Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

SEKİZİNCİ KISIM : GÜNÜMÜZDE DURUM NE?

İKİNCİ BÖLÜM: MAKBUL OLMAYAN İSLÂM EKOLLERİ

VAHHABİLİK

Vahhabîlik mevzusunda bizim yazmak istediklerimizden çok daha iyisini hazırlamış olan biri var. Şükranlarımızı sunarak, NEZİH UZEL'in muhteşem yazısını aynen naklediyoruz. Parantez içindeki ekler bize âittir.

Vahhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdül-vahhab, dini yaşayışta ortaya çıkan tüm gelenekleri küfür saydı. İmanın amelde gizli olduğunu, iman sahibi olmak için kelime-i şehadet getirmenin yetmeyeceğini, imanını ameli ile ispatlamayanın canı ve malının helâl olduğunu ileri sürüyordu.
(Bu iddia Kur'an'a aykırı!.. “Bir mü'minin, diğer bir mü'mini yanlışlık dışında öldürmesi, asla câiz değildir!" Nisâ Sûresi 92. âyet. Ama herif "mümin değilsin" diyor, öldürüyor!.. Böyle demeye hakkı var mı? Yok!.. “Ey Müminler! Allah yolunda yürüdüğünüz vakit, her şeyi iyice anlayın! Size, Müslüman olduğunu bildirene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, 'Sen mü'min değilsin' demeyin." Nisâ Sûresi 94. âyet. Deyip te öldürürse, âhırette vay haline!.. )

Şu yaşadığımız günlerden iki asır doksan dokuz yıl önce, 1703'ün baharında Arab Yarımadası'nın ortasındaki Necid bölgesinde, bugünkü Riyad'a 70 kilometre uzaklıkta, Uyayne kasabasında, bir erkek çocuk doğdu. Yüzyıllar boyu bu yörede yaşayan Beni Teym kabilesinden Süleyman bin Abdülvahhab'ın oğlu olarak dünyaya gözlerini açan bu çocuğa Muhammed adını koydular.

Muammed bin Abdülvahhab olgunluk çağında Mekke'ye gitti. Medine'de iki yıl kaldı. Bu sırada İbni Teymiyye'nin (1263-1328) eserlerini okudu ve tesirine girdi. Muhammed bin Abdülvahhab âilece Hanbelî mezhebindendi. Bu yolda bilgilerini ilerletti ve Hanbelî hukuk ve dünya görüşü ile hayat tarzı konusunda mertebe kazandı.

Abdülvahhab dört yıl Basra'da kaldı. Daha sonra Hureymile'ye geldi. Burada "Kitab-el Tevhid" isimli eserini yazdı. Abdülvahhab bu eserde Kur'an ve Hadis dışındaki herşeyi reddetti. Din'e sonradan sokulan tüm gelenekleri tartışmasız küfür saydı. Bunların er veya geç yıkılacağını ilan etti. Dinin emirlerine uymayanı, bid'atlere sapanı, ibadette kusur edeni Müslüman saymayacağını ileri sürerek gereğinde bu gibilere karşı silah kullanacağını açıkça belirtti. İmanın amelde gizli olduğunu, iman sahibi olmak için kelime-i şehadet getirmenin yetmeyeceğini ve ameli ile imanını ispatlamayanın, canı ve malının helâl olduğunu açıkladı... Böylece ibadet etmeyen ve ameli zayıf olan kişinin dinden çıkmış sayılamayacağını, sadece kusurlu olduğunu öne süren Ehl-i Sünnet anlayışına ters düştü.
(Ve de Kur'an'a ters düştü: "De ki: 'Ey Kitap ehli! Hakkın dışına çıkarak DİNİNİZDE AŞIRI GİTMEYİN! Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve DÜMDÜZ YOLDAN DA ŞAŞMIŞ bir milletin arzu ve keyiflerine uymayın!” Mâide Sûresi, 77. Âyet... Din adamları bu "kitap ehli" hitâbını sâdece Hıristiyan ve Yahudiler yönelik olarak alırlar. Halbuki Kur'an mensubu olarak biz de "kitap ehli"yiz. Bu söz bizim için de geçerli. Bu yüzdendir ki, Peygamberimiz Muhammed Mustafa -s.a.v.- aralarında İbnu Abbas'ın olduğu Müslümanlar'a, "Dinde aşırılıktan sakının! Sizden öncekileri, dinde aşırılıkları helâk etmiştir!" demiştir. Abdülvahhab bu hadise de ters düştü. Yâni, Ehl-i Sünnet olmayan bir mezhep kurdu. Suudi Arabistan'daki uygulamayı "gerçek İslâm" sanan gaafillere duyurulur!)

Muhammed bin Abdülvahhab Necid'liydi. Necid, Arabistan'ın ortasında Medine'nin kuzeyinden Bahreyn'e uzanan bu bölge, tarih boyunca doğudan batıya pek çok kavmin gelip geçtiği yerdi. Yörede eski-yeni pek çok gelenek birbirine karışmış, birbirini etkileyip çökertmiş ve anlamsız kılmıştı. Sahte ve yalancı peygamberlerin kaynaştığı, sahte kurtarıcıların rahatça cirit attığı bu yerde insanlar âbid ile mâbud'u karıştırmış, mâbud mâbede dönmüştü. İnsanoğlu bu ülkede melekle şeytanı ayıramıyor, İmanla küfrü birbirinden farkedemiyordu. Madde ile mânâ çelişkisini bilmez olmuşlardı. İyiliği kötülük, kötülüğü iyilik zannediyorlardı. Yaşamda en büyük felâketin içine düşmüşlerdi.

Muhammed bin Abdülvahhab ve onun yolu, böyle bir cenderenin içinden çıktı. O bütün bunları (ve bunlarla birlikte bazı doğruları) reddetti. Öncelikle, ibadet yeri iken yanlışlıkla puta dönüşen mezarların ve türbelerin yıkılmasını istiyordu.
(Mezarları putlaştırmak, mezarlardan medet ummak yanlış ama, onların varlığını günah saymak ta yanlış. Bu da Kur'an'a ve sünnete ters... "Onlardan (münafıklardan) ölen hiç birinin namazını asla kılma, kabrinin başında durma! Çünkü onlar, Allah'a ve Risûlüne küfrettiler ve fasıklar olarak öldüler." Tevbe Sûresi, 84. Âyet... Demek ki Peygamberimiz bâzı kişilerin mezarının başında duruyormuş... Durabilmesi için de yıkılmamış mezarların olması lâzım.... Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.v.)bir mezarlıkğa varınca, veya mezarlıktan geçerken, "Ey müminler ve Müslümanlar diyarının ahalisi! Sizlere selâm olsun. İnşaallah, biz de sizlere katılacağız. Allah'tan bize ve size âfiyet dilerim." derdi. Amcasının oğlu Ibni Abbas'tan rivayet, Resulullah bir defasında Medine mezarlığına uğradı ve onlardan tarafa dönerek şöyle dedi:"Ey kabirler ahâlisi! Size selâm olsun! Allah bizi ve sizi mağfiret eylesin. Sizler, bizden önce gittiniz, biz de sizin ardınızdan geleceğiz." ... Deme ki, mezarlar, mezarlıklar varmış. Kabirler, kabristanlar varmış. Peygamber onları yıkmamış. Yıkmak kimin haddine?)

Muhammed bin Abdülvahhab Hureymile'de tanındı, az zamanda etrafına pek çok mürid toplandı, ancak kendisine bir fenâlık yapılabileceğından kuşku duyan yakınları onu doğduğu şehir Uyayne'ye götürdüler. Muhammed bin Abdülvahhab burada bölgenin emiri Osman bin Hamr bin Muammer'in himâyesine girdi. Bu sırada kadılık yapıyor, fetvalar veriyor, dâvet işine devam ediyordu. Bir süre sonra Emiri, Halife Ömer bin Hattab'ın 634'te Yemâme harbinde şehit düşen kardeşi Zeyd'in, Der'iyye ile Uyayna arasındaki el-Cabila isimli köyde bulunan türbesini yıkmak için ikna etti. Zeyd'in türbesi yanında bulunan diğer şehitlerin mezarları ile birlikte yıkıldı, ağaçlar kesildi. Yakınlarda bulunan bir mağaranın girişi tahrip edildi.
(Bunların hepsi İslâm'a, Kur'an'a, sünnete aykırı!.. Peygamberimiz "‘Ben size daha önce (putlar kırılmadan önce) kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamıştım. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü o size ahireti hatırlatır ve kabirleri ziyaret sizin hayrınızı arttırsın. Artık kim kabirleri ziyaret etmek istiyor ise ziyaret etsin, fakat bâtıl bir söz söylemesin!’ buyurmuştur. Yâni, yasak olan kabirlerin putlaşması, kabirlerden, türbelerden birşeyler istenmesi yasaktır. Kabirlerde, mezarlıklarda, türbelerde âhıret, yâni ölümden sonrası hatırlanır ve insan kendine bir çekidüzen verir. Orada yatan için dua edilir ve o huşû içinde bir sıkıntısı varsa, ALLAH'tan yardım dilenir. Aynı hadis başka bir rivayette "‘Ben sizlere (putlar kırılmadan önce) kabirleri ziyareti yasaklamıştım. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Şüphesiz onda bir ibret vardır. Bununla birlikte Rabbi gazablandıran bir söz söylemeyiniz!" diye geçer. İbret olması ölümü ve âhıretteki hesabı hatırlatmasıdır. ALLAH'ın gazaplandıran şey de türbelerden veya orada yatandan medet ummaktır. Yine aynı hadisin bir başka rivayeti de ‘Ben size (putlar kırılmadan önce) kabirleri ziyareti yasaklamışdım. Artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz. Çünkü o kalbi inceltir, gözden yaş akıtır, ahireti hatırlatır. Bununla birlikte batıl bir söz söylemeyin!’ şeklindedir. :iz ce farklılık aynı hadis içinde söylenmiş sözlerin eksik hatırlanmasındadır... Peygamberimiz zamanında kâfirlerin bile mezarları, türbeleri duruyordu, el sürülmmemişti.)

İslam dünyasında Vahhabi'lerin ilk yıktıkları türbe ve mezarlık budur. Emire sözünü geçiren Abdülvahhab'ın şöhreti artmıştı. Ancak verdiği sert fetvaları ve aldığı katı kararlarıyle korku ve kuşku uyandırmaya başladı. Halk Necid'in güçlü kabilelerinden Ben-i Halid'in emirine şikâyette bulununca bu kabilenin emiri yardımda bulunduğu Uyayna emiri Osman'dan Abdülvahhab'ı hemen bölgesinden uzaklaştırmasını istedi.

Muhammed bin Abdülvahhab Uyayna'dan ayrılarak Der'iyye'ye geldi. Burada Emir Muhammed bin Suud'la tanışarak O'nun himayesine girdi. Bu karşılaşma ve tanışma daha sonra krallığa dönüşerek 250 yıl sürecek ve günümüze kadar ulaşacak Vahhabî-Suudî emirliğinin başlangıcıdır.

Bu tanışma ile Muhammed bin Abdülvahhab fikirlerine, amacına ve siyâsî savaşına askerî destek bulmuş, yüzyıllardır çölde yaşayan bir Necid kabilesinin emiri olan Muhammed bin Suud da Abdülvahhab'ın desteğiyle pek çok kanlı iç mücadeleler, dalgalanmalar ve kesintiler arasında devamlı şekil değiştirerek iki buçuk asır sonra dünya siyâsetinde denge unsuru olacak bir devlet görüşünün temelini atmıştı.

Abdülvahhab, ibni Suud'la 1744 yılında bir araya gelmişti. Devir 1. Mahmud devri idi. Faaliyet gösterdiği toprak Osmanlı mülkü idi. Araştırmacılar bu tarihi, Suudî âilesinin siyâset sahnesine çıkışı sayarlar. Nitekim aynı yıl sözkonusu beraberlik âile bağları ile de güçlenmiş ve ibni Suud, Abdülvahhab'ın kızı ile evlenerek ona damat olmuştur. Bir başka rivâyete göre de Abdülvahhab, ibni Suud'un kızkardeşiyle evlenmiştir. Muhammed bin Abdülvahhab Der'iyye'den Necid bölgesi emirlerine, din bilginlerine ve Medine ileri gelenlerine dâvet mektupları gönderiyor ve mezhebini savunan kitaplar yazmaya devam ediyordu. Bu Medine ileri gelenleri arasında Hz. Hasan yolundan gelen peygamber torunları da vardı. (Bunlardan biri de sıra ile Osmanlı padişahı tarafından Mekke Şerifi tayin edilirdi.) Bu arada Osmanlı Sultan III. Selim'e de bir mektup gönderdi. O çağda iç meselelerle uğraşan Osmanlılar buna pek aldırmadılar.

Abdülvahhab Mısır'ı ele geçiren Napolyon Bonapart'a da yazmıştı. Bonapart'ın Akka savaşı sırasında Vahhabîîler'le ilişki kurduğu söylenir. Ancak bu konu Fransız ordu arşivi dosyaları arasında kaybolup gitmiştir. (Kurmuştur. Osmanlı'ya karşı çıkanlar dâima gavurlarla yakın ilişkiye girmişlerdir. Şimdi de öyle olmuyor mu? Terörist PKK, DHKP-C, Vahhabi yanlısı İBDA-C, El Kaide, IŞİD Avrupa'dan, ABD'den destek görmüyor mu?)

"Osmanlı İmparatorluğu'nun uzak eyâletlerinde ve Hindistan'da görülen dinî-ahlâkî gevşeklik ve çürüme karşısında sürekli gelişen bir ihya, yâni canlandırma hareketinin varlığını gösteren delillerin sayısı oldukça çoktur. Bu hareket 18 ve 19. yüzyıllarda açıkça görülmeye başlandı. En şiddetli akım patlaması tarihte "Vahhabi hareketi" diye bilinen ve 18. yüzyılda bizzat Arabistan'da ortaya çıkan hareketti... Bu hareket genellikle İslâm Dünyası'nı hayrete düşüren âni bir olay olarak gösterilmektedir. Fakat az önce söylediğimiz gibi Sünnî İslâm'ın yeniden dirilişiyle ilgili genel bir mânevî ihtiyaç ve birikim dâima faaliyet halindeydi. Vahhabîliğin patlaması bu dirilişin çarpıcı bir görünümünden ibarettir. Vahhabîlik, İslâm ümmetinin basamak basamak içine düştüğü ahlâkî çöküntüye karşı ortaya çıkan şiddetli bir tepki hareketiydi. Vahabîliğin ilk musâmahasız ve dar görüşlü günleri geride kaldıktan sonra bile bu ahlâkî saik Vahhabî isyanının genel bir mirâsı olarak yaşamaya devam etti."
Prof. Dr. Fazlurrahman, İslam, İstanbul 1980, shf. 246
(Bu Profesörün yazısından sanki Vahhabîlik makbûl bir şeymiş gibi bir anlam çıkıyor. Hiç te öyle değil! Halkın gösterdiği ilgi Osmanlı Devleti'ndeki bozulma ve artan ahlâksızlık ve suç oranına "bir çâre olur mu?" ümidiyle idi. Olmadığı bir yana, günümüze kadar uzanan El Kaide, Taliban, Boko Haram IŞİD uygulamasında gördüğümüz gibi suç ve ahlâksızlığı arırdı, zûlme dönüştü.)

"Vahhabiliğin kurucusu Abdülvahhab'ın kardeşi Süleyman bin Abdülvahhab bilgin bir adamdı. Bir gün kardeşine sordu: 'Erkân-ı İslâm kaçtır?' O da 'beştir,' cevâbını verdi. O da, 'Sen bunlara altıncısını ilâve ediyorsun. Sana tâbî olmayı din erkânından sayıyorsun,' dedi. Bir diğeri ona, 'İslâm'ın şartı müslümanları tekfir etmek değildir,' demişti"
Ziya Yörükan, Vahhabîlik, İstanbul 1953, shf. 61-63
(Yâni adam İslâm'a yeni bir şart getirmiş. "Muhammed de kim oluyor? sBenim gibi düşünmezsen, Müslüman değilsin, ölürsün!" ... Kendi kardeşi bile onuna inanmamış. Müslümanlar niye inansın ki?)

On sekizinci yüzyılın sonunda, Arab yarımadasının çöllerle kaplı Necid bölgesinde, siyâsî reaksiyoner Vehhabî mezhebinin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab, 1744'ten sonra kendisini himâyesi altına alan De'riyye Emiri Muhammed bin Suud'la birleştikten sonra vaazları, nasihatları ve dâvet mektuplarıyle mezhebini yaymaya devam etti. Dinden uzaklaşan Müslümanlar'la kâfirleri bir tutup, bunların can ve mallarını helâl sayan yeni mezhep-devlet hızla yayıldı. Onbeş yıl içinde Necid, Asir ve Yemen Vahhabî oldu. Abdülvahhab, İbni Suud'la beraber cihat saydığı savaşlara katılıyordu.

Bu sırada Vahhabî-Suudî alanı içine giren her yerde tam bir devlet gücü kullanıldı. Muhammed Bin Abdülvahhab'ın ele geçirilen şehirlere tâyin ettiği Vahhabî kadılar, mezhebin hukukunu geliştirdiler. Vahhabî vâlilerinin görevlendirdiği kolluk kuvvetleri halkın başına tam bir din polisi kesildiler. Tütün içmek, çalgı dinlemek, ipek elbise giymek yasaktı. Din polisi yasaklara uymayanı yakalıyordu. Sabah namazından sonra câmilerde yoklama yapılır, üç defa özürsüz olarak câmiye gelmeyene, içki içene yapıldığı gibi kalabalığın önünde kırk değnek vurulurdu. Muhammed Bin Abdülvahhab kendi şehrinde oturanlara "ensar", dışardan gelenlere "miuhacirîn" derdi. Bu tutumundan dolayı kardeşi Süleyman bin Abdülvahhab ona bir reddiyye yazdı. (Aslında bu adamın hüküm sürmeye başladığı topraklar Osmanlı toprağı idi. Yaptığı Devlet'e isyandı.)

Muhammed bin Suud 1766'da öldü. Yerine oğlu Abdülaziz bin Suud geçti. Devletin mânevî lideri Muhammed Bin Abdülvahhab o sırada hayattaydı. 26 yıl daha yaşadı ve 1792'de öldü. Vahhabi-Suudi devleti 1790'dan sonra güçlendi. Şeklen Osmanlı'ya bağlı olduğu halde, başkent İstanbul'a uzaklığı dolayısıyle merkezi otoriteden sıyrılan bu bölgede gelişen yeni siyâsî birlik, arka arkaya zaferler kazanıyordu. Abdülaziz cıhat adını verdiği savaşlardan elde edilen ganimeti eski Osmanlı pençek usûlüyle beşe böler, bir bölümünü kendi alır, kalanı adamlarına dağıtırdı. Bu yöntem savaşların çekiciliğini artırıyordu.
(Ama alınan ganimet kâfirlerden değil, müslümanlardandı. Yâni, bu ikilinin o günlerde yaptığı, bugün Vehhâbî-Selefî El Kaide, Taliban, IŞİD'in yaptığı ile aynıydı!)

Vahhabiler, ortaya çıktıkları ilk yıllardan itibâren, İslâm'ın içinde eski Sasânî imparatorluk gelenekleriyle yaşayan İranlılar'ı en büyük düşman bellemişlerdi.

Vahhabiler'in asıl amaçları İslâm'ın merkezini ele geçirmekti. Mekke ve Medine üzerinde ağır baskıları Muhammed Bin Abdülvahhab'ın İbni Suud'la birleşmesinden on yıl önce başlamıştı. Abdülvahhab'ın yandaşları 1733 yılında Mekke Emiri bin Said'den hac izni istemişlerdi. Otuz kişiydiler. Emir bunları Haremeyn'in âlimleriyle münâzaraya dâvet etti. Kabul ettiler, ancak bilginlerle baş edemediler. Yenildiler. Mekke kadısı küfürlerine hüküm verdi. Bâzıları hapse atıldı, bâzıları kaçmayı başardı. Bu olaydan sonra Hicaz bölgesi Vahhabîler'e kapandı.
(Demek ki iddiaları tâ o tarihte çürütülmüş!.. Bugün nasıl makbûl sayılabilir ki?)

1790 yılında Mekke Emiri Galip silahlı Vühhabîler'le ilk defa karşılaştı. Bu çatışmadan sonra Galip işin ciddiyetini anlayınca Taif Kalesi'ni tâmir ettirdi. Mekke'nin çevresindeki tepelere kaleler, burçlar kurdurdu. Vahhabîler 18 Şubat 1803'te Taif'e girdiler. Her yeri yakıp yıktılar, halkı öldürdüler. Topladıkları kitapları meydanlara yığarak ateşe verdiler. Peygamber'in amcaoğlu ibni Abbas'ın türbesini yıktılar.
(Tabii bunların İslâm'la, Kur'an'la, Sünnet'le alâkası yoktu. İşte onun için biz Vahhabîlik Ehl-i Sünnet dışıdır, diyoruz.)

13 Mayıs 1802'de, Emir Abdülaziz'in oğlu Suud'un kumandasında Vahhabi savaşçıları Kerbelâ'da 10 Muharrem âyini yapan Şiîler'in üzerine saldırdılar... Bir rivâyete göre 2.000, bir başka anlatıma göre 10 000 Şiî bu saldırıda öldü. Hz. Hüseyin'in türbesi yağma oldu. Kerbelâ yandı, yıkıldı, bölge târihte bir kere daha mâteme büründü. Bu savaşta ölen bir Şiî'nin yakını, daha sonra 4 Ekim 1803 günü mescitte namaz kılan Abdülaziz'i sırtından hançerleyerek intikamını aldı.

İki buçuk ay sonra 30 Nisan 1803'te Mekke'yi aldılar. Suud bin Abdülaziz Kâbe'yi tavaf etti. Ulema (korkusundan) biat etti. Abdülaziz onlara şöyle konuştu:

- "Sizin dininiz bugün kemâl derecesine ulaştı. (Kemâle bak, kemâle!)
İslâm'ın nimetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakk'ı kendinizden râzı kılıp hoşnud ettiniz.
Artık âbâ ve ecdâdınızın bâtıl inanışlarına meyl ve rağbetten
ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının.
Ecdâdınız tamamen şirk üzre vefat ettiler...
Hz. Peygamber'in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak,
tâzim ve salât-ü selâm getirmek, mezhebimizce gayrimeşrudur...
Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli
ve sâdece [es-Selâmu âlâ Muhammed] diye selâm vermelidir..."
(Yüce ALLAH bile hesâbı mahşer günü yaparken, Abdülaziz denen adam, Mekke halkının gelmiş geçmiş ecdâdını tümden müşrik ilân edebiliyor!.. Bunun İslâm'la, Kur'an'la, Sünnet'le, İslâm'la alâkası var mı?)

İbni Suud bu konuşmadan sonra Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ömer, Ebu Bekr, Ali ve Fatıma'nın doğdukları evleri yıktırdı.
(ALLAH'ın hikmeti, Peygamber'in kabrine dokunamadılar. Sonradan dokunmak istediklerinde de Mustafa Kemâl dokundurtmadı.)

Vahhabîler'in bu ilk Mekke zaptı kısa sürmüştü. 25 gün sonra Emir Galib'in kuvvetleri geri gelerek kutsal şehirleri kurtardılar. Ancak Abdülaziz İbni Suud'un bir Şiî tarafından hançerlenerek öldürülmesinden sonra, yerine geçen oğlu Suud, Haziran 1805'te Medine'yi, bir yıl sonra Mekke'yi zaptetti. Bütün mezarları balık sırtı dümdüz etti. Halkı yasaklara boğdu. 1811 yılında Vahhabi-Suudî devleti Halep'ten Hind Okyanusu'na, Basra Körfezi'nden Kızıl Deniz'e uzanıyordu.
(Aslında o topraklar Osmanlı'nındı. Ülkede halkın desteklemediği bir isyan hüküm sürüyordu. Aynen 2013-2015 arası Güneydoğu Anadolu illerinde HDP'li Belediye Başkanları'nın PKK hâkimiyeti gibi!)

Osmanlı Devlet Arşivi'nde ve resmî belgelerinde daha sonra Hâricîler olarak isimlendirilecek olan bu kanlı-radikal, ilkel reform hareketi, İstanbul'un ilgisini ilk defa aslında Sultan I. Mahmut devrinde (1730-1754) çekmişti. O çağda Osmanlı teb'ası olan Necid halkının bir kısmı, Bağdad Vâlisi Süleyman Paşa'ya şikâyette bulunmuştu. Padişah Cidde Vâlisi Osman Paşa'ya ferman göndererek devlete silâh çeken Vahhabîler'in ezilmesini istedi. Ne var ki, Osmanlı'nın artık bunu yapacak ne yeterli askerî gücü, ne de siyâsî takati vardı. Paşa işi nasihatle halletmeyi düşündü, beceremedi.

"1744'te Muhammed bin Abdülvahhab'la birleşerek onun mânevî desteğinde Suudî hânedanını kuran Muhanmmed bin Suud'un torunu İbni Suud, 1805'te Medine'yi, 1806'da Mekke'yi zaptettiğinde, mezhebin inancı gereği bütün mezarları dümdüz ettiğinde, Medine'de Bâki Mezarlığı'nın taşlarıyla kaleler inşâ etti. O zamana kadar bilinen tüm İslâm büyüklerinin mezarları tahrib edildi. Araştırmacılar bu tahrib hareketine 'balık sırtı' adını verdiler. VAhhabîler, yanında türbe olan mescitleri dahi yıkıyorlardı. Bu yüzden onlara "mâbed yıkıcıları" adı verenler çıktı. Bu katliamdan sâdece Makam-ı İbrahim, Mescid-i Nebevî ve Peygamber Efendimiz'in türbesi Ravza-i Mutahhara kurtuldu. Mezarlık ziyaretine daha sonra izin verildi."

"250 yıllık muvahhidîn hareketi: Müridlerinin kendilerine 'tevhid yanlısı' (üniter) adını verdikleri, 18. yüzyılda Necid'de Muhammed bin Abdülvahhab tarafından kurulan mutekit İslâm toplumu. Doktrinleri İbni Teymiyye'nin (ölm.1328) Yeni-Hanbelî yoluna dayanır. Özellikle evliya kültü ve kabir ziyareti gibi İslâm'a sonradan girmiş uydurmaları reddeder. Sakal kesmeyi, tütün içmeyi, müzik dinlemeyi, tesbih çekmeyi, câmileri süslemeyi ve minâre inşâ etmeyi yasaklar."

"İçinde yer aldığı askerî zaferlerle gelişen hareket, Muhammed ibni Suud ve kendisinden sonra gelenlerle geniş bir alana yayılmıştı. Vahhabîler Arabistan'ı fethettiler (Mekke 1803) ve Arabistan'ın dışına taştılar. 1812'de gerilediler ve 1819'da Osmanlılar tarafından yenilgiye uğratıldılar. Riyad'da yeniden ortaya çıktılar. Ufak bir kesintiden sonra ibni Suud ailesi 1902'de ülkede iktidarı ele geçirdi ve kurucusunun düşüncelerini ödünsüz uyguladı. Vahhabîlik Arabistan'ın dışına çıktı Hindistan, Türkistan ve Afganistan'a yayıldı."
Grand Larousse, Wahhabites maddesi, Parıs 1964, sf. 912
(Bundan anlıyoruz ki, Abdülvahhab'ın mezhebi Vahhabîlik, kendinden 400 yıl önce yaşamış olan İbni Teymiyye'nin görüşleri üzerine kurulmuş. Yâni, Teymiyyevî, Selefî, Vehhabî hepsi aynı çarpık İslâm anlayışı)

"Hindistan'da Ahmet Barelvî (1786-1831) Brahman çoktanrıcılığının etkisindeki ülkesinde, uzun zamandır yaşayan, putperest kalıntılar ve azizler kültüne karşı Vahhabîlik'e benzer siyâsî doktrinler yayıyordu. Günümüze Vahhabîlik, özellikle İbni Suud'un Hicaz'da geçici Şerifler yönetimini devirmesinden sonra (1926) din ve politika açısından Arabistan'ın önemli bir kısmına yayılmış ve Mezopotamya, Somali gibi çevre ülkelere de taşmıştır."
Henri Masse, l'İslam, Paris, 1930 sf. 208

Vahhabî-Suudî isyanı Osmanlı Devleti'ne karşı yapılmıştı. Kutsal topraklarda yapılan bu başkaldırı hem devlet otorisine, hem de Müslümanlar'ın Halifesi'ne karşı idi. Buna İstanbul'un sessiz kalması düşünülemezdi. Ama yine de Sultan I. Mahmud (1696-1754) öncelikle nasihat edilmesini istemişti, olmadı.

Arabistan'ın Necid bölgesinde Vahhabi isyanı patlak verdiğinde, bu yörenin bağlı olduğu Osmanlı İmparatorluğu bir dünya devleti olarak rakipleri olan Rusya, Avusturya, Fransa, İngiltere gibi buyük devletlerle boğuşuyor, o çağa kadar görülmemiş bir hız kazanan küresel değişimin yeni fırtınaları içinde kendine yarar dengeler arıyordu. Arap çöllerinde alışılmış biçimde baş kaldıran bir emir, imparatorluğun önemli bir konusu değildi. O nasıl olsa altedilirdi. Ayrıca altı asırlık mağrur Osmanlı siyâsî yapısı, teolojik devlet sisteminin merkezi olan Haremeyn-i Şerifeyn'e herhangi bir yerli saldırısına ihtimal vermiyordu. Osmanlı dört asır kutsal yerlere hizmet etmiş, kanı ve canıyle bu toprakla bütünleşmişti. Kim onu bu yerlerden sökebilirdi ki!.. Bu yüzden işi hafife aldı. Ancak bedelini çok ağır ödedi.

Sultan I. Mahmud'un Vahhabîler'i sindirmesi için Cidde Vâlisi Osman Paşa'ya gönderdiği ferman hiçbir işe yaramamıştı. Vâlinin elinde yeterli askerî gücü yoktu. (Aradan yıllar geçti, isyan sürdü.) Başarısız kalan Osmanlılar eski bir devlet geleneğine baş vurarak işi nasihatle halletmeyi düşündüler. Müderris Adem Efendi 23 Kasım 1802'de Kudüs Kadısı tâyin edilip, Sadrazam'ın mektubuyla Necid'e gönderildi. Abdülaziz ibni Suud, Adem Efendi'yi Mekke'de kabul etti. Başlangıçta ona saygı gösterdi, ancak 6 Mayıs 1803 günü aralarında geçen sert münakaşalardan sonra ibni Suud eline hediyeler vererek Adem Efendi'yi İstanbul'a geri gönderdi. Vahhabî-Suudî devletini resmen tanımayarak ona bir diplomat yerine bir müderris gönderen Osmanlı Devleti'nin barış girişimi neticesiz kalmıştı. Suudîler artık "idare-i maslahat" cinsinden sözlerle yola gelecek gibi değillerdi.

Aradan 8 yıl daha geçti. O sırada İstanbul'da II. Mahmut tahta çıkmış, Devlet yenilenmeye yüz tutmuştu. Mahmut sert bir hükümdardı. İmparatorluğun geniş toprakları üzerinde halkın güvenliği, Yunan İsyanları döneminden beri Devlet'in en önemli konusuydu. Devlet, Vahhabî meselesinin hallini Mısır Vâlisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya ısmarladı. Paşa, bu nazik görevi oğlu Ahmet Tosun'a verdi. Tosun'un kumandasındaki Mısır Ordusu 1 Mart 1811'de gemilerle Yanbu limanına vardı.

Mısırlılar 2 Kasım 1812'de Medine'ye, 23 Şubat 1813'te Mekke'ye girdiler. Kavalalı Paşa Suudîler'den geri aldığı Kâbe'nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813'te İstanbul'a gönderdi. O sırada Vahhabî-Suudî emirliğinin başında bulunan ibni Suud 1814'te öldü. Yerine oğlu Abdullah ibni Suud geçti.

Suudîler'in yeni lideri Abdullah sâkin bir adamdı. Savaş ve cidâl onu fazla ilgilendirmiyordu. Âciz ve silik bir kişiliğe sâhipti. Ancak Mısırlılar'ın hışmından kurtulamadı. Savaşta ölen Kavalalı Mehmet Paşa'nın büyük oğlu Tosun'un yerine kumandayı ele alan küçük oğul İbrahim Paşa, Abdullah ibni Suud'u Eylül 1818'de yakalayarak dört gün Mekke'de halka teşhir ettikten sonra İstanbul'a gönderdi. Suud bütün âilesi ve yakınlarıyle birlikte Osmanlı başkentinde götürüldü.

Devlet-i Aliyye'ye baş kaldırmış bir emir, zaptiyelerin arasında, mevkûfen, tüm kalabalığı ile birlikte yollardan geçiyordu. Abdullah İstanbul'da zamanın şeyhülislamı Mekkizâde Mustafa Âsım Efendi'nin fetvasıyle idam edildi.

Abdullah ibni Suud'un ölümüyle 1744'te Arap Yarımadası'nın Necid bölgesinde kurulan Vahhabî-Suudî Devleti'nin ilk bölümü sona erdi... Ne var ki, Osmanlı Sultanı II. Mahmud'un Mısır Paşası Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile bozuşmasından sonra Mısırlılar, Hicaz'dan çekilecekler ve Arabistan yeniden Suudîler'in eline düşecektir. O sırada Mısırlılar'dan ve babasıyle birlikte İstanbul'a postalanmaktan kendini kurtarıp, kayıplara karışan Abdullah'ın küçük oğlu Turkî ortaya çıkacak, 1820-34 arasında âileyi toplayacak ve Suudî Devleti'ni ikinci defa yeniden kuracaktır.

Muhammed ibni Abdülvahhab ve Muhammed ibni Suud'un 1744'te kurdukları ilk Suudî Devleti 74 yıl sürmüştü. O sırada devlet merkezi Derî'yye kasabasıydı. Bu devleti yeniden şekillendiren Turkî ibni Suud, Riyad'ı merkez yaptı. Onun kurduğu Suudîler'in bu ikinci devleti 1891'e kadar 61 yıl devam etti. Bu tarihten sonra geçen on yıl karışıktır.

Suudî-Vahhabî Devleti'nin son ve bugüne kadar devam eden üçüncü siyâsî birliği Turkî'nin torunlarından Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî tarafından kuruldu. 1902'den sonra âilenin başına geçen Abdülaziz'i, Sultan II. Abdülhamid Necid Vâlisi yapmıştı. Peygamber'in hain torunu, Osmanlı'nın Mekke Şerifi Hüseyin, 5 Haziran 1916'da İngilizler'le işbirliği yapıp isyan etti. Osmanlı ordusunu arkadan Ayaklanan Araplar, Suriye ile Medine arasındaki Hicaz demiryolunun Hedye (Hediye) kesimini tahrip ettiler. 140’tan fazla telgraf direğini hasara uğrattılar. 9 Temmuz 1916'da Şerif Hüseyin Mekke’yi ele geçirdi. Kendini Hicaz kralı ilân etti. Ama ilerki yıllarda İngilizler'den beklediğini alamadı. Onlara istediğini veremedi. İngilizler de zaten ilişki içinde bulundukları Vahhabiler'i desteklediler. Vahhabîler 1924'te Mekke ve Taif'e üçüncü defa ele geçirdiler.

Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî, Hicaz Kralı oldu, 18 Eylül 1932'de Necid Meliki olarak bugünkü Suudî Arabistan Krallığı'nın başına geçti.
(Hemen hatırlatalım ki, bu 2. ve 3. Suudî-Vahhabî devletleri de Teymiyyevî- Selefî-Vehhabî tarzı Ehl-i Sünnet dışı uygulamalara devam ettiler.)

Milâd'ın 18. yüzyılında Arap Yarımadası'nın Necid Çölü'nde ortaya çıkan Vahhabî direniş hareketi, o sırada dünyanın orta kuşağında, Atlas Okyanusu'ndan Pasifik Adaları'na kadar uzanan ve eski yeni pek çok yerel kültürden etkilenen İslâm Dünyası'nda bir bedevî başkaldırışıydı. Bedevîler kendi içlerinde doğan bu dinin temsilciliğini başkalarına bırakmak istemiyorlardı... Vahhabîler bu ilkel ve gizli duygunun açık tetikçisi oldular. İlk çatışma alanı Osmanlı toplumu ve onun idâresiydi. Osmanlılar Yavuz Sultan Selim zamanı 1517'de Mısır'ı fethetmişler ve hilâfet makamını İstanbul'a taşımışlardı. O tarihten sonra İslâm'ın mânevî merkezi Mekke, siyâsî merkezi İstanbul'du. Bu geo-politik denge Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 3 Mart 1924'te hilâfeti kaldırışına kadar 372 yıl sürdü. Bu zaman içinde, Asyalı Müslüman bir ulus olan Türkler, geniş bir imparatorluk kurarak, özünü bozmadan, İslâm dinine bir Horasan neş'esi katmışlardı.
(İşte buna biz "Türkler'in İslâm Anlayışı" diyoruz ki, 72 Fırka'nın 71'inden farklı, Fırka-yı Nâciye'dir özü.)

"Vahhabîler'in ana muhâlifi Osmanlı hükûmetiydi. Çünkü onlar bu hükûmetin yetkisine meydan okumuş ve onu bir tarafa itmişlerdi. Nitekim Vahhabî isyanında İslâm'ın ilk yıllarındaki Hâricî isyanını hatırlatan, izlere rastlanmaktadır. Bir başka deyişle, onlar da bir idealizmin zorlayıcı etkisiyle kaba ve dar görüşlü usûllere baş vurarak, islâhat yapmak istemişlerdi. Fakat alışılagelmiş olan İslâm geleneği daha önceleri Hâricîler'in usûllerine nasıl karşı koymuşsa, Vahhabî usûllerine de öylece karşı koydu.

İslâm tarihinde görülen birçok aşırı muhafazakâr ıslâhat hareketlerinin yol açtığı ilginç ve sık görülen bir garâbet vardır. Onlar ıslâhatçı bir gâye için bütün ümmeti birleştirmek amacında yola çıktıkları halde, çok geçmeden mevcut birliği bile bozmaya ve ona karşı silâha sarılmaya yönelmişlerdir. Meselâ, Abdülvahhab önemli tenkitlerinden birinde İslâm öncesi Arap toplumunun-zımnen de kendi yaşadığı devirdeki İslâm toplumunun- yeteri kadar birlik içinde olmadığını ve baştaki yöneticiye itaat edilmediğini ifade etmektedir. Buna rağmen, kendi başlattığı hareket daha ilk safhalarında bile silâhlı başkaldırmalara yöneldi ve toplumun birliğini daha çok bozdu..."
Prof. Dr. Fazlul Rahman, İslam, İstanbul 1980, Sf. 252

Arap dünyasını Osmanlı'dan koparmak isteyen İngiltere, önce Vahhabî akımını teşvik etti. Daha sonra,(Peygamber'in Hz. Hasan soyundan gelen torunu) Mekke Şerifi Hüseyin'e Ortadoğu'da kurulacak büyük Arap devletinin liderliğini vaadederek kandırdı. Şerif Hüseyin'in İngilizler'le pazarlıklarını, oğlu Emir Faysal yürütüyordu. Sonunda, Şerif Hüseyin hiç bir şey elde edemedi. Kıbrıs'ta sürgünde öldü. Büyük Arap devleti de kurulmadı. Şerif Hüseyin, hâtıratında, İngilizler'le işbirliği yapmaktan pişman olduğunu yazdı. İngiliz yetkililer mazeret olarak, Şerif Hüseyin'le temas kuran görevlilerin, 'yetkilerini aşan' vaadlerde bulunduğunu söylediler.
(Yukarda belirttik. Ehl-i Beyt'i kusursuz, mâsum saymak, İslâm'a da, akla da uygun değildir. En bâriz örneği, Ehl-i Beyt'ten olan, Hz. Hasan torunu Şerif Hüseyin'in İngiliz altınlarına ve vaadlerine kanarak Osmanlı'ya ve müslümanlara ihanet etmesidir. Yurtdışına çıkarılmış olan Sultan Vahdeddin'i Hicaz'dan kovan Şerif Hüseyin, sonunda kendisi de yurdundan sürülmüş, perişan ve pişman olmuştur ama, iş işten geçmiştir... Şimdilerde Hz. Hasan soyundan kalanlar Medine'de , baskı altında yaşamaktadırlar.)

Global ekonominin gereğine uyan Suudî Arabistan petrol çıkarma hâriç, tüm yan sanâyiini dünyaya açarak 100 milyar $ sermâyeyi ülkesine çekti. Ancak Hıristiyan Batı Dünyası'nın, bilhasa İngiltere ve A.b.d.'nın etkisinde kalmayı sürdürerek, üstelik onların maşası olarak diğer İslâm ülkelerine de İbni Teymiye-Vahhabi çarpık zihniyetini para gücüyle yaymaya başladılar. El Kaide, IŞİD, Taliban , Boko Haram gibi terörist örgütler sözde İslâm'ı revize etmek için müslüman ülkelerin istikirarını bozmaya, müslüman halkına kıymaya giriştiler.

Bu mezhebin ilham kaynağı Muhammed Abdülvahhab başlangıçta "her yenilik küfürdür" demişti. Ancak kendisinden sonra gelen ve Arap Çölü'ne iki buçuk asır bayrağını diken torunları, bu konuda aynı görüşleri taşımadılar. İşlerine gelen her teknolojik gelişmeyi aldılar, gelmeyeni yıktılar.

Vahhabî-Suudî devleti üç büyük ve farklı değişim geçirdi. Kuruluş dönemini teşkil eden birinci devlet, Abdülvahhab'ın Der'iyye Emiri ibni Suud'la birleşmesinden Osmanlı idâresindeki Mısırlılar'ın 1818'de Vahhabîler'i Hicaz ve Necid'de yenilgiye uğratılmalarına kadar 74 yıl sürmüştü. Bu dönemde Vahhabîler, pîrlerinin yolunda "her yeniliği küfür" her yabancı geleneği "bid'at"saydılar. Mezarlara ve halkın sevip saydığı değerli kişilere saygı göstermeyi "kula tapınma" ile eşdeğerde ve "putperestlikle" bir tuttular.

Vahhabî-Suudî devleti ikinci defa, Abdullah bin Suud'un oğlu Türkî tarafından 1821'de kuruldu ve 1891'e kadar 70 yıl sürdü. Bu sırada dünyaya ve yaşanan çevresel siyâsî tabloya daha yatkın davranmak zorunda kalan Vahhabîler mezar ziyâretine ve Caferî mezhebi mensuplarının hac etmesine izin verdiler.

Vahhabî-Suudî devleti, üçüncü ve son defa dünya sahnesine, 1902'den sonra Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî'nin gayretiyle çıkmıştır. Suudîler'in bu üçüncü cülûsu yeni ve görünüşte modern bir devletin temellerini atmıştır. Petrolün henüz söz konusu olmadığı o yıllarda yeni Suudî hükümdarı asırlardan beri değişmeyen şartlarda yaşayan çöl halklarını yeni ve düzenli bir hayata alıştırmaya çalışıyordu. Onlara ziraat öğretti. Kabileler, suçlulara uygun cezâyı, sadece merkezî hükümetin vereceğini o zaman öğrendiler... Bu kavramın yerleşmesi için bir iç savaş gerekmişti.

Mekke Şerifi Hüseyin 1916'da Osmanlı'ya başkaldırıp, kendisini Arap ülkelerinin kralı ilân etmişti. 1919'da Batılı ülkelerin, Suriye, Ürdün ve Irak'ta kurdukları manda yönetimlere karşı çıkarak, buraların kendilerine verileceği konusunda söz aldıklarını belirtip, Versailles Anlaşması'nı tanımadı. Mart 1924'te kendisini halife ilân etti. Bu arada Arabistan'ın ikinci gücü konumundaki Vahhabî Suud kabileleriyle savaş halında idi. Suudlu II. Abdülaziz, Eylül 1924'te İngiltere'nin yardımıyla Şerif Hüseyin'i Hicaz'dan kovdu. Londra, Şerif-Suud çekişmesinde Suud tarafını tutmuştu. Böylece bölgedeki petrol çıkarma ve işleme konularında önemli gelirler elde edecekti. II. Dünya Savaşı sonunda ABD'nin tüm dünyada etkinliğini artırmasıyla beraber Suud yönetimi İngiltere himâyesinden ABD taraftarlığına geçerek iktidarını kuvvetlendirdi. 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgâl etmesi sonrasında ABD silahlı kuvvetlerinin Suudî silâhlı kuvvetlerini desteklemek amacıyla ülkeye konuşlanmalarına izin verildi. Ancak bir süredir Veliahd Prens Abdullah'ın şahsî özellikleri ve daha dindar ve milliyetçi çıkışları ABD-Suudî Arabistan ilişkilerini yeni bir yol ayrımına getirdiği şeklinde yorumlanıyor. 11 Eylül terör olayından sonra Veliahd Abdullah'ın ABD'yi eleştiren açıklamaları olmuş ve bu ABD tarafından hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Kral Fahd'ın yerine geçecek olan Veliahd Abdullah'ın bu tür çıkışları önemli sinyaller olarak değerlendiriliyor. (Ki, Abdullah şimdi başta bulunuyor)

Suudîler'in üçüncü döneminin en çarpıcı görüntüsü petroldür. Bu ülkenin bir petrol denizinin üzerinde yer aldığı anlaşıldığında Vahhabî-Suudî devletinin yeni zamanlardaki kaderi de çizilmiş oluyordu. Yapılan hesaplara göre bu toprağın altındaki petrol rezervi, dünya petrolünün dörtte biridir. Mısır için "Nil nehrinin hediyesidir" derler. Arap Yarımadası için de "Arabistan petrol denizinin hediyesidir.." demek gerekir. Bu gerçek Birinci Dünya Harbi'nin başlangıç yıllarında anlaşıldığında, harbin genel stratejisi değişmiş ve başta İngiltere olmak üzere Ortadoğu'da güç dengeleri oluşturmaya çalışan her savaşan millet, sadece petrolü düşünür olmuştu. Bu açıdan "bir sömürgeciler kapışması" şeklinde başlayan "Harb-i Umumî' in bir anda şekil değiştirerek kanlı bir "petrol savaşına" dönüştüğü izlenmiştir. Bu savaş bugün de değişik şekillerde sürüp gitmektedir.

"Küreselleşme bilimsel ve teknik güçleriyle kapımızda,
ekonomik ve sosyal sistemimizi modernize etmek için
var gücümüzle çalışmalıyız. Ancak toplumumuzun
muhafazakâr karakterini aklımızdan çıkaramayız."

Bu sözler Suudî Arabistan Krallığı Veliaht Prensi Abdullah'a âittir. Krallık küreselleşmenin en ileri boyutlarda örneğini vermiş ve petrolün çıkarılması hâriç, tüm yan sanayiini dünyaya açmıştır. Eylül 1998'de başta Aramco, Chevron, Mobil, Exxon, Texaco olmak üzere yedi dev petrol şirketinin temsilcileriyle Washington'da akşam yemeği yiyen Prens Abdullah, o gün yerinde tesbit, tanımlama, taşıma, dağıtım ve rafinaj gibi petrolün tüm yan sanayiini dünya yatırımcılarına açacaklarını müjdelemişti. O güne kadar Arap petrolünün tek ismi olan Aramco'yu gerileten bu karar, bir "devrim" niteliği taşıyordu. 2000 yılının Mart ayı başında Prens Abdullah, bu alanda Riyad hükûmetine ulaşan tasarıların 100 milyar dolara ulaştığını açıklamıştı.

Arabistan petrollerinin tek ve yegâne sözcüsü uzun yıllar dev Amerikan şirketi Aramco'ydu. 1930'da kurulan şirketin bölgede çıkarlarını savunması için bir devlete ihtiyâcı vardı. İki yıl sonra Necid Meliki sıfatiyle bu günkü Suudî devletinin başına geçen Abdullah bin Abdülaziz bu ihtiyacı karşıladı. Kısacası, işin sonunda Suudîler petrolü değil, petrol Suudîler'i çıkarmıştı. Suudî Arabistan'ın günümüzde dünyaya yatırım şeklinde dağılmış 450 milyar doları vardır... Şu anda kardeşi Şelman bin Abdülaziz kraldır. (2016)

"18. yüzyılda Arabistan'da Muhammed bin Abdülvahhab'ın etkisiyle oluşan dinsel ve siyâsal akım. Vahhabîlik adı akımın karşıtlarınca kullanılır. Akımın üyeleri kendilerini Muvahhidîn olarak adlandırır. Günümüzde Suudî Arabistan'ın resmî mezhebidir... Muhammed bin Abdülvahhab'la 1744'de karşılaşan Der'iyye Emiri Muhammed bin Suud onun düşüncelerinde kendisini Arabistan'a egemen kılacak dinsel bir dayanak bulmuş oldu. Abdülvahhab şirk içindeki insanlara tevhidi benimsetmek için kılıç kullanmanın zorunlu olduğunu, can ve mallarının helâl sayıldığını, öne sürüyor, böylece yağmacılık ve yayılmacılığa cihad adına kutsallık kazandırıyordu.... 'Vahhabîlik'e göre Kur'an ve sünnet, metinlerin sözel anlamına bağlı kalınarak anlaşılmalı, kesinlikle yorumlanmamalıdır. Kıyas dinin dayanaklarından biri değildir. Buna karşılık içtihat kapısı açıktır. Herkes içtihatla yükümlüdür. İman kalple tasdik, söz ile ikrar ve ameldir. Bu nedenle İslâm'ın öngördüğü görevleri yerine getirmeyen kişiler mümin sayılamaz."
Ana Britannica, Vahhabîlik maddesi, İstanbul 1986 Shf. 159
(Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini sırf lâfzen kabul etmek, ancak başlangıçtır. Dinde vukûfu olanlar imanda derinleşmiş olanlar "Kur'an-ı Azimüşşan'ın bir açık yedi gizli mânâsı vardır. Her gizlinin de yedi gizli mânâsı vardır" diyerek, idrakin sonsuza uzandığını belirtmek istemişlerdir... Basit bir şarkı sözü olan "Saçıma karlar yağdı / Boşuna yaz beklemek" beyti bile sırf kelime anlamıyla alınırsa, bir adamın kafasına kar yağdığı, adamın da kaldırıma oturup, yazı beklemeye başladığı düşünülür ki, bundan saçma bir şey olamaz!.. Öyleyse, kıyâmete kadar hükmü bâki kalacak olan Kur'an-ı Azimüşşan'ın kelimelerinin derin mânâlarına inmeye çalışmak her Müslüman'ın görevidir. "Şeriat-Tarikat-Mârifet-Hakikat" derecelendirmesi de buna işâret eder.)

"Günümüzde Amerikan basını -kendini kuvvetle savunan- Riyad'ı, özellikle finansman açısından terörizme hoşgörü gösterme ve 11 Eylül New York ve Washington saldırılarını soruşturmada yeterince işbirliği yapmamakla suçlamaktadır. Dünyada kayıtlı petrol rezervinin % 25'ine ve OPEC üretiminin üçte birine sâhip bu ülkenin yöneticilerinin içine düştüğü zor durumu farkeden Bush yönetimi ise, bu suçlamalara katılmamaktadır.."
Mouva Naim, Le Monde, 22 Ekim 2001

VAHHABİLİK'İN İLKELERİ

Dinî silâhla uygulamaya çalışan, namaz kılmayana ölüm cezası öngören, kendilerinden olmayanları kâfir bilerek mezarlıklarını ayıran, Peygamber devrinde olmayan herşeyi sapıklık ilân eden, (peki, bunlar Peygamber devrinde var mıydı=) aklı dışlayan, amelsiz imânı küfür sayan, Kur'an âyetlerini akılla yorumlamayı yasaklayan Vahhabîlik'in ana ilkeleri şu 18 maddede toplanabilir:

1) Allah'ın zatı, sıfatı ve fiili aynıdır. Ayrı olamaz. (elbette öyledir, buna VAHAD denir)
2) Bu Tevhid'dir. Tevhide inanmayanın malı, canı helâldir. (VAHAD başka, TEVHİD başka)
3) Amel imanın içinde gizlidir, amelsiz imân olamaz. (Bundan sonra sapıtmış)
4) Ameli yerine getirmeyene harb açılır. Kestiği yenmez. Bu kişilere karşı cihat edilir.
5) Âyetleri yorumlamak küfürdür. Hüküm zâhire göredir.
6) Allah'a aracısız ibâdet şarttır. Mürşid, şeyh, veli, aracı küfürdür.
7) Kesin delil Kur'an'dır. Şia, kelâm, tasavvuf, tarikat uydurmadır.
8) Kur'an ve Hadis' ten başka herşey bid'attir. (En sapığı bu!.. O zaman, televizyon, uçak, otomobiel, tren, tüfek, top, konserve, röntgen, lazer, hepsi bid'at. Ama Vehhabîler de kullanıyor! Kaldı ki, iyiye kullanılan herşey Kur'an'a ve Sünnet'e uygundur. Taş yerine tuvalet kâğıdı gibi... )
9) Mezar, türbe yapmak, adak adamak, kabir ziyareti küfürdür
10) Allah'tan başka kimseden yardım beklemek küfürdür. (ŞİRK'tir)
11) Amelde 4 mezhep helâldir. Tarikat küfürdür, sömürü aracıdır.
12) Namazı cemaatle kılmak şarttır. Namaza gelmeyen ceza alır.
13) Sigara, nargile, içki ve kahve içene kırk değnek vurulur.
14) Vakıf bâtıldır. Vakıf kuranlar servetlerini kaçıranlardır.
15) Muska, tesbih, zikir, sünnet ve nâfile namaz batıldır.
16) El öpmek, boyun kırmak, evliya kabri ve sakal-ı şerif ziyareti, mevlût ve kaside okuma, çalgı dinlemek, eğlenmek şirktir.
17) Rüfâî, Kadırî, Nakşibendî ve benzeri tarikatları küfürdür.
18) Ehl-i beyt sevgisi taşımak, Ali evlâdını mâsum saymak şirktir.
(Tarikat meselesinde, türbe ziyaretinde, yeni âyinler , ibâdet şekilleri icat etmek doğru değildir, çoğu şirke girer, doğrudur. Peygamberler bile hata yapmışken, karıları, oğulları yoldan çıkmışken, bütün Muhammed Mustafa torunlarını, ki bunların arasında Ebu Süfyan'ın oğullarından olanlar, Osman'ın torunları da vardır, hepsini hiç günahsız, hatâsız, "mâsum" saymak akla ve Kur'an'a uygun değildir. Ama hepsine saygımız vardır.)

"Halk alışıp âdet edindiği işi, eğer sünnet, eğer bid'atir, bırakmaz. Meğer elinde kılıç, biri çıkıp da, hepsini kılıçtan geçirsin. Meselâ, itikatta olan bid'atlar için Sünnî padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel işlerinde olan bid'atlar hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan dindarlar ve vâizler nice yıllar kendini verip halkı bir bid'atten döndüremediler. İMDİ HALK ÂDETİNİ BIRAKMAZ! Her ne ise Allah'ın istediğine göre sürülür gider, ancak başta bulunanlara İslâm'ın düzenini korumak ve İslâmlığın şartlarını, esaslarını halk arasında korumak lâzımdır. Vâizler genel olarak halkın sünnete rağbetini artırmak ve onları bid'atten uzaklaştırmak yolunda yumuşaklıkla vaaz ve nasihatle yetinince, üzerine düşen vazifeyi yapmış olurlar..."
Kâtip Çelebi (17. yy.) "Mizânü'l Hak" Hazırlayan O. Ş. Gökyay, İstanbul 1993, sf. 62

SONUÇ: Bizi Suudî Arabistan'ın petrolü ilgilendirmiyor. Onun petrolden kazandığı paraları kullanıp ABD ve AB'nin istediği yönde, Ehl-i Sünnet dışı Teymiyyevî-Selefî-Vehhabî anlayış ve uygulamasını bütün İslâm ülkelerine yayma çabasıigilendiriyor. Bunu son derece tehlikeli buluyoruz. Suudî Arabistan'la olan ilişkilerimizde bu tehlike gözönünde tutulmalıdır. Dünyaya Vehhabîlilik değil, Türk'ün İslam Anlayışı yayılmalıdır.

***

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: OSMANLI DEVLETİ'NİN GENEL BİR DEĞERLENDİRMESİ , ALEVİ-SÜNNİ AYIRIMI 2. MAHMUD ZAMANINDA BAŞLAMIŞTIR! , İSLAM'A FESAT KATANLAR , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR