Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

ALTINCI KISIM

YİRMİSEKİZİNCİ BÖLÜM: CELÂLİ İSYANLARI

Bu Kanunsuz Süleyman'ın ölümünden sadece on yıl sonra ülkede CELÂLÎ İSYANLARI diye bilinen isyanlar başlamış, bilhassa 1596-1610 yılları arasında bütün ülkeyi anarşi kaplamıştı. Bu tarihten sonra da hızını kaybetmesine rağmen, yer yer devam etmiştir.

Bu isyanlara ilk isyancılardan birinin adının Celâl olmasından dolayı bu ad verildiği söyleniyorsa, bizce esas sebep ilk ayaklananlardan birinin Yavuz Sultan Selim tarafından Güneydoğu'ya yerleştirilen Celâlî Türkmen aşiretinin vaadedilenler yerine getirilmediği için ayaklanmısıdır. Özelliği de sadece bir aşiretin, bir ailenin, bir zümrenin değil; her seviyeden insanın isyanı olmasıdır. Ezilen de hep köylüdür.

Tımarlı sipahilerin işsiz kalması, vakıf gelirlerinin azalması, köylünün doğrudan ödediği vergilerin artması, tefeciliğin yaygınlaşması, mültezimin köylüyü ezmesi, köylünün korumasız kalıp Devlet'le ilişkisinin kesilmesi, toprağını kaybetmesi, yiyecek fiyatlarının yükselmesi, kıtlık ve nüfusun hızla artması... Hepsi bir araya gelince, on yıl içinde Osmanlı'nın düzeni bozuldu. Halkın feleği şaştı. İşsiz ve aç olanlar isyancıların vurucu gücü haline geldi. Tıpkı bugünkü Güneydoğu'da fakir köylü çocuklarının ve İstanbul'da gecekondu gençlerinin teröre âlet olması gibi bir durum ortaya çıktı.

Nasıl çıkmasındı?.. İlk kaybettiğimiz toprak parçası olan Mora Beyi'ne ve kadılara şikayet üzere yazılan bir hatt-ı hümayunda fukaraya ihtiyaçlarından dolayı para verip mahsulü tarlada alıp, tekrar kendilerine satmakla "100 akçenin 2-3 senede 1000 akçe olduğu", bunun önlenmesi istenmektedir. Yine 1602 yılında yazılmış olan bir şikâyetnamede Tokat civarında oturan yeniçerilerin köylüye ve esnafa 100 kuruşu aylığı 36 kuruştan yani %360 faizle verdikleri, fukaranın borçlarını edaya muktedir olmayıp bağ ve bahçelerinin zorla zaptedildiği dile getirilmektedir. Kısacası para gücü kaba güçle birleşmekte ve o tarihe kadar varolmayan derebeyliğin temeli atılmaktadır.

İlk isyancılar SUHTE tabir edilen medrese öğrencileri idi. Ekonomik bunalımın arttığı dönemlerde vakıf imkânlarından yararlanmak isteyen köylüler çocuklarını medreselere göndermekteydiler. Ancak sayıları çok artınca, Medreseli suhteler, iş bulamamaktan ve geçim sıkıntısından birçok olaya karışmış ve 1550'li yıllardan itibaren isyan etmeye başlamışlardır. 1575 yılında bütün medreseler tıklım tıklım dolu idi. Böylece medreseler eski niteliklerini kaybetmiş, şimdinin imam-hatıp okullarına benzemişti. Vakıflar, gelirleri azaldığından, bunca öğrenciyi beslemek imkanından bile yoksun kalmışlardı. Neticede din-iman-ilim sahibi olması ve halka da bunları öğretmesi gereken suhteler, gruplar halinde köylere saldırmaya , yol kesip eşkiyalık yapmaya başladılar. İlk CELÂLÎ dalgası böylece DİN ADAMLARI'ndan oluştu!...

Suhte (softa) İsyanı 10 yıl kadar sürdü. Köylerin talanına, yıkımına yol açtı. Sürekli şikayetler üzerine Devlet kendi memurlarına ve asayiş kuvvetlerine olağanüstü yetkiler verdi. (1587) Bu memurlar işsiz köylülerden LEVENT tabir edilen geçici paralı askerler toplıyarak softaları tepelediler.

Ama düzen bir kere bozulmuştu, artık dikiş tutmuyordu. İkinci CELÂLÎ dalgası LEVENTLER'den meydana geldi. Çiftini çubuğunu terkedip gitmek zorunda kalanlar, ehl-i örfün emrine girip levent olmuşlar, softa isyanını bastırmışlardı. Meydan boş, köylü sahipsiz kalmıştı. Bu sefer de leventler ehl-i örf adına talan yapmaya başladılar. EHL-İ ÖRF ise aslında ülkenin güvenliği ve devletin düzenini korumakla görevli beylerbeyi, sancakbeyi, subaşı gibi memurlardı. Yani şimdinin valisi, kaymakamı, nahiye müdürü, emniyet amiri, jandarma komutanı durumunda idiler!...

Önceleri köylüyü softa saldırısından korumak için padişah fermanı ile etraflarına paralı asker toplıyan bu soysuzlar, daha sonra kendileri köyleri kasabaları basmaya, haraç toplamaya, zulüm yapmaya başladılar. Anadolu'ya yerleşmiş olan yeniçeriler, durumu kötülemiş tımarlı sipahiler de levent toplıyarak bu talandan nasibini aldı. Hem ehl-i örfün, hem de yeniçerilerin arkasında İstanbul'daki vezir ve paşalar vardı. Celâliler onlara paylarını gönderir, böylece Anadolu'da rahat ederlerdi. Tıpkı şimdilerde bazı kaçakçı, randevuevi sahibi, kumarbaz kişilerin bürokrat, milletvekili hatta bakanlarca korunduğu gibi... (Bakınız: NOTLAR - 6C, 44)

Ehl-i örf, mültezimler ve ensesi kalın bileği kuvvetli olanlar böylece gelişi güzel vergi toplamaya, köylünün toprağına el koymaya giriştiler. Bir süre sonra çoğu yerde toprağın mülkiyeti hukuken olmasa da fiilen beylerin, zenginlerin eline geçti.

Bu karışıklıklar esnasında EHL-İ ŞER diye bilinen kadılar, müderrisler, hocalar köylünün yanını tuttu... Ehl-i şer, şeriat, yani din kurallarını bilen ve uygulayan anlamına gelir.
(Bakınız: NOTLAR - 6C, 45)

Padişahlar ise çaresizlik içinde idi. 3. Murat (1574-1595) ve 3. Mehmet (1595-1603) yayınladıkları fermanlarda "zalim devlet memurlarına karşı köylünün silahlanarak kendini korumasını" bildiriyorlardı!.. Yani devlet, kendi memuruna karşı kendi halkını savaşmaya çağırıyordu!.

Çaresiz kalan halk, 3. Murad'ın fermanına dayanarak ehl-i şerin önderliğinde olabildiğince teşkilatlandı. (1591) Leventler ortaya çıkınca kenara çekilmek zorunda kalan softaların da yardımı ile Ahi yiğitbaşlarının emrinde İLOĞLANLARI denen silahlı birlikler kurarak korunmaya çalıştı. 1596'da 3. Mehmed'in fermanı halka güç kattı. Halk devlet memurlarına, zabıta birliklerine, sekban bölüklerine köylerini kapattı. Onlarla başabaş bir mücadeleye girdi.

Ne var ki, bundan da üçüncü CELÂLÎ dalgası doğdu. Köylü İLOĞLANLARI da güçlenince zenginlerin konağını, beylerin toprağını basmaya, yolunu kesmeye başladılar... Ünlü KÖROĞLU destanı, bu şekilde zulûm ve baskı ile karşılaşıp dağa çıkan o dönem köylülerinden birinin hayat hikâyesidir.

Neticede Anadolu'da kimin ne tarafta olduğu, kimin Devlet adına hareket ettiği anlaşılmayan bir ortam doğdu. Ancak mücadele para ile, silah ile sürebilirdi. Bu kargaşada zenginin malını mülkünü koruması, köylününkinden daha kolaydı. Zengin beyler, ağalar işsiz köylülerden oluşturdukları SEKBAN birliklerini gittikçe arttırdılar.

Sekbanlar, 1600'lerin başında İldoğlanları isyanını bastırdıkları gibi, köyleri de darmaduman ettiler. Tarihimize "BÜYÜK KAÇGUNLUK" diye geçen olay başladı. Halk Anadolu'nun o güzelim kalabalık, su başlarına kurulmuş, yol güzergâhı üzerinde olan köylerini terkederek; dağlara, ormanlara, ucra köşelere, SEKBANLARIN ULAŞAMIYACAĞI KUŞ UÇMAZ KERVAN GEÇMEZ YERLERE sığındılar. Beşer onar hanelik mezralar oluştu. Köylünün direnci tamamen kırıldı. Toprağını, yerini yurdunu beylere kaptırdı. Köroğlu, Sepetçioğlu gibilerinin adı ve Bolu Beyi gibi zalimler ile mücadelesi ancak destanlarda, ağıtlarda sürdü.

Nihayet Sultan I. Ahmed döneminde 11 Aralık 1606 tarihinde Kuyucu Murad Paşa Sadrazam oldu. 1607-1608 yılları arasında 100 yıllık Celâlî İsyanları'nı sona erdirdi. 21 Haziran 1611 tarihinde Diyarbakır'da seferde iken ölünceye kadar da Sadrazam olarak görev yaptı.

Murad Paşa işe Konya’dan başladı. Burada birçok asiyi öldürtüp kuyulara attırdı. Bağışlanmak vaadiyle yanına gelenlere bile acımadı. 24 Ekim 1607 günü Kuyucu Murat Paşa ve kendisi gibi devşirme kökenli olan Rumeli Beylerbeyi Tiryaki Hasan Paşa ile komutasındaki Osmanlı birlikleri, isyancılardan Canpulat idaresindeki 20.000 bin piyade ve 1.000n süvarilik isyancı birlikleriyle Maraş yakınlarındaki Bagras Boğazı'nda savaşa tutuştular. Orada Maraş Beyi Zülfikar Paşa da 40.000 bin Dulkadirli Kürt askeri ile Sadrazam'ın ordusuna katıldı. Savaşın gidişatını Osmanlı vak'anüvistleri; “Çok hızlı bir cenk oldu. Yeniçeriler, âsilerin üzerine avlarına hücum eden aslanlar gibi yürümüşlerdir. Daha sonra Osmanlılar tarafından 20 cellat, takım takım getirilen esirleri idam etmekle uğraşıyorlardı. Sadrazamın çadırı önünde 20.000 âsinin başından vücuda gelmiş tepeler yükseldi.” şeklinde anlatırlar.

Murat Paşa, "Kuyucu" lâkabını, öldürttüğü Celâlî isyancılarının ve onların destekçilerini ölü ve diri derin kuyulara gömdürmesi sebebiyle almıştır. Yıllarca Anadolu'da öldürttüğü kişilerin kellelerinden yaptırdığı piramitler, bir korku hikâyesi olarak anlatıldı. Çok soğukkanlı, çok gaddar ve amansız olduğu bilinmektedir. Yaşa-başa bakmadan; erkek, kadın, Celâlî eşkıyasına destek veren ve destek vermesi muhtemel herkesi öldürtmeyi amaç edinmişti.

Kuyucu Murad Paşa savaşmadan önce dua eder, duadan sonra atına biner ve “Yemen yâdigârı” kılıcını sağa, sola, öne sallayarak askere hücum ettirirdi. Harbi kazandıktan sonra çadırının önüne oturarak, yenilmiş olanların cesetleriyle doldurmak üzere kuyular kazdırmayı âdet edinmişti. Cesetler kuyulara atılırken, o kuyuların karşısına geçerek “hamdü sena” etmeyi de ihmâl etmezdi.

Murad Paşa, âsi Canpulat’ı devre dışı bıraktıktan sonra Anadolu’daki harekâtına devam ederek Kayseri ve Sivas’tan geçti. Ankara yakınlarındaki Çubuk ovasında çadır kurdu. Oradan tekrar Sivas, Tokat ve Karahisar-ı Şarki üzerine yürüyerek isyancıları öldürdü ve Bayburt’a vardı. 18 Aralık 1608’de Kuyucu Murad Paşa, yenilmiş Celâlîler'den alınan ve üzerlerinde aldıkları Celâlî zorba başlarının kalın yazılarla isimleri yazılmış bulunan 400 bayrak ile tantanalı bir şekilde İstanbul’a girdi. Padişah bu parlak hizmetlerin karşılığını verdi.

Paşa doksanında olmasına rağmen tekrar sefere çıktı. Kuyucu Murad Paşa bazen düşmesin diye atının eyerine kendini bağlatırdı, ama aklı yerindeydi ve sertti. Görevini mistik bir şiddet ile yerine getirirdi. Diyarbakır'da 1611'de vefat etti... Şurası bir gerçek, IV. Murad’ın (1612-1640) sert saltanatı da bunun üzerine binince, imparatorluğun asâeyişi avdet etti.

BÜYÜK KAÇGUNLUK'ta Ankara'nın köylerinden üçte ikisi boşalmıştı. Bacı kazasının 38 köyünden sadece 5'i, Haymana'nın 80 köyünden sadece 10'u yerinde kalabildi.

İşte uzaktan gördüğümüzde "hangi akla hizmet ederek" kayaların tepesine kurulduğuna hayret ettiğimiz yerleşim birimleri, böyle doğdu... Cumhuriyet döneminde bütün hükümetlerin şikâyeti, sayıları 50.000'e varan köy ve mezralara hizmet götürülemeyişi olmuştur. Bunların birbirinden kopuk, yol-su-elektrik-okul götürülmesinin çok pahalı olduğu yerlerde kurulu oluşu hep dile gelmiştir de, kimse köylünün neden bu kadar zahmetli yerlerde köy kurduğu üzerinde durmamıştır, ta Doğan Avcıoğlu'na kadar... Avcıoğlu Türkiye'nin Düzeni adlı kitabında bu konuyu ele almış ve sebebini de ortaya koymuştur.

Cumhuriyet hükümetlerince yapılması gereken aslında basit idi. Devlet dağda bayırdaki bu 50.000 köy ve mezraya ayrı ayrı yol-su-elektrik-okul- telefon-cami-sağlık evi götürmeye çalışacağına; düze inip 5.000 büyük köy yeri tesbit edip köylüyü buralara taşınmaya teşvik etse, hatta kendi nakletseydi; pek çok meseleyi halletmiş olurdu.

Yani 1600'lerin bey ve ağa zulmünden "dağa kaçış" olayını tersine cevirip "düze iniş" haline getirmek şart idi. Hâlâ da öyledir... Çünkü zaten düze inme zamanı gelmiş olan köylü, bu işi Devlet yapmadığı için kendi yapmakta, başıbozuk biçimde büyük şehirlere göç etmektedir. 1950'lerde bu olaya teşhiş konsaydı, ücra dağlardaki köylülerin gelip büyük şehir tepelerine yaptığı gecekondu köylerini ıslah etmek durumunda kalmıyacaktık.

Bu dağ köylerinden bazıları savunmaya veya saklanmaya çok elverişli olduğu için sonradan kasabaya hatta şehre dönüşmüştür. Ancak onların da engebeli arazi üzerinde olmalarından dolayı, hizmet götürmekte yarattığı sorunlar ortadadır.

YİRMİDOKUZUNCU BÖLÜM: HASTALIK DİĞER ORGANLARA DA SİRAYET EDİYOR!

Askerlik yapacağına iş tutan sadece yeniçeriler değildi... 1600'lerden sonra devlet memurluğu ile işadamlığı bir arada yürür oldu. Nüfuzlarından yararlanan memurlar rüşvet, iltimas, irtikap bir yana; kolayca toprak edindiler. Koyun beslemeye, kaçakçılık yapmaya başladılar. Ekâbir denen yüksek devlet memurları haslarının başına koydukları voyvodalar ile her çeşit yolsuzluğu geniş arazilerde yaparken, İstanbul'da oturup Devlet'in nasıl düze çıkacağını da tartışabiliyorlardı. Böylece devlet idari sistemi de bozuldu.

Rüşvetin yaygınlaşması son derece tabii idi. Çünkü başta Devlet rüşvet ve haraca başvuracak kadar çaresiz kalmıştı. Valilik makamı servet edinmeye müsait olduğu için vezirler tarafından alınır-satılır hale getirilmişti. İyi varidatlı vilayetlere bir yılda 5-6 vali tayin edildiği oluyordu. Valiler böylece ödedikleri CAİZE'yi kısa sürede çıkartabilmek için halka olmadık zulüm yapıyor, Bolu Beyi gibi kötülükleriyle destanlaşıyorlardı.

Durumdan şikâyetçi 1. Ahmed 1604 yılında yayınladığı ADALETNÂME'sinde şöyle demektedir:

- "Kadılar voyvodalarla uyuşup halkı soymaktadır. Bir köye gelince yeni mezarları sayıp, 'Bunlar ne zaman öldü?.. Metrukatı ne oldu?..' diye 200 akçelik eşyayı 1000 akçe yazıp resm-i kıymet almakta, vesair mezalimde bulunmaktadırlar."

Ulema da paralel şekilde bozulmuştu. Adalet, eğitim, diyanet konularından sorumlu Şeyh-ül İslam, eskiden son derece önemli bir mevki sahibi iken; 3. Murad zamanından itibaren adi bir memur gibi tayin ve azledilmeye başlamıştı. 1634'de Seyh-ül İslam Ahizade Hüseyin Efendi'nin idamı ile etkisi daha da zayıflamıştı. O tarihe kadar ülema idam edilmezdi.

1700'lerden itibaren Timur'un Semerkant'ta kurduğu ilim merkezinin Anadolu üzerindeki etkisi tamamen kalkmış, medreselerde okutulan mantık, geometri, matematık, tıp gibi dersler okutulmaz olmuş, sadece şer'i, yani dini dersler müfredata hakim olmuştu. İşsizlerin medreselere doluşması, medreselerin mali kaynağı vakıfların bozulması, müderrislik icazetinin (diploma) valilik ve kadılık görevi gibi parayla satılması sonucu, ülkede ilim adamı kalmadı. Ülema geçinenlerin cahilliği nisbetinde hurafe, müneccimlik ve başkalarını kâfirlikle itham arttı. 3. Selim "anlardan gelecek hayır, ALLAH'tan gelsin," diyerek 1800'lerde ulemanın halini gözler önüne seriyordu.

Hemen belirtelim ki, o zamanın bu bozulmuş uuleması, hacı-hoca takımı; bugünün baştâcı edilen şeyh-şıh-mürşid takımından dahi daha namuslu idi.

Dini hoşgörü de ilimle birlikte azaldı. Osmanlı Devleti'nde her şeyin bozulmaya başladığı 1550 yılından sonra dini konuda da ayırımcı bir takım kanunlar yayınlanmış, 1600'lerde de Hıristiyanlara bazı kötü muamelelere rastlanmıştır.

Eskiden 72 milleti toplayıp bir gözle bakan Osmanlı, hıristiyanlar, yahudiler için ayrı kurallar koyar oldu. "Osmanlıyız, müslümanız" demek yerine, bazılarının "Ben Arnavut'um, ben Arabım" demesi kolaylaştığı gibi, "Bu gavurdur, bu kâfirdir, bu kızılbaştır" ithamları yaygınlaştı. (Bakınız: NOTLAR - 6C, 46) Bu da bizi Alevi-Sünni sürtüşmesi olan konumuza getirirdi.

Hoşgörünün azaldığı yerde milliyet, mezhep ve tarikat farklılıkları güçlendi. Fakirlik gruplaşmaları arttırdı. Hasımların ayırıcı niteliklerini öne çıkardı. Alevilik 1550'lerden sonra Anadolu insanının Rumeli Bektaşisinden farklı olduğu bir özellik halini almaya başladı. Fakirliğin, unutulmuşluğun, cahilliğin sembolü haline geldi.

Sadece Alevilik mi?.. Hayır. Anadolu'da sünnilik te aynı durumda idi. Ama Şah İsmail dönemi kargaşaları ve göç eden aşiretlerin dağlık yörelerde sıkışıp kalmaları, Alevileri daha müşgül duruma soktu.

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: HİÇ BİR DERDE DEVA OLMAYAN ÂYÂNLIK , NOTLAR - 6C , ALEVİ-SÜNNİ AYIRIMI 2. MAHMUD'LA BAŞLAMIŞTIR , HİLAFET VE İMAMET , İSLAM'A FESAT KATANLAR , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR