BİRİNCİ BÖLÜM: HAKEM OLAYI
Sonra BASRA, MEDİNE, İSFAHAN, HORASAN, KESHER, ve SUCİSTAN'a yeni valiler tayin etti. Bu kişiler gidip o vilayetlerde işe el koydu.
SUCİSTAN'daki karışıklık bastırıldı. HORASAN'da İRANLI bir kızın ayaklanması da bastırıldı. MISIR'a giden KAYS, halkı ALİ'ye BİAT'e çağırdı, halk da bu davete uydu. CEZİRE ve MUSUL da bir başka vali ile ALİ'ye bağlandı.
ALİ'nin gerçek HİLAFET'i böylece başlamış oldu, yani sözü
geçer hale geldi. ALİ neredeyse duruma tamamen hakim oluyordu.
Peki, sonra ne oldu?..
MUAVİYE gerçekten kurnaz bir adamdı. Tek başına kaldığını ve ALİ KUFE'den, KAYS MISIR'dan üzerine geldiği takdirde yenileceğini anladı. Onun için MISIR valisi KAYS'ı elde etmeye çalıştı, fakat başaramadı. Bu sefer takdik değiştirdi. "KAYS'ın kendi tarafını tuttuğunu, onun için de MISIR'da OSMAN'ın KANINA KAN istiyenlere dokunmadığını" yaymaya başladı. Hakikaten de KAYS, KERBELÂ taraflarındaki ZEYD ile MÜSLİME'nin taraftarlarına dokunmamıştı. ALİ bunu duyunca etrafına danıştı, sonra KAYS'a OSMAN'ın kanını istiyenlerle mücadele etmesini emretti.
Durum öyle tuhaf bir hal almıştı ki, şaşmamak elde değildi!.. OSMAN'ın kanını istiyenler bir tarafta, ALİ de diğer tarafta kalmıştı ve sanki OSMAN'ın kaatillerinden yanaymış gibi görünüyordu. Halbuki işin aslı hiç te öyle değildi elbette. İsyancılar İSLAM'a nifak sokmuş, OSMAN'ı ŞEHİT etmiş, herkes suçluların cezalandırılmasını isterken, bir grup aşırıya gitmiş, yeni bir isyan çıkartmıştı!.. ALİ'nin mücadelesi işte bu ikinci grup isyancılarla idi. Onlar da İSLAM'a nifak sokuyor, PEYGAMBERİMİZ'in VEDA HACCI'nda kalkmasını istediği aile sürtüşmelerini, KAN DAVALARI'nı körüklüyordu!
KAYS, ALİ'nin emrini alınca, niye öyle davrandığını anlatan bir mektup yazdı. Harekete geçtiği takdirde bu kişilerin MUAVİYE'ye katılacaklarını bildirdi. ALİ burada
maalesef bir hata daha yaptı, KAYS'tan şüphelenerek yerine EBUBEKİR'in oğlu MUHAMMED'i tayin etti!
Halbuki KAYS dürüsttü. Azledilmesine rağmen ALİ'yi
bırakmamış, yanına dönmüştü. Halbuki MUHAMMED, vaktiyle OSMAN'dan vazife istemiş, alamayınca kin güdüp isyancılara
katılmış, hatta eve ilk girenlerden olup OSMAN'ın sakalına yapışmıştı. OSMAN, "Kardeşimin oğlu, baban hayatta olsaydı, senin bu yaptığını beğenmezdi," deyince utanıp geri çekilmişti. Yani geçmişte de tutarsız davranışları vardı... MISIR'a vali olarak gidince MUAVİYE taraftarlarına cephe aldı, "Ya bize katılın, ya da çekip gidin," dedi. Onlar da silaha sarıldılar. Böylece kazanılmış olan MISIR tekrar karıştı.
MUAVİYE'ye gelince; ÖMER zamanında ŞAM valisi tayin edilmişti. Yani 22 yıldır valilik yapmakta idi. Son derece zengin ve son derece kurnaz bir siyaset adamı idi. Herkesin zayıf noktasını bulmayı ve onu kullanmayı çok iyi bilirdi. Bu özelliği ile eski Mısır valisi AMR'ı, MUGİBE, ZİYAD gibi idarecileri ve ÖMER'in oğlu ABDULLAH'ı
yanına çekmişti. Ayrıca propogandacıları bol para ile her yerde halkı MUAVİYE'ye bağlamışlardı. Zaten eskiden beri ailece ŞAM'da bulundukları için SURİYE'de güçlü idiler.
Hatırlanacağı üzere PEYGAMBERİMİZ'in büyük dedesi HAŞİM ile ÜMEYYE iddiaya girmiş, ÜMEYYE kaybedince ŞAM'a yerleşmişti...
ŞAM'la bağlantıları ta o dönemden idi. OSMAN'ın HALİFE olması ile ÜMEYYE OĞULLARI'na geçen iktidar, MUAVİYE'de bir hırs halini almıştı.
ALİ önce mektupla MUAVİYE'yi BİAT'e çağırdı. O da EBU MÜSLİM'i elçi gönderdi. EBU MÜSLİM, ALİ'den OSMAN'ın kaatillerini isteyince ALİ onu 10.000 kişilik ordusunun karşısına çıkardı. Askerler hep bir ağızdan "Biz hepimiz
OSMAN'ın kaatilleriyiz" dediler. ALİ bu davranışı ile kaatilleri tesbit etmenin ne kadar güç olduğunu göstermek istemişti... Ne var ki, 10-15 kişiyi korumak için onca
insanın kaatilliği benimsemesi de, elbette hoş bir
davranış değildi.
MUAVİYE talebinden vazgeçmedi. ALİ de onun üzerine yürüdü. SIFFIN yakınlarında konakladı. MUAVİYE, ALİ'nin
su yolunu kesmeye çalışınca, ALİ daha atik davranıp suyu ele geçirdi. MUAVİYE bu sefer kendisi susuz kaldı. Ancak ALİ'nin gönlü buna razı olmadı. Karşı tarafın askerlerinin de su almasına izin verdi... Ne var ki, bir süre sonra MUAVİYE'nin oğlu YEZİD'in askerleri HÜSEYİN'e aynı müsamahayı göstermiyeceklerdi.
ALİ'nin bu tavrı sonucu iki tarafın askerleri neredeyse ahbap oldu. Zaten iktidar hırsından başka MÜSLÜMANLAR'ı bölen bir sebep yoktu ki!..ALİ elçi göndererek MUAVİYE'yi ikna için uğraştı. Bu arada DİN bilginleri, hafızlar askerler arasında dolaşıyorlar, MUSLÜMANLAR'ın birbirini kırmaması için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Üç ay böyle geçti. Yıl 658 idi. Nihayet çarpışmalar başladı. Her sabah iki taraftan bir bölük çıkıyor, onlar vuruşuyor, diğerleri seyrediyordu. Bir ay da böyle geçti.
MUAVİYE'nin, "OSMAN'ın kaatilleri bulunsun, ALİ'ye BİAT edeyim" şeklinde siyasi zekâ ile söylenmiş sözü, ALİ'nin 80.000 kişilik ordusunda yer alan 20.000'e yakın şu veya bu şekilde olaya bulaşmış, isyana karışmış insanın ürkmesine yol açmıştı.
Sonunda iki taraf birbirine şiddetle saldırdı. Binlerce
MÜSLÜMAN öldü. Çarpışmalar günlerce sürdü. Bir ara ALİ, MUAVİYE'yi
TEKE TEK döğüşe davet etti, MUAVİYE kabul etmedi. Yerine AMR BİN AS çıktı. ALİ, AMR'ı atından
düşürdü, fakat öldürmedi!.. AMR BİN AS iyi bir döğüşçü olduğu kadar,
çok güçlü bir siyaset adamı idi. Onun MUAVİYE'nin yanında yer alması
hep ALİ'nin aleyhine olmuştur.
Savaşın son gününde MUAVİYE iyice yıprandı. Barış istedi.
Bu sefer ALİ kabul etmedi. Bunun üzerine ALİ'nin canını bağışlayıp
bıraktığı AMR, MUAVİYE'ye meşhur tavsiyesini yaptı. MUAVİYE'nin
askerleri mızraklarına KUR'AN yapraklarını takarak "Aramızda KUR'AN
hakem olsun," diye bağrıştılar. ALİ oyunu farketti, ama ordusunun büyük kısmı "Biz KUR'AN'a karşı yürümeyiz," dedi. Bunun üzerine ALİ geri çekilme emri verdi. Bu da bizce ALİ'nin başka bir beşeri hatası idi... Benzer bir durumda YAVUZ SULTAN SELİM'in ordusu düşman üzerine yürümek istemeyince, YAVUZ atına atlamış, "Siz gitmezseniz, ben tek başıma giderim! Siz de
gidin karılarınızın koynuna saklanın!" demiş ve böylece
askerlerini harekete geçirmişti. ALİ de böyle davranabilirdi... Yapması gereken zaman kazanmaktı. Zira o sırada kumandanı EŞDER NAKİ kesin zaferi kazanmak üzere
MUAVİYE'ye yaklaşmış durumda idi!
Silahlar kınına kondu. Görüşmeler başladı. HALİFELİK
meselesinin hakemle çözülmesi teklif edildi. ALİ kabul etti...
Etmemesi gerekirdi... Zira HZ. ÖMER'in şehadetinden sonra da hakem
kabul etmiş ve sonuçta kaybetmişti!... ALLAH'IN VELİSİ için
ALLAH'tan başka HAKEM olmazdı!
ALİ başka şekilde de davranabilirdi. Mesela savaşı böyle aylarca geciktirmez, askerde bıkkınlık, silah bırakma, kaçma gibi durumlar söz konusu olmazdı. İSTİKLAL savaşında da SAKARYA ile BÜYÜK TAARRUZ arasında bir yıl gibi bir boşluk, bekleme süresi olunca asker kaçmaya başlamıştı.
Bunu farkeden ATATÜRK derhal TAARRUZ planını hazırlamıştı.
Öte yandan MUAVİYE'nin suyunu kesebilirdi. O zaman karşısındaki ordu savaşmadan perişan olurdu. MUAVİYE'nin üstüne yürümeden önce iyice güçlendiği ve artık başa çıkabileceği için ordusundaki isyancıları, hele "OSMAN'ı biz öldürdük" diye övünenleri ansızın temizliyebilirdi.
Böylece ordusunda bütünlüğü sağlar, MUAVİYE'nin en büyük silahı "OSMAN'ın kaatillerini koruyor" propogandası ile
başa çıkabilirdi. Eğer AMR'ı atından düşünce öldürseydi, MUAVİYE'ye bu aklı veren olmıyacaktı. Ve nihayet ÇEKİLME
emri vermeseydi, MUAVİYE çoktan yenilmiş olacak, ve hakeme ihtiyaç
kalmıyacaktı!..
Ne var ki, TAKDİR-İ İLAHİ böyle idi. TAKDİR bu tedbirlere imkân tanımadı.
O ana kadar görünüşte MUAVİYE HALİFELİK peşinde değil, OSMAN'ın kanının sevdasında idi. Niyetini hiç açığa vurmamıştı. Ama ALİ savaştan çekilip iş hakem safhasına gelince onun da halifeliği söz konusu oldu.
ALİ hakem konusunda istediğini yaptıramadı. ŞAMLILAR AMR BİN AS'ı hakem seçtiler.
ALİ ise PEYGAMBERİMİZ'in amcası ABBAS'ın oğlu ABDULLAH'ı hakem yapmak istemişti, kabul etmediler. KAYS'ın oğlu EŞAS da kabul edilmedi. Neticede ALİ, "kimi isterseniz seçin," dedi ve EBU MUSEL EŞARİ onun hakemi oldu.
Tabii bu noktada da yapacak çok şey vardı. ALİ istediği
kişiyi seçmediler mi, tekrar savaş konumuna geçebilirdi... O da
MUAVİYE'nin hakemine itiraz edebilirdi. EBU MUSA gibi pısırık
birinin kendi hakemi olmasını reddedebilirdi... En azından "kimi isterseniz seçin" deyip insiyatifi karşı tarafa bırakmamalıydı!
İki taraftan temsilciler bir barış anlaşması hazırladılar. Buna göre hakemler KUR'AN ve SÜNNET'e uygun karar verecek, ALİ ve MUAVİYE de buna uyacaktı. Anlaşma bütün kabilelere, aşiretlere duyruldu. Bu anlaşma tahminlerin aksine, halkı memnun edeceğine, pek çok muhalif yarattı. HARİCİLER diye bilinen ve ne ALİ'yi, ne de MUAVİYE'yi isteyen grup bu anlaşmanın yarattığı hoşnutsuzluğun ürünüdür.
İki taraf ŞAM ile BAĞDAT arasındaki DUMET-ÜL CENDEL denen
yerde buluştular, görüşmelere başladılar. Ama müşterek bir noktaya
varamadılar... ALİ'nin hakemi olan, yani onu savunması gereken EBU
MUSA, MUAVİYE gibi ALİ'nin de halifelikten uzaklaştırılıp başka bir
şahsın seçilmesini istiyordu!... Bunun için ÖMER'in oğlu ABDULLAH'ı
teklif etmişti. Kurnaz AMR, önce
- "MUAVİYE'den ne fenalık görüyorsunuz?"
demiş, EBU MUSA'nın,
- "MUAVİYE uygun değildir, ÖMER'İN OĞLU ABDULLAH gelirse, ÖMER'İN DEVRİ canlanır,"
cevabı üzerine,
- "Öyleyse niçin benim oğlum ABDULLAH'ı seçmiyelim?.. Onun fazilet ve iyiliği ortada değil mi?"
diye kendi sülâlesini öne sürmüştü.
En sonunda ikisini de HALİFELİK'ten hal edip işi ŞURA'ya
bırakmaya karar verdiler. Bu da kurnaz AMR'ın teklifi idi!..
Sanki o tarihte MUAVİYE'nin HALİFELİK
vasfı varmış gibi!.. MUAVİYE HALİFE değildi ki, hâl edilsin!
Hakem olayına kadar onu kimse HALİFE sayıp BİAT etmemişti ki! Yanında
samimi olarak OSMAN'ın kanına kan istiyenler ile, bunu bahane edip isyana kalkışanlar vardı, o kadar!..İşte EBU MUSA böyle saf bir adamdı.
PEYGAMBERİMİZ'in amcaoğlu ABDULLAH'ın, EBU MUSA'ya:
- "Sakın AMR'dan önce bir şey ilan etme,"
diye ikazda bulunması da işe yaramadı. EBU MUSA, AMR'ın:
- "Sen benden yaşlısın, önce sen konuş," demesine kandı ve:
- "Şu yüzüğü nasıl parmağımdan çıkarıyorsam, ALİ'yi de HALİFELİK'ten öyle alıyorum,"
dedi. AMR da fırsatı değerlendirdi,
- "Ben de bu yüzüğü nasıl parmağıma takıyorsam, MUAVİYE'yi HALİFE ilan ediyorum," deyiverdi!
Ortalık birden karıştı, ama atı alan Üsküdar'ı geçmişti bile!
Hakeme başvurmak ALİ'nin aleyhine oldu... Artık pek
çok kimsenin nazarında HALİFE, MUAVİYE idi. ALİ'nin has taraftarları ise bu kararı tanımamışlardı ve bundan böyle
de ŞİA(yakınlar) diye anıldılar... ALİ'nin vefatına kadar
da onunla birlikte mücadele ettiler.
Bir kısmı da, KUR'AN'DAKİ "ALLAH'tan başka hakem yoktur!" mealindeki ayete dayanarak hem MUAVİYE'den hem de ALİ'den uzaklaştı. Temelde haklı olan bu görüşü, pek aşırıya götürdüler. ALİ'yi kâfir saydılar. Hem onu, hem de MUAVİYE'yi bertaraf ederek apayrı birinin HALİFE olmasına çalıştılar. Bu grup kısa zamanda güçlendi. ABDULLAH İBNİ VEHEB'i kendilerine lider yaptılar. Etrafı kasıp kavurmaya, kendilerine katılmıyanları öldürmeye başladılar. Diğer MÜSLÜMANLAR bunları dışladığı için kendilerine HARİCİ dendi.
(Bakınız: Aşağıdaki TANIMLAR: ŞİA, Şİİ, ALEVİ, HARİCİ)
Ancak biz HAKEM OLAYI'nın cereyan ettiği
658 yılından itibaren ALİ'nin HİLAFET yanında İMAMET, yani İSLAM'ın
MANEVİ LİDERİ olma özelliğinin de ön plana çıktığına inanırız.
Zaten ALEVİLER, BEKTAŞİLER ve ŞİİLER de öyle kabul eder. Ancak onlar
bunu PEYGAMBERİMİZ'in ahirete intikaliyle başlatır.
Öyle olabilir... Ama 658'e kadar bu gizli kalmış, örtülü, biraz da aktif olmayan bir görev gibidir. Çünkü ALİ
kendinden önceki ÜÇ HALİFE'ye tâbidir. Etrafına toplanmış
bir grup yoktur. İnsan yetiştirmekten çok DEVLET İŞLERİ ile uğraşmıştır.
658'den sonra DEVLET İŞLERİ'nden vazgeçmiş değildir. Ne var ki, artık ŞAM'da oturan ve İSLAM DEVLETİ'nin büyük bir kısmında HALİFE kabul edilen MUAVİYE vardır. ALİ'nin bu yöndeki faaliyeti sınırlıdır. İşte onun için biz İMAMET'in bu dönemde ön plana çıktığını düşünmekteyiz. Yine de İMAMET
ile ilgili tablolarda 632 tarihini kullandık.
ALİ, 12 İMAM'ın ilkidir. VELAYET mührünün sahibidir. Bir yandan da HALİFELİK yapmaya gayret etmektedir.
ALİ bir yandan MUAVİYE uğraşırken, bir yandan da HARİCİLER'i tepelemek zorunda kaldı. Sonunda başardı, ama ordusu yorgun düştü. KUFE'ye dönmek zorunda kaldı. MISIR'da başarısız bir yönetim sergileyen EBUBEKİR'in oğlu MUHAMMED'in yerine kumandanı EŞDER'i göndermek istedi. MUAVİYE bunu haber alınca EŞDER'i zehirletti. AMR'ı tekrar MISIR'a vali yaptı ve MISIR'ı tamamen ele geçirdi. MUHAMMED yakalandı ve diri diri yakıldı. (659)
Bu olay da İSLAM'a giren yoz davranışlardan biridir. Bilindiği üzre, İSLAM'da KISAS vardır. Yani kasten veya ihmal sonucu birinin gözünü çıkaran bir kişi (eğer mağdur DİYET, yani para tazminatı kabul etmezse) aynı şekilde cezalandırılır. Bunun amacı da kişilerin kendi katlanamıyacakları eziyeti başkalarına reva görmemeleridir. Caydırıcı olmasıdır.
Eğer adam öldürenlere idam cezası uygulansaydı, eminiz ki TÜRKİYE'de çok daha az cinayet işlenir, çok daha az silah kullanılır, ve çok daha az trafik kazası olurdu.
Yine İSLAM'da dayak, sürgün, hatta kol, bacak kesme gibi
belirli ve çok ağır fiziki cezalar vardır. Yol kesen, böylece seyahat
ve ticareti engelleyen, kapkaç yapıp sokakta dolaşmayı zorlaştıran;
ev basan, böylece insanların güven içinde yaşamasına mani olanlar
ya sürgün edilir, ya da kol ve bacakları kesilerek güçsüz bırakılıp
saldırganlıkları önlenir. Eğer çok azılı iseler, adam öldürmeseler
de asılırlar. Hırsızlıktan vazgeçmiyenlerin elleri kesilir.
Bütün bunların amacı masum, sade ve güçsüz, kendi halinde
vatandaşların güçlü kabadayı ve serserilerin elinde oyuncak
olmamaları, eziyet görmemeleridir.
Bazı kimseler bu cezaları "vahşi, gayrımedenî, insanlık dışı"
bulur... Ancak şu ÜMRANİYE'de yaşanan vahşeti düşününüz. 4 zorba bir
anne ile kızını kaçırıyor, ikisine de tecavüz ediyor, sonra da
yüzlerce defa bıçaklıyarak, göğsünü kesip gözlerini oyarak
öldürüyor... (1999) Veya birileri çantasını almak için zavallı
kadınları
otomobillerin arkasında sürüklüyor, yaralanmalarına hatta sakat
kalmalarına sebep oluyor!.. Bu canilere acımak "insanlık" sayılıyor da,
onların kurbanlarını korumak mı "vahşilik" oluyor?..
Kusura bakmayın, biz böyle "medenî" veya böyle "insan"
değiliz!.. Biz ZALİM'den yana değil, MAZLUM'dan yanayız.
Biz SUÇLU'dan, bileğine ve parasına GÜÇLÜ'den yana değil;
MASUM'dan, zayıftan, fakirden, korunmaya muhtaç olandan yanayız. Onlara dokunacak olanların en ağır şekilde cezalandırılmasından yanayız!
Biz idam cezasını kaldırmak isteyenlerin
daha çok idama lâyık olduğuna inananlardanız..
Hele 2002'de 70.000 hırsızı, uğursuzu, kaatili, câniyi, hortumcuyu,
dolandırıcıyı, kapkaççıyı, kaçakçıyı, sokağa
saldıklarından dolayı, ikide bir af çıkaranların kendilerinin zindana tıkılmasını, hatta idam edilmesini isteriz. Kimse, mâsumun, mazlumun hakkını yeyip zalimi affedemez.. Onun hakettiği cezayı hafifletemez.
Hele öyle yok "tiner kokladı, uyuşturucu aldı, sarhoştu, ne yaptığını bilmiyordu" diye bahane bulup
suçu hafifletmekten yana değiliz. Tam tersine, bunlar
cezayı ağırlaştırıcı sebeplerdir. Böyle düşünmezseniz, uyuşturucu kullanımını teşvik etmiş olursunuz.
Haa, bir de şu çok sözü edilen AF hususuna değinelim: İSLAM'da AF, BAĞIŞLAMA üzerinde çok durulan bir konu olmasına rağmen, TÖVBE'ye ve İSLAH olmaya yöneliktir... ve ancak MAĞDUR'a yani kötülüğe maruz kalmış kişiye aittir. Fiziki ceza bağışlanır, para cezasına çevrilir...
Mesela adam öldürüp idama mahkûm edilen birinin bu cezadan kurtulmasının bedeli, ölenin varisine ödeyeceği CAN BEDELİ
olarak 4000 Cumhuriyet altınıdır. Yani bugünün parasıyla
430 milyar liradır. (2002) Bir kimseye yapılan kötülüğün cezasını bağışlamak hakkı HALİFE'ye bile tanınmamıştır!
Bütün bu saydığımız şiddetli cezalara rağmen,
hemen belirtelim ki, İSLAM'da İŞKENCE yoktur!.. Yani belirtilmemiş bir suça, belirtilmemiş bedeni eziyet uygulanamaz! FESAT çıkaranın cezası ÖLÜM'dür, ama yakılarak değil!.. Yine de bilinmez, EBUBEKİR'in oğlu
MUHAMMED belki de OSMAN'a haksız yere saldırmasının cezasını çekmiştir!
İSLAM DEVLETİ'ne ve sonradan kurulan MÜSLÜMAN TÜRK
ve ARAP devletlerine İŞKENCE, HAREM gibi kötü huylar İRANLILAR ve bilhassa BİZANSLILAR'dan geçmiştir. İSLAM'ın ilk 30 yılında böyle şeyler yoktur.
Dönelim konumuza...
Böylece HAKEM olayından sonra, ortaya İKİ HALİFE'li bir
İSLAM DEVLETİ çıktı. KUFE'de ALİ ülkeyi idare etmeye çalışırken,
MUAVİYE de ŞAM'da kendini güçlendirme çabasına girdi... Zamanla
herkes onun safına geçti. ALİ'nin yanında bir KUFELİLER kaldı.
BASRALILAR bile MUAVİYE'nin kışkırtmaları sonucu ondan soğudular.
Bu arada MUAVİYE, HARİCİLER'i. MECUSİLER'i ve yeni MÜSLÜMAN olanları
kendi safına çekmeye çalışıyordu. Bunun için de bazı tavizler
veriyordu. Bu arada MISIR'dan sonra HİCAZ'ı
da ele geçirdi. İRAN üzerinden HİNDİSTAN'da BOMBAY'a kadar
ilerledi. Önemli fetihler yaptı.
İstanbul'u bile kuşattı.
Bu sırada
ALİ özellikle HARİCİLER ile uğraştı. Üzerlerine ordu gönderdi. Büyük kısmı ele geçti. Tövbe edenler affolundu.
Kılıç artığı HARİCİLER ise hem ALİ'den, hem de MUAVİYE'den kurtulmaya karar verdiler. Hakemlik yapan kurnaz AMR'ı da öldüreceklerdi. Üç suikastçı hazırlandı. İSLAM'ın ilk planlı tedhiş hareketi ve suikastı bu idi. Yani şimdi İSLAM'a bir de terör girmişti. Daha sonraları ortaya HASAN SABBAH diye biri çıkacak ve bu konuda bir numara olduğunu gösterecekti.
661 yılında bir sabah namaz vakti İBNİ MÜLCEM adındaki HARİCİ, ALİ'yi zehirli bir hançer
ile vurdu. MUAVİYE ise suikastı yaralı olarak atlattı. Aynı gün
üçüncü kurban AMR, camiye gitmediği için kurtuldu... Yani, İLAHİ
TAKDİR sanki sadece ALİ'nin ŞEHADET'ini onaylamıştı... HİKMET'inden sual olunmaz!
ALİ, İBNİ MÜLCEM'in "ancak kendisi ölürse, öldürülmesini" emretti.
Vefatından sonra bu görevi oğlu HASAN yerine getirdi, İBNİ MÜLCEM'in başını
vurdu. ALİ'nin nâşı NECEF'te toprağa verildi. Ancak bir süre sonra EMEVÎ halifeler
ve taraftarlarının hakaretlerinden dolayı, kemikleri çıkarılmış, ve ORTAASYA'ya
göç eden ALİ OĞULLARI tarafından AFGANİSTAN'daki MEZÂR-I ŞERİF'e götürülüp
defnedilmiştir. Asıl mezarı oradadır.
ALİ alnından yaralanmış, akan kanla sarığı kıpkırmızı kesilmişti...O tarihten
bir süre sonra ALİ'Yİ SEVENLER onun hatırasına KIZIL renkli başlık giymeye
başladılar. ALEVİLER için kullanılan KIZILBAŞ tabirinin kökeni budur. Daha
doğrusu ilki!.. İkincisi HASAN SABBAH'ın fedailerine ait KIRMIZI TAKKE'den
dolayıdır. Üçüncüsü de ORTA ASYA'dan ANADOLU'ya gelen yeni MÜSLÜMAN olmuş
TÜRKMENLER KIZIL BÖRK giymesindendi. Sonradan başıboş silahlı grupları düzenli
ordudan ayırmak için YENİÇERİLER'e BEYAZ BÖRK giydirilmiştir.
ALİ kendi yerine HALİFE olarak kimseyi vasiyet etmedi... Bu husus ta çok
önemlidir!..
Ancak HZ. ALİ'nin şehadetinden sonra büyük oğlu HASAN, HALİFE olduğunu
ilan etti. Kendisine BİAT edenler oldu ama, KUFE'deki HARİCİLER ve MUAVİYE
taraftarları karşı çıktı. Hatta HASAN'a ok attılar.
Bir süre sonra HASAN HALİFELİK'ten çekildiğini bildirdi. (662)
ALİ TARAFTARLARI için artık İMAMLIK öne çıkmıştı!.. Böylece MUAVİYE
HİLAFET'te rakipsiz kaldı.
Aslında MUAVİYE, HAKEM OLAYI sırasında "yerine veliaht
bırakmamak, EHL-İ BEYT'in haklarına saygı göstermek" şartlarını
kabul etmişti ama, sonradan bunlara uymadı. Hatta camilerde ALİ'ye
söğdürdü!.. Bu adet diğer EMEVİ HALİFELERİ zamanında da devam etti...
Bunun üzerine EHL-İ BEYT mensupları (geniş anlamıyla EHL-İ BEYT, HZ. ALİ'nin
17 oğlundan ve kızlarından olan torunları demektir) camiye gitmemeye,
namazlarını evde veya kendi mescitlerinde kılmaya başladılar...
Bu noktada EMEVİLER'den HALİFE 2. MUAVİYE ve HALİFE ÖMER'i
hayırla yadetmek gerekir... Çünkü bu muhterem zatlar camide EHL-İ BEYT'e
sövme adetini kendi dönemlerinde kaldırmışlardır.
İşte ALEVİLER'in camiye gitmeme alışkanlıkların kaynağı,
MUAVİYE'nin başlattığı bu ALİ'YE SÖĞME âdetidir ve olay 600'lerde
kalmıştır!.. Daha sonra bu âdet Aleviler arasında namaz kılmamaya
dönüşmüştür.
Yani artık camilerde ALİ'ye, EHL-İ BEYT'e ve
HAŞİM OĞULLARI'na söğen yoktur ki, gidilmesin!..
Yine ekliyelim: O tarihte manevi sohbetlerin yapıldığı CEM vardı ama,
sazlı semahlı CEM ÂYİNİ yoktu. Hiç bir Şİİ toplulukta da yoktur. SEMAH tamamen
TÜRKLER'e ait ORTA ASYA'dan getirilmiş bir âdettir. CEM de TOPLAMA demektir.
CAMİ, CUM'A, CEMAAT kelimeleri de aynı kökten gelir.
-----------------------------------------------------------
ALEVİ, Şİİ ve SÜNNİ terimleri üzerinde ilerde
yine duracağız.