28 ŞUBAT SÜRECİ - YILMAZ-ECEVİT SAFHASI / 2
Bir kere daha tekrarlıyalım: 28 Şubat 1997 Muhtırası
ile başlayan dönem, TÜRK MİLLETİ'ne, TÜRK DEVLETİ'ne, TÜRK ORDUSU'na, ATATÜRK'e ve
MÜSLÜMANLAR'a ihanet dönemidir!
Yine şunu kesinlikle ifade etmek isteriz ki, 28 Şubat darbesi asla TÜRK ORDUSU'nun
giriştiği bir hareket değildir. TÜRK ORDUSU içine sızmış, ta tepelere yükselmiş olan
mason, Yahudi dönmesi, Ermeni ve Rum kökenli hain kişilerin işidir. Başını mason-dönme
Orgeneral ÇEVİK BİR'in çektiği, bilhassa Deniz Kuvvetleri'nden monşer tipli mason-dönme
amirallerin desteklediği 28 ŞUBAT darbesi, SİLAHLI KUVVETLER içindeki gerçek ATATÜRKÇÜ
ve MİLLİYETÇİ TÜRK subayların kendini "BATI ÇALIŞMA GRUBU" diye adlandıran İSRAİL yanlısı
ekip tarafından ayıklanması, MİLLÎ SİYASET'e yönelmiş olan DEVLET'in tekrar A.B.D.,
İSRAİL ve A.B. güdümüne sokulması, TÜRK ORDUSU'nun PEYGAMBER OCAĞI niteliğinden
çıkarılması, TÜRK MİLLETİ'nin İSLÂM'dan uzaklaşması için yapılmıştır!
28 Şubat
"postmodern" darbesi sözümona irticaya karşı yapılmış, ancak Necmettin Erbakan'dan
daha çok dini istismar eden Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidara gelmesini sağlamıştır.
Recep Tayyip Erdoğan da müslüman görüntüsü altında Hıristiyan Batı'ya, AB ve ABD'ye
uşaklık eden, Kıbrıs'tan ve Güneydoğu Anadolu'dan, Türklük'ten. hatta İslam'dan
vazgeçen, "darbecileri temizliyorum" derken TÜRK ORDUSU'nu zaafa uğratan bir
politikayla Türkiye'yi uçuruma sürüklemiştir... Hepsini bir bir, kronolojik olarak
anlatacağız.
Bir kere daha söyleyelim ki, 28 Şubat darbesini TÜRK ORDUSU'na ve TÜRK SUBAYLAR'a
mâletmek, son derece büyük bir hatadır ve bizi tam da 28 Şubatçılar'ın istediği
noktaya götürür, ORDUMUZ, ASKERİMİZ kötülenmiş olur!
Kaldığımız yerden 28 Şubat sürecinde cereyan eden olaylar ve Ecevit-Yılmaz dönemindeki
yolsuzluklar, yurt ve dünya olayları ile kronolojimize devam ediyoruz.
28 Nisan 2000 tarihinde MGK'dan çıkan 109 maddelik gizli kararda, akıl almaz
tedbirler sıralanıyordu. İlköğretim öğrencilerinin hangi dershanelere gittiğinin
Milli Eğitim müdürlükleri
eliyle tespit edilmesinden, dinin muamelatla ilgili kurallarının değiştirilmesine
kadar şok tedbirler yer alıyordu.
Zaman gazetesi 28 Şubat sürecine ilişkin çok çarpıcı iddiaların yer aldığı
habere şöyle yer vermişti:
- " 'Bin yıl sürecek' denilen 28 Şubat darbesine ilişkin planların,
Milli Güvenlik Kurulu'ndan geçirilen gizli kararlarla güncellendiği ortaya çıktı!"
- "Anasol-M hükümetinin iktidarda bulunduğu 28 Nisan 2000 tarihli MGK toplantısında,
'İrticai faaliyetlere karşı yürütülecek mücadele stratejisi' başlığıyla
11 sayfalık tedbirler listesi hazırlanmış...
'Gizli' ibareli yazıda, tüm kamu kurum ve kuruluşlarına gönderilen emir ve
tavsiyeler sıralanıyor. 109 maddelik listede, öğrencilerin hangi dershaneye
gittiğinin tespit edilmesi, TSK'da olduğu gibi devlet kurumlarında irtica ile
mücadele birimlerinin kurulması, özel finans kuruluşlarının önünün kesilmesi
gibi hayatın her alanını ilgilendiren emirler var."
- "Gerçek Müslüman'ın nasıl olması gerektiğinin de tanımlandığı listede, dinî
kurallara bile müdahale isteniyor. (İstenir. Çünkü isteyenler müslüman değil!) Şöyle ki:
- Toplumun aydınlatılmasında özellikle İslam dininin muamelata ilişkin
kurallarının yaşanılan şartlara göre yeniden yorumlanabileceği ve çağdaş anlayışa
göre yeniden düzenlenebileceğinin üzerinde durulması..."
- "Batı Çalışma Grubu'nun yerini alan Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon
Kurulu aracılığıyla bütün kurumlara gönderilen tedbirler listesinde 22 madde ile
en çok Milli Eğitim Bakanlığı'na görev verilmiş. Adalet Bakanlığı'nın 5, İçişleri
Bakanlığı'nın 8, Dışişleri Bakanlığı'nın 9, Maliye Bakanlığı'nın 9, Vakıflar Genel
Müdürlüğü'nün 7, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı'nın 6, Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın 19, Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu'nun ise
17 ayrı görevi bulunuyor."
- "Basın ve diğer kuruluşlarla birlikte 109 emrin yer aldığı gizli kararda,
Diyanet İşleri Başkanlığı üzerine de yoğunlaşılmış. Strateji belirlenirken önce
'gerçek Müslüman' tanımı yapılıyor. (Gayrımüslimler "müslüman" tanımı yapıyor) Şöyle ki:
-Gerçek Müslümanlar, İslam dinini, siyasî, hukukî ve ekonomik değişmez bir
düzen olarak değil; esasta bir inanç ve ahlâk sistemi olarak algılamakta ve bu
dinin siyasî, ekonomik ve hukukî kurallarının yaşanılan şartlara göre yeniden
düzenlenebileceği inancındadırlar."
- "Bu tanımdan sonra Diyanet'ten 'Özellikle İslam dininin muamelata ilişkin
kurallarının yaşanılan şartlara göre yeniden yorumlanabileceği ve çağdaş anlayışa
göre yeniden düzenlenebileceği üzerinde durulması' isteniyor. Hutbeler hazırlanırken,
darbe döneminin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral dönme Güven Erkaya tarafından
kurulan Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) yerini alan Başbakanlık Takip Kurulu ile
koordine içinde olunması talep ediliyor."
- "Verilen görevler arasında en ilginç olanı ise TSK'nın itibarının korunması.
Bu görev bizzat Diyanet İşleri reisine yükleniyor:
- İrticaî kesim tarafından TSK'ya karşı yürütülen faaliyetlerin etkisiz hale
getirilmesinde en etkili olarak görev yapacak olan Diyanet İşleri Başkanlığı'dır.
Bu görevin bizzat Diyanet İşleri Başkanı tarafından zamanında kamuoyunun yapılacak
açıklamalar ile, ve merkezde hazırlanan cuma hutbeleri vasıtasıyla yapılması, bu
konuya ilişkin cuma hutbelerinde kullanılacak temaların seçiminin ve uygulamasının
Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu ile koordineli olarak Diyanet
İşleri Başkanlığı tarafından yürütülmesi."
- "İçişleri ve Adalet Bakanlığı'nın 13 maddelik görev listesi var. Adalet
Bakanlığı'ndan 'Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu yerine Ceza Kanunu
hükümlerinin uygulanması yönünde mevzuat düzenlemesinin yapılması' isteniyor.
İrticaî yayınları engellemek için mülkî âmirlere de özel görev yükleyen planda,
'basın savcılıklarının' artırılması isteniyor. Aleyhte çıkan haberlerle ilgili
hızlı bir araştırma yapıp sonuçlandıracak özel bir organizasyon kurulması da planlar
arasında yer alıyor."
- "Dışişleri, Maliye, Yüksek Denetleme Kurulu ile ilgili bakanlık, Sermaye
Piyasası Kurulu gibi yaptırım gücü olan bütün birimleri harekete geçiren planda
Gümrük Müsteşarlığı da unutulmamış:
- Yurtdışından gelen irticaî yayınlar konusunda yurda giriş kapılarında kontrol
yapılması, gümrük memurlarının bu yayınlar konusunda bilgilendirilmesi."
- "Milli Eğitim Bakanlığı'nın kabarık görev listesinde 'Öğretmenlerin yeniden
hizmet içi eğitime tâbi tutulması ve hem genel, hem de dinî eğitim politikası
konusunda yetiştirilmesi'nin önemine işaret ediliyor. Felsefe dersinde neler
anlatılması gerektiği şöyle dile getiriliyor:
- Lise son sınıflarda zorunlu ders olan felsefe derslerinde insanların dine
olan ihtiyaçlarının, dinin toplum üzerindeki etkisi ve parametrelerinin incelenmesi."
- "Çocukların daha ilkokul çağından itibaren fişlenmesi,
'İlköğretimden itibaren
öğrencilerin hangi dershanelere devam ettiğinin okulları tarafından Milli Eğitim
müdürlüklerine bildirilmesi' maddesiyle hayata geçiriliyor. 'Ordu göreve' pankartı
ile yürüyen rektörlerin nasıl göreve geldiğini anlamak için ilgili planda YÖK'e
verilen emir:
- Her türlü olumsuz şartlara rağmen Atatürkçü düşünce mücadele düşüncesinden
vazgeçmeyecek ve irticaya taviz vermeyecek akademik personel arasından seçilecek."
Bu dönemde (1997-2010) Yunan işgâline mâruz kalmış izmir'de 9 Eylül Üniversitesi
Rektörlüğü'ne Rum asıllı, Hıristiyan bir rektör, Emin Alıcı ,
Ermeni mezâlimi altında yakılıp yıkılmış Van'daki
üniversiteye de Ermeni asıllı
Yücel Aşkın getirilmişti!.. (1999) Bütün bunlar o dönemde
Türkiye'yi yönetmekte olan Rum-Ermeni-Yahudi dönmeler ile Kürt bölücülerin nasıl
azgınlaştığının inkâr edilemez göstergesidir. Sadece bu ikisi değil; üniversitelerimizin
başına çöreklenmiş 22 Hıristiyan Rektör ve Dekan daha var!.. Hem de bunlar sadece
bilinenler! Kimliği gizli daha nice dönme ve bölücü eğitimimizi yanlışa yönlendiriyor, bir
bilseniz!
Hani o hıristiyan rektör dünyaca takdir edilen bir bilimi adamı olur da,
bir üniversitede görev almasını anlarım... Ama sen Rum asıllı hıristiyan bir
adamı al getir, Rumlar'ın denize döküldüğü 9 Eylül zaferinin adını taşıyan
üniversitenin başına geçir!.. Bu, "Bakın, sizden nasıl intikam alıyoruz!" demek
değil de, nedir?.. Aynı durum Van Üniversitesi için de geçerli!.. Tarihî eser kaçakçısı,
"atalarını araştıran" Ermeni asıllı Yücel Aşkın'ın, Ermeni çetelerinin yakıp yıktığı
Van'da ne işi var??? 28 Şubatçılar dönme olunca, onlar söz sahibi olunca, elbette
diğer dönmeler ortalıkta cirit atar! (Ermeni dönmesi Yücel Aşkın kaçakçılık davasından,
suçun üstüne yıkıldığı Üniversite Genel Sekreteri Enver Arpalı'nın intiharı ile
beraat ederek kurtuldu. Halbuki esas suçlu kendisi idi.)
4 Mayıs'ta Başbakanlık, "Yabancı misyon temsilcilerinin
özellikle alt kademe devlet
memurlarıyla ilişki kurup bilgi sızdırdığı"
duyumları üzerine alarma geçti. Tüm kamu
kurumlarına bir genelge göndererek "dikkatli olun,"
talimatı verdi... Yıllar önce, 1970'de
Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil,
"CIA altımı oymuş," demişti!.. Aslında yabancıların,
bırakın misyon temsilcilerini, ajan memurlar ile Türk devlet dairelerine sızmaları, İsmet İnönü
döneminde, 1947 yılından itibaren başlamıştı! O tarihten bu yana da hiç bir hükûmet onları
ayıklamaya cesaret edememiştir.
5 Mayıs 2000'de eski Anayasa Mahkemesi Başkanı, Afyonlu Ahmet Necdet Sezer, üçüncü turda
330 oy alarak Cumhurbaşkanı seçildi.
6 Mayıs'ta, 7 yıl önce 24 Ocak 1993'te Uğur Mumcu'yu otomobiline bomba koyarak
öldüren 7 kişi, özel harekât timlerinin düzenlediği operasyonla yakalandı. Bu kişilerin
sözde dinci bir örgüte mensup oldukları anlaşıldı.
7 Mayıs'ta "Tevhid-i İslam" örgütünün yöneticilerinden olan "iğneci" kod adlı
Yusuf Karakuş, Uğur Mumcu cinayetini kendilerinin planladığını, bombayı bazı
İranlılar'ın koyduğunu iddia etti. Kendilerinin de evin yakınlarındaki sitenin bekçisini
oyaladıklarını söyledi. Cinayeti kendileri planladıysa, neden İranlılar'ın işlediğini
ise açıklamadı.
9 Mayıs'ta Yusuf Karakuş'un Hizbullah örgütüne girmek için Hüseyin Velioğlu'na
yazdığı mektupta Uğur Mumcu cinayetini teferrutaıyla anlattığı ortaya çıktı.
10 Mayıs'ta Uğur Mumcu cinayeti nde bombanın İran gizli örgütü Savak tarafından
konulduğu, ancak koyanların 3 İranlı diplomat değil, istihbarat ajanı oldukları, Emniyet'te
resimlerinden bu 7 sanık tarafından teşhis edildiği öne sürüldü.
11 Mayıs'ta Abdülhamit Çelik ve Yusuf Karakuş'a olay yerinde yaptırılan tatbikattaki
bazı yanıltıcı işaretlere rağmen, DGM savcısı Hamza Keleş bombayı İranlılar'ıan
koyduğuna ikna oldu.
12 Mayıs'ta gazetecilerin özel telefon görüşme bantlarını FP'nin emriyle yayınlatan
eski İçişleri Bakanı Meral Akşener, 26 milyar lira tazminat ödemeye mahkûm oldu.
13 Mayıs'ta jandarmaya gelen bir ihbar sonucu Peçenek köyünde bir tarlada C-4 patlayıcısı,
TNT kalıpları, 18 otomatik tüfek ve 39 el bombası bulundu. Ama o tarihte bir "Ergenekon"
operasyonu başlatılmadı.
14 Mayıs 2000'de yapılan FP 1. Kongresi'nde gelenekçi ve yenilikçi kanatlar arasındaki çekişme
su üstüne çıktı. Yenilikçi kanadın adayı Abdullah Gül 521, Recai Kutan 633 oy aldı. Parti Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptığı başvuruyu, "Mahkeme'nin Müslümanlar'a
çifte standart uyguladığı" gerekçesi ile sonraki bir
aşamada geri çekti. Zaten bir müslümanın
hıristiyan adaletine güvenmesi baştan yanlış idi. Erbakan'ın bundan sonraki dönemde
oy kaybetmesinin sebeplerinden biri de bizce bu idi. Halk bu davranışı içine
sindirememişti.
15 Mayıs'ta Ahmet Taner Kışlalı'nın otomobiline bomba koyduğunu itiraf eden Necdet
Yüksel'in Sincan'da gösterdiği boş arazide ikinci bir cephanelik bulundu. Ele geçen
patlayıcılarla Mumcu cinayeti gibi 100 suikast daha yapılabileceği açıklandı... Yine bir
"Ergeneekon" operasyonu başlatılmadı. Niye?.. Çünkü zaten 28 Şubat sürecinde işler
mason ve dönme generallerin istediği şekilde gidiyordu. Yeni bir darbeye ihtiyaç yoktu.
Darbeye karşı çıkan da yoktu. Ecevit 12 Eylül 1980'de gösterdiği tepkiyi, 28 Şubat 1997'de
göstermemişti.
17 Mayıs'ta Ankara Emniyet Müdürlüğü Doçent Dr. Bahriye Üçok ile Prof. Dr. Muammer
Aksoy cinayetlerine karıştığı sanılan 4 kişiyi yakaladı. "Kudüs Komandoları" örgütüne
mensup Necdet Yüksel ve Ferhat Özmen'in sorgularında Bahriye Üçok cinayeti nin delillerinin
ortaya çıkarıldığı iddia edildi.
21 Mayıs'ta faili meçhul 17 cinayeti aynı kişilerin üstlenmesi, ve çelişkili ifadeler
vermesi kafaları karıştırdı. Bu yüzden mahkemeler yıllarca sürdü.
22 Mayıs'ta YÖK, türban yasağına uymayan Fethullah Gülen'in Fatih Üniversitesi'ne bağlı
Hemşirelik Yüksek Okulu'nu kapattı.
24 Mayıs'ta Hizbullah örgütünün kilit ismi Hacı İnan'ın Hizbullahçılar'a "İntikam
dönemi başlamıştır. Şimdi kısasa kısas zamanı Sizi izleyen polis, asker görürseniz öldürün.
Çatışmaya girin," talimatı yolladığı anlaşıldı.
Yine 24 Mayıs'ta İsrail, Güney Lübnan'da 22 yıldır sürdürdüğü işgale son verdi.
26 Mayıs'ta Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt, Özdemir Sabancı'nın kaatillerinden Fehriye
Erdal'ın Türkiye'ye iade edilmeyeceğini açıkladı. Böylece gavura bel bağlamanın, ondan
adalet ummanın ne kadar yanlış olduğu ortaya çıktı. Bu Avrupalılar Talat Paşa'nın
Ermeni kaatilini de böyle serbest bırakmışlardı.
Yine 26 Mayıs'ta Ukrayna Havayolları'na ait bir uçak, Trabzon'un Maçka ilçesi yakınlarında düştü.
İspanyol Barış Gücü askerlerini taşıyan uçakta 62 asker ile 13 kişilik mürettebat öldü.
27 Mayıs 2000 tarihinde Türkiye'nin en büyük hayalî ihracat yolsuzluğu ortaya
çıkarıldı. Gaziantep'li iş adamı Yasın Altınbaş Ankara'da gözaltına alındı... Salça ve
yağ fabrikaları, benzin istasyonları ile Ankara ve İstanbul'da çeşitli işyerleri bulunan
Gaziantepli ünlü işadamı Yasin Altınbaş'ın bir anda büyümesi, ve bölgenin dev
işadamlarından biri haline gelmesi dikkatleri çekmişti. Milli Güvenlik Kurulu, gümrük
ve polis teşkilatlarına yapılan ihbarlar üzerine Altınbaş'ın geçmişi mercek altına
alındı. Yapılan araştırmalar sonucu anlaşıldı ki Altınbaş Holding'e ait akaryakıttan
motor yağına, şekerden muza kadar pek çok mal sınır kapılarından Türkiye'ye kaçak olarak
giriyordu.
Organize Suçlar ve Kaçakçılık Dairesi Başkanı Emin
Aslan'ın merkezden özel görevlendirildiği ekiplerle operasyon Gaziantep ve Kilis'teki
yetkililere bile haber verilmeden tepeden yönetildi. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan
"Yukarı bakın," dediği için de bu operasyona "Paraşüt" adı verildi.
Altınbaş'ın Banka hesaplarına, muhasebe defterlerine ve bilgisayar kayıtlarına el
kondu. Soruşturmayı Cumhuriyet Savcısı Talat Şalk yönetti. 6 bin sayfalık rapor hazırlandı. Gözaltına alınan 39 kişiden 10'u
tutuklanarak cezaevine gönderildi. 81 gümrükçüye işten el çektirildi. Altınbaş Holding'e
bağlı şirketlerin yol açtığı hazine zararı ise toplam
31 milyon 986 bin dolar olarak tesbit edildi.
Yasin Altınbaş'a, Gaziantep'in Nizip İlçesi'ne yaptırdığı okul nedeniyle dönemin
Cumhurbaşkanı Mason Süleyman Demirel tarafından "eğitim alanındaki katkılarından dolayı"
operasyondan bir yıl önce 'Devlet Üstün Hizmet Madalyası' verilmişti.
29 Mayıs'ta işadamı-siyasetçi-bürokrat üçgeni işbirliği "Bermuda Şeytan Üçgeni"
diye adlandırıldı. Bu üçgen ile gerçekleştirilen ithalat ve ihracat
yolsuzluğu için DGM savcısı Talat Şalk "Altınbaş Holding'in son 6 yılda yaptığı
gümrük kaçakçılığı, hayalî ihracat ve vurgunun mâlî portresi 500 trilyonu
aşabilir," dedi.
Yolsuzluğa ismi karışanlar Altınbaş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Yasin Altınbaş,
Yönetim Kurulu Üyesi Abdullah Altınbaş, Servet Altınbaş, TCDD görevlisi Melahat Özyürek,
Habur Gümrük Müdürü Mehmet Ünlü, muhasebeci Döndü Çelik, holding çalışanları Aydın Güneş
Oğur Kılıç, Ayten Şenkaban, Hanifi Özdemir, Recep Kayar, Müslüm Canpolat, Ayvaz Canpolat,
Remzi Horzum, Kemal Atay, Fatma Aldoğan, Öznur Fakı, Ahmet Doğan, holding yan kuruluşu
olan Men-ar Muz şirketinin yetkilileri İbrahim Palabıyık, Semih Dönmez, Nadir
Dönmez, Ahmet Dönmez idi.
Peki, sonuç ne oldu?.. Dava 9 yıl sonra bitti. Yasin Altınbaş beraat etti!.. Bir anda
büyüyüp zenginleşen Altıntaş'ın servetinin nereden geldiği anlaşılamadı. 32 milyon dolar
da buharlaşıp gitti.
1 Haziran'da Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin'in "hüfus kâğıdına din yazılmasın"
görüşünü, 5 yıl önce kararlara geçirdiği anlaşıldı. Halbuki bu görüş Yunanistan'da
kavga ve gösterilere neden oluyordu. Aynı gün İşsizlik Sigortası yürürlüğe girdi. Bu düzenlemeyle,
zengini seven, fakiri ezen Özal'ın icat ettiği Zorunlu Tasarruf uygulaması sona erdi. Ama memur
ve işçilerin birikmiş paraları iade edilmedi.
2 Haziran'da koalisyon ortağı MHP'nin oyları ile, SEKA arazisini Ford şirketine bedelsiz
tahsis ettiği için Yüce Divan'a gönderilmesi istenen Mesut Yılmaz, edepsizleşerek,
"Ortağınıza güvenmiyorsanız, hükûmette olmamalısınız," dedi. Bir tarihte Mason Süleyman Demirel
de Cumhurbaşkanı iken aynı şirket için, "İsteseler Köşk'ün bahçesini dahi veririm,"
diyecek kadar ileri gitmişti. Sanki babasının malını dağıtıyordu!..
4 Haziran'da yasaklı Necmettin Erbakan, başında yeğeni Mehmet Sabri Erbakan'ın
bulunduğu Millî Görüş
Teşkilâtı'nın Köln'deki genel kurul toplantısında gövde gösterisi yaptı.
5 Haziran'da Konya'da Cumhuriyet tarihinin en büyük eski eser soygunu gerçekleşti.
Yusufağa Kitaplığı'ndan 110 adet birbirinden kıymetli ve tek nüsha olan yazma eser
ile, 62 adet elyazması kitabın işlemeli kapağının çalındığı tesbit edildi... Böyle bir
hırsızlık 12 Eylül 1980'den sonra Güney illerimizden birindeki müzede farkedilmişti.
İçerden olduğu belli olan o hırsızlıkta antik para, heykel ve eşyanın yerine sahtelerinin
konulup asıllarının çalındığı anlaşılmış, ancak sık sık eleman değiştiği için çalanlar
bulunamamıştı... Bu tip hırsızlığı önlemenin tek yolu, güvenilir personel yetiştirmek
ve emekliliğine kadar onları aynı müzede, aynı sarayda, veya kütüphanede çalıştırmaktır.
Elemanlar aynı kaldıkça kimse içten hırsızlık yapamaz! Değişti mi, kimin çaldığı tesbit
edilemez!
6 Haziran'da ihtilal yapmış olan Şili eski diktatörü Augusto Pinochet'in dokunulmazlığı kaldırıldı.
Augusto Pinochet'in 17 yıl süren iktidarı süresince binlerce devrimci, demokrat öldürülmüş ya da
kaybolmuştu... Bundan ilham alan bazı aydınlar Kenan Evren'i yargılamaya heveslendi.
7 Haziran'da, Cumhurbaşkanı Necdet Sezer İran'da yapılacak Ekonomik İşbirliği Teşkilatı
toplantısına katılıp katılmamakta tereddüt ettiği için, Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler
toplantıda Cumhurbaşkanı'nı temsil edeceğini açıkladı... Bu tarz çarpık "lâiklik"
anlayışı bizi hep sıkıntıya sokmuştur. İslam Ülkeleri Konferansı toplantılarında da,
Türkiye kararlara hep, "kanunlarımız müsaade ettiği nisbette" tarzında çekinceler koymuş,
müslüman ülkelerden hep uzak durmuştur. Necmettin Erbakan gibi yaklaşanları da
başımızdaki dönme general ve işadamları devirmiştir.
Yine 7 Haziran'da Yunanistan'da hükümet Avrupa Birliği'ne girildikten sonra verilecek yeni
kimliklerde din hanesini kaldırma kararı aldı. Bundan heveslenen bazı dönme ve gayrımüslim
aydınlar "darısı bizim başımıza" demeye başladılar.
8 Haziran'da eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, Abdi İpekçi cinayetini tam anlamıyla
aydınlatmak istediklerini, ancak dönemin Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ'un bunu
engellediğini iddia etti.
9 Haziran'da temsil ettiği işçilerin parasını çarçur etmek ve yemekle şöhret yapmış
olan Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral, İLO toplantısına katılmak için gittiği
Cenevre'deki otel odasında 10.000 dolarını kaptırdı. Kime, nasıl kaptırdığı pek
anlaşılamadı.
10 Haziran 2000'de Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad'ın ölüm haberi Ankara'ya ulaştı.
Yerine oğlu Beşşar Esad geçti.
11 Haziran'da Amerikan Merkezî Haber Alma Teşkilatı CIA ve Federal Soruşturma Bürosu
FBI tarafından, Türkiye'ye kaçan ve İran terör eylemleri sorumlusu olarak bilinen
Ahmed Behbahani olduğu sanılan kişinin "sahte" olduğunu bildirildi.
12 Haziran'da MHP Mesut Yılmaz'ı ikinci defa, bu sefer de GSM ihalesi yüzünden Yüce
Divan'a yollama yönünde oy kullandı.
13 Haziran'da İtalya Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio, 19 yıldır hapiste bulunan
Papa suikastçisi Mehmet Ali Ağca'nın affını imzaladı. İtalya Adalet Bakanı da
"Türkiye'ye iade" kararını imzaladı.
14 Haziran'da Türkiye iade edilen Mehmet Ali Ağca, Kartal Cezaevi'nde özel bir hücreye kondu.
Kapısında 24 saat jandarma nöbet tutmaya başladı. Cezaevinin kartlı güvenlik sistemi
değiştirilip "parmak izi" sistemi getirildi.
15 Haziran'da Başbakan Ecevit, Diyarbakır'da yaptığı konuşmada asker ve poliste olduğu
gibi bürokratlar için de "Doğu Hizmeti" getirileceğini açıkladı. Ama getirildi mi,
bilmem.
16 Haziran'da, nereden icabettiyse, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Ali Yılmaz, Vatikan'da
Papa 2. Jean Paul ile görüştü. Papa, "Türkiye büyük bir devlet. Atatürk
büyük bir lider," dedi. Hani Türkiye'ye gelen turistler "rakı, şişkebap güzel, erkekleriniz
yakışıklı," deyip gururumuzu okşar ya, öylesine... 5 yıl kadar önce de Fethullah Gülen Hoca
Papa'yı ziyaret edip elini öpmüştü. Yine Fethullah Gülen Fener Kilisesi Başpapazı Bartalemeos'u
ziyaret Fener Kilisesi Başpapazı Bartalemeos'u
ziyaret etmiş, onu Yunan temsilcisi gib görüp, "Siz Atina'da cami yapın, bizde Ruhban Okulu'nu
açalım," gibi lâflar etmiş, adamın göbeğini okşamıştı.
17 Haziran'da Hafız Esad'ın kardeşi Rıfat Esad'ın Türkiye'ye yaptığı ziyaret esnasında,
kendisinin iktiidara gelmesi için yardım istediği, ancak Türk Hükûmeti'nin olumsuz
yanıt verdiği ortaya çıktı.
18 Haziran'da kamuoyunda "Süleymancılar" diye bilinen tarikatın önde gelen
isimlerinden olan ve Adalet Partisi'nden 3 dönem Kütahya milletvekili seçilen Kemal
Kaçar'ın cenaze törenine Mesut Yılmaz da katıldı. Törende büyük izdiham yaşandı.
21 Haziran'da bir çok cinayetle suçlanan "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım'ın
ölmediği belirlendi.
22 Haziran'da Karagümrük Çetesi lideri Nuri Ergin ile Alaattin Çakıcı grubu gene
kapıştı. Nuri Ergin'in kardeşi Zeynel Ergin otomobilde uğradığı saldırıda yaralanırken,
sohbet ettiği köfteci Mustafa Kâmil Erdoğdu hayatını kaybetti. Bu saldırıya 5 saat sonra
karşılık veren Nuri Ergin'in adamları, Yenikapı'daki Mercan Restoranı'nda Çakıcı'nın
adamları Erkan Ulaş ve Murat Göksal'ı kurşun yağmuruna tuttu. İkisi yaralanırken,
restoranın kâhyası Hacı Hasan Pençe öldü.
22 Haziran'da 1996'da İpsala Emniyet Müdürü iken Silivri'de bir otomobil kazası geçiren,
ve aracındaki iki Moldovyalı kadından birinin ölümüne sebep olan Ayhan Çalıkuşu'nun
1 yıldır arandığı ve bir türlü bulunamadığı açıklandı.
26 Haziran'da 28 Şubat'ın elebaşlarından Başbakanlık başdanışmanlarından eski Deniz
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Güven Erkaya toprağa verildi.
28 Haziran'da Kafkas İstikrar Paktı'na Doğru Kars Kent Kurultayı'na işadamlarının
gaylrıresmî daveti üzerine gelen 4 Ermenistan delegesi, İl Emniyet Müdürü tarafından
"resmî davetli olmadıkları" gerekçesiyle sınırdışı edildi. Aslında Emniyet Müdürü doğru
iş yaptı. Çünkü daha önce Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü, Turgut Özal'ın işgüzarlığı
yüzünden, Karadeniz'e sınırları olmamasına rağmen Ermenistan ve Yunanistan'ı da topluluğa
dahil etmesi ile, işlemez hale gelmişti. İki düşmanın katıldığı ortaklıktan hayır gelir mi?..
Bugün (2013) hâlâ bu iki ülke örgütten çıkarılmış değillerdir.
28 Haziran'da Mâlî Şube ve SPK müfettişleri Uzanlar'a ait Çukurova Elektrik şirketine
baskın yaparak defterlerine elkoydu.
Yine 28 Haziran'da Amerika Birleşik devletleri, Küba'ya karşı 41 yıldır uyguladığı ambargoyu
yumuşatma kararı aldı. ABD sadece ambargo uygulamakla kalmamış, Küba'nın ihraç ürünü olan şekerkamışı
ve puro tütünü tarlalarını zehirli kimyasal maddelerle bombalayıp ekonomisini çökertmeye çalışmış,
insanlarının sağlığını bozmuştu.
29 Haziran'da Endonezya'da, içinde 500 yolcusu bulunan bir feribot battı, kazada kurtulan olmadı.
30 Haziran'da Hizbullah'ın lider kadrosunun kullandığı, iki kişinin oturabileceği özel
bölmesi ve havalandırması bulunan tankerden bozma "makam aracı" ele geçirildi. Ayrıca
Hizbullah kuryelerinin kullandığı motosiklet ile, kaçırılan kişilerin taşındığı kamyonete
el konuldu.
1 Temmuz'da SPK müfettişleri ÇEAŞ ve Kepez belgeleri üzerinde araştırma başlattı.
2 Temmuz'da içi boşaltılan Çukurova ve Kepez şirketlerine baskın düzenleyen Sermaye
Piyasası Kurulu Başkanı Prof. Muhsin Mengitürk'e, Uzanlar'ın televizyonu Star'da ölüm
tehdidi imâsımda bulunuldu.
3 Temmuz'da sinema sanatçısı, komedyen Kemal Sunal, uçak korkusuna rağmen kendisini
uçağa binmeğe zorlayanlar yüzünden kalp krizi geçirip öldü.
5 Temmuz'a Necmettin Erbakan, 1 yıllık hapis cezasının Yargıtay'ca onanması ile,
ömürboyu "siyasî yasaklı" oldu.
7 Temmuz'da Türk tıbbının parlak beyinlerinden Doçent Dr. Haldun Karagöz, kalp ve
damar cerrahisinde, özellikle by-pass ve ve büyük kalp ameliyatlarında kendine has
tekniği ile hastayı uyutmadan ameliyat etmeyi başardı. Nasıl olduysa, profesörler bu
başarıyı onun elinden kapıp kendilerine mâletmediler!.. Aynı gün Yargıtay, eski milletvekili
Şevki Yılmaz'a verilen 25 ay hapis cezasını onadı.
9 Temmuz'da Daimler-Chrsyler'in Çırağan Sarayı'nda yapacağı toplantıda Irak
tahripçisi eski Başkan Baba Bush'a, yaptığı konuşma için onbinlerce dolar ücret ödenirken,
Mason Demirel'e konuşmasına karşılık beş kuruş verilmedi. Zaten adam yeni hiç bir şey
söylememişti.
10 Temmuz'da Mehmet Ali Ağca çıkarıldığı mahkemede
"Şeytanın merkezi Vatikan kapatılsın"
başlıklı mektup dağıttı. Papa suikastinin bizzat Vatikan tarafından organize edildiği öne
sürdü, ki doğrudur. ABD ile Vatikan bunu birlikte planlamış, böylece şöhret bulan
Papa, Polonya'da sosyalizmin çöküşünü başlatmıştı... Öte yandan Vatikan gerçekten Şeytanın
emrindedir. Pek çok şirketi ile faizcilik, tefecilik yapar. Sözümona kendilerini Allah'a
adadıkları
için evlenmeyen papazlar, piskoposlar, kardinaller genç oğlanları kandırıp tecavüz ederler.
Papa 16. Benedict bu skandallar yüzünden görevinden ayrıldı. Mafya ile işbirliği
içindedirler. Eskiden gelir sağlamak için genelev dahi işletir, "En temiz fahişeler bizde"
diye reklam yaparlardı!
11 Temmuz'da ilk defa bir Türk şirketinin hisseleri New York borsasında işlem gördü.
Seansı Turkcell'in patronu Mehmet Emin Karamehmet gongu çalarak başlattı.
12 Temmuz'da "Umut Operasyonu" iddianamesinde Türkiye'de son 12 yıldır işlenmiş
olan 22 cinayetin aydınlatıldığı vurgulandı. İddianameye göre Uğur Mumcu lâik kesimin
temsilcisi olduğu için öldürüldü. Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy'un
ise başörtüsüne karşı konuştukları için öldürüldükleri öne sürüldü.
14 Temmuz'da şaibeli işadamlarından Halit Narin, 1,9 trilyonluk borcu için icrayla
üzerini aratan Kentbank'ın sahibi Mustafa Süzer'i, hiç bir şey olmamış gibi oğlu Emre'nin
düğününe çağırdı... Hırsız, hırsızı daima kollar.
17 Temmuz 2000 tarihinde Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye verdiği ortaklık belge taslağında
"Kürtçe TV ve Kürtçe eğitimin serbest bırakılması"
istendi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
yok sayıldı... O gündür, bugündür başa geçen hükûmetler Avrupa Birliği'ne giremiyeceğimizi
bile bile istenenleri yerine getirirler. Kıbrıs'ta taviz verirler. Hatta daha ileri gidip
"anadilde eğitim, anadilde savunma" getirmeye, Anayasa'dan TÜRK kelimesini çıkarmaya
çalışırlar!
Yine 17 Temmuz'da İtalya'da, tecavüze uğrayan bir kadın tecavüzcüsüne sadece 5 dakika direndi
diye, tecavüzcü suçsuz bulundu. Kot pantalon giyen bir başka kadın da "kot öyle kolay indirilmez,
sen çıkarmışsındır," diyen hâkim tarafından kusurlu bulundu, tecavüzcü gene paçayı kurtardı...
Boğazına bıçak dayanırsa, ister kadın, ister erkek, bak bakalım, direnebiliyor musun?.. Pantalonu
kendin indiriyor musun, indirmiyor musun?.. Bu hâkim ve savcı takımının kendi ailelerinden birinin
karısına kızına tecavüz edilmedikçe, trafik kazasına uğramadıkça, evi soyulmadıkça ne tecavüzcüye,
ne hırsıza, ne de sarhoş sürücüye uygun bir ceza vermesi mümkün değildir! Hâkimler âdeta suçluların
avukatı, mazlumların celladı olmuşlardır.
18 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Sezer, YÖK'ün gönderdiği "rektörler listesi"ni 6 sayfalık
bir mektupla iade etti. YÖK en uzun toplantısını yapıp kimleri öne sürdüyse, listede
ısrar etme kararı aldı.
19 Temmuz'da liseli iki kız öğrenciye gözaltında cop ile tecavüz ettiği iddiasıyla yargılanan
polis memuru Gürkan İlhan'a Hatay Emniyeti tarafından "üstün başarılı" çalışmaları nedeniyle
teşekkür belgesi verildi. Kızlar direnmemişler, belki de donlarını kendileri indirmişlerdir...
21 Temmuz'da 75 yılda binbir zorlukla meydana getirilmiş olan millî kurumların birer
birer elden çıkarıldığı "özelleştirme" furyasında, peşin ödeme rekoru Petrol Ofisi (POAŞ)
satışında kırıldı. İş Bankası-Doğan Şirketler Grubu konsorsiyumu 1 milyar 250 milyon dolar
ödeyerek POAŞ'ı satın aldı. Halbuki POAŞ'ın, bırakın yaptığı ciroyu, arsası, binaları,
eşyası, malzemeleri ve kasasındaki para daha fazla ederdi.
Yine 21 Temmuz'da Fransa'da Yargıtay, zinayı "bireysel özgürlük" olarak tanımladı... Bizimkiler
durur mu, müslüman İmam-Hatipli Erdoğan eliyle, onlar da zinayı suç olmaktan çıkardı.
24 Temmuz'da Hürriyet yazarı Çetin Emeç, şoförü Sinan Ercan, ateist yazar Turan Dursun,
İranlı rejim muhalifi Ali Akbar Gorbanî cinayetlerinden yargılanan "İslamî Hareket"
örgütünün "Ameliyat Timleri" (herhalde "Harekat" demek istediler, "operasyon" karşılığı olarak)
lideri İrfan Çağrıcı ve 4 arkadaşı idam cezasına çarptırıldı.
Yine 24 Temmuz'da Belçika'da mahkûmların her ay eşleri ya da sevgilileriyle en az 2 saat süreyle
cinsel ilişkiye girmelerine izin verildi... Bizimkiler durur mu, müslüman İmam-Hatipli Erdoğan
eliyle, onlar da mahkûmlara aynı hakkı tanıdı. Hatta "karınız, sevgiliniz yoksa, fahişe de
bulabiliriz," diye neredeyse pezevenkliğe bile kalkacaklardı.
Yine 24 temmuz'da İsrail Başbakanı Ehud Barak, "Eğer İsrail- Filistin barışı sağlanacaksa Gazze
Şeridi'ndeki tüm Yahudi mahallelerini boşaltmaya hazır olduklarını" söyledi.
25 Temmuz'da Bakanlar Kurulu Akkuyu'ya yapılması düşünülen Nükleer Santral ihalesini
iptal etti. Başbakan Ecevit, "nükleer enerjiye 15-20 yıl sonra geçilebileceğini" söyleyerek bu
girişimi erteledi. Acaba hangi Batı ülkesinden ne gibi bir baskı geldi de, İran gibi nükleer
enerji sahibi olmamız önlendi?
26 Temmuz'daki Millî Güvenlik Kurulu toplantısında "PKK içinde Abdullah Öcalan'a
muhalefetin güçlendiği, Bursa Cezaevi'nde yatan Sabri Ok'un etkisinin arttığı" dile
getirildi.
Yine 26 Temmuz'da İtalya'da 32 kent ve kasaba belediyesi çağdaş kentin öldürücü temposuna karşı
bir araya gelerek "yavaş kent" projesini başlattı... Yürür mü, yürümez mi, bilinmez. Ama şurası
bir gerçek ki, Hıoristiyan Batı hayat tarzını benimsediğimiz şehirlerde artık yaşamıyoruz, oradan
oraya koşuşturuyoruz. Mutlu olmak için para kazanmamız gerekirken,
para kazanmak için mutsuz oluyoruz. Mutlaka bu hayat tarzını yavaşlatmak gerek.
27 Temmuz'da Tekno Matbaa Mürekkepleri Fabrikası'nda üç büyük patlamaya yol açan
bir yangın çıktı. Topkapı cehenneme döndü. Yangın bitişikteki plastik hortum, brülör
ve parfüm fabrikalarını da yuttu... Ne zaman bir fabrika, tesis veya orman yangını olsa,
sabotajdan, PKK, TİKKO, DHKP-C eyleminden veya yabancı ülke faaliyetinden kuşkulanırım.
Bu ihtimalin özellikle araştırılması gerektiğine inanırım. İhmal, vs. sonra gelir.
Yine 27 Temmuz'da Suriye'nin yeni devlet başkanı Beşşar Esad, ülkesindeki siyasî mahkûmların
geri kalan cezalarını affettiğini açıkladı... Acaba iyi mi yaptı?.. Çünkü bu affedilen siyasîlerin
hemen hepsi 2010 yılından itibaren ABD ve AB desteği
ile kendisine karşı ayaklandı, silahlı isyana katıldı.
28 Temmuz'da Avrasya İslam Şûrası Teşkilatı toplantısında "Türkçe'nin ortak dil
haline getirilmesi, dinî gün ve bayramların Diyanet İşleri Başkanlığı'nca belirlenen
tarihlerde kutlanması" kararlaştırıldı... Acaba bu yönde faaliyet ve münasebet sürüyor mu?..
Maşallah 10 yıllık Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül,
her ülkeye gidiyorlar, Ortaasya TÜRK Cumhuriyetleri'ne pek uğramıyorlar!..
29 Temmuz'da İstanbul'da "Lambda Katılımcısı" adı altında biraraya gelen bilumum homoseksüel,
travesti, transseksüel, lezbiyen, "gay"ler "ayırımcılığı" protesto ettiler... Hernedense
"modern" Batı anlayışında iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, tabii ile
gayrıtabiiyi, suçlu ile masumu "ayırmak" ayıp sayılıyor!
30 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Sezer nihayet boş bulunan 22 üniversiteye rektör atadı.
İzmir 9 Eylül Üniversitesi'ne en çok oyu alan Rum asıllı, Hıristiyan bir rektör, Emin Alıcı , hem de 3. sırada olmasına rağmen, yeniden atandı.
Bu kişinin atanması Cumhurbaşkanı ile
YÖK arasında sorun olmuştu... Şimdi akla şu sorular geliyor: Acaba işgâlci Yunan'ın
denize döküldüğü tarihi ad olarak taşıyan 9 Eylül Üniversitesi'nde, Hıristiyan
ve Rum Emin Alıcı'ya bu kadar çok oyu verenler de Rum ve Hıristiyan mıydı?.. Emin
Alıcı'yı isteyen Cumhurbaşkanı Sezer miydi, YÖK müydü?.. YÖK olmadığı, YÖK'ün bu Rum'u
listeden çıkardığı söyleniyor. Peki, Cumhurbaşkanı Sezer acaba niye bu kadar ısrar etti,
Yunan'ın ve işbirlikçi Rumlar'ın denize döküldüğü 9 Eylül adını taşıyan üniversiteye
bir Rum'un tayin edilmesi hususunda???
2 Ağustos'ta DİE enfilasyon oranlarını açıkladı. Yılbaşından bu yana enfilasyon % 19,6
oldu. Yıllık hedef ise % 25 idi.
3 Ağustos'ta Adnan (Oktar) Hoca tahliye edildi.
4 Ağustos'ta Yüksek Askerî Şûra tarafından Erol Özkasnak'ın da emekli edilmesiyle
28 Şubat generallerinin sonuncusu da emekliye ayrılmış oldu. Ama 28 Şubat süreci sona
ermedi. Tuğgeneral Veli Küçük te emekliye ayrılanlar arasında idi.
5 Ağustos'ta İzmir Mâlî Şube ekipleri 50 trilyonluk hayalî ihracat olayını ortaya
çıkardı. 6 Tekstil şirketinin yöneticisi, 3 yeminli mâlî müşavir (nasıl yemin ise...
herhalde tek ayak üstünde yemin ettiler), 1 vergi mahkemesi emekli yargıcının bulunduğu
21 kişi gözaltına alındı.
6 Ağustos'ta İzmir Emniyet Müdürü Hasan Yücesan,"İzmir'de çeşitli şirketlerin 1998 ve 1999
yıllarında 1,5 katrilyon liralık yolsuzluk yaptığını belirledik. İhracaat kolaylığını
istismar edenler, Devlet'i trilyonlarca lira dolandırıyorlar," dedi. Demediği husus,
o tarz ihracat kolaylığının aslında Devlet'i dolandırmak, birilerini havadan zengin etmek
için uydurulduğu gerçeği idi.
7 Ağustos'ta Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakan Ecevit ile mutat görüşmesini yapmadı!
Ecevit bu durumu basın toplantısı ile açıklayınca, Sezer "İstanbul'a gittiği için
randevu vermediğini" belirtti.
8 Ağustos 2000 günü hayalî ihracat yapan ve "Balina Operasyonu" çerçevesinde aranan
Hakiki Koç şirketinin sahibi Mehmet Niyazoğlu teslim oldu. Operasyon İzmir'de
bulunan ve yurt dışına tekstil ürünü yerine kumaş parçaları gönderen 6 tekstil şirketine
baskın düzenlenmesiyle başlamıştı. Önceleri hayali ihracat ve naylon fatura yoluyla yapılan 50 trilyonluk bir yolsuzluktan bahsedilirken
operasyon ilerledikçe rakamın tahmin edilenden çok daha fazla olduğu, nerdeyse katrilyonlara
ulaştığı anlaşıldı. Naylon faturaların kesildiği 250'yi aşkın paravan şirket ortaya çıkarıldı.
23 gümrükçü görevden uzaklaştırıldı.
Yolsuzluğun büyüklüğünden dolayı operasyona "Balina" adı verildi. Aynı gün Cumhurbaşkanı Sezer,
irticaî ve bölücü faaliyetlere karıştığı öne sürülen devlet memurlarını tasfiye etmeye yönelik
Kanun Hükmünde Kararnameyi
"Hukuk devleti ilkesine aykırı" olduğu gerekçesiyle hükûmete iade etti.
Yine 8 Ağustos'ta Sivas'ta kıyak tarafından bedelli askerlik yapan Mason Süleyman
Demirel'in hayalî ihracatçı yeğeni Murat Demirel, sözümona hasta olduğu için yattığı
revirden dışarı çıkınca, Serdal Altekin adlı kişi tarafından bıçaklandı.
Ve yine 8 Ağustos'ta İspanya'da kısa adı ETA olan Bask Yurdu ve Özgürlüğü'nün komutanı Patxi
Rementeria, hazırladığı bombanın elinde patlaması sonucu öldü... İngiltere'deki IRA ile İspanya'daki
ETA örgütleri hep bizim PKK ile kıyaslanır. Basklar'a özerklik verilmiş olmasıi, bizim Kürt
bölücülerin özerklik taleplerini artırır. Unutulan husus odur ki, hem İngiltere, hem
İspanya bölünmüş değil, "birleşik" krallıktır. Aslında Almanya da öyledir. Onun için federe
devlettir. Federasyon birleşerek olur, bölünerek değil. Meselâ biz Irak'la, Suriye ile, Nahcivan ile,
Azerbeycan ile federasyon kurabiliriz. Ama içimizden bir "federasyon" çıkaramayız!
9 Ağustos'ta Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı Sezer'in veto ettiği memurlarla ilgili
kanun hükmündeki kararnameyi aynen geri göndermeyi kararlaştırdı.
10 Ağustos 2000'de hayalî ihracat ve sahte belgelerle KDV iadesi alındığı iddiasıyla
düzenlenen bir operasyonun hedefi Bursa'daki Uludağ Tekstil ve Konfeksiyon Dış Ticaret A.Ş.'ydi.
Şirketin 1998-2000 yıllarında Sarp, Gaziantep ve Haydarpaşa gümrüklerinden tümüyle sahte ya da
tahrifatlı 76 gümrük çıkış beyannamesiyle hayalî ihracat yapıldığı belirlendi. Gözaltına alınan
21 kişiden 5'i tutuklandı. 10 kişi hakkında gıyabi tutuklama kararı verildi.
Bursa merkezli operasyon 5 ilde yürütüldü. Asıl adı "Kartopu" olan operasyona, daktilo hatası
yüzünden "Kartal Operasyonu" adı verildi.
Bursa Emniyet Müdürü Aydın Genç, "değişik illerde devam eden yaklaşık 40 trilyon liralık bir
kara para aklama operasyonu başlattıklarını" söyledi. Genç, ayrıca Ankara'dan mali denetim uzmanları,
Bursa Defterdarlığı ve Bursa Emniyet Müdürlüğü Mali Şube ekiplerinin katılımıyla geniş çaplı bir
operasyona giriştiklerini belirterek,
- "Geçmişi 2-3 aya dayanan bir operasyon başlatıldı.
Vurgunun boyutu 40 trilyon lirayı buluyor. Önemli evraklar elegeçirdik. İhracat yapma amacıyla yola
çıkan KOBİ bazındaki küçük veya büyük çaptaki bazı şirketler, hayali ihracat yoluyla devletten
korkunç rakamlarda haksız para elde etmişler,"
dedi. Aydın Genç, UTGS A.Ş.’ye ait kayıtlarda adı geçen, bir dönem “Özelleştirme Kraliçesi” olarak
nitelendirilen Ayşe Balcı’nın arandığını da ifade ederek, bu kişinin yakalandığı zaman
“ortalığın daha da karışacağını” sözlerine ekledi.
Yolsuzluğa adı karışanlar Uludağ Tekstil A.Ş sahibi Nizamettin Uludağ, UTGS Genel Müdürü Ahmet
Çevik, Akil Balcı, Ayşe Balcı, mâlî müşavir Bülent Cenami Tuzcuoğlu, Şakir Gümüş ve Mustafa Barut
idi. Yakalanarak gözlem altına alındılar.
Bu davanın ne durumda, hangi safhada olduğu bilinmiyor. Bilinse ne olacak ki?..
Hâkim yine bir bardak soğuk suyu hazırlamış!
Yine 10 Ağustos günü Ankara 2 No.lu DGM heyeti, Fethullah Gülen'in gıyaben
tutuklanmasına karar verdi.
11 Ağustos'ta has yeğen Murat Demirel'i bıçaklayan Serdal Altekin, "bu işin
karşılığında bir tekstil şirketi patronundan peşin 10.000 dolar aldığını" söyledi.
"Kalçasından bıçakla, sakın öldürme, dediler," açıklamasını yaptı.
12 Ağustos'ta Rus nükleer Kursk denizaltısı, casusluk faaliyeti sırasında Barents Denizi'nde
112 mürettebatıyla battı.
14 Ağustos 2000 günü uyuşturucu baronu Örfi Çetinkaya'nın Bahçeşehir'deki evine baskın yapıldı.
Baskında Örfi Çetinkaya ile birlikte Çinli bakıcısı Su Meng, imam nikahıyla yaşadığı
Hediye Sekman, kasası ve kara paralarını akladığı kişi olarak bilinen dövizci Cemal
Nayır yakalandı. Bilgisayar disketleri, hesap defterleri ve
çeteye ait döviz bürolarının hesaplarına el kondu.
Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı
1998 yılından itibaren
Türkiye ile İspanya ve Batı ülkeleri arasındaki uyuşturucu trafiğini takibe almış,
İspanya ile diyalog kurulmuştı. Bu yüzden operasyona "Matador Operasyonu" adı verildi.
Yurtdışına kaçırdıkları uyuşturucu miktarı yaklaşık bir tondu.
Operasyon ilerledikçe uyuşturucu çetesinin emniyet görevlileriyle 'özel ilişkiler'
kurdukları ve bu sayede Örfi Çetinkaya ve Cemal Nayır'a dokunulmadığı da açığa çıktı.
Öyle ki Emniyet'in resmi açıklamasında "Çetinkaya
ve Nayır'ı koruyan 'kalkan'ın kırılması için iki yıl boyunca operasyonun çok gizli
yürütüldüğü ve elde edilen bilgilerin
sadece bir DGM savcısında yine 'çok gizli' depolandığı" belirtildi.
Hatta iddialara göre operasyonu başlatan dönemin Narkotik Şube Müdürü Tayfur Erdal
Ceren, emrindeki memurlara güvenmediğini ima edince, operasyon merkezden yani Organize
Suçlar ve Silah Kaçakçılık Daire Başkanlığı'nca yürütülmüştü.
Operasyonun sonucunda soruşturmayı yürüten Ankara DGM Savcısı Talat Şalk, eroin çetesiyle
bağlantı kurdukları ve karşılıklı menfaat ilişkisine girdikleri belirlenen
dokuz polis memuru hakkında İçişleri Bakanlığı'na suç duyurusunda bulundu. İstanbul Narkotik Şube
Müdür Yardımcısı ve Emniyet Amiri Hüdai Sayın hakkında da uyuşturucu kaçakçısı Örfi Çetinkaya'ya
yardım ettiği için soruşturma açıldı.
"Matador Operasyonu"nda ayrıca Çetinkaya'nın suç ortakları Murat Atalay, Mahmut Atalay, Şahin
Selim, Dursun İnal, Ayhan Taş, Sezer Taş, Hatice Özen, Ali İnal, Hüseyin İnal, Cemal'in kardeşi
Bülent Nayır, Cemil Cömert,
Ahmet Reha Yereşen, Yavuz Battal, Hilmi Barbaros ve Soner Talas da yakalandı.
Netice ne oldu?.. Dava devam ediyor... Son bilgi 8 Nisan 2011'de yapılan duruşmada ... Ölme eşeğim ölme, yonca ektim yaz gelsin, dava bitsin!..
Tek teselli suçluların mallarına konan ihtiyatî tedbir !.. O da kaldırılmadıysa!
15 Ağustos 2000 Türkiye için kara bir gündü. Türkiye bir kere daha oyuna getirildi, ihanete
uğradı.. Avrupa Birliği'ne üye olmadan nasıl Gümrük Birliği'ne sokulduysa, yine üye olmadan
AB üyelerinin imzaladığı "İkiz Anlaşmalar"a New York'ta Büyükelçi Volkan Vural eliyle imza attı! İhanetin kalemi büyükelçi Volkan Vural
bu imzadan kısa bir süre sonra emekliye ayrıldı.
Bu "İkiz Sözleşmeler" Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'nda emperyalist ülkelerin zoruyla
16 Aralık 1966'da kabul edilmişti. Sözde ezilen, sömürülen halkları bağımsızlaştırmak
için düzenlenmiş iken; emperyalistler tarafından, ulus devletleri yıkmak ve sömürgeleştirmek için
gündeme getirilmakta idi. Asıl adları masumâne görünümlü "Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar
Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi”dir.
Türkiye’nin 1966 yılından itibaren geçen 37 yılda onaylamadığı bu sözleşmeler, ABD’nin Irak’a
saldırarak, işgal ettiği süreçte, TBMM’ye sevk edilmiştir. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar
Sözleşmesi, ilk kez Amerikan hayranı Turgut Özal’ın başbakanlığı sırasında, 18 Ağustos 1990 tarihinde
(Körfez Savaşı sırasında) Hükümet tarafından kabul edilerek, TBMM’ye gönderildi. Ancak bazı
anlaşmazlıkların ortaya çıkması üzerine,
sözleşmenin onayından vazgeçildi ve Hükümet sözleşme tasarısını geri çekerek, askıya aldı.
Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, ikinci kez Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin imzasıyla,
23 Haziran 1992 tarihinde TBMM’ye sunuldu. Bir işlem yapılmadı.
DSP, MHP, ANAP Hükümetinin yetki vermesinden sonra, 15 Ağustos 2000 tarihinde New York’ta
imzalandı. Bu sözleşme 23 Aralık 2002 tarihinde Abdullah Gül Hükümeti tarafından
TBMM’ye sevk edildi . Gene bir işlem yapılmadı. Nihayet 25 Nisan 2003 tarihinde Tayyip
Erdoğan Hükümeti tarafından TBMM’ye sevk edildi. ve ATATÜK'ün kurduğu parti olan,
Atatürkçü (!) CHP'nin de oyları ile onaylandı.
"İkiz İhanet Sözleşmeleri"nde pek çok sakıncalı madde var. Maddeler iyi analiz
edilip, yorumlandığında ortaya ulusal bütünlüğün korunması açısından çok tehlikeli bir tablo
çıkmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkı halklardan başka, mezhep, aşiret, tarikat, cemaat gibi
gruplara bile tanınmıştır. Yani aleviler, hatta ateistler "kendi kaderlerini
tayin edip" bağımsız bir devlet halinde Türkiye'den ayrılmayı isteyebilirler. Sözleşmelerde doğal
zenginliklerle su ve enerji kaynaklarının kullanımı, bütün ülkenin kaynakları olmaktan çıkarılıp,
etnik gruplara verilmektedir. Böylece Keban ve GAP barajlarına, elektrik santrallerine Kürtler
sahip çıkabilecektir.
Bunun sonucunda etnik gruplar ve bölgeler arasında ekonomik çıkar kavgaları kışkırtılarak, parçalanma
süreci hızlandırılacaktır. Sözleşmelerdeki son maddede ise, bu hükümlere uymayan devletlere müdahale
etmenin yasal bir hak olduğu savunulmaktadır. Yani Türkiye Aleviler'e, Kürtler'e bağımsızlık vermezse,
Birleşmiş Milletler Türkiye'ye müdahale, hatta işgâl edebilecektir.
Çekoslovakya Hükümeti, Birleşmiş Milletler’in İkiz Sözleşmeleri'ni 1983 yılında kabul etti. Ancak
Çekoslovakya yedi yıl sonra, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye bölünmekten kurtulamadı.
Yugoslavya Hükümeti de, Tito’nun ölümünden dört yıl sonra, 1984 yılında Birleşmiş Milletler’in
İkiz Sözleşmeleri'ni onayladı. Bu onaylamanın üzerinden altı yıl geçtikten sonra, Yugoslavya’da
"kendi kaderini tayin" hakkına dayalı ayrılık hareketleri başladı ve günümüzde
Yugoslavya adında bir devlet kalmadı.
Avnupa Birliği'ne girdiğimiz takdirde parçalanacağımız endişesini dile getirenlere,
Mehmet Altan gibi Batıcı sözde aydınlar "Avrupa Birliği'ne girip te parçalanan yok,"
diyorlardı. Evet, AB'ye girdikten sonra parçalanan yok!.. Ama önce parçalanıp sonra girenler
çok!.. Slovenya, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovakya, Çekya, Hırvatistan gibi...
18 Ağustos'ta "Matador Operasyonu"nu yürüten DGM savcısı Talat Şalk, eroin şebekesiyle
karşılıklı menfaat ilişkisine girdikleri belirlenen 9 polis hakkında suç duyurusunda
bulundu. Şebekenin Hollanda ayağı gözaltına alındı.
19 Ağustos'ta İstanbul Valiliği çocukların sokakta çalıştırılmasını ve çocuklardan
alış-veriş yapılmasını yasakladı. Bu yasağa uymayanların 6 aya kadar hapis ile
cezalandırılacağı bildirildi... Ne var ki, yasak pek yürümedi. Çocuklaı sokaktan çekmek
için, önce aile reisine iş bulmak gerekir.
20 Ağustos'ta Cumhurbaşkanı Sezer mürteci memurlar ile ilgili kararnameyi ikinci defa iade
etti. Böylece Ecevit ile Sezer arasındaki sürtüşme iyice su yüzüne çıktı.
22 Ağustos'ta Cübbeli Ahmet Hoca'nın müritlerinin toplandığı çiftlik evine yapılan
baskında 36 kişi gözaltına alındı.
Yine 22 Ağustos'ta Azerbaycan eski Devlet Başkanı Ebulfeyz Elçibey vefat etti. Kendisi büyük
bir TÜRK dostu idi. Allah rahmet eylesin!
23 Ağustos'ta MGK "irtica ve bölücü faaliyetlere karışan memurların ayıklanması"
kararı çıktı. Bölücüler pek ayıklanmadı. İrtica da namaz kılma, eşinin başörtülü olmasına
dayandırıldı. Bu tarz fişleme yapanlar daha sonra Ergenekon soruşturmasında ortaya çıktı.
25 Ağustos'ta Sayıştay'ın yeni binasındın arşiv bölümünde yangın çıktı. Yangın güçlükle
söndürüldüğünde pek çok evrak yanıp gitmişti.
26 Ağustos'ta İstanbul Beyoğlu'nda F Tipi Cezaevleri'ni protesto etmek isteyen 40 kişi
gözaltına alındı... F Tipi cezaevleri münferit olduğu için, militanlar koğuş
sistemindeki gibi ortak hareket edemiyor, yeni eleman toplıyamıyorlar. Protesto edilen
budur. Yoksa F Tipi cezaevleri neredeyse "5 yıldızlı otel" konforuna sahiptir. Evsiz,
işsiz nice insan orada yatmak için can atar.
27 Ağustos'ta İstanbul 2 No.lu DGM heyeti, Ankara DGM'sinin Fethullah Gülen hakkında
verdiği gıyabî tutuklama kararını kaldırdı. Bu da mahkemeler, hâkimler, savcılar arasındaki
sürtüşmeyi ortaya çıkardı.
28 Ağustos'ta Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'nda yapılacak olan "Din Zirvesi"ne
Türkiye'den kimse çağrılmazken, ABD adına Merve Kavakçı davet edildi.
29 Ağustos'ta Sayıştay yangını hakkında çifte soruşturma açıldı. Ancak dava 2008'de
"zaman aşımı"na uğradı, düştü... Bu "zaman aşımı" uygulamasına bayılıyorum. Ne zaman bir
yolsuzluk, soysuzluk davası çözülecek olsa, hemen "zaman aşımı" devreye girer. Kural
sanki adalet mekanizması işlemesin diye konmuş!
30 Ağustos'ta Ankara DGM savcılığı Fethullah Gülen hakkında 10 yıla kadar ağır hapis
cezası talebiyle dava açtı.
2 Eylül'de Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, "Bütün memurlara irticacı (aslı mürteci)
olarak bakamayız. İddialar somut eylemlere dayanmalı. Aksi takdirde McCarthy dönemine
gireriz," dedi. Doğru dedi.
3 Eylül'de Maliye Bakanlığı, "hayalî ihracat ve naylon faturalarla Devlet'i soyanları
tesbit için özel bir bilgisayar programı hazırladıklarını" açıkladı... Program işe
yaramamış olacak ki, soygun hâlâ sürüyor!
5 Eylül'de açılış konuşmalarıyla olay yaratan Yargıtay Başkanı dönme Sami Selçuk
"yasama ve yürütmenin yargıdan el çekmesini" istedi. El çeksinler ki, hâkim ve savcılar
istedikleri gibi at oynatabilsinler!.. Türkiye'de hâlihazırda Hükûmet te, Meclis te
Yargı'ya karışamaz, ama Yargı hem Hükûmet'e, hem de Meclis'e karışır ki, bir nevi
diktatörlük haline gelmiştir.
6 Eylül'de Belçika'nın İstanbul Başkonsolosluğu, Türk folklorculara, "Bunlar polis,
Fehriye Erdal'ı kaçıracak," diye vize vermedi!
7 Eylül'de Kuşadası'nda halkın eşcinsel turistlere tepki göstermesi uluslarası bir
meseleye dönüştü. ABD, "olay kaygı verici," diye Türkiye'yi uyardı. Amerikalı, Kanadalı,
Meksikalı homoların gemisi İstanbul'un yavşak esnafı tarafından tezahüratla karşılandı.
Heriflere kırmızı halı bile serildi.
8 Eylül'de New York'taki "Milenyum Zirvesi"ne katılmak için giden Cumhurbaşkanı
Sezer'e verilecek zırhlı otomobil bulunamadı! Halbuki diğer bütün devlet başkanlarına
birer zırhlı otomobil tahsis edilmişti. Bu hakaret te yenildi, yutuldu!
11 Eylül'de Yunanistan'da yapılan NATO tatbikatına katılan Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, tatbikatı Yunan donanmasına bağlı Salamis gemisinde
izledi. Başına geçirdiği "Salamis" kepiyle dikkat çekti. Kıvrıkoğlu'na bu hiç yakışmadı!
12 Eylül'de Diyarbakır DGM'sinin Necmettin Erbakan'a verdiği 1 yıllık hapis cezası
üzerine Edremit Savcılığı'nın çıkardığı "tutuklama" kararı, Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın cezayı 4 ay ertelemesi ile, Hoca hapisten kurtuldu.
13 Eylül'de Necmettin Erbakan'a bağlı Milli Gençlik Vakfı şubeleri yurt genelinde kapatılmaya
başlandı.
14 Eylül'de, Alarslan Türkeş'in doktoru Selim Kaptanoğlu, 12 Eylül 1980'den 20 yıl
sonra, Konsey üyelerine tasarlanan suikast planlarını açıkladı. Planlardan biri sadece
Kenan Evren'i öldürmekti. Diğeri ise 5 Konsey üyesini ortadan kaldırmaktı.
16 Eylül'de TMSF tarafından elkonulan Egebank soruşturmasında 8 milyon dolar kredi aldığı
gerekçesiyle ifadesine başvurulan eski Van Spor Başkanı, işadamı Ömer Gülüştür, çekilen
kredinin Yahya Murat Demirel'e verildiğini söyledi. "Banka görevlilerinin imzalattırdıkları
boş kâğıtları kullanıp çektikleri 8 milyon doları, kendisine ait Mercedes otomobili
kullanıp Murat Demirel'e götürdüklerini" anlattı.
18 Eylül'de İstanbul Polisi, Kartal Özel Tip Kapalı Cezaevi'ne konulan Alaattin
Çakıcı'nın 46 adamını, Karagümrük Çetesi lideri Nuri Ergin ve adamlarına yönelik eylem
hazırlığında iken yakaladı.
19 Eylül'de Türkiye'nin son 20 yılın en büyük enerji krizi ile karşı karşıya olduğu
öne sürüldü. Büyük şehirlerde sık sık elektrik kesintileri başladı. Ancak bunun özel
doğalgazla işleyen elektrik santralleri için bir ayak oyunu olup olmadığı anlaşılamadı.
22 Eylül'de Bakanlar Kurulu, Kopenhag Kriterleri ile paralel olan İnsan Hakları Raporu'nu
kabul etti.
Bu Kopenhag Kriterleri Siyasî ve İktisadî olmak üzere iki grupta yer alıyordu.
Hıristiyan Batı Dünyası, emperyalist, sömürgeci ve köleci yanını unutup kendini
dünyada en medenî kesim sayıyor ya, Siyasî Kriterler'ini şöyle sıralıyordu:
- İstikrarlı ve kurumlaşmış bir demokrasinin olması... (Onun için bizim en kıtipiyoz
politikacımızın, en cahil "aydın"ımızın bile dilinden "demokrasi" düşmez. Sanki demokrasi aç
karınları doyurur, açıkta olanların üstüne dam yapar.)
- Hukukun üstünlüğüne saygı ... (Hıristiyan Batılılar'ın "hukuk" dediği, kendi inançlarına göre
yaptıkları yasalardır, bizim anladığımız anlamda ADALET değildir! Sonra da bu yaptıkları uyduruk
kanunlara uyulmasını, saygı gösterilmesini isterler. Meselâ, Fransa Yargıtay'ının zinayı "bireysel
özgürlük" yani "hak" görmesi gibi!.. Hukuk bunun neresinde?)
- İnsan Hakları'na saygı... Hıristiyan Batılılar'ın "insan hakları" dedikleri aslında suçlu
haklarıdır. Onun için sık sık gelip bizim cezaevlerini teftiş ederler. Hiç Düşkünler Yurdu'na gidip
kimsesizleri, Çocuk Esirgeme Kurumu'na gidip yetimleri, öksüzleri ziyaret ettiklerini gördünüz mü?)
- Azınlıkların korunması... (Hıristiyan Batılılar kendi ülkelerine göçmen, işçi olarak gelmiş ve
kalmış olanların korunması ile ilgilenmezler, hatta onları hor görür, ezer, kovarlar. Ama başka
ülkelerde azınlıklara istisnaî haklar tanınmasını isterler... ki, o ülkeleri bölebilsinler!..
Almanya'da 3 milyon Türk var. Var mı Alman televizyon ve radyolarında Türkçe yayın??? Ama Türkiye'de
Kürtçe, Zazaca, Boşnakça, Çerkezce, Lazca yayın isterler.)
Ekonomik Kriterler'e gelince; kapitalist, sömürücü, hatta köleci zihniyete uygun bir "piyasa
ekonomisi", yani "serbest pazar ekonomisi", yani "liberal ekonomi" isterler... ki, kurallarını
kendilerinin koyduğu bu sistemde diğer ülkeleri daha iyi sömürebilsinler!.. Serbest pazar
ekonomisi için,
- Arz-Talep Dengesi'nin, piyasa güçlerinin (o ne demekse, herhalde büyük patronları ve onların
karşısında zavallı üreticilerle tüketicileri kastediyor)
(devlet'ten) bağımsız bir şekilde "karşılıklı etkileşim" ile kurulmuş olması... (Yani diyor ki,
"Beni serbest bırak, işime karışma, ben senin malını istediğim
fiyattan alayım, sana da malımı istediğim fiyattan satayım!")
- Ticaret kadar fiyatların da liberal olması... Piyasaya giriş (yeni firmalar) ve piyasadan
çıkış (hileli iflâs) için engellerin bulunmaması... (Gördünüz mü?... "Fiyatlar serbest olsun, ben
istediğim fiyata alayım, istediğim fiyata satayım" demekle kalmıyor, "Benim senin pazarına girmeme
karışma, soyup soğan çevirdikten sonra hiç bir bedel ödemeden çıkmam için de engel koyma,"
diyor!.. Aslında bunu diğer ülkeler için dediği kadar, kendi ülkesi için de istiyor!.. İsteyenler
patronlar, ağababalar!.. Kendi hükûmetlerini bile buna razı etmişler! Üç-beş kuruş karşılığında!)
- Mülkiyet Hakları'nı (tapu, patent, lisans) içeren düzenlemeleri kapsayan yasal bir sistemin
olması... Ve bu yasalar ile ilgili gerekli düzenlemelerin yapılıp uygulanabilmesi... (Yani yasa
çıkarmaya karışmakla
yetinmiyor, "o yasaları uygula bakalım," diye tepene dikiliyor!.. Peki, istenen ne?.. Her imalata,
icada, keşfe "patent" olarak seni bundn mahrum etmek ve sittin sene onlara "kullanma ücreti"
ödetmek!.. Satın aldığı binayı, araziyi sittin sene korumak, istimlâk edilmesini önlemek!)
Fiyat istikrarını da içeren bir siyasî istikrara ulaşmış olması... Ve sürdürülebilir dış ödemeler
dengesinin varlığı... (Yani ülkede öyle bir hükûmet, öyle bir iktidar olsun ki, fiyatlar bir inip,
bir çıkmasın, sendika-mendika diye işçi ücretleri, maaşlar yükselmesin. Ülke borçlansın ama, Ali'nin
külâhını Veli'ye, Veli'nin külâhını Ali'ye giydirerek dış borçlarını ödemeye devam etsin. Borçlarına
karşılık tesislerini, kurumlarını, toprağını satsın. Yeter ki, borcunu ödesin!)
- Ekonomik Politikaların Gerekleri hakkında ülkede geniş bir "fikir birliği" olması... (Yani,
bu uygulanan kapitalist, sömürü, hatta köleci ekonomik politikaya karşı çıkan, ses eden olmasın!)
- Mâlî Sektör'ün tasarrufları üretim yatırımlarına yönlendirebilecek kadar gelişmiş olması...
(Aslında "tasarrufun yatırıma yönlendirilmesi" gerçek iktisadî bir zarurettir. Ancak bu kapitalist,
sömürücü, hatta köleci Hıristiyan Batılılar'ın dediği, halkın küçük birikimlerinin borsaya ve özel
şirket bankalarına yönlendirilerek, büyük patronların eline geçmesinin sağlanması, böylece onların
daha semirip yağlanmasına imkân hazırlanmasıdır.)
Bunlar isteniyor... Yetmez!.. Kapitalist ekonomi yok edici rekabete dayanır. Tabii ki, AB Kopenhag
Kriterleri de bu rekabet üzerinde duruyor. AB içinde varlığını sürdürüp rekabet edebilmek için:
- Öngörülebilir ve istikrarlı bir ortamda, karar alabilen ekonomik kurumların makro ekonomik
istikrarının olması... ve işlevsel bir serbest piyasa ekonomisinin varlığı ... (Yani özerk Merkez
Bankası gibi, kendi devletinden bağımsız, ama dış etkilere açık kurumların, dışardan gelen
talimatlara uymamazlık etmemesi, kendi isteklerine göre işleyen bir "serbest piyasa"
olması!.. Yani sen ABD mallarına, AB mallarına kota koymayacaksın, ama ABD senin T-şörtüne kota
koyacak. AB sebzeni, meyveni "ilaçlı" diye geri gönderip kendi malını satacak!)
- Altyapı, eğitim ve araştırmayı içeren yeterli miktarda fizikî ve beşerî sermayenin olması...
(Yani yollar, köprüler, limanlar sömürücü Hıristiyan Batılılar'ın istediği ticareti yapacak
düzeyde olmalı!.. Onların ihtiyaçlarına göre eğitilen insanlar, işçiler olmalı!)
- Firmaların teknolojiye uyum sağlama kapasitesinin bulunması... (Ama onların vermeye razı
olduğu teknolojiye uyum sağlayacak!.. Senin ihtiyacına uygun teknolojiye değil!)
Bunlar gerekmektedir... İşte AB'nin Kopenhag Kriterleri böyle!.. Haa, bir de bunun "İnsan Hakları"
talebi var! Ama artık yazmaktan yorulduk. Onu da siz "İnsan Hakları Raporu" ndan okuyun!.. Bakın, bu insan yağından sabun, insan
derisinden çanta yapan Avrupalılar, kendilerini insan sayıp bizden neler neler istiyorlar!
DEVAM EDECEK!
> İÇİNDEKİLER <
> 28 ŞUBAT SÜRECİ - BÜLENT ECEVİT-MESUT YILMAZ SAFHASI / 3
< > BATI DENEN BİLİNMEZ
< > 28 ŞUBAT - Bir Dönmenin Yorumu - Vidyo
< > 28 Şubat Sürecinde Yaşananlar
<
> HİLÂFET MESELESİ
<
> İSLAMİ
ESASLARA BAĞLILIK İLKESİ
<