”ŞU BİZİM DÖNME DOLAP...” ( AHMED EMİN YALMAN)


Sitede Ziyaretçi Var

 

Yazar Sâmiha Ayverdi, ”Ne idik ne olduk” ismiyle neşrolunan hâtıralarında, ”Füreyya Hanım ve Ahmed Emin Yalman” başlığı ile, Ahmed Emin ve dönmelerle alâkalı olarak şunları yazmaktadır:

”Şâkir Paşa’nın kızı Hakkıye Hanımefendi ile âileler arasında oldukça eski bir hukuk vardı. Hakkıye Hanım’ın kocası Emin Paşa ise, vatansever, şerefli bir askerdi. Hakkıye Hanımefendi ile Emin Paşa’nın, Füreyya isminde bir kızları ve Şakir isminde de bir oğulları vardı. Bir zamanlar, Atatürk’ün muhâfızlarından olan Kılıç Ali ile evli olan Füreyya Hanım, seramikçiliğe heves ederek bu işe başlamış ve hayli de muvaffak olmuştu. Ancak, san‘atında en küçük bir Türk havası sezilmez, renk âhengindeki başarısına rağmen, abstre (mücerred) ve bir anlayışa göre de, bakana sıkıntı ve darlık veren ültra modern (aşırı derecede modern) desenlerde ısrar ederdi.

Füreyya Hanım, Kılıç Ali ile aralarında talak vâki olduktan sonra, mesleğine daha da sarılarak, devamlı sergiler açmaya başlamıştı. Bu sergiler her ne kadar iç karartıcı ise de, hatır kollayarak, dâvetlerine gitmeğe gayret ediyordum. Bir defasında da sergisini evinde açmıştı. Gene dâvetli idim ve gittim. İçeri girer girmez annesi karşıladı. Antreyi ikiye bölen paravananın bir tarafı tenha, diğer tarafı ise kalabalıktı. Bu kaynaşan insan yığınına şöyle bir bakmakla dahi, içeride hayli tanıdık sîmâlar bulunduğunu görmüştüm. Bu izdihâmın arasına girmek istemedim ve paravananın öteki tarafına geçtim.

Hakkıye Hanımefendi ne beni bırakabiliyor, ne de diğer dâvetlilerden uzak kalmak istiyordu. Beni de öte tarafa geçirmek için bir orta yol bulduğunu zan ederek:
— Cicim, gelin sizi Ahmed Emin Bey’le tanıştırayım, dedi.
— Hayır hanımefendi, bu adam, din düşmanı, neticede de vatan hâini sayılır. Tanışıp elini sıkmak istemem, dedim. Kadıncağız şaşırdı. Sadece:
— Ya! dedi.
Biraz oyalandıktan sonra da sergiden ayrıldım. Amma bu ayrılış, yalnız Füreyya Hanım’ın sergisinden değil, asıl kendisinden oldu.     
...Geçen gün bu sevimsiz hâtırayı, Ressam Ahmed Yâkupoğlu’nun yanında konuşurken, o da bana, Neyzen Tevfik’in Ahmed Emin’in iç yüzünü çizen şu kıt‘asını okudu:
 

Şu bizim dönme dolap Ahmed Emin
Dîn ü îmânımıza çatmadadır
Başımız ağrımaz etsek de yemin
Vatanı on kuruşa satmadadır.
(*) (S. 81-82)

(*)  Bir Selanik dönmesi olan Ahmed Emin Yalman’ın o tarihlerde çıkarmakta bulunduğu Vatan isimli günlük gazetesinin fiatı 10 kuruş idi.
 


 

”Elhamdülİllâh Müslüman olduM”                                                                                                 Ahmed Emin Yalman

Yazar Sâmiha Ayverdi hâtıralarında, bir hanımın dâvetinden bahisle şunları anlatmaktadır:

”... Beni evine dâvet eden Mediha Gezgin Hanım’ın babası, Sultan Abdülaziz (rh.)’i Osmanlı tahtından indirmek yolunda Hüseyin Avni Paşa gibi, kendini devlete değil, devleti kendine kul köle edecek tıynetteki bir adamın oyununa gelmiş kimse idi.  İşte Mediha Hanım da bu meş’um işde vazife almış o Mekteb-i Harbiye Nâzırı Süleyman Paşa’nın kızıydı.

Saf olduğu kadar da basîretsiz ve gâfil bir asker olan Süleyman Paşa, Dolmabahçe Sarayı’nı Harbiye Mektebi talebeleri ile kuşattırarak Pâdişah’ın hal‘i işine yardımcı olup da, sonunda Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın desîse ve mel‘anetine âlet olduğunu anlayınca, bir vükelâ hey’eti toplantısında şiddetle salonun kapısını açıp içeri girerek, Serasker’e en ağır hakaretleri sayıp sıralayan da gene bu adamdı.

Ne yazık ki Süleyman Paşa’nın kızını, bir Hüseyin Avni Paşa kandıramamış idiyse de, o, bu eski devirlerin hatalı tortu ve birikintileri ile zehirlenmiş olmaktan da kurtulamamıştı.      

”... Dâvette, sesleri üst perdeden çıkan kadınlar kalabalığı arasında, onlara tek cümle ile olsun iştirak etmeyen bir hanım vardı. Dikkat çekecek kadar sesi soluğu çıkmayan bu kadın, ertesi gün bize geldi ve:

— Affedersiniz. Mediha Hanım ne diye sizi arkadaşları arasına dâvet etti? Bir türlü akıl erdiremedim, diyerek söze başladıktan sonra, Ben Selânik dönmesiyim. Elhamdülillâh Müslüman oldum. Bir Türk’le de evlendim... İsmim Zâhide, mezhebim de Şâfiî’dir, dedi.

Canı yanık bir kadın olduğu her hâli ile belli oluyordu. Hayat hikâyesini anlatmak ihtiyacı içinde bulunduğu da âşikâr gibiydi. Amma buraya kendi mâcerâsını söylemekten ziyâde, bir iyilik yapmış olmak için gelmişe benziyordu. Nitekim anlattıkları, bence meçhul gerçeklerden olmamakla beraber mühim olan, bu hakîkatleri bir sâbık dönmenin ağzından dinlemekti.

— Siz, dedi, dönmelerin bu memlekete ne derece zararlı olduğunu bilemezsiniz. Hiçbir düşman, dönmeler kadar Türkler’e kötülük edemez. İktisâdî, ictimâî ve bilhassa kültür sâhalarında öyle planlı düşmanlıkları vardır ki, bunları ancak benim gibi o soydan gelmiş ve aralarında yetişmiş bir kimse bilebilir. Benim bir Müslüman-Türk’le evlenmiş olmam, hepsini deli etti. Âilem ve hatta anam, aleyhime öyle işler yaptılar ki, çevirdikleri oyunlarla beni kuru tahta üzerinde bıraktılar. Buraya gelişimin sebebi, dönmeler hakkında kulağınızı bükmek ve onlardan uzak durmanızı tavsiyedir, dedi ve çıkıp gitti. O zaman bu zaman kendisini bir daha hiç görmedim.” (Ne idik, ne olduk? s. 76-78)

SÂMİHÂ AYVERDİ

lllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll   TIKLAYINIZ

                                                 TARİH ŞUURU
"Tarih Şuuru", milletlerin hâfızasıdır. Hâfıza nasıl, fert olarak insanların en küçükleriyle ihtiyarlarında bulunmazsa, milletlerin de henüz çocuk sayılabilecek kadar genç yani "kurulmamış" olanlarıyla ihtiyarlarında yani inkıraza mahkûm olacak kadar çürüyenlerinde bulunmaz.

Millet haline gelmemiş olan insan topluluğu fertlerin bebeklik haline benzer. Yaşamak kabiliyeti varsa, bir takım buhranlar geçirmekle beraber büyüyüp gelişecek, "millet" olacaktır. Bebekte bir hâfıza ve şuur olmadığı gibi henüz millet haline gelmemiş toplulukta da bir tarih şuuru bulunmaz. Bir bebek, annesinden çalınabilir. Kendisine süt ve yiyecek verildikçe bebek için bunun ehemmiyeti yoktur. Henüz millet haline gelmemiş bir topluluğun başına da yabancı ve düşman bir kuvvet geçebilir. Eski hayatı devam edip yiyecek buldukça o topluluk için de bunun değeri ve manası olamaz.

Fakat yedi yaşına gelmiş bir çocuğu annesinden ayırmak kolay değildir. Kendisine daha iyi şartlar hazırlansa bile o çocuk, öz annesini arar. Onu geçici bir zaman için avundurmak belki kabildir. Hattâ kendisine iyi oyuncaklar verildiği müddetçe bu çalınmış çocuk, asıl annesini hakikaten de unutmuş olabilir. Fakat, annesini ilk gördüğü, bulduğu anda bütün oyuncakları ve nimetleri teperek annesine döneceği tabiîdir.

Millet haline geldikten sonra da milletlerin başına yabancı kuvvetlerin geçmesi güçleşir. Vaatlere veya cebirle buna razı olan milletler bile ilk fırsatta, tıpkı anasına dönen çocuk gibi, istiklâline, millî benliğine dönecektir. Çünkü onda artık millî hâfıza, yani tarih şuuru teşekkül etmiştir.

Tarih şuuru, milletlerin hareket hatlarını tâyine yarayan bir millî savunma silahıdır. Hangi milletten düşmanlık gelmiştir? Hangi rejim faydalı veya tehlikelidir? Ne türlü şahıslar iyilik ve kötülük edebilir? İşte bütün bunların cevabını tarih şuuru verir.

Olgun bir insana bir takım zehirlerle muvakkaten hafızası kaybettirildiği gibi, milletlere de, milletlerin zehiri olan propaganda, telkin ve iftira ile tarih şuurunu bir müddet kaybettirmek kabildir. Fakat olgun millet kendisini çabuk toplar. Yalan propagandanın tesiri giderilir. Hakikat meydana çıkar.

Türk milleti, aşağı yukarı 3.000 yıllık mazisine rağmen çok denecek kadar genç milletlerdendir. Büyük medeniyetler kurmuş olmasına rağmen genç millet olmanın iki mühim vasfını taşımaktadır:

1- Dili henüz kesin şeklini almış değildir.
2- Birinci sınıf insanlar yetiştirmiş olmasına rağmen halkının bir kısmı henüz göçebedir.

Çok genç olan, bu yüzden tarih şuuru olgunlaşamayan Türk milletine, bu şuuru tamimiyle kaybettirmek için düşmanları tarafından yapılan telkinler, yani zehir sunmalar pek çoktur. Millî şuurunu tam mânası ile hâkim bir Türk milletinin, kendi varlığı içinde o varlığı, düşman ve yabancı unsurları asla yaşatmayacağını bilen "yabancı zümreler", millî şuuruna afyon içirmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Ecdadı ve kanı ile bu toprağa bağlı olan normal bir insan, şahsî düşünceleri ne olursa olsun, topluluktan ne derece ayrı düşünürse düşünsün nihayet fedakârlık edemeyeceği bazı sınırlara, mukaddes bildiği değerlere maliktir. Böyle bir insan yurt topraklarından en küçük parçayı bile yabancılara bırakmayı düşünmez. Bir takım dolambaçlı yollarda, harpsiz milletin mukaddes tanıdığı şeylerin aleyhinde bulunamaz. Tarihi düşmanımız olan milletlerle, hele o milletlerin aleyhimizdeki ihtirasları malûmken, dost olmaktan bahsedemez. Her ne sebeple olursa olsun, milletimiz üzerinde yabancı bir devletin hâkimiyetini aklına bile getirmez. Getirirse ta anormal bir çılgındır, ya satılmış bir haindir veya bizden olmayan bir yabancıdır. Bunların üçü de bir kapıya çıkar.

İstanbul'da "Vatan" gibi mukaddes bir ad taşıyan gündelik bir gazete çıkmakta ve bu gazetenin baş yazılarını "Ahmet Emin Yalman" diye Türk ve Müslüman ismi taşıyan bir adam yazmaktadır. Bir çok saf Türk okuyucular bu adamı Türk sanmakta ve bazan makûl ve doğru yazılar yazdığı için ona inanmaktadır.

Esefle söyleyelim ki Ahmet Emin Yalman, Türk ve Müslüman değildir. Bu vatan ve milletle ilgisi yalnız Türk pasaportu taşımaktan ve Türk tebaası olmaktan ibarettir. Ahmet Emin Yalman "Yahudi Dönmesi" yahut "Selanik Dönmesi" denilen ve on yedinci asrın sonlarına doğru Sabatay Sevi adında maceraperest ve serseri bir Yahudi tarafından kurulan gizli bir ırkî-dinî cemaate mensuptur. Mesihlik iddia eden ve mucize göstermek davasında bulunan bu çılgın Yahudi, Türk Padişahı Dördüncü Avcı Sultan Mehmed tarafından huzuruna çağrılmış ve: "Seni kurşuna dizdireceğim. Ölmemek mucizesini göster de hepimiz birden sana inanalım" hitabını alınca bütün Yahudilere has korkaklıkla padişahın ayaklarına kapanarak Müslüman olmuştur.

Canını kurtarmak için yalandan Müslüman olup Mehmet adını alan bu münafık Yahudi, güya bütün Yahudileri de Müslüman etmek gibi yüksek ve dini bir vazifeyi üzerine alarak Türkiye'nin türlü bölgelerinde dolaşmış ve son yüzyılların bütün sahte peygamberleri gibi rasputinizm ahlâksızlığına da saplanarak bugün kısaca "Dönme" dediğimiz cemaatin temellerini atmıştır.

Sabatay Sevi öldüğü zaman Selânik'te 200 Yahudi ailesi onun bu gizli dinine girmiş bulunuyordu. Dışarıya karşı gayet kapalı olan bu cemaat sıkı bir dayanışma ile günümüze kadar gelmiştir.

Bunlar yalnız kendi aralarında evlenirler. Zahirî Müslüman isimlerinden başka gizli Yahudi adları taşırlar. Müslümanlarınkinden farklı olarak Yahudiler tarzında sünnet edilirler. Ölülerini ayrı mezarlara gömer ve mezar başında gizli Yahudi âyini yaparlar.

Dönmeler kendi aralarında "Hadibeyler", "Karakaşlar", "Kapancılar" adında üç kola ve âdeta üç oymağa ayrılırlar ki bu, onların hiyerarşisidir. Kendilerine mahsus bayramları vardır. Bu bayramlardan 22 Martta yapılan "Kuzu Bayramı" yahut (Dört Gönül Bayramı) en korkuncudur. Dönmeliğin iç yüzünü anlatan ve İbrahim Alâettin tarafından yazılan "Sabatay Sevi" adlı kitapta (s. 64-65) bu bayram şöyle anlatılıyor:

Bu kuzu bayramı hakkında Sabatay zümresi mensuplarından Karakaşzade Rüştü, 1924 tarihinde "Vakit" gazetesi muharririne şu izahatı vermişti:

Kuzu bayramı 22 adar (Mart)da yapılır. Bu bayram geceye mahsustur. Ve her sene kuzu eti ilk defa bu bayram münasebetiyle ve hususi merasimle yenir. Bu merasimde en aşağı ikisi erkek, ikisi kadın olmak şartıyla evli dört kişinin bulunması lazımdır. Kuzu ziyafetinde bulunacakların sayısı iki cinse mensup evli çiftlerin arttırılması şartı ile istenildiği kadar çoğaltılabilir. Kadınlar iyi giyinmiş ve elmaslarıyla süslenmiş oldukları halde sofra hizmetinde bulunurlar. Yemekten sonra biraz eğlenilir ve muayyen zamanda ışıklar söndürülerek karanlıkta kalınır... Bu bayram vesilesiyle doğacak çocuklar bir nevi kutsiyeti haiz tanılırlar. Ona "Dört Gönül Bayramı" adı verilir.

İşte bugün Türk basının kodamanlarından olan ve bütün millî meseleler hakkında fikirler beyan eden, Türklük-Müslümanlık dâvasının her safhasına karışan, Başbakan Adnan Menderes gibi aşağı yukarı müttefikan sevilen bir devlet adamını, irticai korumakla suçlandıran adam bu cemaate mensuptur.

Deniz Binbaşısı İstanbullu merhum Mehmet Nail Beğin oğlu, Deniz Kolağası (Önyüzbaşısı) Dorullu Merhum Hüseyin Efendinin torunu olan beni ve kardeşim Nejdet Sançarı, yani bu toprağa ve ırka atalar, dedeler kanı ve hâtırasıyla bağlı insanları, "millî varlığımızın temellerini kundaklamak"la suçlandıran adam budur: Selânikli Ahmet Emin Yalman!

Millî menfaati o yolda gördükleri için "devletin başında halis Türkler bulunmalıdır" diyen milliyetçileri "ırkçılar, nazistler" diye gözden düşürmeğe, onları âdeta vatan haini gibi göstermeğe yeltenen adam bu gizli Yahudi ırkçısı Ahmet Emin'dir.

Millî meseleleri konuşuyormuş gibi gözükerek memlekette tahrikat yapan ve nihayet bu yüzden aleyhinde takibata başlanan, başbakana: "Allah onunla dost olmaktan beni korusun" dedirten bu Ahmet Emin'i, Yahudiliğine bağışlayarak mazur görebilirdik.

Fakat biz onun mazisini de biliyoruz. Bir zamanlar Türkiye'nin Amerikan mandasına girmesini istediğini, doğu illerimizden bazılarını Ermenilere vermek teklifinde bulunduğunu, Türkiye'deki azınlıkları gücendirir diye "Türk" adını taşımayıp "Osmanlı" kelimesini kullanmamız gerektiğini, Ruslara teminat vererek onlarla anlaşmamızın büyük bir siyasi şart olduğunu hiç sıkılmadan, utanmadan yazdığını da biliyoruz. Daha dün denecek kadar yakın bir geçmişte komünist Nâzım Hikmet'in büyük bir vatanperver olduğunu yazması gibi vicdan hâilelerini bir tarafa bırakarak eski yazılarından parçalar alalım:

"Umumi surette istiklâl istemekten ibaret bir kanaati, biz, canlı ve müspet addetmeyeceğiz" (27.Ağustos.1919)

"Bir çokları bizimle insanî noktai nazardan iştigal edecek ve sonra kendi kendine çekilecek bir devlet bulunamaz, bu bir hayaldir diyorlar. Biz iddia ediyoruz ki böyle bir devlet vardır ve Amerika'dır. Bir kısmımız istiklâl diyerek natıkaperdazlık ve avamperestlik ediyoruz". (15.Eylül.1919)

"Bizim de, Ermeni meselesi hakkında bütün alâkadarlar için şayanı kabul ve devamlı bir tarzı tesviye aramaya başlamamız muvafık olur... Arazi meselesindeki ifrat kârlıklar bize şimdiye kadar pek pahalıya mal olmuştur. Unutmamalıyız ki Girit adasının bir noktasına bir Osmanlı bayrağı rekzedilmesinde ısrar etmemiz yüzünden Balkan İttifakı ve Balkan Harbi vücuda geldi. Ermeni meselesinde iki tarafın noktai nazarını telif ederek devamlı bir tarz-ı tesviye aramalıyız. Bulduğumuz tarz-ı tesviye parlak mahiyetini haiz olmamalıdır. Pazarlık şeklinde işe girişerek azdan başlayacak ve adım adım geri çekilecek olursak mutlaka biz ziyan ederiz. Evvelâ şurasını itiraf etmek lâzımdır ki, Ermeni Cumhuriyeti bizim memleketimizdeki Ermenileri istiab edemez. Ermenileri millî bir yurt sahibi etmek ve Ermeni meselesiyle buna merbut entrika ve gürültülerden ilelebet kurtulmak için mutlaka Ermeni Cumhuriyetine biraz arazi ilâve etmek lâzımdır". (4.Ağustos.1919)

"Tâbiiyet ifade için "Osmanlı" yerine "Türk" kelimesini kullanmanın pek çok mahzurları vardır. Bu gibi kelimelerin ezhân-ı umumiye de teessüs etmiş olan mânâlar, birden bire değiştirilemez. "Türk" kelimesine biz şu mânâyı veriyoruz demek maksadı temin etmez. Türk kelimesinin manası ne kadar tevsi edilse bunun için "Türkçe" söyleyen Müslüman mefhumundan başka bir şey sıkıştırılamaz. Devlet, bir Türk devleti olursa milyonlarca Kürdün her tarafta ayrı bir uzviyet teşkil etmesi lâzım gelir ki, buna gerek Türklerin ve gerek Kürtlerin ekseriyeti muarızdır. Bundan başka harbden sonra vâsî miktarda muhaceret vuku bulacak. İktisadi sebepler muhtelif Avrupa memleketlerinden milyonlarca insanın harice muhaceretini intaç edecektir. Bundan başka bir takım siyasî buhranların da önüne geçmek mümkün olamayacak, siyasî esbâb tesiriyle kendi kendilerine ikinci bir vatan aramaya mecbur kalanlar pek çok olacaktır. Anadolu gibi nüfusu az, zengin bir memleketin bunlardan mühim bir kısmını cezbetmesine ihtimal yoktur. Bu ecnebileri Amerika'da yapıldığı gibi, Osmanlılık kapısından siyasî hayatımıza sokmaktan ve sonra harsî Türk tesirlerine mâruz bırakmaktan başka, bizim için hiçbir çare-i necet yoktur. Hariçten geleceği muhakkak olan büyük miktarda ecnebileri temsile imkân tehiye edilmemesi Türklerin Anadolu'daki mevcudiyetine halel verebilir". (29.Ekim.1919)

"Ruslar kimseyi tehdit etmek istemiyorlar. Fakat kendi emniyetleri hakkında son derece hassas, âdeta vehhan bulunuyorlar. Memleketlerini yeniden tamir etmeğe, teçhiz etmeğe ve henüz gelişmemiş kaynakları işletmeğe koyulmazdan evvel kendi muhitlerinde emniyet ve asayiş hüküm sürdüğüne kani olmak istiyorlar.

Kendi hesabımıza Ruslara bu kanaati, bu emniyeti vermek ve çok iyi imtihanlardan geçen Rus-Türk dostluğunun güzel ananelerini yeniden canlandırmağa çalışmak, millî siyasetimizin ihmal edemeyeceği bir hedeftir.

Çok şükür ki Moskova'da bu gayeyi tamimiyle kavrayan, yeni Rusya'yı tanıyan, seven, dilini bilen, çok anlayışlı bir elçimiz vardır. Gazetelerimiz ve hepimiz ona destek olacak surette hareket edersek; iyi komşu, güvenilecek dost ve hariçte kendi hesabına emniyetten başka bir şey aramayan bir millet olduğumuzu Ruslara inandırmak güç olmaz, karşılıklı vehimlerin hakikatı boğacak bir sis tabakası yaratmasını böylece önlemiş oluruz.

Rus insanı da, Türk insanı da iyi insanlardır. Çok bela görmüşlerdir. İyiliğe susamışlardır. Anlaşma ve iş işbirliği yolundaki tecrübeleri, kendi hesaplarına da, insanlık hesabına da mükemmel neticeler vermiştir. Tarihi hataları tekrar etmemek ve iyi tecrübelerden lâzım gelen dersleri almak; iki taraf için de tabiî bir vazifedir". (27.Nisan.1944)

Bütün bunlar kendisine gösterildikten sonra bile, Ahmet Emin'in, hiçbir şey olmamış gibi, yurtseverlik dersi vermekte devam edeceğine eminim. Fakat acaba, bunları gördükten sonra, Ahmet Emin'in şahsında doğru görüşlü bir memleket evladı (!) bulduklarını sanan bazı Türk gençleri ne yapacaklardır? Ahmet Emin'le ağız birliği ederek ötede beride bana sövdükleri için pişmanlık duymak faziletini gösterecekler mi, yoksa Türk vatanını ve istiklâlini peşkeş çeken o "Dönek Dönme" ile aynı safta kalmakta devam mı edecekler?

Ben vaktiyle resmî ağızlardan bile vatan hainliği iftirasına uğrarken perdenin arkasında veya önünde yine aynı devşirme ruhu ile cemaatlerinin karakterini yukarda kısaca anlattığım aynı dönmelik vardı. Dönmeliğin basındaki mümessili bugün Ahmet Emin'dir. Onun maksadı: Aşağı yukarı yirmi bin kişilik gizli Yahudi dönmesi cemaatinin Türkiye'ye manen, iktisaden ve belki de maddeten hakim olmasıdır. Bu gayeye doğru plânlı bir şekilde ilerlemektedirler. Bugün hepsi refah içindedir. Aralarından bir çoğu profesör, öğretmen, gazeteci, doktor ve avukattır. Çoğu zengin tüccardır ve ticarethanelerinde yalnız kendi ırkından insanlar çalışmaktadır. 1943'te aralarında verdikleri karar gereğince Türkiye'nin şimdilik yüksek kültür mevkilerini işgale uğraşmaktadırlar. İçlerinde askerî doktor vardır, fakat harp sınıfından subay yoktur.

Ahmet Emin'in mütemadiyen dönmesi, menfaat rüzgârlarına uymak içindir. Daima daha zengin, daha yüksek mevkide olmak için cemaat kanunları gereğince bunlar mubahtır. Benim aleyhimde yazması, sırf millî tarih şuurunu uyandıracak bir iki yazı yazdığım içindir. Kandırdıkları ve kendilerine uydurdukları bazı gafillerle birlikte Türkçülüğe ve mukaddesata karşı dönmelerin açtığı savaş, onlar için Türklük arasında erimemek, Yahudi dönmesi cemaatini korumak davasıdır. Bunu açıkça söylemek imkanına mâlik olmadıklarından dolayı daima dolambaçlı yollardan gidiyorlar ve devrin geçer akçası ne ise onu kullanmaktan geri kalmıyorlar.

Türk vatanında Ahmet Emin gibi bir "Yahudi dönmesi" benim gibi bir "TÜRK"ü millî varlığın temellerini kundaklamakla suçlandırıyor. Baht utansın!

Hüseyin Nihâl Atsız - Orkun, 20 Nisan 1951, Sayı: 29 llllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllll

Komplo mu, aman benden uzak dursun
...
Genelkurmay terfi eden komutanların biyografilerini internet sitesine koydu. Org. Tahir Aytaç Yalman'ın 1940 İstanbul doğumlu olduğunu, 1960'ta Kara Harp Okulu'ndan, 1961'de de Piyade Okulu'ndan mezun olduğunu oradan öğreniyoruz. Tuğgeneralliğe 1986'da, Tümgeneralliğe 1990'da, Korgeneralliğe 1994'te, Orgeneralliğe ise 1998'de terfi etmiş... Org. Edip Başer'in başında bulunduğu İkinci Ordu'ya o da komutanlık etmiş... Eşinin adı Belma Yalman... Benim bu işlerden pek anlamayan gözlerim, yeni komutanın getirildiği göreve lâyık olduğunu söylüyor.

Hülya Hanım, "Basın kocamın niye emekliye sevkedildiğini araştırsın" diyor, ama bu çok zor... Savunma muhabirliği 'akreditasyon' olmayı gerektiriyor; karargâhın verdiği bilgilerden ötesini gazetelerde bulmak bu yüzden imkânsız... Geçen gün de yazmıştım; bir-iki izinsiz haberi gazetelerine aktardıkları için, Hürriyet, Milliyet ve Sabah'ın savunma muhabirlerinin akreditasyonları kaldırıldı...

TSK'yı çok yakından izleyen M. Ali Kışlalı, konuyu işlediği Radikal'deki yazısında, sürpriz atamanın siyasi değil askeri gerekler göz önünde tutularak yapıldığını açıkladı. Belli ki, Kışlalı Usta da, "Ne oldu?" diye merak etmiş, karargâhtaki tanıdıkları, ona, "Önümüzdeki günlerde meydana gelecek gelişmeleri düşünün, atamanın sebebini anlarsınız" demişler... Hülya Başer'in araştırmaya dâvet ettiği basın, görevini, böylece tamamlamış oluyor. Bundan sonrası çıkmaz sokak...

Bundan sonrası sadece 'çıkmaz sokak' değil, aynı zamanda 'komplo teorileri' alanına da giriyor... İnternetin sınırsız girdaplarında, onlarca bazen yüzlerce teori üretiliyor, ciddi ciddi tartışılıyor... Bu işlere 'zihin cimnastiği' açısından meraklı olanların kafaları karışıyor...

İki yıl kadar önce, çok satan gazetesi için benimle röportaj yapan genç hanım, ertesi gün, "Size yöneltmem gerektiği söylenen bir-iki sorum daha var" deyip ilkini şöyle formüle etmişti: "Bazen dönmelik ve dönmeler hakkında da yazıyorsunuz, neden?" O hafta sonu gazetede çıkan röportajda, "Bu tür konular benim merakımı gıdıklar" anlamı taşıyan kısa bir cevabım vardır...

Sürpriz atama bazılarının da merakını gıdıklıyor olmalı ki, akıl almaz teoriler internette dolaşıyor. 'Dönmelik' konusunun ülkemizdeki neredeyse 'tek' uzmanı Ilgaz Zorlu, 20 Mayıs 2002 tarihinde, bir internet sitesi yöneticisine gönderdiği mesajda şu öngörüde bulunmuş: "Türkiye Sabetaycılarının kurmuş olduğu 'Yeni Liberal Sol Hareket', 30 Ağustos'ta büyük bir hesaplaşmanın planlarını yapmaktadır. (..) 30 Ağustos'ta hiç beklenmeyen bir komutan terfi alacaktır ve Sabetayist kökenli bir genel kurmay başkanı seçilecektir. (..) Türkiye ne yazık ki bitmiştir ve bu lobinin önünde hiçbir kuvvet bulunmamaktadır."

Bu satırların 'liberal-sosyal çoğunluk' arayışıyla bir siyasi hareket başlamasından çok önce yazılmış olması ilgi çekici. "30 Ağustos'ta hiç beklenmeyen bir komutan terfi alacaktır" cümlesi ise, 'komplo teorileri' ile meşgul olanlar için, "Hah, gördün mü, Ilgaz Zorlu'nun dediği çıktı" hükmüne varmak için yeterli... Bu cümlelerin de içinde yer aldığı mesaj, üç gündür, binlere dönüştü, milyona dönüşmesi yakındır... Nitekim, mesajı alanlar arasından etkilenip, "Aytaç Yalman, eski gazetecilerden Ahmet Emin Yalman'ın nesi oluyor?" diye soranlar da çıktı...

Hülya Başer'in internet merakı olduğunu bilsem, onun da bundan etkilendiğini söyleyeceğim... Etkilenmemek mümkün değil çünkü...
Bu tartışmaların yapıldığı yazışma grubundan Cengiz Turan, askerliği sırasında tanıştığı bir danışmanının, o zamanlar İkinci Ordu Komutanı olan Org. Yalman'dan övgüyle söz ettiğini bildirdi de rahatladım. Turan, "Olası bir Irak operasyonu sırasında 'güneyi iyi bilen' bir paşanın görevine devam etmesinin istenmesi akla yatkın görünüyor" diyor... M. Ali Kışlalı'nın söylediği de bu değil miydi?
Bereket, zihnim komplo teorilerine sımsıkı kapalı da, bu tür akıl-dışı iddialar üzerimde hiç etki bırakmıyor...
 

Taha Kıvanç /8.8.2002/ Yeni Şafak               Alp Yalman hakkındaki yazıyı okumak için tıklayınız