Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

BEŞİNCİ KISIM

ONBEŞİNCİ BÖLÜM: ŞEYH BEDREDDİN SİMAVENİ

Yıldırım Bayezid'in Timur'a yenilmesinden sonra ortaya çıkan karışıklıklar içinde bir de ŞEYH BEDREDDİN olayı vardır. Şeyh Bedreddin tarihimizde çok az geçen bir şahsiyettir. Eğer Nazım Hikmet'in "Şeyh Bedreddin Destanı" solcularımız için malzeme olmasaydı, kendisini bu kadar bile tanıyamıyacaktık.

Şeyh Bedreddin bazılarına göre ilk Türk komünisti, bazılarına göre katli vacip zındık, bize göre de büyük bir Türk âlimi ve gönül insanıdır.

Bedreddin'in, Selçuklu Sultanı Alaaddin'in kardeşinin oğlu olduğu rivayet edilir. Akrabalığı olduğu kesindir ama, derecesi muhtelif şekilde ifade edilmektedir.

Doğum yeri de Bezmi Nusret Kaygusuz'un çok güzel ifade ettiği gibi, Kütahya'nın Simav kazası değil, Edirne yakınlarındaki Simavne'dir. Zaten üstat da Şeyh Bedreddin "Simaveni" olarak bilinir.

Gençliği Sultan Murad-ı Hüdavendigar zamanında geçmiş, Bursa kadısı Koca Mahmud Efendi'den ders almıştır. Koca Efendi, onu Konya'daki Feyzullah Efendi'ye gönderdi. Feyzullah'ın hocası Fazlullah Naimi idi. O da Seyyit Nesimi'nin halifelerindendi. (Bakınız: NOTLAR 5A- 35) Böylece genç Bedreddin kelam, fıkıh, hadis yanında hurufilik, astronomi ve mantık dersleri de almış oldu. Ancak Bedreddin'in eserlerinde Hurufiliğe ait bir şeye rastlanmaz.

Şeyh Bedreddin Konya'da ancak 4 ay kalabildi. Çünkü şeyhi vefat etti. Birlikte ders gördükleri arkadaşı Kadızade Musa Çelebi, oradan Belh'e gitti. Timur'un oğlu Şahruh kendisini Semerkant'a davet etti. Bilindiği gibi, Timur'un yaptığı en önemli işlerden biri de Semerkant'ı bir ilim merkezi haline getirmek olmuştu. Bu merkez Osmanlı Devleti'ni de 200 yıl ilim açısından beslemiş, 500 yıl daha yaşamasını sağlamıştır.

Kadızade Musa Çelebi burada Şahruh'un oğlu meşhur Uluğ Bey'e hocalık yaptı. Uluğ Bey 1411'de tahta geçince ilk işi çok ilgi duyduğu astronomi konusunda araştırmalar yapmak için Semerkant'a bir rasathane kurmak oldu. Bu kişilerin başlayıp ta Ali Kuşçu'nun bitirdiği Zeyç, 1665 tarihinde Oxford'da basıldı , ve başka lisanlara da tercüme edildi. Uluğ Bey eski astronomların sonuncusudur. Bir müddet sonra da Copernicus ile astronomi bugünkü halini aldı. (Bakınız: NOTLAR 5A- 36)

Bedreddin ise, şeyhinin ölümünden sonra Kadızade'den ayrılarak Şam'a gitti. Ancak Şam'da o dönemde veba vardı. oradan Kudüs'e geçti. Kudüs'te İbni Hacer-ül Askalani'den ders aldı. Altı ay sonra sefalete düştü ama Ali Keşmiri adındaki bir Türk zengini kendisine yardım etti. Birlikte Mısır'a gittiler. Bir süre sonra geri döndüler.

Bundan sonra Mubarek Şah isimli zat ile Mekke'ye gitti. Sonra tekrar Mısır'a dönüp Şeyh Ekmelüddin'den ders aldı. Bu tarihte 26 yaşında idi.

Bedreddin dinin yanlış tefsir ve müdahelelerle, yanlış telakki edilmesinden müteessirdi. Eserlerinde hep bunun üzerinde durmuştur.

Neydi bu yanlış uygulamalar?..

ONALTINCI BÖLÜM: ŞEYH BEDREDDİN'İN FELSEFESİ

Şeyh Bedreddin'e göre Müslümanlıkta iki esas vardır: Biri Kuran-ı Kerim, diğeri akıl ve idrak. Bu yüzden ALLAH ile kul arasında başka dinlerde olduğu gibi ruhani bir sınıf yer almaz.

Bunun içindir ki, Peygamberimiz'in "Benim olduğu iddia edilen sözlerden aklınıza yatmıyanlar bilin ki, benden değildir" mealinde bir hadisi vardır. Aynı şekilde İmam-ı Azam Ebu Hanife, "Beni taklit etmeyiniz! Neye dayanarak söylediğimi bilmeyenler için, benim sözlerimle fetva vermek caiz olmaz!" demişti.

Bazı fıkıhçılar Ebu Yusuf'un "Halkın hadis ile amel etmesi caiz değildir. Ona lâzım olan fıkıhçılara uymasıdır," dediğini öne sürerek İslam dininde bir problem yaratmışlardır.

Gerçekten de Ebu Hanife'nin dediği bile, niçin söylediği bilinmedikçe caiz olmaz iken; Peygamberimizin hadislerini de ne zaman, hangi şartlarda ve kimin sorusuna karşılık olarak ortaya çıktığı bilinmeden anlaşılamaz.

Ancak bu durum, daima yeni fıkıhçıların ortaya çıkmasını, ve hadisleri bugünkü şartları da gözönünde bulundurarak yeniden değerlendirmesini gerektirmektedir. Yani fıkıhçı, hadisin cereyan ettiği şartları bilecek, özünü kavrıyacak ve o özü bugünkü şartlara göre uygulıyacak!..

Ne var ki, bir de "içtihat kapısının kapalı olduğunu" söyliyenler çıkmıştır. Bu durumda 2000'li yıllarda dahi 1200 yıl önce çizilmiş mezhep hatlarını takip etme zorunluluğu ile karşı karşıya kalmaktayız.

Bunun en iyi örneği şu "mesh" konusudur. Hala pek çok din adamı ayağa "mesh" şartının, ancak mest tabir edilen ayakkabı giyilmeden yapılamıyacağına inanır.

Halbuki Peygamberimizin "mesh" hadisi çorap üzerinedir!.. İşi her konuda sağlama bağlamak istiyen fıkıhçılar, kolaylaştırmak için getirilmiş bu esası, zorlaştırmışlardır.

Bugün devlet dairelerinde, yurtlarda ve toplu yerlerin tuvaletlerinde abdest alabilmek için insanların binbir eziyet çekmesi bir yana; çirkin bir görüntü, ıslak ayağa tekrar giyilen çorapların oluşturduğu rutubetli koku gibi pek çok sorun, bu zorlamadan kaynaklanmaktadır.

İmam Gazali'ye göre fakihlerin böyle tartışmalar açmasının ve bu gereksiz usülün geçmişte bu kadar yaygınlaşıp bugünleri dahi etkilemesinin sebebi, "emir ve halifelerin gözüne girmek, o sayede paye ve mansıp koparmak" idi!.. (Bakınız: NOTLAR 5A- 37)

Daha açık söylemek gerekirse, Şeyh Bedreddin'e göre, "KUR'AN-I KERİM'in BİR açık, YEDİ gizli anlamı vardır! ÇAĞLAR DEĞİŞTİKÇE, sadece AÇIK olan dış ANLAMI ile hareket etmek YETMEZ. ŞERİAT TA GİZLİ ANLAMLARA GÖRE DEĞİŞİR. BU DEĞİŞİMİ DE ANCAK EVLİYAULLAH YAPABİLİR. Çünkü ŞERİAT zaten ŞARTLARA GÖRE KURALLAR demektir, Peygamberimizin "Zaman sana uymazsa, sen zamana uy" hadisi, HER ZAMAN, AHVAL VE ŞERAİTE UYGUN BİR İSLAMİYET ANLAYIŞI olduğunun en büyük delilidir. Ne var ki, bu anlayış ve yorumu bulup çıkarmak TANRI'nın has kullarının, yani EVLİYAULLAH'ın harcıdır.

İşte Şeyh Bedreddin, bu konudaki tartışmalara bir son vermek amacıyla fıkıh kitapları da yazmıştır. Ama kendisinin asıl konusu tasavvuftur.

ONYEDİNCİ BÖLÜM: BİR CARİYE ŞEYH'İN GÖNÜL GÖZÜNÜ AÇIYOR

O tarihlerde Mısır'da Çerkez Memlukları hakimdi. Sultan Berkuk başta idi ve hocası Hüseyn-i Ahlati idi. Şeyh Bedreddin onunla beraber Sultan'ın pek çok sohbetine katıldı. Ayrıca Sultan'ın oğlu Ferec'in hocası oldu. Sultan Berkuk, Ahlati'ye ve Bedreddin'e birer cariye verdi. İkisinin de birer oğlu oldu.

Bir gün Ahlati'nin eşi MARİYE, kardeşi Cazibe'yi görmek için Bedreddin'in evine geldi ve gece orada kaldı. Bedreddin ile yüksek dini ve tassavvufi konularda sohbet etti. Bedreddin Ahlati'nin eşi yanında, gülün dikeni gibi aciz kaldı.

Bu olay bize şu iki önemli hususu gösteriyor: 600 yıl öncesinin din âlimleri, kadın erkek bir arada oturup sohbet edebilecek kadar medeni idiler. Şimdiki yobazların yarattığı kaç-göç, selam bile vermemek gibi bayağılıklardan uzak idiler. Ayrıca dini bahislerde bile, gerektiğinde kadınların üstünlüğünü kabul edebilecek kadar da açık fikirli idiler.

İkincisi, Bedreddin'i bile aciz bırakan husustur. Tasavvufun sadece nazari yanını öğrenmek yetmez. Ameli yanını yaşamadan tasavvuf tam olmaz!.. Şeyh Bedreddin gördü ki, o gencecik kadın Şeyh Ahlati'nin yanında, onun kemaliyle pişmiş, hakikate ermişti.

Bedreddin hemen ertesi günü gitti, AHLATİ'den nasip aldı. O günden itibaren üzerinden ağır elbiseleri çıkarıp kıldan aba giydi, eşyalarını dağıttı. Kitaplarını da Nil'e attı!.. Vecd içinde istiğrak âlemine daldı. Tam mânâsıyla derviş oldu.

O tarihlerde Timur Anadolu ve Mısır ile uğraşmaya başlamıştı. Bedreddin babasının dönmesi için davetini de kabul etmedi. Ama bir süre sonra hastalandı. Şeyhi onun seyyahat etmesini istedi. Şeyh Bedreddin yola çıktı. Tebriz'de iken Timur'la karşılaştı. Sohbet ve münazaralarına katıldı. Sonra tekrar Mısır'a döndü. Bir süre sonra şeyhi ölünce, onun yerine geçti.

Ancak Bedreddin'e artık rahat yoktu. Genç olmasına, isminin başında yalandan da olsa bir "Seyyit" lakabı bulunmamasına itiraz edenler çıktı. O de şeyhliği terketti. Kendini İslam'ın ve tasavvufun engin denizine bıraktı.

İslam'ın Arap dünyasında ortaya çıkması, hemen sonra İran'a atlaması, Türkler'in de Arabistan ile değil, İran'la komşu olması,Türk müslümanlığında İran tesirinin görünmesine yol açmıştır. Dilimizdeki pek çok kelime, biz o dönemde Araplardan ziyade İranlılarla irtibatta olduğumuz için Farsça'dan geçmiştir. Mesela ibadetimiz salat değil, namazdır.

İlk İslam mutasavvıfları Arap ve Acem idi. Abdülkadir Geylani, Ahmed Rıfai, İbrahim Halveti... Bunlardan ilki Devran anlayışı üzerine tarikatını kurmuştu. İkincisi Zikr-i Kıyam, üçüncüsü de Darb-ı Esma'yı esas almıştı. Yine Horasan'dan gelmesine ve Türk olmasına rağmen Mevlana Celaleddin Rumi de semayı ön plana çıkarttığı felsefesinde, Fars dilini kullanmıştı.

Bu kural ve uygulamalar , şekil ve merasimler Türk'ün serbest ve engin gönlünü saramadı. Ona Ahmed Yesevi, Yunus Emre tipindeki şiir ve kopuzlu ilahiler daha çok hitap etti.

Bunun içindir ki, gerçek Alevilik Türkler arasında çok daha fazla revaç gördü. Her milletten daha çok Türkler kendilerini peygamberin torunlarına bağlamaya çalıştılar. Dünyanın hiç bir yerinde, Arabistan ve İran dahil, Seyyit ve Dede adıyla Hz. Ali'ye ve dolayısiyle Hz. Muhammed'e soy çıkaran bir millet daha yoktur!.. Bu soy kütüklerinin çoğu gerçek olmayabilir. Büyük bir kısmı maddi menfaat amacı güdüyor olabilir. Ne var ki, Türkler gerçek anlamda hem Peygamberimiz'e, hem onun sülalesine, hem de gerçek islam prensiplerine daha çok sahip çıkmışlardır.

Onun için biz diyoruz ki, Şiilik İbn-i Sebe adlı bir yahudi dönmesi ile başladı, Meymun ile güçlendi ve Hümeyni'ye varana kadar binbir şekle girdi. Ama Alevilik, yani Ali'nin yolunda olmak, Peygamber torunu imamlarla başladı, Horasan'da (şimdiki İran) Türklerle devam etti. Onlar aleviliği sünnilikten ayırmadılar. Onn içindir ki, bugün Arnavutluk'tan ta Kore'ye kadar uzanan topraklardaki müslümanların büyük bir kısmı, bize Hacı Bektaş'ı gönderen Ahmed Yesevi'nin inançlarını yaşatırlar. (Bakınız: NOTLAR 5A- 38)

Bu kişilere Özal'ın Azeriler'e yaptığı gibi "Onlar Şiidir, bizden çok İran"a yakındırlar" diye bakan zihniyetin yanıldığı ne kadar çabuk anlaşılırsa, o kadar iyi olur. Bu canlar öz-be-öz Türk'tür, öz-be-öz müslümandır. Hatta çoğu bizden daha Türk, bizden daha samimi müslümandır!.. Hem de bu özelliklerini bizler gibi işgal görmemiş, 1000 yıl boyunduruk takmamış, 70 yıl harbe girmemiş bir ülkede değil; zulüm ve esaret altında, nice zorluklara göğüs gererek korumuşlardır!..

Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey vardır. Asya ve Avrupa'daki kardeşlerimize Acem yobazlığı, Arap dejenerasyonu ile yaklaşırsak, anlıyamayız. Onlara bizleri "biz" yapan Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş, ve Yunus gözüyle yaklaşmak gerekir.

İşte Bedreddin bütün bu seyyahatlerinde karşılaştığı Arap yobazlığı, Acem şirretliğinden tiksinmişti. Dostlarına veda ederek Kahire'den ayrıldı. Peşine takılan yedi müridi ile Kudüs'e, Şam'a, Haleb'e ve oradan da Konya'ya geçti. Orada Karaman Beyi'nin bir yemeğine katıldı. Kendisine bütün yemişlerin nereden yetiştiğini sordu. Bey "Topraktan" dedi. Bütün suların nereden çıktığını sordu. Bey "Topraktan" dedi. Bunun üzerine Şeyh Bedreddin :

- "Bütün dünya kerametle doludur! Bu yolda toprak olursan, bütün yemişler sende biter. Hikmet pınarları senden çıkar. "

dedi. Bey, hayrete düştü, Bedreddin'e mürit oldu.

Somuncu Baba diye bilinen Hamiddeddin Aksarayî, Bedreddin'in adını duyunca Konya'ya geldi. Onunla halvet oldu. Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Veli'nin (1352-1430) mürşididir. Bu noktadan bakınca Bedreddin'in düşüncelerinin Somuncu Baba'ya, ondan Hacı Bayram-ı Veli'nin tarikatına, oradan da Türkiye'de Melamiliğin kurucusu Emir Sikkini (Göynük 1450'ler) ve Nur-ul Arabi'ye (Üsküp 1800'ler) atladığını düşünmek yanlış olmaz.

Şeyh Bedreddin Konya'dan sonra Aydınoğulları'nın merkezi olan Tire'ye gitti. Aydınoğlu'nun ve Tire halkının Alevi mizaçlı Türkmenlerden oluşması, Bedreddin'i oraya çekmiş olabilir.

Bu sırada Börklüce Mustafa adında biri Bedreddin'in müridi oldu. Tarihçi Lukas, Börklüce'nin bir köylü çocuğu olduğunu yazıyor. B. Nusret Kaygusuz ise, "Bu söylentilere inanmıyoruz. Babasının adının Burhaneddin olduğunu gerçeklikle biliriz" diyerek onun Kadı Burhaneddin'in oğlu olduğunu söylüyor ki, bizde katılırız. Kadı Burhaneddin Tokat, Sivas ve Kayseri yörelerinin hakimi idi. Yıldırım Bayezid onun toprağını zaptetti. Dağlara sığınan Kadı Burhaneddin, Kara Yülük Osman Bey ile yaptığı savaşta şehid düştü. (1398)

Giydiği postsuz kalpaktan dolayı "Börklü" diye anılan Mustafa, bu zatın oğlu idi. Babasının ölümü üzerine Karaburun'a kaçmış, oradaki Rumların arasında yaşamıştı. Rumca'yı çok iyi öğremişti. Bedreddin'in yanına katıldığında boş adam değildi.

Şeyh Bedreddin'in önemli müridlerinden Torlak Kemal ise, muhtemelen yahudi idi.

Bu arada Sakız Adası Tekfuru Şeyh Bedreddin'i davet etti. O dönemde ada Cenevizlilerin elinde bulunuyordu. Bedreddin'i dinliyenler arasında bulunan iki papaz gizlice İslam'ı kabul etti. (1407)

Bedreddin oradan Kütahya'ya gitti. Burada bir alay torlakla karşılaştı. (Bakınız: NOTLAR 5A- 39) Sordukları sorulara aldıkları cevaplar, onların da Bedreddin'e mürit olmalarına yol açtı. Hep beraber Bursa'ya , oradan da Gelibolu'ya gittiler. Oradan Edirne'ye geçtiler ve nihayet Bedreddin anasına babasına kavuştu.

Ertesi yıl karısını kaybetti. Bu olay Bedreddin'i çok sarstı, günlerini halvette geçirmeye başladı.

Günün birinde kıyafetlerinden hıristiyan oldukları anlaşılan bir grup geldi. Başlarında Sakız adasında müslüman olmuş ve Abdüsselam adını almış olan eski papaz vardı. Bu gruptan Abdüsselam'ın kız kardeşinden başka hepsi müslüman oldu. Bu kadın bir Ermeni ile evliydi ve Harmana adlı bir kızı vardı. Bedreddin'in oğlu bu kıza vuruldu ve evlendiler. Şeyh Bedreddin Menakıbnamesi yazarı Hafız Halil, bu evlilikten doğmuştur.

Ankara Savaşı'nda Yıldırım yenilince ortaya çıkan kardeş kavgasında Musa Çelebi, Anadolu'daki gelişmelerden rahatsız olmuş, Çelebi Mehmed'in teklifi üzerine Rumeli'ye geçmişti. Emir Süleyman sefahate dalıp öldürülünce.(1410) Musa Süleyman'ın sadrazamı İbrahim Paşa'yı yerinde bıraktı, Şeyh Bedreddin'i de kazasker yaptı. Aslında Rumeli Kazaskerliği devletin şeyhülislamlığı ve baş hakimliği demektir. En yüksek ülema payesi idi.

Bu dönem içinde Bedreddin "Cami-ül Fusüleyn" adlı eserini yazdı ki, o zamanın medeni kanunu mertebesindedir. Bu arada Uluğ Bey kendisini Semerkant'a davet etti. Ancak Bedreddin eserinden bir nüsha göndermekle yetindi. Bu dönemde Börklüce Mustafa, Bedreddin'in kethüdası olarak görev yapıyordu.

Musa Çelebi'nin en büyük ihsanları yeni yetmelere vermesi, Şeyh Bedreddin'in itidal ikazları da dinlememesi, dış ilişkilerde de hatalar yapılması. Musa'nın yanında sadık bir kaç bey ile Şeyh Bedredin'den başka kimse kalmamasına yol açtı.

Kardeşi ile yaptığı savaşta Musa Çelebi yenildi ve öldürüldü.(1415) Buna göre Musa'nın saltanatı 5 yıl sürdü, bu süre zarfında da Bedreddin kazaskerlik yapmıştı.

Mehmed Çelebi rakipsiz kalmıştı. Osmanlı padişahları, aleyhlerindeki bütün propogandanın aksine, son derece insancıl ve medeni kişilerdi. Mehmed Çelebi de abisinin yanında bulunan Şeyh Bedreddin'i idama kıyamadı, onu 1000 akçe para tahsis ederek çoluğu çocuğu ile birlikte İznik'e sürgün gönderdi. Kendisini rahat yaşyatacak maaş bağladı.

Tarihin ne garip tecellisidir ki, Selçuk Devleti'nin ilk payitahtı olan İznik, Selçuklu hanedanının son evladına da menfar oldu. Börklüce de gelip İzniğe yerleşti.

Şeyhin maddi bir sıkıntısı yoktu, ama bu ücra kasabada gözaltında tutulması da onu sıkıyordu. "Teshil" adlı eserinin mukaddimesinde "Cenab-ı Hak beni zalimlerin elinden kurtarsın...Şerhi bitirdiğim bu sırada hapis ve gurbette hüzün ve belalar içindeyim..." demişti. Mısır'a gitmek istedi. Çelebi Mehmed izin vermedi. Ama, Şeyhin İznik'te istediğini yazma ve ögretme hürriyeti vardı. Müritlerine hep İslam'ın esaslarından uzaklaştırıldığından bahsederdi.
(Bakınız: NOTLAR 5A- 40)

Öte yandan Börklüce Mustafa, Şeyhinin bazı fikirlerine muhalifti. Bedreddin daha ziyade tasavvufa düşkündü, Mustafa ise toplum düzeni ile ilgilenirdi. Bir kusuru da her şeyde aşırıya gitmesiydi. Ayrıca Makyavelist zihniyeti belki sahibinden önce ortaya atmış, amacına ulaşmak için her türlü vasıtayı meşru gördüğünü açıklamıştı.

Bedreddin ise olaylara Mustafa'dan daha vâkıftı. Selçuklu soyundan olduğu için Oğuz töresini iyi bilirdi. Devlet'in başına Kayı soyundan birinin; o olmazsa Bayındır, o da olmazsa Bozoklu birinin geçmesi gerekiyordu. Şeyh Bedreddin'e göre, Osmanlı'nın Kayı soyundan olduğu şüpheli idi.

Selçuklular Bozoklu ve Kınık soyundan idiler. Bayındırlıların Selçuklulara daima itaat etmelerine rağmen, Osmanlı'ya sürekli başkaldırmalarının sebebi bu idi. Karamanoğullarının da Türkmenler üzerinde bu kadar etkili olmalarının sebebi aynı idi.

Seyyahatlerinde Bitlis-Ahlat civranda Selçuklu eserlerini, yani Türk mezarlarını türbelerini görmüş, derin bir düşünceye dalmıştı. Yine Halep'den geçerken Caber Kalesinde çok duygulanmıştı. Daha sonra da Tire' de Aydonoğlu ile Alevilik üzerine sohbet etmişti. Zaten bunun için Aydınoğulları'nı ziyarete gitmişti. Timur yıkımından sonra Anadolu'yu Aydınoğulları'nın toplaması acaba daha mı iyi olurdu?.. Acaba Türkmen boyları, Aydınoğulları'yla Osmanlı'dan daha mı iyi kaynaşırdı?..

Ayrıca merkezleri Ankara olan Ahileri görmüştü. Bu kişiler birbirlerini kardeş biliyor, aralarındaki dayanışma ile şerirleri def edebiliyorlardı.

Bütün bu bilgiler ve halkta gördüğü sıkıntılar Şeyh Bedreddin'e yeni bir tarikatın esasları hakkında fikir verdi. Buna göre:

- "Cenab-ı Hak dünyayı insanlara bahşetmiştir. Erzak, mal, arazi umumun müşterek malıdır, kadınlar müstesna!.. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen de benim eşyayı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin,"

temel prensip oluyordu. Aslında bu prensip kaynağını Kur'an'dan almaktaydı. (Bakınız: NOTLAR 5A- 41)

Halk arasında "Müslüman malı ortak!" ifadesiyle de hâlâ varlığını sürdürmektedir!..

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: ŞEYH BEDREDDİN'İN GİRİŞİMLERİ , NOTLAR - 5A , YAVUZ SULTAN SELİM VE SONRASI , İSLAM'A FESAT KATANLAR , ORTAASYA TÜRKLERİ'NİN MÜSLÜMAN OLUŞU , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR