Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

BEŞİNCİ KISIM

OTUZİKİNCİ BÖLÜM: DENİZLER, KEŞİFLER VE ELDEN KAÇAN YERLER

1480'lere kadar dünyanın belli başlı denizci halkları, yani Çinliler, Araplar, Türkler, Vikingler, Polenezyalılar uçsuz bucaksız denizler ile haritasızlık yüzünden birbirinden kopuk yaşıyorlardı. Nihayet Portekiz desteğindeki gemiler 1488'de Hint Okyanusu'na girdiler. 1492'de Batı Hint Adaları'na ulaştılar ki, Amerika kıtasıdır. 1521'de de Güneydoğu Asya'ya ulaştılar. Magellan ekibi 1519-1522 yılları arasında dünyayı ilk dolaşma şerefini elde etti.

Kristof Kolomb adındaki maceraperest ama sebatkâr kişi ise, uzun yıllar rüzgar ve akıntılar üzerine sürdürdüğü çalışmalar sonucu ve elde ettiği haritalar ile "devamlı batıya giderek Hindistan'a daha kolay varacağını" düşünüyor, bu projesini destekliyecek paralı kimseler arıyordu. İspanya ve Portekiz krallarına başvurdu. Yıllarca bekletildi, oyalandı. Eğer Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinde kullandığı casus sistemini Endülüs'te de kurmuş olsaydı, bu gelişmelerden haberdar olur ve Kolomb'u kendisi görevlendirebilirdi, tıpkı Macar topçu ustası Urban gibi... Ama maalesef Türkler bu konuda o kadar düşünceli ve ileri görüşlü davranamadılar.

Kolomb nihayet İspanya kralı Ferdinand'ı, daha çok kraliçe İzabel vasıtasıyla ikna etti. Ferdinand'ın Gırnata zaferiyle başının döndüğü 1492 yılında üç gemi alarak yola çıktı. Gemicilerinin çoğu gerçek tayfa değildi. Onlar karanlık denizlere açılmaktan korkuyorlar, canavar hürafeleri ile belli sınırları aşmıyorlardı. Kolomb'un yanındakilerin büyük kısmı, eğer sefer başarıya ulaşırsa affolunacak mahkumlar idi... İşte Amerika ve Meksika halklarının atalarını bunlar teşkil eder. Birleşik Amerika'ın böyle kabadayı gibi davranmasının altında suçlulardan oluşan bir toplum olması yatar.

Aynı yıl Kolomb, Santa Dominik ve Küba adalarına vardı. Buralarını Hindistan zannettiği için karşılaştığı yerlilere "Hintli" dedi, aynı ad kızılderililer için hâlâ kullanılır.

Kristof Kolomb Amerika'ya bir kaç sefer yaptı. Gittiği yerlerde koloniler kurdu. Önce yerliler ile iyi geçinirken çok kısa bir zaman sonra onların ellerindeki altınları, mücevherleri ve kadınlarını almaya kalktıkları için isyanla karşılaştılar. Dünyanın en büyük kâşiflerinden sayılan, ama aslında en büyük kaatillerinden biri olan Kolomb, bunun üzerine acımadan binlerce binlerce yerliyi öldürttü, kalanların büyük çoğunluğunu Avrupa'ya götürüp köle olarak sattı. Bunların arasında kendisini ilk karşılayan grubun kralı da vardı.

Kolomb 1502 yılına kadar adaları, Amerika kıyılarını gezdi. Talan ettiği zengin hazineleri İspanya'ya göndermesine rağmen yaranamadı. Görevden alındı, sefalet içinde öldü.

Ne varki keşiflerin yolu bir kere açılmıştı. Buranın yeni bir kıta olduğu 1507 yılında anlaşıldı ve Amerika adı verildi. 1513'de Fernando Kortez Aztek şehri Yukatan'a ulaştı. O da Kolomb'u aratmıyacak şekilde Aztek kralı Montezuma da dahil olmak üzere karşılaştığı herkesi öldürdü, sağ bıraktıklarını köle olarak boğaz tokluğuna madenlerde tarlalarda çalıştırmaya başladı. Böylece onların da çoğu bir kaç yıl içinde sinekler gibi ölüp gittiler.

Sonradan 1522'de Pizarro, kendinden öncekilerden geri kalmıyarak Peru'daki İnka medeniyetini yok etti. O da binlerce insanı en inanılmaz işkencelerce öldürdü. İspanyollar Şili'yi Kolombiya'yı, Venezuela'yı ve daha sonra Filipinler'i ele geçirdiler. Aynı metotları oralardaki halka da uyguladılar. Bu sırada Portekizliler Brezilya, Afrika, Hindistan ve Güney Asya'da önemli yerler edinmişlerdi. Aynı metotları kullanarak hakimiyetlerini kabul ettirdiler.

Kısacası Kolomb'un Amerika'ya ulaşmasından 20 yıl sonra 1.000.000 kızılderili hayatını kaybetti. Afrika'nın gariban köylüleri gemilere yüklenip Brezilya'daki tarlalarda çalışmak üzere götürüldüler. Sözüm ona dinsizleri imana getirmek için yola çıktığını söyliyen barbar İspanyolların kızılderilileri pişirip yediklerini gösteren Avrupalı ressamların eserleri vardır. Zencilere kimbilir neler yaptılar!..

Bu arada enteresan bir gelişme oldu. Kristof kolomb'un başarısından hemen sonra Papa 6. Aleksander, babasının malını paylaştırıyormuş gibi, dünyayı İspanya ve Portekiz arasında bölüştürdü!. Fethedilecek yerlerde bu iki devletten başkasına hak tanımadı.

Ancak bir süre sonra İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar da yeni diyarlara el attılar. Sömürgecilik Amerika'dan başlıyarak Afrika, Asya ve Avustralya'ya yayıldı. Papa, dünyada Portekiz ve İspanyollardan başkasına söz hakkı vermemişti, ama güçlü olan kendisinden başkasına hayat hakkı tanımaz oldu. 50 yıl Batılı devletlerin Doğu ile arayı kapatmasına yetti. Onlar güçlendikçe Osmanlı Devleti zayıflamaya başladı.

Ama bütün bunlar bizim hatalarımızı gözardı etmemize yol açmamalıdır. Gerek 1482'de ölen Fatih, gerek 1512'de tahtı bırakan Bayezid bu konuya gereken önemi vermemişlerdir. Yavuz Sultan Selim'in ise ilgilendiği problem başkadır. Onun için kendisini mazur görmek gerekir. Bu konuya ilerde temas edeceğiz.

1520'de tahta oturan ve son derece rahat ve uzun bir hükümdarlık dönemi geçiren Kanuni Sultan Süleyman ise, aynı ihmali göstermiş; "Akdeniz'i bir Türk gölü yapmak" diye göklere çıkardığımız bir denizcilik anlayışı ile yetinmiştir. Eğer Kanuni kendi devrinde bu konuya el atsa, İspanya ve Portekiz'e set çekse, Amerika kıtasına bir noktadan girse idi; hem bu katliamlar büyük ölçüde önlenmiş olur, hem o bölgenin halkı bu kadar sömürülmemiş olur, hem de Batılılar kısa zamanda aşırı zenginleşerek İslam ülkelerinin ve diğer devletlerin başına bela olmazlardı. Aslen Türk soyundan olan kızılderililere müsamaha ile yaklaşıp kısa zamanda kaynaşmak bu suretle büyük bir nüfus desteği sağlamak ta mümkündü. Bütün bu fırsatlar kaçırılmıştır.

Ama biz şimdi bu salt siyasi gelişmeleri bırakıp işin biraz da manevi yönüne eğilelim.

OTUZÜÇÜNCÜ BÖLÜM: 2. BAYEZİD VE SAFEVİLİK

Hatırlanacağı üzere, Türkler müslümanlığı kabul ettikleri günden itibaren Peygamberimize ve Ali'ye yakın olmuşlar ve sünni-şii tartışmasının içinde yer almamışlardı. Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş, Yunus, Mevlana gibi kişiler de böyle bir ayırım gütmedikleri gibi, imamlık tartışmasına dahi girmemişler, siyasetle değil velayetle meşgul olmuşlardı.

Zaten Ahmed Yesevi, 12 İmamın geldiği Hüseyin kolundan değil, Hz. Ali'nin diğer oğlu Muhammed'in soyundan geliyordu. Hace ünvanı da bunu göstermekteydi. Kısacası, Hoca Ali'ye kadar Anadolu aleviliğinde 12 imam kavramı belirginleşmemişti. Bu da 1420'li yıllardan sonrası demektir. Kaldı ki, Hoca lakabı Hace'den bozma ise, Hoca Ali de Hz. Ali'nin Muhammed adlı oğluna bağlı demekti. Belki onun zamanında dahi 12 İmamlı inanç sistemi yerleşmemişti. (Bakınız: NOTLAR 5B, 61)

Şeyh Cüneyd ise, kendisine kadar sünni temele dayanarak gelen tarikatı, yeni baştan ve Şii esaslar üzerine tanzim etmiş, dervişlik hırkasını çıkarıp bir hükümdar gibi giyinmişti. Anadolu'ya gelip Karaman yöresinde Varsak Türkmenleri'ni etkilemiş, sonra başka yerlerde faaliyette bulunmuştu. Bu etkiyle Karaman Beyi'ne yardım eden Varsaklar Fatih tarafından tedib edilmişti... Daha sonra Varsaklar Doğu Anadolu'ya gönderilecek, bugünün Kürtçe konuşan aşiretlerine katılacaktır.

Ancak yerine geçen oğlu Şeyh Haydar, babası Cüneyd gibi hükümdar kılığına bürünmedi. Derviş hırkası giydi, başına da 12 dilimli kırmızı Türkmen börkünü taktı. Bu külâhın dilimleri 12 İmam'a, kırmızı rengi de Hz. Ali'nin sarığına işaretti. Böylece Hasan Sabbah'ın Haşhaşinlerinden, Selçuklu dönemi Türkmenlerinden sonra, ortaya kırmızı başlıklı üçüncü bir grup ortaya çıkmış oldu. (Bakınız: NOTLAR 5B, 62) Anadolu'da Türkmen isyanlarından sonra unutulmaya yüz tutmuş "kızılbaş" tabirinin tekrar yaygınlaşması, işte bu Şeyh Haydar iledir.

Derviş kılığına rağmen Şeyh Haydar da siyasî faaliyete girmekten kaçınmadı. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın kızı Halime Begüm Alemşah'la evli idi, ama Akkoyunlu Yakup Bey ile Şirvan Şahı Ferruh Bey ile savaştı. Mağlup oldu ve öldü. (1488)

Haydar'ın ölümünden sonra müritleri oğlu Ali'nin etrafında toplandılar. İsmail o tarihte iki yaşında bir çocuktu. Akkoyunlu hükümdarı Yakup, bu aileden çok çektiği için Haydar'ın oğullarını öldürmedi, çünkü kendi yeğenleri idi. Onları İstahr kalesine hapsetti. 1490 yılına kadar orada kaldılar. Yakub'un ölümünden sonra taht kavgası başlayınca, bu sonradan hükümdar olacak Rüstem, bunlardan yararlanmak isteyrek bunları hapisten kurtardı ve yine Erdebil'e yerleşmelerini sağladı. Ancak daha sonra İsmail hariç, Haydar'ın bütün oğulları öldürüldü. Ölümünden önce Şeyh Ali 12 dilimli tarikat tâcını 7 yaşındaki İsmail'i giydirmiş ve onu tarikatin şeyhi yapmıştı. İsmail'i müritler kaçırıp kurtardılar. Böylece Haydar'ın yerine İsmail geçmiş oldu. Ancak dört yıl boyunca ölüm tehlikesi altında hep saklanarak yaşadı.

Anadolu'dan Ustaclu, Rumlu, Şamlu, Kekelü, Dülkadir, Kaç ar ve Varşak Türkmen aşiretlerinden binlerce aile, onun bu umaceralı hayatının etkisinde kalmış, onu Mehdi bilmiş, Erdebil'e giderek ona katılmışlardır.

Devir 2. Bayezid dönemi idi. Rivayete göre İsmail o zaman 13-l5 yaşında idi. Ama iyi bir eğitim görmüş, çevresine değerli kişiler toplamıştı. Gönlü zengin, coşkulu bir genç idi. Ne var ki, o da siyasetten uzak durmadı.

İsmail Türk olduğunun idrakinde idi. Ta Hoca Ali zamanında Timur tarafından getirilip de mürit yapılmış Türkmenlerin torunlarını etrafında toplamıştı. Ayrıca bu Türkmenlerin akrabaları da Sivas'ta idi. Bunlar Hoca Ali zamanından beri Erdebil'e gelir, veya oradakiler Sivas'a gider, birbirleriyle görüşürlerdi. Aralarındaki irtibat hiç kesilmemişti.

Şeyh İsmail bu durumdan yararlanmasını bildi. Tarikat mensubu Erdebilli Türkmenleri, Anadolu'ya propoganda için gönderdi. Anadolu aleviliğinde 12 imamlı inancın yaygınlaşması işte bu dönemde hızlandı. Özellikle Sivas-Erzincan yöresinde Şeyh İsmail taraftarları arttı.

Şeyh İsmail 1501 yılında Erzincan'a geldi. Gücü büyüyen İsmail 13 yaşında iken babasını öldüren Şirvan Şahı Ferruh'a saldırdı ve onu aynı şekilde öldürdü. Sonra Akkoyunlu hükümdarını devirip İran şahı oldu. Irak ve Fars hükümdarı Murad Bey'i bozarak Şiraz'ı ve Bağdad'ı aldı. (1503) Şiraz'ı aldığında oradaki Sünni ulemayı kılıçtan geçirdi. Bağdad'ı fethedince, İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin ve Abdülkadir Geylani'nin türbelerini yıktırdı. İmam Musa Kâzım'a muhteşem bir türbe yaptırdı Sonra Azerbeycan'ı istila etti. Tebriz'i kendine başkent yapıp bir devlet kurdu. Şeyh İsmail, Şah İsmail oldu!..

Murad Bey, Dülkadiroğlu Türkmen Beyi Alaüddevle'ye sığındı. Bir rivayete göre Şah İsmail Alaüddevle'den kızını istemiş ama o vermemişti. Bunu da fırsat bilerek her ikisinin üstüne yürüdü, ancak ansızın bastırmak için Osmanlı toprağına girdi, Tokat taraflarına geldi. Padişah haber alınca Ankara'ya doğru bir ordu gönderildi. Şah İsmail, "Padişah babamdır, toprağında gözüm yoktur," diyerek süratle Elbistan'a gitti. Murad Bey ile Alaüddevle kaçtıkları için Harput ve Diyarbakır'ı aldı. (1507)

Şah İsmail kısa sürede Akkoyunlu, Karakoyunlu hükümdarlarını, Özbek beylerini mağlup ederek iyice güçlendi. Gözlerini Anadolu'ya dikti. Bu hırsı da iki büyük Türk imparatorunun karşı karşıya gelmesine yol açtı.

Şah İsmail de, yendiği beyler de, Osmanlı hükümdarı Bayezid de Türk'tü. Ama Şah İsmail'in diğerlerinde olmayan bir avantajı vardı. Osmanlılar, hatta diğer beyler saray mensubu olduklarından halka fazla yakın sayılmazlardı. Halbuki Şah İsmail'in hayatı Türkmen boyları arasında geçmişti, ve bu özelliği onu Anadolu halkına Osmanlı padişahından daha hoş gösteriyordu. Üstelik Şah İsmail şiirlerini Sultan Bayezid, Yavuz Sultan Selim gibi ağdalı Osmanlı ağzıyla değil, Yunus gibi kolay anlaşılır bir dille yazıyordu:

Biz ezelden ta ebed meydana gelmişlerdeniz,
Şah-ı Merdan aşkına merdane gelmişlerdeniz!

Yazmaya HAKK'ın kelamullah-ı natık şerhini,
Bu beyanın ilmine, Kur'an'a gelmişlerdeniz!

Gayb-ı Mutlak'tan temaşa-yı ruh-i ziba içün,
Bu şehadet mülküne seyrane gelmişlerdeniz!

Kainatı Suret-i Rahman'a tebdil eyleriz,
Ruh-ü Kuds'ün ruhuyuz, insana gelmişlerdeniz!..

Gece gündüz hayaline dönerim ................. Yandı bu garip kul, nedir çaresi
Bir gece rüyama gir Hacı Bektaş ............... Yine tazelendi yürek yaresi
Günahkârım, günahımdan bezerim ............ Onulmaz dertlere derman olası
Özüm dara çektim, sor Hacı Bektaş! ............ Bu senin bendindir, sar Hacı Bektaş!

Derdimend Hatayi eder niyazı
Ulu pir katardan ayırmaz bizi
Bu mahşer günüdür, isterim sizi
Muhammed önünde car Hacı Bektaş!

Hu diyelim gerçeklerin demine ............ Üç gün imiş şu dünyanın sefası
Gerçeklerin demi nurdan sayılır ............ Sevdasından artık imiş cefası
Oniki İmam katarına uyanlar ................ Gerçek erenlerin nutku nefesi
Muhammed-Ali'ye yardan sayılır ............ Biri kırktan, kırkı birden sayılır

İhlas ile gelen bu yoldan dönmez .................. Gerçek âşık menzilinde durursa
Dost olan dostunu ikilik sanmaz .................. Çerağ gibi yanıp yağı erirse
Eri Hak'tan görmeyen,HAKK'ı da görmez ..... Eksikliği kendi özünde görürse
Gözü bakar amma, körden sayılır! ................ O da erdir, erden sayılır!

Şah Hatayi'm eyder, Bağdad'dır vatan
İkilikten geçip BİR'liğe yeten
Erenler yoluna kıyl-ü kal katan
Yolun dikenidir, hardan sayılır!

Aman hey erenler, mürüvvet sizden
Öksüzem, garibem, amana geldim
Şu benim halime merhamet eylen
Ağlayı ağlayı meydana geldim.

Gönül şahinini saldım havaya
Akıl sefinesin vermişim zaya
Yüzüm süregeldim men hak-i paya
Server Muhammed'e, Selman'a geldim

Muhammed-Ali'nin kullarındanım
Al-i Aba nesli Hayderidenim
İmam-ı Cafer'in mezhebindenim
Derdimend Hatayi, dermana geldim!

Hatayi hal çağında ......................... Hatayi işin düşer
HAK gönül alçağında ....................... Gelip gidişin düşer
Bin Kabe'den yeğrektir ..................... Dişleme çiğ lokmayı
Bir gönül al, çağında ....................... Yerine dişin düşer!

Şah İsmail'in gönül coşkunluğunu yansıtan bu şiirler Anadolu'da elden ele dolaşıyor, dilden dile yayılıyordu. Bu şiirler hâlâ zevkle okunmakta, mâniler cemlerde çalınmaktadır... Kısacası Anadolu Hacı Bektaş'tan, Hacı Bayram'dan sonra böyle etkili bir dini liderle karşılaşmamıştı!

Şah İsmail'in gönül zenginliği, dini bilgisi, şairliği Yunus'la bile kıyaslanabilir bir alevi idi. Ah, bir de o siyasi hırsı olmasaydı!..

Şah İsmail, babası Haydar gibi askerlerine kırmızı çuhadan taçlar giydiriyordu. Böylece KIZILBAŞ kelimesi iyice yerleşti ve bir daha da kalkmadı, bütün aleviler için kullanılır oldu.

Baştanberi de söylediğimiz gibi, Alevilik makbul, siyaseti ön plana çıkartan Şiilik türü değildir. Alevilikte Ali yolunda, HAK yolunda olmak vardır. Şiilikte zaman zaman ortaya çıkan bencillik ve siyaset vardır. Bu yüzden de sonu daima hüsrandır. Ama bu fark çoğu olayda pek farkedilmez. Kaçınılmaz sonuç kolay görülmez. Hele ateşli sözler, insanları kolayca kendine bağlar, peşinden sürükler. Aleviler işin içine siyaset ve menfaat karıştırırlarsa, onlar da şiileşmiş olurlar... Ama yine tekrar edelim ki, biz bütün şiileri değil, lider durumunda olanları kastediyoruz.

Ayrıca önemle belirtelim ki, sünnî mezhepler, tarikatlar içinde siyasete, maddî menfaate bulaşanlar da makbul değildir... Ve maalesef bugün Türkiye'yi maddiyat peşinde koşan alevî dernekleri, federasyonları ile sünnî tarikatlar sarmış, gerçek İslâm bilinmez, görümez olmuştur.

Neticede Şah İsmail'in Anadolu'da yürüttüğü yoğun propoganda, 2. Bayezid'in de dikkatini çekti. O zamana kadar olmayan bir durum ortaya çıkmıştı. Osmanlı Devleti başından itibaren sünni-alevi farkının olmadığı Hacı Bektaş zihniyetiyle idare ediliyordu. Yıldırım'ın kendini beğenmiş tavrı bir kenara bırakılırsa, Osmanlı padişahlarının hepsi kalender mizaçlı, derviş tavırlı kişiler idi. Saray ile halk arasında bu açıdan bir sürtüşme olmamıştı.

Şeyh Bedreddin olayı ve Hacı Bayram'n etrafına toplanan müritlerden sarayın telaşlanması dahi, bu açıdan önemsiz olaylardı. Çünkü Şeyh Bedreddin iki şehzadeye hizmet etmiş, yani saraya yakın olmuştu. Onun tuttuğu şehzadelerden, mesela Mustafa Çelebi kazansaydı, ne Bedreddin idam edilir, ne de olay devlete isyan gibi görünürdü. (Bakınız: NOTLAR 5B, 63)

Hacı Bayram olayına gelince, hemen ardından müridi Akşemseddin Fatih'in yakın çevresinde yer almış, İstanbul'un fethinde de önemli rol oynamıştı.(Bakınız: NOTLAR 5B, 64) Yani aslında o da Saray'a yakındı. Ama Şah İsmail'in yarattığı durum, Osmanlı Devleti'nin daha önce karşılaştığı olaylara hiç benzemiyordu.

Şah İsmail'in Anadolu'ya gönderdiği Rumiyeli Nur Ali Halife, Koyluhisar'a geldiği zaman o civarın alevileri etrafına toplandı. Üzerlerine gönderilen Faik Paşa'yı bozup Tokad'ı aldılar. Hutbeyi Şah İsmail adına okuttular. Sonra o civarda bulunan Avşar, Varsak, Karamanlı, Turgutlu, Bozoklu, Tekeli, Hamidelili aşiretlerinden adam toplayıp faaliyete koyuldular. O sırada Amasya valisi olan Şehzade Ahmed üzerlerine Yularkastı Sinan Bey'i gönderdi, ama onu da yendiler.(Bakınız: NOTLAR 5B, 65)

Alevi Anadolu Türkmenleri'nin Şah İsmail'e gösterdiği bu ilginin sebebini bir kere daha tekrarlıyalım: Hem Osmanlı, hem de Safevî devleti TÜRKMEN kökenli idi. Ancak 200 yıl kadar önce kurulmuş olan Osmanlı Devleti, yerleşik şehir hayatını benimsediği, kanun ve kurallarını ona göre tesbit ettiği için yerleşik hayata geçmeyi, vergi ödemeyi, sancak beylerine tâbi olmayı gerektiriyordu. Halbuki, sürekli göçler halinde Asya'dan yeni gelmiş ve gelmekte olan Türkmen obaları, oymakları, aşiretleri ise kendi konar-göçer aşiret âdetlerini sürdürmek, kendi reislerine, beylerine tâbi olmak istiyordu. Birde Osmanlı medrese eğitimi ile İslâm'ı sünnî kurallarına göre, daha kitâbî uyguluyordu. Halbuki Türkmenler müslüman idiler, ama çok daha serbest davranıyorlar, bu yüzden de alevî inanca daha yakın buluyorlardı. İşte Şah İsmail, hem Türkmen olması, hem de devletini yeni kurmuş olması sebebiyle Türkmen aşiret geleneklerini boşmamıştı. Alevî idi, ve Anadolu Türkmen halkını Osmanlı devlet memurlarının baskısından kurtaracak bir mehdi olarak görülmüştü. Üstelik Şah İsmail şâirdi, deyişlerini Türkçe yazıyordu.

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: ŞAHKULU OLAYI , NOTLAR - 5B , YAVUZ SULTAN SELİM VE SONRASI , HİLAFET VE İMAMET , 12 İMAM DÖNEMİ , İSLAM'A FESAT KATANLAR , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR