylüyor... Erbakan'a yakın isimler ise Gül'e bu imkânın
Erbakan tarafından verildiğini söyleyerek, Gül'ü vefasızlıkla ve "bu ilişkileri
kendi lehine kullanmakla" itham ediyorlar. Yani taraflar birbirlerini lobilerin
gücünü çalmakla suçluyorlar. Ancak görünüş o ki, Yahudi lobileri ile kurulan
gizli dostluklardan rahatsızlık duymuyorlar!
Bir dönem Fazilet Partisi'nin, Refah'ın akibetine uğramamak adına (ki uğradı,
o da kapatıldı)
hem iç politika ile, hem de dış politika ile ilgili konularda sisteme güven verme
ve ehlileştiğini gösterme çabası sezilmekteydi. Fazilet Partisi'ndeki bu çaba en
çok da parti başkanı Recai Kutan'ın 1999 yılının Kasım ayı başlarındabir heyetle
gerçekleştirdiği ABD
ziyaretinde açıkça ortaya kondu. Kutan'ın ABD gezisinin Washington'u kapsayan
kısmı, Fazilet Partisi'nin Refah Partisi'nden farklı olduğunu, ya da olmaya
çalıştığını anlatmakla geçti. Washington'daki temaslar boyunca görüşülen kişi
ve çevreler gözönüne alındığında muhatabın Amerikan resmî çevreleri olduğu
anlaşılıyordu. Bu yönüyle gezinin Washington ayağı çok da önemli değildi. Asıl
önemli olan ve Kutan'ın ziyaretini kayda değer kılacak şey gezinin New York
kısmıydı. Çünkü Fazilet heyeti, New York'ta İsrail için lobi faliyetleri yürüten
Yahudi kuruluşları ile temaslarda bulunacaktı. New York'ta gerçekleştireceği
temaslar, Amerikan derin devleti ile yapılmış görüşmeler anlamına geliyordu.
Recai Kutan Woodrov Wilson düşünce kuruluşundaki konuşmasında soruları cevaplandırdı.
"Asla İran gibi olmayız" mesajı verdi. Şöyle konuştu:
- "Bugün İsrail Mısır, Suudi Arabistan,
Ürdün ile ilişki halindedir. Kimse
İsrail yok demiyor. İsrail vardır, Türkiye de İsrail ile eşit şartlar altında
işbirliği yapabilir. Bunda sakınca görmüyoruz."
Erbakan'ın seçim meydanlarındaki halka "Kudüs'ün kurtarılması için" çalışmanın da
yer aldığı "Milli Görüş yemini" hâlâ hafızalarda canlıyken, Fazilet Partisi'nin
İsrail'i bir gerçeklik olarak tanıdığını açıklayıp, "asla İran olmayacakları"
yönünde Amerikalılar'a teminat vermesi, pek ikna edici bulunmasa
da Fazilet'teki bu dönüşün, kendi tabanı üzerinde olumlu bir etki bırakmadığı da
ortadaydı. Belki de 2001 seçimlerini bu yüzden kaybetti. Tabii bunda bir zamanlar
"Haçlı Klubü" olarak nitelendirdiği AB'yi, daha sonra bir "ideal" olarak
savunmasının, hatta "Seçime gitmeyelim, AB yasalarını çıkaralım,"
diyerek liberal partilerden daha hızlı AB'ci olmasının da etkisi vardır... Recep
Tayyip Erdoğan'ın AKP'si de "Avrupa Birliği'ni biz daha çok savunuyoruz," diyerek
durumdan istifade etmiştir. Zira Erbakan, "Haçlı Kulübü" dediği AB'yi savunmakla
ülkenin en dinamik ve en dirençli bölümü
olan muhafazakâr kesimi "galiba bu Avrupa Birliği iyi bir şey ki, Hoca bile
methetti," düşüncesiyle AB'ci yapmış, bu büyük değişim ile, deyim yerinde ise
AKP de kitlelerin kimyasını bozarak kötü günlerimizi hazırlamıştır. Öyle ki,
Recep Tayyip Erndoğan'ın "Avrupa Birliği ile katolik nikâhı" kıymaya kalkması bile
halkta fazla tepki uyandırmamıştır.
Prof. Laçiner yayınlanan son kitabı “Dışımızdaki PKK İçimizdeki İsrail” isimli kitapta en
stratejik kurumlar olan TSK ve MİT’e girmeyi başarmış ayrıca PKK ile de ilişkisi olan
İsrail’i anlatıyor:
- "İsrail’in bakışında Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştırılması
veya en azından İslamî
unsurların ‘zararsız’ hale getirilmesi önemli bir rol oynamıştır. Tohumların ıslah edilmesi,
kısırlaştırılması gibi bir durumdur bu. 'Türkiye’nin de-islamizasyonu' meselesi daha doğrusu
‘ehlileşmiş’, ‘ılımlı İslam’ projesi, sadece İsrail için değil Batı dünyası için de önemli
bir projedir."
Sözün kısası, bizce AKP'nin iktidar olması,
Erbakan'ın AB'ci olmasının bir sonucudur. Bu da "politikacı" olmanın özelliğidir.
Siyaset "devlet idare etmek", politika ise "her ne yolla olursa olsun, iktidar olmak"
demektir. Onun için politikacı daima "yanar-döner"dir. Nitekim Erdoğan da, "NATO'nun
Libya'da ne işi var?" demesinin ertesi günü NATO saldırı güçlerine katılmış, Libya'ya
gemi ve uçak göndermiş, müslüman bir ülkenin bombalanmasında rol üstlenmiştir.
Allah hepsini bildiği gibi yapsın!
DEVAM EDECEK!
> İÇİNDEKİLER < > 28 ŞUBAT SÜRECİ - MESUT YILMAZ SAFHASI
< > 28 ŞUBAT - Bir Dönmenin Yorumu - Vidyo
< > 28 Şubat Sürecinde Yaşananlar
< > ERDOĞAN DÖNEMİ <
> TÜRKİYE'DE AMERİKAN ÜSLERİ < >
UNUTULMAYAN MANŞETLER < >
TÜRKİYE'NİN EKONOMİK DEĞERLENDİRMESİ 1924-2003 <
> HİLÂFET MESELESİ
<
> İSLAMİ
ESASLARA BAĞLILIK İLKESİ
<
7. defa Başbakan oldu. 30 Kasım 1991 günü 164'e karşı 280 oyla
güvenoyu aldı... Mason Demirel "Ekonomiyi 500 günde düzeltirim," demesine rağmen
bir halt edemeyince, Turgut Özal'ın vefatı üzerine 15 Mayıs 1993'de Cumhurbaşkanlığı
makamına kaçtı!.. Zaten Özal da 1985-1987 yıllarını boşa geçirip, "atılım"
iddialarını sürdüremeyince, ve 1989 Yerel seçimlerde oy oranı % 21.80'e inip
3. parti durumuna düşünce, Kenan Evren'in ayrılmasıyla Cumhurbaşkanlığı
makamına kaçmış, ama partiyi ve ülkeyi yönetme hırsından vazgeçmediği için, yerine
dürüst ama silik bir kişilik olan Yıldırım Akbulut'u Başbakan seçtirmişti.
(47. Hükûmet, 9 Kasım 1989) Bu hükümetin yıkılmasıyla
23 Haziran 1991'de Mesut Yılmaz başkanlığında 48. Hükûmet kurulmuş idi.
ANAP 1983'den beri iktidarda idi. 1991'de düştü.