|
|
|
Doç.Dr. Baki Adam, 1962 yılında Denizli'nin Tavas ilçesine bağlı
Balkıca köyünde doğdu. 1987'de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1988'de aynı Fakültenin Dinler Tarihi Anabilim Dalı'nda araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 1989'da "Dinlerde Hacc İbadeti
Üzerine Bir Araştırma" isimli teziyle Yüksek Lisans öğrenimini bitirdi. 1990'da Dinler Tarihi Anabilim Dalı'nda doktora çalışmalarına başladı. 1991-1992 yılları arasında sekiz ay süreyle İsrail'de Tel-Aviv Üniversitesinde
kaldı. Haziran 1994'te "Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat ve Yahudi Hayatındaki Yeri isimli doktora teziyle doktor unvanını aldı. 27 Kasım 1997'de de Doçent oldu. Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi
Anabilim Dalı'nda çalışmaktadır. |
Osmanlı Musevilerinin mesihi ve onun Türkiye Cumhuriyetindeki izleri - Marc David Baer On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Osmanlı Musevileri kendilerine "Sabataycılar'' ya da "Maaminim" (Mü'minler) adını veren, ancak Müslümanlar tarafından küçümseyici bir tavırla "Dönmeler'' olarak adlandırılan topluluk hakkında makaleler yayımladılar. (Yakın zamanda bu makalelerden önemli birisi Fransızcadan Türkçeye çevrildi: M. Danon, Yahudi-Müslüman Mezhebi.) Sabataycıların geniş kitleler tarafından ilgi gören bir konu halini alması ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra oldu. 1920'li yıllarda Vatan, Vakit ve Resimli Dünya gazetelerinde Sabataycılar hakkında dizi yazılar yayımlandı. Bu kişilerin yeni Cumhuriyet'e kabul edilmesi gereken gerçek Türk ve Müslüman mı yoksa asimile edilmesi ya da topraklardan atılması gereken yabancı ve gizli Museviler mi oldukları hakkında tartışmalar çıktı. Bu tartışmalara büyük ilgi gösterenlerden biri de İstanbul Makriköy'de (Bakırköy) Sabataycılar tarafından kurulmuş yatılı bir kız okulunun müdürü olan İbrahim Alâettin Gövsa (d. 1889- ö. 1949) idi. Fakat Gövsa sıradan bir okul müdürü değildi. Kültür Bakanlığı'nın Türk Büyükleri Dizisi serisinde İbrahim Alâettin Gövsa isimli kitaptan Gövsa'nın kırka yakın eser yazdığını, genç Cumhuriyet'in edebiyat ve eğitiminde rol oynayan bir yazar ve pedagog, ayrıca da milletvekili olduğundan söz ediliyor (Zeki Gürel, İbrahim Alâettin Gövsa, Ankara, 1995). Gövsa bir vatanperver olarak hayatı boyunca yeni kuşak Türk gençlerinin Türkçesini, terbiyesini, eğitimini ve milli duygularını geliştirmeye çabaladı. Bu nedenle Çocuk Şiirleri, İlk Gençlik, Sevimli Alfabe, Türk Meşhurlar Ansiklopedisi, Elli Türk Büyüğü, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, Yeni Türk Lûğatı, ve Yeni Talebe Lûğatı gibi kitaplar yazdı. 1949 senesinde Cumhuriyet Bayramı'nda Hürriyet gazetesi için bir makale yazdığı sırada vefat eden Büyük Türk Milliyetçisi Gövsa, 1910'da İstanbul'daki Haham Mektebi'nde Türkçe ve hukuk dersleri vermişti ve bir Sabataycı olan Ahmet Emin Yalman'ın en yakın dostlarından biriydi. Gövsa, Sabatay Sevi adlı kitabının önsözünde Sabataycı pek çok yakın arkadaşı olduğunu, Türkiye'nin iş ve kültürel dünyasına değerli katkıları olan pek çok Sabataycı bulunduğunu, bütün vatandaşların diledikleri gibi düşünmek ve inanmakta özgür olduklarını ve pek çok Sabataycının da artık Türklerle evlenerek kimliklerini kaybettiklerini yazmıştı (s. 6-7). Aynı zamanda "bir buçuk sene aralarında yaşamak suretiyle Sabatay Sevi'den kalan an'ane ve âdetlerin onların hayatında hâlâ ne kadar hâkim olduğunu bizzat gördüm'' demişti (s. 6). Müdürlüğü sırasında yedi-sekiz yaşlarında Sabataycı çocukların defterleri arasında yarı İbranice yarı İspanyolca dualar bulmuştu. Gövsa'nın bu kitabı kaleme alış nedeni, Sabataycıların Türk basınında yazdıklarının aksine Sabatay Sevi'nin hatırasının 1930'larda topluluğun genç üyeleri arasında hâlâ canlı kaldığını görmüş olması idi. Gövsa, ayrıca Sevi'nin mesihlik hareketinin Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşmiş ve Türkiye Cumhuriyeti'nde önemli izler bırakmış olmasına rağmen Türkçede Sevi'nin kim olduğunu, amaç, inanç ve başarılarını, hikâyesinin nasıl başlayıp geliştiğini, üç yüzyılda nasıl bir iz bırakmış olduğunu inceleyen bir çalışma bulunmadığı için bu kitabı yazmıştı. Bu insanların kökenlerini inceleyen Gövsa, çok uluslu ve çok dinli bir imparatorlukta kabul görmüş ama milli devlete geçildiğinde varlığı savunulamaz duruma düşmüş bu topluluğun tarihine ışık tutmayı umut etmişti. Sabatay Sevi kitabının üçte ikilik bölümünde Gövsa okura, mesihin hayatı hakkında aşağıdaki bilgileri veriyor. Sevi, 1626'da İzmir'de İspanyol-Musevi kökenli tüccar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Haham olmak için eğitim gördü ve on beş yaşında bu eğitimin bir parçası olarak Musevi tasavvuf hareketi Kabbalah'nın yoluna girdi. On sekiz yaşına geldiğinde karizmatik bir haham olan Sevi, artık kendisi mutasavvıf öğrenciler yetiştiriyordu. Öğrencilerinin gözünde sahip olduğu üstün güçler ve sebep olduğu mucizeler sayesinde pek çok insan onun ruhani rehberliğine başvuruyordu. Çeşitli ruhani ve tarihi nedenlerle, o çağda yaşayan pek çok Musevi, mesihlerinin 1648 yılında ortaya çıkacağına inanıyorlardı. Sevi de kendisinin mesih olduğunu iddia ediyordu. Buna karşı çıkan İzmirli hahamların onun öldürülmesini istemeleri üzerine, Sevi İzmir'den ayrılarak büyük Musevi cemaatlerinin yaşadığı Osmanlı şehirlerini gezmeye başladı. Ancak İstanbulda da Sevi'yi İzmirdekine benzer bir durum bekliyordu: Onun mesih olduğuna burada da çok az kişi inanmıştı. Sevi daha sonra Musevi hahamlar ve mutasavvıfları için dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan Selanik'e gitti. Orada daha büyük bir ilgi görmüş olmasına rağmen herkesi mesihliğine inandıramayarak İzmir'e geri döndü. İlk turu başarısız sonuçlanan Sevi'nin 1660'lardaki ikinci mesihlik çağrısı farklı bir yanıt buldu. 1663'te Kudüs'e doğru yola çıkan Sevi, Kahire'den geçerken buradaki zengin ve önemli Musevilerle iyi ilişkiler kurdu. Sonunda Kudüs'e ulaşan Sevi, buradaki Musevileri maddi ve manevi anlamda ümitsizliğe düşmüş bir durumda buldu. Kudüslü Musevi cemaatinin çoğunu Ukrayna'daki katliamlardan kaçan mülteciler oluşturuyordu. Bu kişiler çok yoksul oldukları halde Osmanlıların Kandiye kuşatmasının masraflarını karşılamaları için hükümet tarafından ağır vergiler ödemek zorunda bırakılmışlardı. Bu Museviler, hayatta kalabilmelerini sağlayacak parayı toplaması için Sevi'yi Kahire'ye geri gönderdiler. 1665'te Sevi ilginç bir tesadüfle karşılaştı. Doğu Avrupa'da Musevi kıyımından kaçan Sara adlı genç bir kadın, İtalya'nın Livarno şehrine gelmiş ve kendisinin mesihle evlenecek kişi olduğunu iddia ediyordu. Sara Kahire'ye geldiğinde Sevi hemen onunla evlendi. Kudüs'e geri dönerken, Sevi mesihliğinin kabulü yolunda ikinci büyük adımı attı: Gaza'lı Nathan adlı bir Musevi mutasavvıf, Sevi'yi mesih, kendisini de peygamber ilan etti. Nathan dünyadaki bütün Musevi cemaatlerine bunu ilan eden birer de mektup yazdı. Daha sonra İzmir'e dönen Sevi eskisinden çok daha farklı karşılandı. Avrupa, Balkanlar ve Akdeniz'den gelen Museviler mesihin yakınında olabilmek için İzmir'e gelmişlerdi. Bunu üzerine Sevi'ye 1665'te mesihlik tacı giydirildi. Dünyanın sonunun geldiğine inanan Museviler kendilerini arınma ibadetlerine ve çağın önemine ait dualar okumaya verdiler. Bu harekete katılan yalnızca Museviler değildi; Sabataycıların iddiasına göre, bir Bektaşi Şeyhi ve onun müridleri de Sevi'nin mesih olduğunu kabul etmişlerdi. Sevi kendini dünya kralı olarak ilan edip, tüm imparatorlukların krallıklarını da arkadaşları arasında dağıtarak Osmanlı hükümranının geçersiz olduğunu iddia edince, bu durum Osmanlı otoritelerini tedirgin etti. O tarihte Osmanlılar Girit'te, Kandiye'yi fethetmek için çok uzun sürmüş bir kuşatma ile meşguldü ve bu nedenle İmparatorluk'ta sık sık ayaklanmalar, başkaldırılar oluyordu. Bu yüzden Osmanlılar bir başkaldırıya daha, hele de padişahın yerine geçtiğini iddia eden bir harekete izin veremezlerdi. 1666 yılı başında Sevi tutuklandı ve İstanbul'a getirildiğinde padişahı tahtından etmeye yeltenmek suçuyla hapse atıldı. Sevi'nin kapatıldığı zindanın önünde büyük kalabalıkların toplanması nedeniyle Sevi, Çanakkale'de Aydos/Kumkapı kalesine götürüldü. Burada da dünyanın dört bir tarafından gelen ve mesihlerinin yanında olmak isteyen Museviler Sevi'yi yalnız bırakmadı. Sonunda Sevi, Sultan IV. Mehmed'in zamanını geçirmekten hoşlandığı, Edirne'deki sarayda Divan-ı Hümayun karşısına çıkarıldı. Sultan olayı bir pencere kafesi arkasından seyrederken sadrazam, kaymakam, şeyhülislâm ve sultanın vaizi Vani Efendi Musevi mesihi sorguya çekti. Sultan'ın İslâmı kabul etmiş bir Musevi olan özel doktoru Hayatizade sorgulamada tercümanlık yaptı. Zamanın Osmanlı kayıtlarına göre, Sevi Müslüman olmak veya öldürülmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmıştı. Sevi, bir mesihten beklenenin aksine, şehit olmak yerine İslâma geçmeyi seçti. Müslüman olan Sevi, Mehmed Efendi adını alarak sarayda memur oldu ve Vani
Efendi'den İslâmın esaslarını öğrenmeye başladı. Eşi Sara da Müslüman olarak Fatma adını aldı ve Sevi'ye sarayda eşlik etti. Sevi, Müslüman olmasına rağmen Musevi tasavvufuna ait âdetleri sürdürdü ve kendi takipçilerini de
Müslümanlığa geçmeleri, ama aynı zamanda da kendisinin mesih olduğuna inanmaları ve onlara öğrettiği tasavvuf âdetlerini uygulamaları konusunda ikna etti. Sevi bu şekilde Musevi âdetlerini yerine getirdiği için sadrazam
tarafından Arnavutluk'a sürüldü. 1676'da ölmeden kısa bir süre önce Sevi, Selanik'li Musevi bir kadınla evlenmişti. Sabataycılar arasında en radikal grup, 1689-1690 yılında Mustafa Çelebi önderliğinde Yakubilerden koparak kuruldu. Karakaş adını alan bu grubun inanışına göre, Sevi'nin ölümünden dokuz ay sonra doğan Osman adlı bir çocuk, mesih Sevi'nin ruhunu taşıyordu. Mesihin dünyaya geldiği devirde süregelen kuralları takip etmenin gereksizliğine inanan bu grup, Yakubiler kadar açıkça Müslümanlığın kurallarını da izlemiyorlardı. 1720'de Sevi'nin ruhunu taşıdığına inanılan Osman öldüğünde, Karakaş grubunun üyeleri arasından Kapancılar, grubu ortaya çıktı. Kapancılar Osman'ın mesih olduğu görüşünü reddettiler ve onun yerine yalnızca Sevi'nin mesihliğine inanarak onun inanç ve âdetlerinin en sadık takipçileri oldular. Bu üç grubun üyeleri de görünürde Müslüman olarak yaşadıkları halde, diğer hiçbir Müslümanın sahip olmadığı inançlara sahiptiler. Aynı zamanda, Sevi'nin mesih olduğuna inandıkları ve Müslümanlığı kabul ettikleri için Musevilerden de farklıydılar. Aile ağaçlarına çok önem veren Sabataycılar yalnızca grup içi evlilikler yaptılar ve ne Müslüman ne de Musevi olarak tanımlanabilen kimliklerini bu şekilde korudular. Sabataycılar aynı zamanda içlerindeki üç grubun farkını da korudular; öyle ki her grubun kendine ait bir lideri, âdet ve kuralları, giysi ve saç şekilleri vardı. 1920'lerde Sabataycılar tarafından çıkarılan Vatan gazetesinde, artık uygulanmadığı iddia edilen bu davranış şeklinin ardında yatan ilke şu sözlerle ifade ediliyordu: "Ötekilere karışmayın, yalnız kendi aranızda evlenin, Müslimlerin âdetlerinden ve ayinlerinden ancak gözle görülenleri yaparak gözlerini örtülü bulundurun" (s. 83). İki yüzyıl boyunca üç Sabataycı grup devrin otoriteleri tarafından hiçbir baskı hatta ilgi görmeden Selanik'te huzur içinde yaşadılar. Yalnız on dokuzuncu yüzyılda başlarından iki küçük olay geçti. Selanik'e vali olarak atanan Midhat Paşa göreve geldiğinde, memurlarından bazılarının saçlarını kazıtmış olması onu şaşkınlığa düşürdü. Bu kişilerin Sabataycıların Yakubi grubundan olduğunu öğrenen Midhat Paşa memurların saçlarını kazıtmasını yasakladı (s. 74-5). Hüsnü Paşa adlı başka bir Selanik valisi de bir evde Sabatay Sevi'ye ve Sabataycı iki lidere ait kutsal eşyaların saklandığını duyunca o eve baskın yaptı, ancak bir şey bulamadı. Bu iki hareket de Sabataycıların genel bir baskı görmesine neden olmadı. Sabataycılar ilk defa 1880'lerde, kendileri hakkında yazılar yazınca ilgi
çekmeye başladılar. 1920'lere gelindiğine Sabataycılar hakkında yaygın tartışmalar yapılıyordu. 1924'te bazı Sabataycılar Vakit ve Vatan gazetelerinde kendi tarih ve dinlerini anlatan yazı dizileri yayımladılar. Vatan
gazetesinde yayımlanan 10 bölümlük "Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi" adlı dizide, artık yalnızca 70-80 yaşlarındaki Sabataycıların eski âdetleri sürdürdükleri iddia ediliyor, Sabataycıların Türklerle evlenmesi
sonucunda Sabataycılık artık "tarihe karışmış veya karışmak üzere" deniyordu (s. 82). Ancak bu makalelerin yayımlandığı yıl Karakaşzade Mehmed Rüşdü adlı bir Sabataycı, Selanikli Sabataycılar'a yazdığı açık bir
mektupta onları ayrı kimliklerini sürdürmekle itham etti (s. 88-91). Rüşdü Efendi de Vatan gazetesinde yazan diğer yazarlar gibi Sabataycı kimliğinin sürdürülmesine karşıydı, ancak onlardan farklı olarak bu kimliğin hâlâ
sürdüğünü iddia ediyordu. O sıralar Selanik'te yaşayan on ya da on beşbin Sabataycı'ya Türklerle karışıp evlenmeleri ve kendilerine has âdetleri uygulamayı bırakmaları gerektiğini söylüyordu. Gövsa da Vatan gazetesinde çıkan
makaleleri eleştiriyor ve Sabataycıların tarihe karıştığı iddialarına rağmen, müdürlük yaptığı yatılı Makriköy okulunda gördüğü üzere bazı Sabataycıların hâlâ kendi âdetlerini sürdürdüklerini yazıyordu (s. 86). Ona göre
"deniz kenarına veya ırmak kenarına giderek mesihi beklemek ve 'Sabatay Sevi esperamo a ti' demek yani 'Sabatay Sevi seni bekliyoruz' diye seslenmek eskiden olduğu gibi şimdi de riayet edilen bir âdettir" (s. 97). Ancak Gövsa kitabı yazışındaki diğer amaçlarını başarıyla gerçekleştirmişti. İlk olarak Sabataycıların ve Galanté'nin iddialarının aksine, Sabataycılığın yalnızca yaşlılar arasında yaşayan bir gelenek olmadığını ve 1930'larda yaşayan Sabataycı çocukların da bu gelenekleri sürdürdüğünü göstermişti. Sabataycıların asimile mi oldukları yoksa hâlâ farklı bir topluluk olarak mı yaşadıkları tartışmaları sürerken Gövsa, bu tartışmalara Sabatay dininin Cumhuriyet'in ilk yıllarında genç kuşaklar tarafından uygulandığına dair delil gösterek katılıyordu. İkinci olarak, Gövsa'nın kitabı dönemin tartışmalarına önemli bir katkıydı. Sevi'nin mesihlik hareketi Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşmiş ve önemli izler bırakmış olduğu halde, o dönemde Sabatay Sevi hakkında yazılmış Türkçe bir kitap bulunmuyordu. 1920'lerde yeni Türkiye Cumhuriyeti hükümeti Türk Ulusunun birliğini kurma çalışmalarına başladığı dönemde Sabataycıların kimliği genç cumhuriyet için önemli bir soru haline geldi: Sabataycılar kimdi? (Galanté, s. 57). Diğer bir deyişle Türk ve Müslüman mıydılar? Türkler ve Yahudiler ve Vatandaş Türkçe Konuş kitaplarının vatanperver yazarı Galanté, bu konunun hassasiyetini fark ettiği için bu konuda Fransızca yazmayı seçmişti. Gövsa, Galanté'nin araştırmasını Türkçeleştirerek o güne kadar konu hakkında yazılmış en doğru ve kapsamlı araştırmayı Türk okurlarına sunmuş oldu. Gövsa'nın kitabının önemi, bu kitabın baskısının tükenmiş olduğu son elli yılda Sevi ve Sabataycılar hakkında çıkan daha yeni kitaplarla karşılaştırıldığında ortaya çıkıyor. Gövsa Sabataycıların yaşayan mı, yoksa yok olan bir topluluk mu olduğu tartışmasına katılmış olsa da onları kendi tarih ve dinleri içinde anlamaya çalışmıştı. Ne onları inançları nedeniyle yargılamış ne de kitabını onlara karşı açık bir önyargıyla yazmıştı. Sabataycılar asimile olup değişik âdetlerini bir tarafa bıraktıkları halde, son elli yıl boyunca Türkiye'de çeşitli yazarlar tarafında saldırıya uğradılar. Bugün Türkiye'de kitapçılarda bu konuda yaygın olarak satılan kitaplar komplo teorileri ve hâlâ varlığını sürdüren çok sayıda kötü niyetli Sabataycının bulunduğu iddiaları ile dolu. Ne yazık ki Prof. Dr. Abdurrahman Küçük'ün Dönmeler ve Dönmelik Tarihi de (şimdi Dönmeler Tarihi adı altında ikinci baskısında, Hamle Basın, İstanbul, 1997) konu hakkında yazılmış tek akademik kitap olmasına rağmen, açıkça Yahudi ve Sabataycı karşıtı bir yaklaşımla yazılmış. Öyle ki, Küçük'ün kitabının bibliyografyası Nazi Almanyası döneminde yazılmış anti-Semitik kitaplarla dolu. Bu yaklaşım da kitabı, objektif bir araştırmanın sahip olabileceği entelektüel değerden yoksun bırakıyor. Gövsa'nın çoktan baskısı tükenen Sabatay Sevi adlı kitabı, Türkçe'de
Osmanlı Musevileri'nin mesihi ve onun Türkiye Cumhuriyeti'ndeki izleri üzerine yazılmış ilk ve tek ciddi çalışma olması nedeniyle yeniden basılmayı hak ediyor. Objektif ve hatta özgün olmayan, çoğu Galanté'nin yazdıklarına
dayandırılan kitap, bugün konu hakkında Türk okuruna sunulan diğer kitaplardan çok daha iyi. |
|
|
|