Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

ALİ HAYDAR BAŞVEREN'İN ARAŞTIRMA YAZISI


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ

SEKİZİNCİ KISIM : GÜNÜMÜZDE DURUM NE?

DOKUZUNCU BÖLÜM: GÜNÜMÜZDE BEKTAŞİLİK

Günümüzde Bektâşilik'ten söz etmeden önce Türkler'in Alevî oluşu, ondan önce de Müslüman oluşu üzerinde durmamız gerekiyor. Çünkü daha önce bu konuları çok hızlı geçtik.

Türkler İslâm'ı doğrudan Araplar'dan değil, İran kültürünün merkezi olan Horasan yoluyla almışlardır. O yüzden Salat değil, "namaz" deriz. Ab-dest, Farsça "el suyu" demektir.

Moğolistan'dan Tuna boylarına kadar çok geniş bir coğrafî alana yayılmış bulunan Türkler, İslâmiyet'i benimsemeden önce büyük ölçüde Samanizm'in yanısıra Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi inançlarla da ilişki kurmuş ve etkilenmiş bulunmaktaydılar.

Zamanın Türk devletlerinden Hazarlar'in Musevîliği, Uygurlar'ın Maniheizm'i, Tabgaclar'ıın Budizm'i ve Ogurlar'ın Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmeleri, bu iliski ve etkilenmenin doğal bir sonucu olarak görülebilir.

Büyük ölçüde ekonomik sıkıntılar ve nüfus artışı sonucu gerçekleşen Türkler'in Altaylar'dan başlayarak anayurtlarindan göç etmeleri, esas olarak güneye ve batıya olmak üzere iki yöndedir. Başka türlü olamazdı zaten. Hem coğrafî şartlar, hem de otlaklar yüzünden...

Güneybatıya doğru gerçekleşen Türk göçleri İran'da hüküm süren Sasânî İmparatorluğu (224-651) engeli ile karşılaştılar ve bir bölümü Hindistan'aa doğru yönelirken, diğer bir bölümü ise İran'a yakın bölgelerde bulunmayı sürdürdüler. Türkler, Sasânî İmparatorluğu'nu yıpratmalarına rağmen çökertememişlerdir. Bunu, Arap orduları gerçekleştirecektir.

Hz. Ömer'in halifeliği sırasında (634-644) Arap orduları yeni dinin verdiği heyecanla ilerleyişlerini sürdürmekteydiler ve 634'te Yermuk Savaşı ile Bizans'i Suriye'den çıkardılar. Ardindan 635'te Kadisiye ve 641'de Nihavend Savaşları ile Sasânî İmparatorluğu'nu yıpratıp ortadan kaldırarak, İran'ı ele geçirdiler. Bu şekilde Türkler'in İslâm dini ile irtibatı mümkün oldu.

Müslüman Arap ordularinin Sasânî engelini aşması sonrası başlayan Türk-Arap ilişkileri uzun süre karşılıklı mücadele içinde geçti. Emevîler dönemi'nde (661-750) Araplar, kısa zamanda Maveraünnehir'e hâkim oldukları gibi, akınlarnı Talas'a kadar ilerlettiler ki, bölgede hüküm süren Türk hakanlıklarının birbiriyle olan mücadeleleri de bu durumu kolaylaştırıyordu. Ancak Türkler Müslüman olan halkları dahi "mevâli-köle" sayan Emevî zihniyetinden dolayı bu dönemde toplu müslüman olmadılar.

Böylece Orta Asya hakimiyeti için mücadele eden Türkler'in Müslüman Arap ordularinca tasfiye edilmeleri üzerine, bölgede Çinliler ve Araplar karşı karşıya geldiler. Abbasîler'in iktidara geçmesinden hemen sonra gerçekleşen Talas Savaşı'nda (751), Araplar Türkler'le birlikte Çinliler'e karsi savaştılar. Aslında Çin ordusunda da Türkler vardı, ama o taraf yenildi. Bu önemli savaş sonrası Çin, Orta Asya'dan çekildi ve Araplar bölgeye hâkim oldular.

Emeviler'in müslümanlığı seçen Arap olmayan uluslara karşı baskıcı ve hor görücü tutumuna karşın, Abbasîler, halkı Arap olmayan bölgeleri de, Araplar'la eşit gören daha ılımlı bir yönetim anlayışı taşıyorlardı. Araplar'in yenilgiye uğrattıklari halklar, başta İranlılar giderek İslâmlaşmaya başladıklarından, daha önce başka inançlara mensup din adamlari ve tüccarların geldikleri yollardan bu kez Müslüman din adamlari ve tüccarlar Türkler'in yaşadıkları bölgelere gelmeye başlamışlardı. Ayrıca Abbasîler'in yanısıra Iran'da hüküm süren Samânîler'in özellikle ordu yönetiminde Türkler''den yararlanmasının, İslâm'in Türkler arasında yayılmasına yardım ettiği âşikârdır. Neden dinî kelimelerin Arapça değil de, Farsça olduğunu da açıklar.

Türkler'in İslâm'ın bölgeye Arap orduları aracılığıyla gelmesinden önce de ilişkide bulundukları ve birçok bakımdan ortak noktalara sahip bulundukları Acemler'i (İranlılar'ı) kendilerine Araplar'an daha yakın görmeleri taibidir. İran-Turan münasebetlerini hatırlıyalım... Böylece İranlılar, Türkler'in İslâm uygarlığını benimsemeleri konusunda bir köprü vazifesi görmüşler, onları etkilemişlerdir. Bu etkileri daha sonraki yüzyıllarda, Türk edebiyatı, sanatı, idare sistemi gibi birçok alanda görmek mümkündür.

VII.-IX. Yüzyıllar arasındaki gelişmelere bakarak Türkler'in büyük bir bölümünün Müslüman olduğu sanılmamalıdır. Bu dönemde, İslâm dini daha çok batıdaki şehirlerde ve gelişmiş yerlerde yayılmıştı, doğuda daha çok bozkırlarda göçebe ve yarı-göçebe durumda bulunan Türkler'in çoğunluğu hâlâ eski inançlarına bağlı idiler. Ancak X. Yüzyıl'la birlikte, Türkler'in yaşadığı bölgelerde gelişen, siyasî, ekonomik ve kültürel ilişkiler, Türkler arasında İslâm'ın yayılmasına da hız kazandırmıştır.

Maveraünnehir'in Buhara, Semerkant, Fergana ve Curcan gibi büyük Türk şehirleri, İslâm kültür ve uygarlığının önemli merkezi hâline gelmeye başladılar. O zamana kadar askerlik sanatındaki üstünlükleriyle tanıımış olan Türkler, artık yeni dinlerine, başka bir deyişle İslâm uygarlığına da katkı sağlayabilecek duruma geldiler. Öyle ki, ileriki tarihlerde Araplar'ın egemenliğinde sık sık ayaklanan, halifeleri bile değiştirme gücüne sahip kölelikten yükselmiş Türkler, kendi devletlerini bile kurabiliyorlardı.

Bu sekilde, IX. Yüzyıl'dan başlamak üzere, çok geniş bir coğrafi alanda kurulan Müslüman-Türk devletleri arasında,

Tulunoğulları Devleti (875-905)

Karahanlilar (840-1212)


Gazneliler (969-1187)


Selçuklular (1040-1308)


Harezmşahlar (1077-1231)

gibi devletler sayılabilir. Türkler'in İslâm dinini benimseme nedenleri konusunda, uzmanlarca çeşitli tartışmalar yapılmakta ve farklı görüşler ileri sürülmektedir. Burada kısaca bu konuya da değinmek yararlı olacaktır.

Türkler'in İslâm'ı benimseme sebeplerinden en fazla savunulanları şu şekilde sıralanabilir:

1. Eski Türk inançları ile İslâmiyet arasındaki benzerlikler,
2. Araplar ile Türkler arasında yoğun ekonomik ilişkiler,
3. İslâm uygarlığının her alanda çağın en üst uygarlığı olması,
4. Müslüman şeyh ve dervişlerin yoğun dinsel propagandaları,
5. Araplar'la uzun süren savaşlar sonucu uygulanan baskılar ve yok etme politikaları.

O dönemi ele alan araştırmalar incelendiğinde açıkça görülecektir ki, Türkler'in İsâam'ı benimsemelerinde, tek bir âmil rol oynamamış, yukarıda sıralanan ekonomik, siyasal ve toplumsal sebeplerin tümü birden farklı düzeylerde etkili olmuşlardır. Türkler'in İslâm dinini benimsemeleri süreci çok dinamik ve karmaşıktır ve Orta Asya'dan Anadolu'ya göçler sırasında ve sonrasında da yaklaşık XIV. Yüzyıl'a kadar sürmüştür.

Hiçbir yeni din, eskiden farklı inançlara ve kültürlere sahip topluluklarca tek başına benimsenmemiştir. İnsanlar, kimi eski inançlarını bırakırken kimilerini de yeni dinlerine uygun hale getirerek yaşatmayı sürdürmüşlerdir. Hele Türkler ve İranlılar gibi uzun bir geçmişi olan inanç ve kültüre sahip uluslarda, benimsenen yeni dinde, eski inançlarin korunması oranının daha yüksek olduğu söylenebilir. Bunu Anadolu insanında bugün dahi görüyoruz. Meselâ eski Türkler yedikleri hayvanların kemiklerini kırmazlar, eklemlerinden ayırırlar, kullanmadıklarını belirli bir saygı ile gömerlerdi. Bununla o kemiklerin yeniden etlenip kendilerine döneceğine inanırlardı. Bektâşler de kemikleri hoyratça kırmazlar, eklemlerinden ayırırlar. Niye öyle yaparlar, çoğu bilmez, "Yaratılmışa saygı" falan diye cevaplayanlar olur.

Araplar ve onlar eliyle dünyaya yayılan İslâm Dini, Türkler'in yaşadığı diyarlara ulaşıncaya kadar çeşitli dinler ve kültürler ile karşılaşmış, zenginleşen Araplar bunların etkisinde kalarak İslâm'ın özünden uzaklaşmıştır ki, bu durum bugünlere yansımakta; Vahhabîlik, Selefîlik, El Kaide, IŞİD şeklinde görünmekte, Pakistan, Afganistan, Afrika müslümanlarına da çarpık şekliyle yansımaktadır. Halbuki ALLAH, KUR'AN'da Araplar'ı çok önceden ikaz etmiş ve bu gelişmeye şöyle işâret buyurmuştu:

- "Ey imân edenler! (Ki, o tarihte sadece Araplar imân etmişti)
Sizden kim dininden dönerse bilsin ki,
Allah öyle bir kavim getirecektir ki,
Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.
Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar.
Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar.
İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lûtfudur.
Allah’ın lutfu geniştir; O, her şeyi bilir."
(Mâide Sûresi, 54. Âyet)

Bu millet Türkler'dir ve Türkler Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in Bağdat'a girip Halife'yi Şii Büveyhîler'in elinden kurtarmasından itibaren (1055) İslâm'ın liderliğini Araplar'dan devralmıştır.

Öte yandan İslâm'ın yayılması esnasında bilhassa Araplar arasında çeşitli mezhepler ortaya çıkmış, ilmî olmaktan ziyade siyasî sebeplerle kıyasıya bir mücadele başlamıştır.

İşte Türkler bu şartlar altında Prof. Cahen'in "Özel bir Müslümanlık" diye nitelediği bir anlayışa ulaştılar. Bu nasıl mı oldu?... Arap Dünyası'ndaki çekişmelerden uzaklaşıp, Orta Asya'ya göçen Ehl-i Beyt mensupları vasıtasıyla!..

Biz Orta Asya'yı dolaşırken Semerkand'da, Kırgızistan'ın dağlarında "Şâh-ı Zinde" , "Şâh-ı Cihan" diye bilinen bazı zatların türbeleri, kabirleri ile karşılaştık. "Bunlar kim?" diye sorunca "Ali" diye cevap verdiler. "Yahu, Hazret-i Ali buralara hiç gelmedi" dedik, inandıramadık. Sonradan anladık ki, bunlar Ali Torunları, Oniki İmam'ın oğulları, torunları, Ehl-i Beyt mensupları... Zamanla " Şâh-i Zinde (Ölmeyen Şah)" Ali'nin Torunu ifadesinden "torun" kısmı gitmiş, geriye Ali kalmış!... Ahmed Yesevî'ye hurmayı Peygamber'in ağzına koyduğu Arslan Bab getirmedi miydi?.. İşte Türkler bu Ehl- Beyt mensubu Aili Torunları'nın etrafında, Ahmed Yesevî'nin halifelerinin dizi dibinde önce Alivî, sonra Alevî, sonra Anadolu'da Bektâşî oldular. Gerçekten de onların kendilerine has, Türkler'e özgü bir İslâm Anlayışı vardır ki, başka hiçbir millette rastlanmaz.

Gördüğünüz üzre İslâm Türkler'e özel bir biçimde ulaşmıştı. O yüzden onların İslâm Anlayışı da özeldi. Yabancı âlimler, Prof. Cahen gibi, bunu farkediyorlardı ama, Türk bilim insanları bu husus üzerinde hemen hiç durmadılar. Hattâ "Türk-İslâm Sentezi" diye ortaya birşey attılar ki; hem Türkler'in İslâmiyet'ten önceki tarihini yok sayar, hem de Arab'ın çarpıtılmış İslâm anlayışını Türk'e yamamaya kalkışır!

Orta Asya'da şehirlerin aksine, köylerde ve göçebe oymaklarda İslâmlaşma daha yavaş ve daha basit şekilde olmaktaydı. Öyle ya, oradan oraya göçen bir obanın câmisi olabilir miydi?... Aynı tip dervişlerin eğitimi sürmesine rağmen şehirlerde zamanla daha çok Sünnî bir eğilim gelişti Köylerde ve göçebe obalarda ise Alevî egilimi, eski Türk inançlarıyla karışık basit bir İslâm uygulaması devam etti. Öyle ki, Yüzyıllar sonra Anadolu'ya göçen obaların, oymakların hepsi Alevî inançlıydı. Osmanlı'nın kuruluşunun temelinde de Alevîlik vardı.

Prof. Köprülü'nün de belirttiği gibi: "Daha ilk zamanlardan itibaren Bâtınî akımların hüküm sürdüğü Horasan ve Maveraünnehir sahalarında yaşayan ve siyâsî-dinî akımlara fiilen karışarak Bâtınî inançlarıyla yakınlık kuran Oğuz aşiretleri, İslâm'ı yavaş yavaş kabul ettiler. Fakat bu görünürde olan İslâmlık cilâsı altında, eski ulusal geleneklerinin ve önceki dinlerinin etkisi bulunuyordu.Bunlar, İslâm fıkıhcılarının kendilerine çok karışıik ve sıkıntılı gelen telkinlerinden ziyâde, kendi kamlar'ının (ozanlarının) nüfûzuna bağlı idiler. Maveraünnehir ve Horasan'a gelmezden önce ve geldikten sonra Hıristiyanlık, Hinduizm, Mazdeizm, Maniheizm gibi çeşitli dinî sistemlerle az-çok ilişki kurmuş olan bu Türkmenler üzerinde, İslâmiyet de dahil olmak üzere bu hâricî ve kapalı (zor anlaşılan) inanç sistemlerinin hiçbiri, eski dinî geleneklerini tamamen unutturacak bir etki yapamazdı."

Kamlarıin yerini zamanla "ata" veya "baba" ünvanlı dervişler aldı. İslâm öncesi dönemden kalma Türkler arasında yaygın bulunan menkibelere bile İslâmî bir şekil kazandırılarak halk arasinda yayılıyordu. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türk kitleler İslâm'ı benimserken, büyük ölçüde eski inançlarını, zihniyetlerini ve geleneklerini de muhafaza ettiler. Yine bu Türk kitlelerin coğunluğu, karmaşık ve sıkıcı din kurallarını yayan din adamlarına, şeyhlere itibar etmediler. Onlar daha çok eski şamanları ve kamlar'ı hatirlatan ve eski inançlarla yeni din arasında paralellikler kurdukları daha basit, uygulaması kolay dinî bilgileri yayan atalara, babalara bağlandılar. Bu kitlelerin müslümanlığı, şeklî yükümlülükleri yerine getirmekten uzak; öze yönelik, eski inanç ve geleneklerin ön planda olduğu bir halk müslümanlığıydı. Bu durum Orta Asya'daki Türk şehirlerinde, Türk devletlerinde dahi böyledi.

İslâm Anadolu'ya Muaviye'nin İstanbul seferi sırasında (668) gelmiş, ama yerleşmemişti. O sefere katılp ta vefat eden Eyüp Sultan Hazretleri'nin mezarı İstanbul surları dışına kazılmıştı. Daha sonra Malatya doğumlu Seyyit Battal Gazi (690-740) gibi İslâm gazileri görülmüş ama, yine tam bir yerleşme olmamıştı. Battal Gazi'nin savaşta yaralanıp vefat edince defnedildiği yer, Eskişehir'in kazası Seyitgazi'dır. Nihayet Selçuklular zamanında, Tuğrul Bey döneminde (1040-1063) Türkmenler Anadolu'ya girmeye başlamışlardı.

Orta Asya'dan bitmek tükenmek bilmeyen, sel gibi gelen göçebe Türkmen obaları Merkezi İran'da olan Selçuklu Devleti'nce Anadolu'ya, yâni Bizans sınırına yönlendiriliyordu. Bu sınır bölgeleri, başka bir deyişle "Uçlar", iç bölgelerden farklı sosyal özelliklere sahip bulunmaktaydı. Uc halkı, iç bölgelerde daha barışcı ve istikrarlı bir düzene sahip halkın aksine; sürekli savaş hayatı yaşardı. Uclardaki bu savasçı halk ve savaşçı dervişler (ya da alperenler, gaziler) Malazgirt Savaşı'ndan (1071) cok önce Anadolu'nun Sivas, Kayseri ve Konya gibi büyük şehirlerine saldırılar düzenlemekteydiler. Uç bölgeleri karşı taraftan gelecek olası akınlara yönelik de hazırlıklı olmak zorundaydılar.

Uçlardaki göçebe halklar, Alevî-bâtınî eğilimli Türkmen babalarının etkisi altındaydılar. Bu uçlar o dönemde Bizans İmparatorluğu'nun içerisinde bulunduğu zayıf durum sebebiyle sürekli batıya kaydı. 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra kısa sürede Ege ve Marmara Denizi'ne ulaştılar.

Anadolu'ya ilk büyük göç dalgası Malazgirt Savaşı sonrası, ikinci ve daha büyük bir göç dalgası ise Moğol istilâsı sonrasında gerçekleşmiştir. Arada 200 yıl vardır. Göçler daha sonra 1400'lere kadar devam etmiştir. Aslında Tüarkiye'ye şimdi dahi Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye gibi Müslüman ülkelerden ve Balkanlar'dan göç vardır.

Anadolu'nun fethi hem fiilen, hem de mânevî olarak bu dervişlerin öncülüğünde oldu, Türkistan, Harzem, Horasan, Azerbaycan, Suriye ve Irak'tan gerek fetihlerle birlikte, gerekse fetihlerden sonraki göçlerle Anadolu'ya gelen dervişler değişik dinî meşreplere mensuptular. Özellikle köylerde yaşayanlar ve göçebe kitleler heterodoks tasavvuf akımlarına mensup dervişlere ve onların tekke ve zâviyelerine büyük ilgi gösteriyorlardı. Onlar şeklî uygulamalardan pek hoşlanmıyor, işin mânâ yönüne önem veriyorlardı. "Niyet mühim" sözü bugün dahi dinî yasaklayan konünizm baskısından kurtulmuş Orta AsyaTürkleri arasında yaygındır.

Şekilden uzak akımlara mensup babalar, dervişler kitlelere çok daha uygun gelen fikirler yayıyorlardı. Üstelik bu fikirler sâdece Türkler arasında değil, yerli Hıristiyan halk arasında da yayılıyordu. Fuat Köprülü'nün dediği gibi, "Tahta kılıçlarla kâfirlere karşı harbeden, yanındaki bir avuç mürid ile yüzbinlerce kişilik düşman ordularını ezen, kaleleri alan, küfr diyarına İslâmiyet'i yayan bu savaşcı Türk mutasavvıfları ile, köşelerinde sâkin ve donmuş bir hayat geçiren Arap ve Acem mutasavvıfları arasında büyük fark vardı."

Şüphesiz Anadolu bu dönemde Orta Asya, Harzem, Horasan, Suriye, İran ve Irak gibi merkezlerle siyasal ve sosyo-ekonomik bağlara da sahipti. XI. Yüzyıl'dan başlamak üzere bu bölgelerdeki dinî ve kültürel gelişmeler Anadolu'yu da etkiliyor, bu bölgelerden birçok mutasavvif ve derviş Anadolu'ya gelerek görüşlerini yayıyorlardı. Bu dinî akımları anlamaksızın, Anadolu'daki hiçbir dinî hareketi anlayabilmek mümkün değildir. Mevlevilik de, Bektâşilik de, Alevilik de ancak bu dinî ortamın açıklanması sonucunda anlaşılabilir.

Bu konuda Fuat Köprülü şu bilgileri veriyor: "Daha ilk Selçuklular zamanından itibaren "Dar-ül Cihad" olan Anadolu'ya Türkmen boylarıyle beraber birçok 'Türkmen Babaları', Ortaasya, Harzem, Horasan'dan 'Yesevi Dervişleri', Irak, Suriye ve İran'dan 'İsmâilî Propagandacıları', Kalenderiye mensupları geliyorlardı." Bundan İslâm'ın daha içsel ve esnek bir yorumunu yapan bu akımların ne derece yaygın oldukları tahmin edilebilir. Bu akımların temsilcileri olan eski Türk şamanlarını andıran babalar ve dervişler bu kitlelere oldukça uygun gelen eski inançlarla da bağlantılı bir İslâm yorumu sunuyorlardı. Şunu demek istiyoruz: Orta Asya Türkleri'nde temeli Ehl-i Beyt mensuplarına, onlarca yetiştirilen Ahmed Yesevî gibi velilerin halifelerine dayanan mânevî yönü maddî uygulamalarından ağır basan bir İslâm anlayışı gelişmiştir ama, Anadolu'da Hacı Bektaş ve Mevlâna gibi veliler sâyesinde bundan daha derini, daha lâtifi oluşmuştur! Bu fark son derece önemlidir.

Bu yorumu yapan babalar ve dervişler kendilerini Sünnî addeden şeyh ve mutasavviflarca şiddetle eleştiriliyorlar, hatta "dinden çıkmış" sayılıyorlardı. Bu eleştirilerden, Ahmed Yesevî, ve Ebu'l Vefa gibi büyük tarikat uluları bile kurtulamamışlardır. Bu zatların zikir törenlerine erkeklerin yanısıra kadinların da katılması mutaassıp sufi ve ilâhiyatçılarca "Şeytan ameli" olarak nitelendirilmekteydi. Halbuki bu törenlerde kadınların da olması ve bu törenlerde vecd halinde semah yapılması, İslâm öncesi inançların İslâmî şekil altında devamından başka bir şey değildi.

Anadolu'ya gelen Türkler'le yerli ahali arasındaki yakınlaşmanın birçok sebepleri bulunmaktadır. Herşeyden önce yerli Hıristiyan halk Bizans idaresine, ağır vergiler, keyfi idare, yoğun iktidar mücadeleleri ve ordunun bozulması gibi nedenlerle yabancılaşmış durumdaydı. ikinci olarak Anadolu Selçukluları devletinin oluşmasından başlamak üzere Türkler, yerli halka dinî ve kültürel konularda hoşgörülü davranmışlardır. Üçüncü olarak XI. Yüzyıl'dan itibaren Anadolu'ya gelen ahalinin, İslâm anlayışı şekli değildi. Ki bu, yerli halkla kaynaşmayı oldukça kolaylaştırmıştır. Türkmen babaları kurdukları zâviyeler aracılığıyla, esnek ve yumuşak İslâm anlayışlarını yerli dinî ve kültürel unsurlarla da besleyerek, Anadolu ve Balkanlar'daki Hıristiyan halklara sunuyor, onları yeni idareye ve ahaliye ısındırıyorlardı. Vilâyetname'de Hacı Bektaş-ı Veli'nin hıristiyanları İrşat etmek için gönderdiği Hacım Sultan , Sarı İsmail , Resul Baba gibi halifelerinden söz edilir. Onların hizmetidir bu.

Anadolu'daki köklü yerli kültür, yeni yerleşen Türkler üzerinde doğal olarak çeşitli etkilerde bulundu. Bu etkiler, kırsal alanlarda daha farklı olmakla birlikte, şehirlerde daha çok zanaatlar ve ticarî gelenekler halinde iz bıraktı. İhtidalar, evlilikler ve karşılıklı sosyo-ekonomik ilişkilerin bir sonucu, ortaya ortak değerler çıktı. Hilmi Ziya Ülken'in de belirttiği gibi "Anadolu'ya yerleşen Türkler buraya kendi geleneklerini getirdiler. Bunlari İslâm dinî kurallari, medrese ve tekkenin verdiği Arap ve Fars kültürü unsurları, yerli Anadolu kültür izleriyle birleştirdiler. Bu sentezden Anadolu Türk kültürü doğdu."

Daha doğrusu Müslüman, Hıristiyan, Musevî karışık bir Anadolu kültürü doğdu. Meselâ, Hiristiyan halk Hızır Aleyhisselâm'ı "Aziz Nicolas - Noel Baba" olarak, hem de bir derviş kıyafetiyle benimseledi. Geyikli Baba'dan esinlenerek geyiklerin çektiği bir arabaya bindirdi ve bacadan indirip, inananların dileklerine çam ağacı altında karşılık verdi.

Hem Hiristiyanlar, hem de Müslümanlarca ziyaret edilen yerler oluştu. Hasluck'un deyimiyle "ikili ziyaretgâhlar" ortaya çıktı. Her iki halk tarafından da uğurlu sayılan, yağmur yağdırdığına inanılan kutsal taşlar, kutsal ağaçlar ziyaret edilir, mum dikilir oldu. Edebiyat alanında hem İslâm, hem de yerli Anadolu inançlarının etkileriyle kahramanlık hikayeleri ortaya çıktı.

Hacı Bektaş gibi ulu kişilerin halifeleri, dervişler, Hıristiyanlarca da kutsal bilinen yerlerde tekkeler kurmuşlar ve buralarda Hıristiyanlığa âit ve Hıristiyanlık öncesi dönemlerden kalma yerel aziz kültleriyle karşıilaşmış, hattâ onlara İslâmî bazı değerler katmışlardır. Meselâ İstanbul'da Yûşa Aleyhisselâm'a âit kabir var diye "Yûşa Tepesi" ilân edilmiş olan bir yer bulunmakta... Aslında Yûşa Peygamber hiç İstanbul'a gelmedi. Rivâyete göre orası aslında, Fatih'le irtibata geçip İstanbul'un fethinde hizmetleri dokunmuş, sonra Müslüman olmuş, Hrisantos adlı bir rahibin mezarıdır. Zaten kabrin hemen ötesinde bir manastırın yıkıntıları görünmektedir.

Bu kültler ve onlara ilişkin hikâyeler, kıssalar evliya menkibeleri yoluyla İslâmîleştiriliyordu. İslamileştirilerek devam eden bu ortak eski inanç unsurları arasında ölmeden önce göıe çekilmek, suyu kana çevirmek, halka felâket musallat etmek, bereket getirmek, ölü insan veya hayvanı diriltmek, nefes evlâdı edinmek, kuru odunu ağaç haline getirmek, yerden veya tastan su fışkırtmak, ırmağı veya denizi yarıp geçmek ve su üstünde yürümek gibi unsurlar sayılabilir.

Vefâî tarikatına mensup Baba İlyas önderliğinde, "mehdici" bir nitelik taşıiyan Babâî Ayaklanması (1240), bu babaların ve etkiledikleri kitlelerin gücünü göstermek bakımından oldukça dikkat çekicidir. Ekonomik ve siyasal ortamın elverişli olmasının yanısıra, kendisine yabancılaşmış bir yönetime, yâni Anadolu Selçuklu Devleti'ne nefret duygusundan da kaynaklanan bu hareket güçlükle bastırılabilmiş, ancak sonuçta merkezî yönetimin gücü de tükenmiştir. Bu tükenmislik, 1243'te Moğollar'ın Anadolu'ya saldırmalarına olanak sebep olmuş ve Anadolu Moğol hâkimiyetine girmiştir. Araştırmacılar Moğol istilasının heterodoks akımların Anadolu'da çok rahat yayılma imkânı bulmasına yardımcı olduğunu vurgulamaktadırlar. Bu şekilde XIII. Yüzyıl'ın ikinci yarısından sonra Anadolu'da heterodoks İslâm, yâni şekilden uzak, mânâ yönü ağır basan İslâm yayginlaştı ve güçlendi. İlhanlılar'ın himâyesinde: Aybek Baba , Buzagu Baba, Abdurrahman Baba, Baba Halil, Sarı Saltuk , Barak Baba , Emirci Sultan , Abdal Murad , Postinpûs Baba , Otman Baba , hepsinin üstünde Hacı Bektaş ve Ahmed Yesevî halifeleri gibi Türk uluları ile İslâmiyet'i Anadolu'da ve Orta Asya'da âdeta bir millî Türk Dini'ne çevirdiler. Bu durum, tutucu İslâm muhitlerinde ve özellikle Suriye'de Arap ulemâsı tarafından büyük bir kızgınlıkla karşılandı.

Anadolu'da Türkmenler'i yakından ilgilendirmiş, kendisine bağlamış bir Baba İshak , Baba İlyas varken; Ahmed Yesevî'nin halifelerinden Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli nasıl oldu da Anadolu ve Balkanlar'daki babalarin, abdallarin en ulusu, hepsiin pîri durumuna geldi. Bu konu üzerinde durmak gerekirdi, daha önceki TÜRK'E IŞIK TUTANLAR sayfamızda durduk.

Yalnız orada yazıya dökmediğimiz bir husus var ki, hemen hiçbir tarihçi üzerinde durmaz... Günümüz Alevîleri'nin ileri gelenleri Aleviliği "Devlet'e karşı olmak, muhalif olmak" diye tanımlıyorlar... Evet, Baba İshak, Baba İlyas, daha sonraları Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal gibi muhalifler var ama; bir de yukarıda sıraladığımız isimlere bakın.... Bunla hep Devlet'in yanında olmuşlar, seferlere katılmışlar, birlikte hem maddî hem de mânevî fetihler yapmışlar!... Hacı Bektaş'ın kardeşi Menteş Baba İlyas'ın yanında isyancılarla birlikte hareket ederken; Hacı Bektaş'ın kendisi Sulucakarahöyük'te Devlet'le meselesi olmayan bir dergâh kurmuş... Pîr Sultan isyan etmemiş, yalnızca fikirlerini yaymış. Onu asan da Padişah'ı ikna edip dasan da, densiz vali Deli Hızır Paşa... Yâni, Alevîliğin özü Devlet'e kafa tutmak değil. Gerekirse, Hacı Bayram gibi, Akşemsedin gibi, Şeyh Bedreddin gibi önce ikaz etmek. Yahu, Hz. Ali bile haksız yere Halifelik kendisinden alındı da, Muaviye'ye isyan etmedi. Hasan da etmedi, Hüseyin'in niyeti de isyan değildi. Kûfeliler kendisini çağırdı diye gitti oralara... Devlet'e isyan eninde sonunda bastırılır ama, Devlet zayıflar. Babâî İsyanı'nın Anadolu Selçuklu Deivleti'ni zayıflatıp Moğollar'a yenilmesine yol açtığı gibi... Moğol istilâsı da ne Sünnî'ye yaradı, ne Alevî'ye...

Eflâkî'nin verdiği bilgiler ve menkıbevî niteliğine rağmen, çok önemli tarihî bilgiler de içeren Vilâyetnâme'ye göre, Hacı Bektâş-ı Veli uygulamalarıyla, lâfla değil, Hıristiyanlar'a ve Şamanist Moğollar'a yönelik İslâm tebliği yürütüyor ve halifelerini Anadolu'nun her tarafına gönderiyordu. Yaşadığı dönemde fiilen Bektâşî tarikatını kurmamış olan Hacı Bektâş-ı Veli, ölümünden sonra halifelerinin, özellikle Abdal Musa ve onun müridi Kaygusuz Abdal'ın faaliyetleri sonucunda bütün Anadolu ve Balkanlar'da Türkmen babalarının ve abdallarının en ulusu durumuna geldi. Böylece Hacı Bektâş-ı Veli, Baba İlyas'ın ününü gölgede bırakacak bir seviyeye ulaştı. Artik XV. Yüzyıl sonlarına gelindiğinde Rum Abdalları arasında Hacı Bektaş erkânı hâkim durumdaydı. Hacı Bektaş hepsinin pîriydi. Anadolu'daki bütün abdalların, gazilerin ve dedelerin serçeşmesi Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli'ydi. Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde abdal, baba, dede, ahi gibi lâkaplar taşıyan, Bizans topraklarında ve Balkanlar'da mânevî fetihlerde bulunan Rum Abdalları, Osmanli Sultanları'ndan büyük saygı görmüşlerdir.

Bu dervişler sadece fetihlere katıımakla kalmamışlar, bazıları köylere ve ıssız yerlere zâviyeler kurarak, tarım ve hayvancılıkla uğraşarak bu yöreleri sosyo-ekonomik anlamda canlandırmışlardır. Bu zâviyelerin kurulması fetihleri kolaylaştırdığı gibi yerli halkla yeni idare arasında bir köprü görevi de görmüştür. Bu dervişlerin XIV. ve XV. Yüzyıllar'da Anadolu'da ve Balkanlar'da yürüttükleri faaliyetlerin göstergeleri olmak bakımından her yerde zâviyelere, türbelere ve hâlâ bu dervişlerin adlarıyla anılan köylere, yerleşim alanlarına rastlamak mümkündür. Sulucakarahöyük'te Hacı Bektaş-ı Veli Zâviyesi, Seyitgazi'de Seyyid Gazi Zâviyesi, Tekkeköy'de Abdal Musa Zâviyesi, Arslanbeğli'de Sultan Sucâ'ud-Din Zâviyesi, Dimetoka'da Seyyid Ali Sultan Zâviyesi, Varna'da Otman Baba (sonradan Akyazılı) Zâviyesi, Kaligra'da Sarı Saltuk Zâviyesi bu zâviyelerin en tanınmışlarıdır.

HURUFÎLİK

Aynı dönemde Anadolu'da da etkisi görülen Hurufilik , Esterabadli Fazlullah ( 1340-1394) tarafından İran'da (Horasan) kurulmuştu.

Harflerle ilgili felsefî telakkiler Pythagoras (Fisagor) la başlar. Fisagorcular, âlemin esasını sayı ve sesten ibaret olduğunu söyleyerek düalist bir anlayışı savunmuşlardır. Onlara göre ilk varlık nokta, noktanın hareketiyle çizgi oluşur. Çizginin hareketi düzlemi, düzlemin hareketi de geometrik cisimleri meydana getirir. Fisagora göre eşya, duyulur haldeki sayılardır. Her varlığı bir sayı karşılar ve bilim de bunu arayıp bulmalıdır. O’na göre akıl, ruh, özgürlük birer sayıdır ve evren bir sayı uyumudur, bir sayı anlaşmasıdır. Harflerin ve sayıların esrarına dayanan bu te’viller, gerçek anlamıyla Milat'tan önce IV. ve III. Yüzyıllar'dan itibaren Ortadoğu’daki Helenisitik-Gnostik izler taşıyan dinlerde de görülür. Tevrat’ı yorumlamayı hedefleyen Kabballa’ya göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (sefirot) biçiminde dışsallaştırarak Evren'i yaratmıştır. Hurufîler de böyle düşünür. Tanri harfler aracılığıyla insanda tecelli eder ve İnsan, tanrısallaştırılır. Hurufîler de böyle düşünür. Tanri harfler aracılığıyla insanda tecelli eder.

Hurufîğin oluşumunda Kabballah kadar Hıristiyanlık da etkili olmuştur. Erken dönemden itibaren baskı altında yaşayan Hıristiyanlar, mensuplarına özel bilgileri aktarabilmek için metinlerinin çeşitli yerlerine şifreli cümleler koydular. Hıristiyanlık’taki bu eğilimi güçlendiren sebeplerden biri, erken dönemlerden itibaren onların Hurûfîlik konusunda uzman olan gnostik çevrelerle ilişki kurmalarıdır. Yeni Ahid’de kullanılan en önemli şifre Vahiy’deki 666 sayısıdır. Hıristiyanlar, tarih boyunca deccâli simgelediğini düşündükleri 666 sayısını Hz. Muhammed’in de dahil olduğu pek çok kişinin adına uygulamışlardır.

İslâm Dünyası'nda harflerin bazı gizli özelliklere sahip olduğu düşüncesi hayli eskidir. Meselâ VIII. Yüzyıl'da aşırı Şiîler'den Mugîre b. Saîd el-İclî, Allah’ı harflere benzetmiştir. Hurûf (Harfler) ilminin İslâm Dünyası'nda ilgi görüp yaygınlaşmasında Ma’rûf-i Kerhî, Zünnûn el-Mısrî, Sehl et-Tüsterî, Cüneyd-i Bağdâdî, Şiblî, Abdülkâdir-i Geylânî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıfların büyük tesiri olmuştur. Burada ne görüyoruz?.. Alevî ve Bektâşîler'i etkileyen Hurûfîlik aslında Şii-Alevî ve Sünnî mutasavvıfların ortak ilgi alanı imiş. Yâni, o dönemlerde Alevîler ve Sünniler farklı şeylerle uğraşmıyorlarmış...

Hurufiliğin Alevî-Bektâşî inancına etkilerini edebiyat alanında, meselâ Virânî Baba'nin şiirlerinde açıkça görmek mümkündür.

Hurufîliğin yayılmasına gelince; 1340’ta Astarâbâd’da doğan Fazlullah, İncil, Tevrat ve Kur’an’ı bilen derin bilgili biridir. Otuz iki yaşında, tasavvuftaki sülûkünü tamamlayarak gezgin dervişler tarikatına katılmış ve hac ziyaretini yaptıktan sonra Harizm’e dönmüştür. 1376’da Tebriz’de üç gün üç gece süren bir kendinden geçiş sonrasında, kendisine gerçeği açıklama ve harflerin bâtınî anlamını öğretme görevi verildiğine inanmıştır. Kendini Mesih ve Mehdi zanneder. Şeriata aykırı fikirlerinden dolayı Timur onun yakanmasını emreder. Oğlu Miran şah tarafından yakalandı ve 1394'de idam edildi. 6 kitabı vardır.

Fazlullah-ı Hurûfî saydığımız kişilerden etkilenmekle birlikte, daha çok Şiî-Batınîler'in tesirinde kalmıştır. Arap harfleri üzerine yorum yapan biri de Ca’fer es-Sâdık’ın bir öğrencisi olduğu iddia edilen simyâger ve sûfî, Câbir ibn Hayyâ... Onun Kitâbu’l-Mîzân’ında bu yorumlar var. Câbir, yazılarında ilmini, bu mürşidden aldığını söylüyor ise de, hiçbir kaynak onun adını, Ca’fer es-Sâdık’ın müridleri arasında anmamaktadır. Böyle bir ilişki iyoktur.

İslâm kültüründe hurûf ilminin şekillenip yaygınlık kazanmasında İbnü’l-Arabî’nin önemli bir yerie sahiptir. El-Fütûhâtü’l-Mekkiye’nin ikinci babında bu konuları işleyen İbnü’l-Arabî ana fikirlerini, varlık mertebeleriyle harflerin sembolik ve sayısal düzeni arasındaki tekabül esasına dayandırmaktadır. Söz konusu tekabüller şematik olarak felek sistemleri, varlık türleri, dört unsur ve onların harf sembolizmindeki karşılıkları şeklinde düzenlenmiştir.

Fazlullah'ın katledilmesi sonrasında Hurufilik, onun halifelerinden Seyyid Nesimî (1373-1408) ve diğer halifelerinin çabalariyla Irak, Azerbaycan ve Anadolu'da yayıldı. Bu halifelerden biri olan Ali-al-Âlâ, Kırşehir’e de giderek bir müddet Hacı Bektâş-ı Velî tekkesinde kalmış, kimliğini gizleyerek Bektaşî gibi görünmüş, buradaki dervişlere Fazlullah'ın kitabı Câvidânnâme’yi Hacı Bektâş-ı Velî’nin düşünceleri gibi sunmuş, kitapta yer alan ve dinî hükümleri gereksiz sayan bazı ifadelerin birer ilâhî sır olduğunu söyleyerek bunları gizli tutmalarını istemiştir... "Bektâşî Sırrı"nın temeli budur.

Fazlullah’ın anlaşılması zor olan Esterâbâd (Gürgân) lehçesiyle yazdığı Câvidânnâme’ye Câvidânnâme-i Kebîr, buna nisbetle daha kısa olan Câvidânnâme’ye de Câvidânnâme-i Sagir denilmektedir. Derviş Murtaza adlı bir Bektâşî Câvidânnâme-i Sagir’i esas alarak 1638’de eseri Dürr-i Yetîm adıyla Türkçe’ye çevirmiş, Seyyid Kemâl Hâşimî de Câvidânnâme’yi şerhetmiştir. Abdülmecid Firişteoğlu’nun Işknâme adlı Türkçe muhtasar tercümesine de Câvidânnâme veya Câvidânnâme-i Sagir denilmektedir. Fazlullah’ın diğer eseri Muhabbetnâme, Abdülmecid Firişteoğlu tarafından Hidâyetnâme adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Ali el-A‘lâ ile Emîr Gıyâseddin’in eserleri, Seyyid İshâk-ı Esterâbâdî’nin Tahkiknâme ve Hâbnâme’si, Nesîmî’nin Divan'ı ve Mukaddimetü’l-Hakaik’i, Nesîmî’nin halifesi Refîî’nin Beşâretnâme ve Gencnâme’si, Firişteoğlu’nun eserleri, Mîr Şerîf’in Beyânü’l-vâkı'ı, Işkurt Dede’nin Salâtnâme, Gülbaba’nın Miftâhu’l-Gayb adlı eseri, Hutbetü’l-Beyân ve Miftâhu’l-Hayât adlı eserler de Hurûfîliğin başlıca kaynaklarıdır... Bunları verdik, Bektâşîlik ve Alevilik'le ilgili sanılmasın diye....

Hurufîler, inançlarını tasavvuf, vahdet-i vücûd ve ilm-i esrâr-ı hurûf gibi daha önce mevcut olan fikir ve inançlar içinde gizleyerek yaymaya çalıştıkları Horasan, Azerbaycan ve İsfahan’da olduğu gibi, Anadolu ve Balkanlar’da da hem halk hem yöneticiler arasında bir çevre edindikleri ve nihayet Kalenderîler’in arasına sızdıkları bilinmektedir. Çelebi Sultan Mehmed ve oğlu Sultan Murad zamanında başlayan Hurûfî etkisi Fâtih Sultan Mehmed döneminde Saray'a kadar ulaşmış, Taşköprizâde’nin ifadesine göre genç padişah bile bir ara bu harekete meyletmişti.

Hurûfîler Herat, İsfahan ve Tebriz’de uyguladıkları taktikleri Osmanlı ülkesinde de uyguluyor, bir yandan yeniçeriler arasında taraftar bulmaya, bir yandan da padişahı etkileyerek Hurûfîliği devletin resmî mezhebi haline getirmeye ve iktidarı ele geçirmeye çalışıyorlardı. Durumun vehametini gören vezir Mahmud Paşa’nın ulemâyı uyarması üzerine Fahreddîn-i Acemî Hurûfîler’in cezalandırılması konusunda padişahı ikna etmiş, bunun üzerine yakalanan Hurûfîler Edirne’de öldürülmüştür Hurûfîler Kanûnî Sultan Süleyman döneminde de Osmanlı topraklarından sürülmüştür Buna rağmen XVI ve XVII. yüzyıllarda Hurûfîlik Osmanlı toplumunu etkilemeye devam etmiş, bir yandan Bektaşîliğin temel inançları arasına girerken öte yandan Bektâşîlik’ten bağımsız temsilciler yetiştirmiştir. Anadolu ve Balkanlar’da Hurûfîliğin yayılmasında ve yaşamasında Abdülmecid Firişteoğlu ile Nesîmî gibi şâirlerin büyük etkisi olmuştur.

SAFEVÎLİK VE ŞAH İSMAİL

Bundan başka Anadolu'da Safefîler'in de etkisi vardır. Safevi Devletiıni kuranlar Şeyh Sâfi'nin soyundan gelenlerdir.

Şeyh Sâfi'nin müritleri arasında Şii veya Sünniîer'in yanısıra Budistler, Hiristiyanlar gibi başka dinlere mensup olanlarin da bulunuyordu. Bu da sonradan inananlarda bu inançların bir karmaşası olarak ortaya çıktı.

XVI. Yüzyıl'la birlikte ise Anadolu'da Safevî propagandasi yoğunlaştı. Safevî adı, bu soyun atası Şeyh Sâfiyüddin Erdebilî'ye (1252-1335) dayanmaktaydı. Şeyh Sâfi'nin soyunun Arap, Türk, Fars, ya da Kürt olduğu yolunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Biz, torunu Şah İsmail'e bakarak kendisinin Türk olduğu inancındayız. Şeyh Sâfi'nin Erdebil'deki tekkesi daha XIV. Yüzyıl'da ün kazanmış bir dinî merkez durumundaydı. Erdebil Tekkesi'ne Anadolu da dâhil, her yandan ziyaretçiler akın etmekteydi. Bu tekkenin saygınlığından dolayı, ilk Osmanlı Padişahları'nca da buraya her yıl "çerağ akçesi" adı verilen armağanlar gönderilirdi. Şeyh Sâfi'nin soyundan gelenler, torunu Hoca Ali'den başlamak üzere Alevî eğilimli idiler. Hoca Ali'den sonra Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Şah İsmail de Alevîlik dâvâsını sürdürdüler, hatta zaman zaman hüküm sürdükleri yerlerdeki Sünnîler'e şiddet uygulayarak, aşırıya kaçtılar.

Meselâ, Şah İsmail'in Tebriz'ii aldığı zaman 40.000 Sünnî'yi öldürttüğü bilinir. Şâfî olan İdris-i Bitlisî "Heşt Behişt" adlı kitabında hem bu Tebriz katliamını, hem de "Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Seferi'ne giderken 40.000 Alevî'yi öldürttüğünü" yazarak, sözde intiikam alındığını imâ etmek ister. Halbuki Yavuz Sultan Selim Alevîler'i deftere yazdırmış, ama öyle binlercesini katletmemişti. Zaten bu iddiayı dile getiren başka bir dönem yazarı da yoktur. Bir kulağı Bektâşîler gibi mengüşlü, Bektâşî Yeniçeri Ocağı'nın "!" numaralı neferi Yavus Sultan Selim, niye böyle birşey yapsın ki?.. Hele ki Bektâşî yeniçeriler ile sefere çıkmış iken!.... Sürekli "alevi katliamı"ndan söz eden Alevî önde gelenleri, aynı kaynaktaki bu Sünnî katliamını hiç dile getirmezler... Tıpkı Sivas "katliam"ından söz edip, Başbağlar'da 33 mâsum erkek-kadın-çocuk-ihtiyarın öldürülmesini, 214 evin, köy okulunun, câminin ve halkevinin yakılmasını "es" geçtikleri gibi!....

XV. Yüzyıl'ın ortalarında Doğu Anadolu ve İran Azerbaycanı'ndaki Türk boyları, aile içi mücadeleler sonucunda Erdebil'den uzaklaşmış olup ta Anadolu'ya yönelmiş bulunan Şeyh Cüneyd'in (1429-1460) ve sonra oğlu Şeyh Haydar'ın (1460-1488) etkisinde kaldılar.

Bu güçlü Türk boylarının Safevî soyuna olan desteği XVI. Yüzyıl'dan itibaren iyice artmış, Osmanlı Devleti'nin varlığını tehdit eder hale gelmişti. Anadolu'da Safevîler'in artan etkinliğinins sebeplerini daha önce anlatmıştık. Ama tekrardan zarar gelmez.

Safiyuddin'in postuna oğlu Sadr ed-Dîn Mûsageçti. (1335) Onun zamanından itibaren Osmanlı padişahları her yıl, Erdebil’e "çerağ akçesi" adı altında kıymetli hediyeler göndermeye başlamışlardır Sadreddin'in iyerine de , onun yerine de oğlu HOCA ALİ geçti. İşte her şey dönemin ünlü hükümdarı Timur'un bu Hoca Ali'ye yakınlık göstermesiyle başladı. Timur 1402 Ankara Savaşı'ndaki galibiyetinden bir süre sonra Şehzade Mustafa ile birlikte Semerkant'a dönmeye karar verdi. Yanına esir aldığı 30.000 kadar Sivaslı Türkmen ile, ta Moğol istilası sırasında Anadolu'ya yerleşmiş Kara Tatar diye bilinen soydaşlarını da aldı. Yolu üzerinde Hoca Ali'nin Erdebil'deki dergâhına uğradı.

Bu tarikat o dönemde hâlâ sünniliğe yakındı. Koyu bir sünnî olan Timur'un, dönemin şeyhi HOCA ALİ'ye büyük zaafı olmasının sebebi de bu idi. Öyle olması gerekir. Çünkü Nakşıbendiliği Anadolu'ya getirenin de Timur olduğu rivayet edilmektedir. Timur'un şeriata düşkünlüğünü sezen Osmanlı ricali ve üleması, ona şirin görünmek için hemen bu akımı benimsediler. Bir müddet sonra da Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri'ni 2. Murad'a gammazlıyacak kadar yobazlaştılar. yâni, Osmanlı ricâlinin sünnileşmesi Yavuz Sultan Selim'in halifeliği üstlenmesinden çok öncedir.

Timur, bir kaç gün Hoca Ali'nin misafiri oldu. sonra tekrar yola koyulurken yük olmasınlar diye, yanındaki esir Türkmenler'in idamını emretti. Hoca Ali, Timur'dan Türkmenler'i bağışlamasını ve onları kendisine mürit olarak vermesini istedi. Timur şeyhini kıramadı. Bu 30.000 Türkmen böylece can borcu ile, Hoca Ali'ye gönülden bağlandılar.

Hoca Alâ ad-Dîn Ali'nin oğlu Şeyh İbrahim (1429-1447) geçti. Onun da oğlu Şeyh Cüneyd'dir. Tarikat 5. Şeyh Cüneyd'e kadar Sünnî eğilimde kaldı. Türkmen müridleri de öyle.

Şeyh Cüneyd, amcasının ve dönemin Karakoyunlu Sultanı Cihan Şah’ın müdahalesiyle tarikatın liderliğini amcası Cafer’e bırakarak Erdebil’den ayrılmak zorunda kalmış, bir kısım maiyetiyle birlikte Anadolu’ya gelmiştir. Anadolu’da değişik yerlerde geniş ve silahlı Türkmen zümrelerini etrafında toplamayı başarmış, ancak bir toprak parçası üzerinde hüküm sürmek şeklindeki esas amacına ulaşamamıştır. Sonunda Diyarbakır’da Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’la askeri bir ittifak kurmuş, Sultan Uzun Hasan’ın kız kardeşiyle evlenmiştir. Bir süre sonra döndüğü Erdebil’de yine tutunamayıp silahlı müritleriyle Kafkasya üzerine yağma –talan (sözde gaza) seferlerine çıkmış, buradaki bir çatışmada öldürülmüştür. Sultan Uzun Hasan, sarayında yaşamakta olan Cüneyd’in oğlu ve kendi yeğeni olan Haydar’ı Erdebil Dergâhı’nın başına geçirmiştir. Ne var ki, bir sonraki Akkoyunlu Sultanı Yakup, tarikatın çok geniş mürit topluluğuyla askerî yapısından endişe duymuş ve giderek tarikatı ezmeyi amaç edinmiştir. Şeyh Haydar, babası gibi Kafkasya üzerine yaptığı bir akın sırasında Şirvanşahlar ülkesine saldırmış, Şirvanşah ve Akkoyunlu ordusuyla giriştiği çatışmada ölmüştür.

Şeyh Haydar'ın üç oğlu Sultan Yakup tarafından hapsedilmiş, onun ölümünden sonra çıkan saltanat mücadelesinde Şehzade Rüstem tarafından, tarikatın askerî gücünden yararlanmak için hapisten çıkarılmışlardır. Kardeşlerden Şeyh Ali, Rüstem’in tahta geçişinde önemli rol oynasa da, Rüstem tarafından öldürtülmüştür.

Bunun üzerine Türkmen boy şefleri çocuk yaştaki İsmail’i kaçırarak gizlediler ve delikanlılık çağında onun emrinde Şirvanşahlar’ı ve ardından Akkoyunlular’ı savaşarak tarih sahnesinden sildiler. Şeyh İsmail. Ordusuyla birlikte Tebriz’e gelerek tepkisinden dolayı 40.000 Sünnî'yi öldürttü, adına hutbe okuttu ve böylece Safevi Devleti’ni kurmuş oldu. Kısa süre içindeki istilalarla devleti bir imparatorluk haline getirdi. Sanırız Şah İsmailîn Aleviliği veya Bektâşiliği bu dönemdedir ve Şeyh Cüneyd ile başlayan Anadolu bağlantısıyla Türkmen Aleviliği'ne olan yakınlığın, Hacı Bektâş-ı Velî sevgisiyle gelişmesinin sonucudur.

Bektâşî Menâkibnâmeleri'nden anlaşıldığı üzere, Şiî motifler, Anadolu Türk Aleviliği'nde XV. Yüzyıl sonlarına kadar ön planda olmadığı gibi, geçmişten kalma ateş kültü, tabiat kültleri, kalıp değistirme (metempsycose), tenasüh gibi Şiîlik dışı unsurlar ön plandaydı. Menâkibnâmeler'de Şiî motif olarak sadece, Hacı Bektâş-ı Veli ve Kızıl Deli gibi şeyhlerin Ali soyuna bağlanması bulunmaktadır. Türkler'in inançlarında Alevî/Şiî motiflerin ağırlıklı olarak yer alması, XVI. Yüzyıl'dan itibaren Safevî propagandasının sonucudur.

Safevî Devleti, Rumlu, Ustaclu, Tekelü ve Samlu gibi büyük Türk oymaklarının desteğiyle kuruldu. Safevî yandaşları "kızılbaş" olarak adlandırılmıştır. Tarihsel süreç içerisinde çok değişik anlamlarda kullanılagelen "kızılbaş" adı kullanılmadan çok önceleri Anadolu'ya gelen Türkler kızıl börk giyerlerdi. Zaten onlarla karışmasın diye yeniçelere beyaz uzun börk giydirilmişti. Ancak "kızılbaş" tâbiri, Şeyh Haydar'in müridlerine Oniki İmam'ı simgeleyen oniki dilimli tâç giydirmesi sonrasında kullanılmaya başlanmıştır. Şah İsmail döneminde de onun propogandacıları tarafından, belki de Şahkulu'nun isyancı müridleri tarafından kullanıldığı için kötü bir anlam kazanmıştır.

SAFEVÎLER VE ŞAHKULU

Bu arada belirtelim: İki Şahkulu var.... Birincisi Bağdatlı ve Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman dönemlerinde Saray'da görevli bir ressam ve nakkaş ... İkincisi de Şah İsmail'e bağlı olan, babasının kurduğu bir tekkede yaşayan Tekeli bir Türkmen... Hakkında fazla bilgi yoktur ama, Yalınlıköy’de dünyaya geldiği, oradaki bir mağarada dinî telkinlerle Safeviyye tarikatının görüşlerini yaymaya başladığı rivayet edilir. Muhtemelen Şah İsmâil’in 1500 yılı civarında Anadolu’ya haber göndererek müridlerini hareketlendirdiği dönemde, bölgesinde etkisini arttırmaya başlamış, adamları vasıtasıyla Şah İsmâil ile irtibat kurmuştur. Ana merkezi Kızılkaya’da olan, etrafına birçok kızılbaş temayüllü Türkmen’i toplayan Şahkulu’nun ansızın isyan etmesinin sebepleri, tam olarak belli değildir. Yakalanan taraftarlarının beyanlarından, etki alanının Rumeli yakasındaki aynı dinî görüşleri paylaşan tekke dervişlerine kadar uzandığının anlaşılması, isyan hareketinin sistematik bir yönü bulunduğunu akla getirmektedir. Ancak isyan sadece dinî değil, aynı zamanda siyasî faktörlere dayanmaktadır. Bunda, hem Şah İsmail lehine, yâni İran propogandası, hem de 1510 yılına doğru II. Bayezid’in oğulları arasında başlayan taht mücadelesinin etkisi vardır. Şahkulu kendini mehdî ilân etmiş, taraftarlarınca büyük bir kurtarıcı, hatta Allah’ın tecessüm etmiş şekli ve peygamber olarak görülmüş “Allah, peygamber budur, insanlar hesap vakti onun önüne getirilecektir, itaat etmeyen imansız gider” gibi ifadelerle insanlar korkutulmuş, taraftar toplanmıştır.

Şahkulu, "Bayezid’in hasta olduğunu, oğullarının birbirine düştüğünü, artık büyük kurtuluşun zamanının geldiğini, Osmanoğulları’nın süresinin dolduğunu, kendisine bütün Yeryüzü'nün hâkimiyetinin verildiğini, Gökyüzü'nden kılıç indirildiğini, bununla bütün milletleri hükmü altına alacağını" söyleyerek harekete geçmiştir. Bunda, İstanbul’da "küçük kıyamet" denilen 1509’daki büyük depremin etkisiyle artık kıyamet vaktinin geldiği düşüncesinin etkili olduğu da söylenebilir. Onun, hayli karışık siyasî ortamdan yararlanarak tıpkı Şah İsmâil gibi, yandaşları vasıtasıyla Osmanlılar’a alternatif bir yeni idare kurmayı amaçlamış olabilir. Halifelerini Rumeli yakasında Serez, Selânik, Yeni Zağra, Filibe, Sofya gibi yerlerdeki tekkelere göndererek, onlara mektuplar yollaması da bu niyetinin bir yansıması şeklinde düşünülebilir.

Onun hareketlerini dikkatle izleyen Antalya’daki idareciler Subaşı Hasan’ı onu yakalaması için gönderdiler. Yirmi kadar adamını tutuklayabilen subaşı kendisini ele geçiremedi. Muhtemelen bundan sonra Şahkulu etrafına adam toplayarak gücünü arttırmaya başladı. Yenice derbendine gitti; timarları ellerinden alınmış eski Karaman sipahileri ona katıldı. Yanına gelenler arasında Teke-ili Türkmenleri’nden Çakıroğulları, Kızıl / Gazaloğulları, Dede Alisi, Ulama ve Kara Mahmud bulunuyordu. Maiyetindeki 400-500 kadar adamla yol kesip bazı devlet görevlilerine saldırdı. Ayrıca Antalya’dan gizlice Saruhan’a doğru yola çıkan Şehzade Korkut’un geriden gelen çadırlarını ve eşyalarını basmak istediyse de Antalya subaşısı buna engel oldu ve eşyaları Antalya’ya götürdü. Şahkulu, bu olayın ardından topladığı 3000 kişilik kuvvetle yeniden üzerine yürüyen Subaşı Hasan’ı, bazı köy halkı ile sipahilerin taraf değiştirip kendi safına katılması sonucu bozguna uğrattı. Ardından bunları takip ederek Antalya önlerine gelip pazarı ve şehzadenin çadırlarını yağmaladı; karşı koymak isteyenlerin çoğunu ve bu arada Korkut’un defterdarını öldürdü, subaşıyı yaraladı (Mart 1511). Ardından geri çekilerek etrafı yağmalamayı sürdürdü.

Bu arada yanındaki adamlarını beylerbeyi, sancak beyi ve subaşı sıfatıyla çeşitli yerlere tayin etmeye başladı. İstanoz’u (Korkut-ili) bastı, Elmalı’ya yöneldi, burada kendisine karşı koymaya çalışan 1000-2000 kadar askeri dağıttı. Kasabayı baştan başa tahrip etti, camileri yaktı. Teke-ili’nin tamamına hâkim oldu ve oradan Hamîd-ili (Isparta-Burdur) taraflarına yöneldi. Gölhisar kadısını ve subaşısını katlettirdi, zenginlerin mallarına el koydu. Süratle hareket edip Burdur’u bastı. Burada da karşı koymaya çalışan 1000-2000 kişilik kuvveti bozguna uğrattı (16 Nisan 1511 tarihli raporu: TSMA, nr. E. 2829). Oradan Kütahya’ya doğru yürüdü; yol üzerindeki Keçiborlu, Sandıklı, Sincanlı ve Altıntaş’ı yaktı. Kütahya’ya yakın Zığra köyünde karargâh kurdu. Kütahya önlerinde kendisine karşı koyan Anadolu Beylerbeyi Karagöz Ahmed Paşa’ya son derece akıllıca bir taktik uygulayarak önce bozguna uğramış gibi geri çekilip mallarını ve eşyalarını geride bıraktı. Karagöz Ahmed Paşa’nın adamları ve Kütahya halkı bu malları yağmalamakla meşgulken ansızın geri dönüp bunları dağıttı. Karagöz Ahmed Paşa’yı esir aldı, başını kestirdikten sonra şehir halkının gözünün önünde kazığa vurdurdu (22 Nisan 1511). Ardından Kütahya’yı ateşe verip Saruhan iline (Manisa) gelmiş bulunan Şehzade Korkut’un üzerine yürüdü.

Kütahya’dan sonra Bursa’ya yöneldiğini, fakat Bursa’yı yağmalamayı uygun görmediğini, yakalattığı bir adamdan padişahın yaşadığını öğrenince huzursuz olduğunu, askerine bunu bildirmeyip zaruret halinde gizlenecek bir kale bularak buraya sığınmak için Bursa işini geriye bıraktı ve Alaşehir’e yöneldi Herhalde merkezden yeni birlikler gönderileceğini tahmin edip, Teke-ili'ne çekilmek istedi. Sür'atle Antalya taraflarına döndü. Kendisine bir üs ve ana merkez yapmak istediği bu kaleyi kuşattıysa da alamadı. Vezîriâzam Hadım Atik Ali Paşa idaresindeki Osmanlı kuvvetlerinin harekete geçtiğini duyunca, Kızılkaya’ya çekildi. İsyanın büyümesi ve peşpeşe gelen başarısızlık haberleri yüzünden II. Bayezid, Ali Paşa’yı büyük şehzadesi Ahmed ile birlikte Şahkulu’nun bertaraf edilmesiyle görevlendirmişti. Ali Paşa 4000 yeniçeri ve 4000 kapı kuluyla Şahkulu üzerine yürüdü. Şehzade Ahmed ile Altıntaş’ta buluştuktan sonra Şahkulu’nun kaçacağı yolları kesmek için Karaman Beylerbeyi Haydar Paşa’ya emir gönderdi. Kendisi de Şehzade Ahmed ile 15 Haziran 1511'de Kızılkaya’ya ulaştı. Şahkulu ise Karaman taraflarına doğru çekilmeye başlamıştğ, önünü kesmeye çalışan Haydar Paşa’yı bozguna uğrattı. Haydar Paşa ile Kayseri Sancak Beyi Cündî Kemâl Bey’i katlettirdi... Bu bozgunda yine Karamanlı sipahilerin Şahkulu’na karşı savaşmaması etkili olmuştur.

Böylece çemberi yaran Şahkulu, Beyşehir’e vardı. Ali Paşa, onun aradaki mesafeyi iyice açtığını görünce, yanındaki piyade tüfekli yeniçerilerden 500’ünü bulabildiği atlara bindirip maiyetindeki diğer atlı askerlerle hızla onun peşine düştü. Bu arada asıl kuvvetlerle Şehzade Ahmed’i geride bırakmıştı. On dört günlük hızlı bir takipten sonra Şahkulu’na Sivas yakınlarında Çubuk (bazı kaynaklarda Gökçay) adlı yerde yetişti. ve çarpıştılar... Şehzade Ahmed’in merkeze yolladığı raporda "Şahkulu ile Ali Paşa arasındaki savaşın 2 Temmuz'da cereyan ettiği ve Ali Paşa ile birlikte 170 tüfekçi yeniçerinin hayatını kaybettiği" belirtilir

Bu savaş sırasında Şahkulu, tıpkı Osmanlı ordusunun uyguladığı gibi ordugâhının etrafına hendek kazdırdı, develerle bir barikat oluşturdu, bu savunma duvarının arasına saldırıp geri çekilmeyi kolaylaştıracak kapılar yaptırdı. Ali Paşa’nın yanında çoğu yorgun 2000 asker vardı. Ulûfeciler kethüdâsı Kara Mûsâ’nın biraz dinlenilmesi, gelecek yardım kuvvetlerinin beklenmesi yolundaki telkinlerini dinlemedi ve yaptığı saldırılarda başarılı olamadı. Daha savaş başlar başlamaz yanındaki adamların bazıları kaçmış, Çankırı ve Ankara sipahileri gerektiği gibi savaşmamış, hatta Rum (Amasya-Tokat) sipahileri uzakta durmuş, Ali Paşa yeniçerilerle yalnız kalmış, sonunda çembere alınıp savaşarak hayatını kaybetmiştir... Bu olaylar Sultan II. Bayezid (1481-1512) zamanındadır.

Savaşı kazanan Şahkulu’nun âkıbeti meçhûldür. Şehzade Ahmed’in raporunda "onun savaş meydanında ölüp ölmediğinin belirlenemediği" söylenirken, Hacı Mustafa adlı birinin arzında "Şahkulu Halife’ye tüfek kurşunu isabet edip öldüğü" hakkında bir şâyia çıktığı bildirilmiştir. Ancak bunun Ali Paşa ile olan savaşta m, yoksa bu savaştan sonra İran tarafına giderken, kendilerini takip eden mahallî birliklerle yapılan küçük çaplı mücadelelerden birinde mi gerçekleştiği anlaşılamamaktadır. Bazı kroniklerde onun savaş sırasında bir ok isabetiyle hayatını kaybettiği bildirilir. Hanivaldanus kroniğinde ise Şahkulu’nun kalan adamlarıyla hızla uzaklaşarak Şah İsmâil’e sığındığı yazılıdır. Şah İsmail'in onu başarısızlığından dolayı öldürttüğü de söylenir. Kemalpaşazâde ise âkıbetinin belli olmadığını, “Yer delindi, yere mi girdi; göğe mi çıktı, kimse bilmedi” diyerek ilginç bir ifade kullanır. Belki de çok sonraları İstanbul'da adına bir makam yapılması bu yüzdendir.

İsyana katılan ve İran'a doğru kaçan Teke-ili sipahi ve Türkmenleri sonradan Şah İsmail'in ordusuna alınmış, bu durum 1512'de padişah olan Yavuz Sultan Selim'in "Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki etkisini kırma" arzusunu güçlendirmiştir. Aslı Horasan'dan gelme Türkmen olan Pir Sultan Abdal , Yavuz Sultan Selim (1512-1520) ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında (1520-1566) yaşamış, şöhreti Sivas'a kadar uzaman Şahkulu'nun etkisinde kalmış, isyan etmemiş, ancak savunduğu fikirler yüzünden 1547-1551 tarihlerinde asılmıştır. Onun Sultan II. Selim' dönemini (1566-1574) gördüğü, ve III. Murad (1574-1595) zamanında, 1589-90'da öldüğünü söyleyenler de vardır. Asıl adı Haydar idi. Şâirliğe başlaması enteresandar. Çocukluğunda koyun çobanlığı yaparken, rüyasında bir elinde bâde, bir elinde elma olan nur yüzlü bir ihtiyar görür, kendisine uzattığı bâdeyi saygıyla içer, elmaya uzandığı sırada ihtiyarın elinin içinde yeşil bir ben olduğunu farkeder ve onun Hacı Bektâş-ı Velî olduğunu anlar. Hacı Bektaş ona “Pîr Sultan” mahlâsını verir, şöhretinin her tarafa yayılmasını, sazının üstüne saz, sözünün üstüne söz gelmemesini dileyip, gözden kaybolur.Olay Ahmed Yesevî'nin kendinden çok sonra yaşayan Hacı Bektaş'ı eğitmesine benzer. Pir Sultan bunu,

“Pîr elinden bâde içtim
Doğdum, elinize düştüm
Ak cenneti gördüm, geçtim
Hünkâr Hacı Bektaş Velî

dörtlüğünde dile getirmiştir. Böylece Pîr Sultan Abdal pek çok halk şairi gibi "rüyada bâde içme" sonucu “âşık” olmuştur. ALLAH gani gani rahmet eylesin.

Belirttiğimiz gibi, Şah İsmail daha önce Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar'ın Anadolu ve İran bölgelerindeki Türkmen boylarını kazanma siyasetini daha da geliştirdi ve halifeler, yâni propagandacı dervişler aracılığıyla Oniki İmam Şiiliği'ni, bu göçebe/yarı-göçebe boylar arasında yaydı. Kerbelâ Matemi kültü, Ehl-i Beyt dostlarına sevgi (tevella) ve Ehl-i Beyt düşmanlarına lânet (teberrâ) Safevi propagandasının temelini oluşturdu. Zaten, toplumsal açıdan merkeziyetçi yönetim yapısına, Selçuklular'dan bu yana uyum sağlayamayan, yerlesikliğe karşı direnen ve bu direncini zaman zaman ayaklanmalar şeklinde sergileyen kitlelerin, içerisinde bulundukları sosyal ortam, Safevî propagandasına oldukça müsaitti. Zirâ Osmanlı göçebe Türkmen aşiretlerinin yerleşik düzene geçmesini, böylece "vergi alınabilir" konuma gelmesini isterken; Şah İsmail kendi hâkimiyeti altındaki Türkmen boylarının göçebe olmalarına ses çıkarmıyordu. Bu da Türk olan Şah'ın, yine Türk olan Osmanlı'ya tercih edilmesinin başlıca sebebiydi. Şah İsmail bu hususu çok iyi değerlendirdi. Anadolu'daki Türkmenler'e bu umudu verdi ve bu umut "Mehdi beklentisi" ile birleşince, i Şah İsmail onların gözünde âdeta bir kurtarıcı, bir "Mehdi" konumuna geldi. "Kalkın dostlar, Şah'a gidelim" bir slogan haline geldi.

AÇILIN KAPILAR. ŞAHA GİDELİM! (Pîr Sultan Abdal adına)

Hızır Paşa bizi berdar etmeden,
Açılın kapılar, Şah'a gidelim!
Siyaset günleri gelip çatmadan,
Açılın kapılar, Şah'a gidelim!

Bunda bilmeyeni bildirirler mi?
Eli bağlı namaz kıldırırlar mı?
Yoksa Şah diyeni öldürürler mi?
Açılın kapılar, Şah'a gidelim!

Aslımız Muhammed, kıyman cellâtlar
Üstümüzde bite dâvâcı otlar
Ölüm Allah emri, ya eziyetler?
Açılın kapılar, Şah'a gidelim!

Her nereye baksam, yolum dumandır
Pîrim bana küfür etse, imandır
Zincir boynum sıktı, halim yamandır
Açılın kapılar, Şah'a gidelim!
Sağlıklı mı ola dostun illeri?
Karşıda görünen tozlu yolları
Şah'tan elçi gelmiş, dem bülbülleri
Açılın kapılar, Şah'a gidelim!

Güzel Şah'ım çıktı m'ola köşküne?
Can dayanmaz gayretine, müşkine
Seni beni Yaradan'ın aşkına
Açılın kapılar, Şah'a gidelim!
Kapısı yok, bacasından bakarım
Gözlerimden hasret yaşı dökerim
Şah'a giden bir bezirgân tutarım
Açılın kapılar, Şah'a gidelim!

Pîr Sultan Abdal'ım, güzel Şah canım
Ağlamaktır benim demim, devranım
Arşta melek, yerde çeşm-i efgânım
Açılın kapılar, Şah'a gidelim!

Kızılbaş Dedeleri nezdinde seyyid olan Şah mürşid; halifeler ise onlarin vekilleri idi. Kızılbaş Dedeleri ile mürşid kabul ettikleri Şah arasındaki baılantı sağlam ve kutsal idi. Bu sebepledir ki Anadolu halki seve seve canlarını Şah uğruna feda etmekten çekinmiyor, deyişlerinde Hz. Ali'nin "don değiştirmiş hali" olan Şah'a bağlılıklarını coşkulu bir şekilde şöyle haykırıyorlardı:

Ey Yezit, geçersen Şah'ın eline
Zülfikâr'ın çalar senin beline
Edeple girdik biz Kırklar'ın yoluna
Kızılbaş mı dersin, söyle bakalim?

Mağrip'ten çikar görünü görünü
Kimse bilmez evliyanın sırrını
Koca Haydar Şâh-i Cihan torunu
Ali nesli, güzel imam geliyor

Şah İsmail işte bu sevgi bağından yararlanarak, "vekil" veya "halife" diye bilinen aracılarıyla, Anadolu halkını kışkırtıyordu. Zaman zaman, kızılbaş halk kitlelerinin bu halifeler aracılığıyla Anadolu'dan İran'a göç ettikleri de görülmekteydi. Yine bu halifelerin faaliyetlerinin bir sonucu olarak, Osmanlı idaresini sarsan irili ufaklı ayaklanmalar da çıkıyordu. Ancak bu isyanlarda sosyo-ekonomik sorunların rolünü de unutmamak gerekir.

Şahkulu Baba Tekeli (1511, II. Bayezid zamanı) , Nur Ali Halife (1512, Yavuz Sultan Selim zamanı) , Bozoklu Şeyh Celâl (1519, Yavuz Sultan Selim zamanı) , Baba Zünnun (1526, Kanunî Sultan Süleyman zamanı) , Sülün, Domuzoğlu, Yekçe Bey ve Veli Halife (1527, Kanunî Sultan Süleyman zamanı) , Üzeylir'li Seyid (1529, Kanunî Sultan Süleyman zamanı) ve Kalender Şah (1527, Kanunî Sultan Süleyman zamanı) gibi ayaklanmalar, kızılbaş türkmen kitlelerin mürşidleri/ dedeleri kabul ettikleri Şahlar'ı uğruna gerçekleştirilmiş ayaklanmalardı.

Bütün bu tesirlerden, âmillerden sonra Alevîlik ve Bektâşîlik, Türkiye'de olduğu gibi Balkanlar'da Arnavutluk'a kadar, Doğu Avrupa'da Macaristan’a kadar yayılmıştır. İran’da da Kızılbaş Türkmen oymakları vardır. Onlardan başka, Şiî olan İran Azerbaycan’ı Türkleri vardır ki, bunlar inceleme konusu ettiğimiz gruplardan başka bir nitelik arz ederler. İran, Suriye, Lübnan, Hindistan’daki bazı Alevî zümreleri, müfrit, aşırı Şiî "gulât" diye bilinirler. Avrupa, Amerika ve Avufstralya'ya göçetmiş Alevî ve Bektâşiler de vardır. Hattâ Afrika ve Güney Amerika'da dahi Alevî ve Bektâşiler'e rastlanır. Kimin Alevî, kimin Bektâşî olduğunu ayırd etmek zordur. Kendi iddiası dışında bir delil yoktur.

TÜRKİYE'DE BEKTAŞİLİK

Prof. Dr. Mehmet Eröz (1930-1986), "Türkiye'de Alevilik ve Bektâşîlik" kitabına şöyle başlar:

- "Çocukluğumun en tatlı günlerini geçirdiğim, Aydın ilinin Yeniköy’ü ile Gümüş köyleri arasındaki
incir bahçemize misafir olarak Tekke köyü’nden gelen Tahtacılar (Kızılbaş Türkmenler), tabiatın gönüllere
coşkunluk veren güzellikleri ortasında, uzun sakallı, “Abdal” adı verilen dilencilere, “Hızır” gözüyle
bakarak, yiyecek sunarak, mutluluğun doruğuna erdiğim o demlerde, ana tarafından dedem olan,
Akkuşoğlu Hasan Hüseyin Ağa, onları hoş tutarmış. Gerek onlar hakkında, gerek ilçemize pazardan pazara gelen
Asıtepe Tahtacılar'ı ve Sofular köyü Çetmiler'i (Çepniler'i) hakkında, köy ve kasaba çevrelerinde duyduğum
sözler, çocuk kafamda çözülmesi çok güç olan meselelerin düğümlenmesine yol açıyordu.
Halkın asırlar öncesinden gelme kanaati, bu Kızılbaş Alevîler'in ahlâk bakımından düşük olduğu
ve Müslümanlığın biraz dışarısında bulundukları merkezinde idi. Bu iki mühim noktayı, çocukluğuma rağmen
kısmen kavrayabilmiştim. Ancak bunu bir türlü kabul edemiyordum. Benim bildiğim, gördüğüm,
aynı sofrada yemek yediğim bu temiz Türkmenler'in kötü olmasına imkân yoktu."

Biz de öyle deriz!.... Aslında Alevî de, Bektaşî de öyle der!... "Yetmişiki millete bir gözle bakmak" budur. Ama ne yazık ki Sünnî, "Alevî'nin kestiği yenmez" der, Alevî de herkese bir gözle bakar ama, Sünnî'ye bakmaz, "Yezid" der!.... Oldu mu şimdi?...

Diyeceksiniz ki, "Sünni yetmişiki millete bir gözle bakmaz. Onun şeriatında da, sünnetinde de böyle bir şey yoktur!" Öyle mi?... Peki, niye yanlışlıkla musalla taşına bir Yahudi veya Hıristiyan'ın nâşı konduğunda, farkedilince kaldırılmaz da, namazı kılınır? Ne oldu şimdi?... Sünnî de yetmişiki millete bir gözle baktı mı, bakmadı mı?

Biz deriz ki, herkes, Alevî-Sünnî, Müslüman-Hıristiyan, Mümin- Münkir herkes ALLAH'ın kuludur, kişiyi yargılamak bize düşmez. ALLAH bile bu işlemi Kıyâmet'ten önce yapmaz. Biz kim oluyoruz ki!... Biz davranışları iyi-kötü diye dğerlendiririz, kişiyi değil. O değerlendirmeyi de niyete göre yaparız. İsim vererek çattığımız kişiler iç in dahi, asıl kınadığımız davranıştır, şahsın kendi değil!.. Mümkün olan her kusuru bağışlarız ki, ALLAH da bizi bağışlasın.

Bu noktada çok yakın dostum olan Rahmetli Ali Sümer Baba'yı hatırlatmadan edemiyeceğim... Kendisi 20 yıl Hacıbektaş ilçesinde, Hacı Bektaş Türbesi'nde görev yapmış, türbeyi ve müçtemilâtını restore ettirmiş, müze haline getirmişti. Ali Sümer Baba; Bektâşî'yi gerçek Bektâşî, Alevî'yi gerçek Alevî yapmak için ömrünün sonuna kadar uğraşmış, Alevî-Sünnî sürtüşmesinin de ne kadar boş olduğunu bu faaliyeti esnasında görmüş ve ortadan kaldırmak için Prof. Dr. Mehmet Eröz gibi, ancak daha küçük boyutta kitaplar yazmıştır. İlhamımızı ondan aldık. Allah ona da rahmet eylesin.

Ancak buu meyandaki bazı olumlu çalışmaların yanında bir hayli de farklı bir Alevîlik-Bektaşîlik icat etme peşinde olanlar ortaya çıkmıştır. Meselâ bazı eserlerde “Alevîlik-Bektaşilik Kürt halkının icat ettiği bir inanç” , “Alisiz Alevilik” , “Alevîlik-Bektaşîlik Anadolu’da yaşayan eski inançların bir sentezi” tarzı ifadelerle mesele başka mecralara çekilmeye çalışılmaktadır. Bunlara cevabımızı "Günümüzde Alevilik" sayfamızda verdik.

Bizim bu çalışmamız; Mehmet Eröz, Ali Sümer rahmetliler gibi, sürtüşmeyi ve aldatmayı kaldırma hususuna bir katkıda bulunabilirse, ne mutlu bize! Takdir ise onlaradır.

Şimdi geldik konumuza....

Balkan halkları Bektâşî'dir. Türkiye’de Bektâşîler, şehirlerde ve Hacı Bektaş ilçesine yakın köylerde oturmaktadırlar. Köylerde, doğu illerinde ise Alevilik hâkimdir.Yurtdışına göçenler arasında Alevilik yaygındır, pek Bektâşî'ye rastlanmaz.

Kızılbaş-Alevî zümrelerini, birkaç grupta incelemek mümkündür.
- Önce, Edirne-Kırklareli çevresi Bektâşîleri,
- İkincisi, Balıkesir’den Muğla’ya, oradan Adana, Hatay ve kısmen Maraş’a kadar uzanan dağlar üzerinde ve dağ eteklerinde yaşayan “Tahtacılar” (Kızılbaş Türkmenler);
- Üçüncüsü, Balıkesir ile Aydın arasında toplu halde bulunan Batı Anadolu Çepnileri ise, tamamen Alevî olup, “Çetmi” adıyla anılmaktadır.
- Dördüncüsü, Rize-Trabzon dağlarında seyrek olarak rastlanan, “Çetmi” (Çepni) köyleri... Karadeniz Çepnileri, hemen tamamen Sünnîleşmiş bulunmaktadır. Zaten göçebe hayattan yerleşik hayata geçenler, bilhassa şehirlere göçenler kısa zamanda sünnileşmektedir. Ordu-Sinop arasındaki dağlarda, Çepni bakiyesi olması muhtemel olan, “Nalcı”lar yaşamakta imiş.
- Beşincisi, Sivas çevresinde, “Sıraç” adıyla anılan Alevîler ve Sivas’ın Kangal’ına bağlı köylerde, kağnı arabasının ağaçlarını yapan Alevîlere, galiba “Kağnıcı” veya “Arabacı” denilmektedir.
- Altıncısı, Kuzey Anadolu, İç Anadolu ve Doğu Anadolu’daki Alevî-Kızılbaş zümreleri, çok önceleri toprağa yerleşmiş, köyler kurmuş cemaatlerdir.

Görüldüğü üzere, Edirne’den Kars’a kadar Türkiye’nin her kent ve köyünde Alevî ve Bektâşîler'e rastlamaktayız. Ancak Alevî ile Bektâşî birbirine karışmış, kimin hangisi olduğu anlaşılamaz hâle gelmiş, kendi iddiasına bağlı kalmıştır.

Çepni Türk boyundan Hacı Bektaş Veli’nin Vilâyetname’sinde bahsedilmektedir. Hacı Bektaş, Çepnilere bağlı bir oymağa misafir olmuş ve orada yerleşmiştir. Orası, o günkü adıyla Sulucakarahöyük idi. Bugünkü adı, Hacıbektaş’tır.

“Oğuzlar'ın ‘Üçok’ kısmına mensup olan ‘Çepniler, an’aneye göre, ‘Gökhan’ın dördüncü oğlu ‘Çepni’den türemişlerdir. (Divanü Lûgati’t-Türk, 1075 ; Cami’ü’t-Tevârih, 1310 ; Tarih-i Oğuz ve Türkân, 1317) Kürt bölücülerin iddia ettiği gibi Kürtler'le alâkası yoktur. Tabii Kürtler, Şerefnâme'de yazdığı gibi Oğuz soyundan değillerse...

Çepniler'in Garb’a muhaceretleri, Selçukîler'in ilk Anadolu'ya geliş zamanındadır. Bunların bir kısmı, önce Batı Anadolu’ya gelerek ‘Paflagonya’ havalisine ve Trabzon İmparatorluğu hudutlarına yerleştirilmiş ve bilhassa ‘Sinop’un Selçukîler tarafından zaptı üzerine, onlardan bir uç teşkil edilmişti. Hicrî 676’da Trabzon İmparatoru’nun Sinob’a hücumu üzerine ‘Çepniler bu hücuma kemal-i muvaffakiyetle mukabele etmişlerdir.

BEKTAŞİ TARİKATININ KURULUŞU

Bu sayfayı Kemâl Üçüncü'nün "Bektâşilik" adlı yazısından, İslâm Ansiklopedisi'nden , Refik Engin'in Balkan Bektaşileri üzerine yazısından ve Ali Koçlular'dan, "Almanya'daki Aleviler" kitabından yararlanarak hazırlandık. Çünkü biz "araştırmacı yazar" değiliz, "derlemeci" yazarız. Emeği geçenlerin tümüne şükran borçluyuz. Biraz tekrar olacak ama, iyi anlaşılması için gerekli gördük, müsamahanıza sığınıyoruz.

Bektâşîlik, büyük Türk mutassavvıfı Hacı Bektaş-ı Veli el Horasânî etrafında teşekkül etmiş ve onun ismine izâfeten "Bektâşîlik" ismini almış; Mürşid olarak Hz. Muhammed’i (s.a.v.), Rehber olarak Hz. Ali’yi (k.v.), Pîr olarak Hacı Bektaş-ı Veli’yi tanıyan, Türk siyasî, kültürel ve sosyal tarihinde derin izler bırakmış, Türk-İslâm tasavvuf geleneğindeki 12 tarikatten biridir.

Önemli ölçüde sözlü kültür geleneği içinde yaratılmış olması ve kuşaktan kuşağa aktarımda sözlü öğretinin teorik-teolojik, yâni yazılı formların önünde olması sebebiyle, mesele bir hayli karmaşıktır. Farklı dini unsurları ve inanç pratiklerini bünyesinde barındırması itibariyle, bağdaştırmacı bir doğası vardır. Eski Türk Dini, Şamanizm, Zerdüştlük, Kalenderî, Haydarî, Edhemî, Vefâî gibi birçok din ve mezhepten unsur ve etkileri bünyesinde barındırır. Türkler'in Şamanizm’den, İslâmiyet’e geçiş sürecinde Alevilik ve sonra Bektaşilik önemli bir nirengi noktasıdır. X. Yüzyıl'da başlayan ve günümüze kadar gelen bu sürecin İslâmiyet'i benimsemeye başlayan, ancak ondan önce mensup oldukları Gök Tanrı Kültü, Tabiat Kültleri, Atalar Kültü gibi eski Türk inançlarıyla Şamanizm, Budizm, Zerdüştlik ve Maniheizm gibi dinlerin miras bıraktığı inançların etkisi altında yeni bir dini kabul edip, kısa zamanda kendi sosyo-ekonomik yapılarına uyduran göçebe Türkler'in tarihidir bu!

Bunda elbette Türkler'in sürekli hareket halinde olması, çeşitli milletler ve kültürler ile irtibata geçmesi, onları etkilemenin yanısıra, onlardan etkilenmesinin büyük rolü vardır.

Bekâşiliğin oluşmasının, XIII. yüzyılda Anadolu’da ortaya çıkan şiddetli sosyal ve dinî, kısmen de siyasî hareketlerle; başka bir deyişle Babaî İsyanı ve hareketiyle sıkı sıkıya bağlantılı olduğu daha Fuad Köprülü’den itibaren görülmüş, ondan sonra yapılan araştırmalarla bu bağlantı daha açık bir şekilde belirmiştir.

Tâcü’l-ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ el-Bağdâdî’nin (ölümü 1107) kurduğu Vefâiyye tarikatının Anadolu’daki şeyhi olan Baba İlyâs-ı Horasânî öncülüğünde meydana gelen Babâî İsyanı , XIII. Yüzyıl ortalarına doğru yeni bir gayri Sünnî hareketin doğuşuyla sonuçlandı. Hatırlanacağı gibi Hacıbektaş'ın kardeşi Menteş, 1239'da Baba İshak'ın Kırşehir yakınlarında Selçuklular'la giriştiği savaşta ölmüş, ancak Babâî İsyanı'na katılmamış olan Hacı Bektaş Sulucakarahöyük'e (bugünkü Hacıbektaş ilçesi) yerleşip halkı irşat etmeyi tercih etmişti.

Babaîlik adını taşıyan bu hareket Vefâîler’den başka Anadolu’daki Kalenderiyye, Haydariyye, Yeseviyye zümrelerince de benimsendi ve XIV. yüzyılın başlarından itibaren Abdalân-ı Rûm yahut Rum Abdalları adı altında sürdürüldü. Çeşitli siyasî mülâhazalarla uç bölgelerindeki Türkmen beylerinin desteğini sağlayan ve daha çok Kalenderî, Haydarî ve Vefâî dervişlerinin hâkimiyeti altında bulunan bu zümre mensupları bütün Orta ve Batı Anadolu’da ve sonra da ilk Osmanlı fetihleriyle birlikte Rumeli’de faaliyetlerini devam ettirdiler. Abdal Kumral, Abdal Mehmed ve bilhassa Abdal Mûsâ gibi bu Rum abdalları, bir mânada belki “ilk Bektâşîler” diyebileceğimiz Kalenderî, Vefâî ve Haydarî dervişleri idi. Ancak o zaman bunlara Bektâşî denilmiyordu. Bu şahsiyetler kendilerine “Baba İlyas müridi” diyorlar, yahut “Seyyid Ebü’l-Vefâ” tarikinden olduklarını söylüyorlardı. Aralarındaki ortak özellik, kuvvetli bir Hacı Bektaş an‘anesinin mevcudiyeti idi. Aslında onun halifeleri idiler.

Muhtemelen XIV. Yüzyıl'ın başlarından itibaren Hacı Bektaş an‘aneleri, Hacı Bektaş kültü bunlar arasında iyice gelişerek yayıldı. Hacı Bektaş’ın yakını olup onun vefatından sonra zâviyenin başına geçtiği rivayet edilen ve Bâciyân-ı Rûm’dan olduğunda şüphe bulunmayan Hatun Ana’nın müridi Abdal Mûsâ’nın faaliyetleridir. Sulucakarahöyük’te yetiştikten sonra henüz fetihlerin devam ettiği Batı Anadolu uçlarına giden diğer meslektaşları gibi o da Osmanlı Beyliği’ne gitti. Burada bazı fetihlere katılarak Hacı Bektaş menkıbelerinin gaziler arasında yayılmasını sağladı. Bir müddet Bergama ve Manisa dolaylarında da bulunan Abdal Mûsâ, daha sonra Elmalı yakınlarındaki bir köye (Tekkeköy) gelerek kurduğu zâviyesinde öldü.

Abdal Mûsâ’ya bakarak, Hacı Bektaş Zâviyesi’nden yetişen Rum abdallarının (Kalenderîler, Haydarîler) yayılma sahaları ve yürüttükleri propagandanın genişliği az-çok tasavvur edilebilir. Abdal Mûsâ gibi yüzlerce Hacıbektaş halifesi Rum abdalı Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, özellikle Batı Anadolu’da kurdukları zâviyelerde adını koymadan Bektaşîliğin temellerini attılar. Hacı Bektâş-ı Velî Menâkıbnâmesi'nde (Vilâyetnâme) adları geçen Hacım Sultan, Sarı İsmâil, Pîrâbî Sultan gibi Kalenderî-Haydarî şeyhlerinin de henüz Bektaşî adını taşımayan bu ilk nesil Bektaşî şeyhlerinden sayılması doğru olacaktır. Bunların Bektaşîlik adını kullanmadan tarikat şeklinde teşkilâtlanmalarının XV. Yüzyıl'ın sonlarına doğru gerçekleştiği Vilâyetnâme’nin tahlilinden anlaşılmaktadır.

Vefâî, Kalenderî, Yesevî ve Haydarî gibi zümrelerin Bektâşîliğin kuruluşunda pay sahibi olmaları tabiidir. Ancak hiç unutulmamalıdır ki, Vilâyetnâme’de Ahmed Yesevî ve Kutbüddin Haydar’ı anlatan menkıbeler, Bektaşîliğin teşekkülünde herşeyden önce Ahmed Yesevî'nin, ancak ondan sonra Haydarîliğin hisselerini belgelemektedir.

Bektâşîliğin temeli Hacı Bektaş'a (1209-1271), Hacı Bektaş'ın eğitimi de Ahmed Yesevî'ye (1093-1166) dayanır. Bu iki muhterem zâtın hayatlarını daha önce anlattık. Herkes neden Yeniçeriler'in Bektâşî olduğunu merak eder. Yeniçeri Ocağı'nın kuruluşu 1363'tedir ve Yeniçeriler'in Bektâşî oluşu Geyikli Baba'ya (1275-1450) bağlanır. Bursa'nın fethinde (1326) Geyikli Baba'nın bir geyik üstünde gelip Osmanlı askerine yardım ettiği söylenir. Dönem Osman Gazi'nin hasta olduğu, Bursa'nın alınışını görmeden vefat ettiği ve Orhan Gazi'nin onun yerine geçtiği tarihtir. Yeniçeri Ocağı ise Sultan I. Murad (1362-1389) zamanında kurulmuştur. (Çeri, "asker" demektir. Yeni-çeri, "yeni tarzda bir askerî düzen"e işarettir.)

Şimdi diyeceksiniz ki, "Bunların hiçbirinin tarihi birbirine denk gelmiyor!"
Doğrudur.... Hacı Bektaş-ı Veli el Horasanî, Ahmed Yesevî'nin vefatından 43 yıl sonra doğmuş. Nasıl olur da onun müridi olur, onun verdiği görevle Horasan'dan kalkıp Anadolu'ya gelir?.. Yeniçeri Ocağı Hacı Bektaş'ın vefatından 92 yıl sonra kurulmuş. Nasıl olur da Bektaşilik'le Hacı Bektaş'a bağlanır?.... Hadi, derseniz ki, "Arada Geyikli Baba var", o da Hacı Bektaş'ın ölümünden 4 yıl sonra doğmuş, Yeniçeri Ocağı'nın kuruluşundan 13 yıl önce vefat etmiş!...

Ama işte Tarih'te ve Maddî Dünya'da görülmeyenler, Mânevî Dünya'da cereyan ediyor... Ahmed Yesevî Hazretleri, Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri'yle, "Velâyetnâme"de yazdığı gibi irtibatta, ama mânevî âlemde... Bunlar hep "söylence" olarak Velâyetnâme'de var... Okumak, üzerinde düşünmek gerekir.

Hacı Bektaş'ın mânevî halifesi Geyikli Baba Osmanlı ordusunu ve Şehzâde Murad'ı hayatta iken etkilemiş olabilir. Ama belki Murad padişah olduktan sonra mânevî olarak etkilenmiş ve Yeniçeri Ocağı'nı Bektaşî düstûru üzerine kurmuştur. Bektâşilik Yeniçeriler'le özdeşleşti ve onlar vasıtasıyla Balkanlar’a yayıldı... Hep söyleriz. Anadolu'ya gelen Türkmen aşiretleri, hep Orta Asya'da Ehl-i Beyt mensupları tarafından eğitilmiş Alevî mizaçlı kişiler idi. Dervişleri "Horasan Erenleri" veya "Horasan Erleri" diye bilinirdi. Bu yüzden Osmanlı Devleti BEKTÂŞÎLİK üzerine kurulmuştur, Alevî mizaçlıdır. Osman Gazi'nin (1258-1326) kayınpederi ve mürşidi Şeyh Edebâli, Ebü'l Vefâ'ya bağlı Vef^^i tarikatından idi, aynı zamanda bir ahi şeyhiydi... Devlet zamanla, aşiretler de yerleşik hayata geçtikten çok sonra sünnîleşmişlerdir. O sebepledir ki, Ali sevgisi gibi, aşure gibi, Hızır beklentisi gibi pek çok âdet ortaktır ve bu özellik sadece Türkiye'ye, Türkler'e mahsustur. Araplar'da, diğer müslümanlarda görülmez.

Kalenderiyye meşrebinin Bektâşîlik'te önemli bir rol oynadığı, gerek Vilâyetnâme, gerekse diğer Bektaşî menâkıbnâmelerinin mukayeseli tahlilinden anlaşılmaktadır. Nedir bu meşrep?.... Şekle değil, mânâya önem vermek.... Amelden çok niyete bakmak...

Bektaşîliğin teşekkülünde en önemli hizmetlerden birini yapmış olan Abdal Mûsâ başta olmak üzere, XIV-XV. Yüzyıllar'da yaşamış olup "abdal" lâkabını taşıyan ve bugün Bektâşî olarak bilinen şeyhlerin çoğu, aslında Kalenderî ve Haydarî idiler. Bektâşî edebiyatının kurucusu sayılan Abdal Mûsâ’nın halifesi Kaygusuz Abdal da bir Kalenderî şeyhinden başka bir şey değildir. Nitekim Bektaşî adıyla anılmadıkları kesin olan Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli), Sultan Şücâ ve Otman Baba (Hüsam Şah) gibi XIV-XV. Yüzyıllar'da Osmanlılar’ın Rumeli fetihlerinde bulunmuş meşhur birtakım Kalenderî şeyhlerinin de büyük Bektaşî evliyası arasında gösterilmesi, Hacı Bektaş'a bağlılığın yanısıra Kalenderiyye meşrebinin tesirini ortaya koyması bakımından önemlidir. O kadar ki bunların menâkıbnâmeleri bile, Bektaşîliğin teşekkülünden sonra bu tarikat çevrelerinde kaleme alınmıştır. Kalenderîliğin Bektaşîlik’le sıkı münasebeti XVI. Yüzyıl'da da bir müddet daha sürmüş, meselâ Hayretî gibi tanınmış Kalenderî şâirler kendilerini aynı zamanda Bektaşî olarak tanıtmışlardır.

XIII. yüzyılda Moğol işgâlinin sebebiyet verdiği kargaşadan faydalanarak Selçuklu hükümetinin takibatından kurtulan Babaî halifelerinin çeşitli yörelerde kurdukları zâviyeler faaliyetlerine XIII. yüzyıl boyunca devam ettiler. Babaî hareketi içinde yer alan Kalenderî, Vefâî, Yesevî ve Haydarî dervişlerine âit bu zâviyelerde ikinci ve üçüncü nesil artık Rum abdalları diye anılıyordu. Bunlardan bazılarının XV. yüzyıl ortalarından sonra, yani Şiî tesirlerin nisbeten kendini göstermeye başladığı bir devirde, yazıya geçirilmiş menkıbelerinde bile ateş kültü ve diğer tabiat kültleri, kalıp değiştirme (métempsikos), tenâsüh gibi Şiîliğe dahi yabancı bazı inançların kuvvetle yer bulduğu ve nisbet itibariyle yüksek bir toplama ulaştığı görülür Nitekim bu tür itikadlarını zaman zaman açığa vurmaları sebebiyledir ki daha sonraki yıllarda Rum Abdalları Osmanlı hükümdarları tarafından fetihlerdeki yardımlarına rağmen teftiş ve hatta sınır dışı edilmişlerdir. Bu inançları yüzünden daha ilk zamanlardan itibaren bunlar Sünnîliğin hâkim bulunduğu şehir ve kasabalardan ve kısmen köylerden uzak bölgelerde yerleşmişlerdi. Bizzat Hacı Bektaş’ın Konya, Kayseri veya Kırşehir içinde değil; Göreme yöresindeki Türkmen aşiretleri içinde Sulucakarahöyük’te zâviye açmasının sebebi de bundan başka bir şey olmamalıdır. Henüz Bektâşî adını almamış bu Rum Abdalları'nın çok etkili bir propaganda güçleri vardı. Bunun sebebi, daha sonraki asırlarda bile hâlâ tesirini icra edecek olan, her türlü mahallî inançları kolayca bünyesine mâledebilen bir inanç yapısına, daha doğrusu bir “inançlar halitası”na sahip olmalarıydı. Bu yüzden uliruku yıllarda Osmanlılar’ın Rumeli’deki fetihlerine paralel olarak Bektaşî dervişleri bu yeni topraklarda kendilerini kabul ettirebilmek için fazla bir güçlükle karşılaşmadılar. Bunun tipik bir misalini Sarı Saltuk zâviyeleri teşkil eder. Bu zâviyeler Yunanistan, Arnavutluk, Romanya ve Bulgaristan’da bulundukları yerlerdeki mahallî aziz kültlerini kendilerine mâlederek İslâmîleştirmişler ve böylece yerli hıristiyanları zahmetsizce ihtida ettirebilmişlerdir. Bu niteliği dolayısıyla Bektaşî doktrini giderek zaman ve mekân içinde daha da zenginleşmiş ve her çevreden, her inançtan insanlara hitap edebilen, ancak her inançtan da etkilenebilen bir doktrin haline gelmiştir. Nitekim 1450’li yıllardan başlayarak Bektaşî inancı geniş çapta Hurûfîliğin tesirlerine mâruz kalacak, aradan fazla bir zaman geçmeden de Anadolu’da yoğunlaşan Şiî propagandası Bektaşîliğe nüfuz edecektir. Ancak hepsinin başında ve en önemlisi olan Hâce Ahmed Yesevî etkisini unutmamak gerekir... Ne yazık ki Bektâşiler arasında dahi unutulmuş!... Biz daha merak edip te Ahmet Yesevî'nin "Hikmetler" kitabını okumuş bir Bektâşi'ye rastlamadık. Hele Aleviler onu sünnî sayar, listeye almaz bile!... Yahu, hep söylüyoruz, artık bi öğrenin....O dönemlerde Ehl-i Beyt için, İmamlar için, Türkler için Alevilik-Sünnîlik diye bir ayırım yoktu. Yunus Emre "Ben Muhammed mezhebindenim" der, geçerdi.

Bugünkü haliyle bilinen Bektâşîlik, 1516 yılında öldüğü ileri sürülen Balım Sultan’ın tarikatın başına geçmesiyle şekillenmiştir. Bektâşîliği Kalenderîlik’ten ayırarak ona bugünkü yapısını kazandıran Pîr-i Sâni (İkinci Pîr) Balım Sultan’ın şahsiyeti yeteri kadar aydınlanmış değildir. Balım Sultan 1501’de, rivayete göre II. Bayezid tarafından, Hacı Bektaş Zâviyesi’nin, dolayısıyla tarikatın şeyhliğine getirilmesiyle birlikte teşkilât, âyin ve erkân düzene girmiştir. Buna ilâveten Balım Sultan’ın hangi saiklerle hareket ettiği, hangi kaynaklardan faydalandığı ve asıl önemlisi bu değişikliği ne maksatla yaptığı da ehemmiyet kazanmaktadır. Bizim inancımız bu düzenlemenin, doğuda güçlenen ve Orta Asya'dan gelmiş göçebe Alevi Türkmenler tarafından benimsenen Şah İsmail Aleviliğine bir alternatif olarak doğrudan Hacı Bektaş yolunu çıkarmak idi. Balım Sultan’ın faaliyet ve uygulamaları sonunda Bektaşîliğin iyice derlenip toparlandığı, tarikatın merkezi olan Hacı Bektaş Zâviyesi’ne bağlı sağlam bir taşra teşkilâtının kurulduğu muhakkaktır. Nitekim bunun sonunda tarikat iktisadî bakımdan da güçlenmiş ve bağlı zâviyeler üzerinde bir kontrol mekanizması kurabilmiştir. Böylece Bektaşîlik, II. Mahmud tarafından 1826’da Yeniçeri Ocağı’yla birlikte ilga edilinceye kadar varlığını kesintisiz sürdürmüştür.

YAVUZ SULTAN SELİM'DEN SONRA BEKTÂŞİLİK

Yine XVI. Yüzyıl'dan itibaren, yâni Kanunî Sultan Süleyman döneminde (1520-1546), özellikle Sipahiliğin kaldırılmasından sonra başlayan siyasî-sosyal ve iktisadî huzursuzluklar ayaklanmalar Bektaşi hareketini ve yaşamını da derinden etkilemiştir. Celâlî İsyanları denilen bu ayaklanmalar din kisvesi altında sunulduğundan, ve Alevî Türkmenler de Devlet'in şiddetli tâkibatına mâruz kalmıştır.

Suhte İsyanları, yâni Medrese talebelerinin Celâliler'e karışarak isyan etmeleri ve bundan kaynaklanan huzursuzluklar Bektaşiliğin erkân ve düzenini ve iç kontrol mekanizmalarını da bozmuştur. Nihayet, yaklaşık iki asır sonra Sultan II. Mahmud Dönemi’nde Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırıldı ve askerin Bektaşilik'le ilgisi fiîlen kesildi. 1827 de çıkarılan bir fermanla Anadolu’daki bütün Bektaşi tekkelerinin mal varlığına el konuldu. Yeniçeriler gibi, Bektâşiler de, Aleviler de sürekli tâkibata uğradı... İmparatorluktaki bütün Bektaşî tekkelerini Nakşibendî tarikatının emrine veren II. Mahmud, bununla hiç şüphe yok ki Bektaşîlik gibi bir tarikatı bu koyu Sünnî tarikatlar bünyesi içinde zamanla eritmeyi düşünüyordu Ne var ki II. Mahmud bu hedefine pek ulaşamadı. Abdülaziz zamanında Bektaşîlik yeniden eski haline dönme yoluna girdi. Tahrip edilen bazı zâviyeler onarıldı. Fakat bu defa Yeniçeri Ocağı’nın güçlü desteğinden mahrum bulunuyordu. 1908’deki II. Meşrutiyet’ten sonra tarikat faaliyetlerinde bir canlanma görülür. Bektaşiler Saray'la ve dönemin etkin siyasi gücü İttihat ve Terakki Fırkası ile iyi ilişkiler kurmuşlardır. Kurtuluş Savaşı öncesinde bazı inanç ve kanaat önderleri ile görüşen Mustafa Kemâl Hacıbektaş’ta Cemaleddin Çelebi ile de bir araya geldi ve Çelebi bu görüşmeden sonra milletvekili olarak Ankara’ya çağrıldı ve Bektaşiler'in milli mücadeleyi bağlıları ile yürekten desteklemesi sağlandı. Böylece yobaz softa takımının sözümona "Padişah'a bağlılık" kisvesi altında Kuva-yı Milliye'ye karşı çıkmaları, Sait Molla gibi İngiliz muhibbi olmaları, hatta Yunanlılar'la işbirliği yapıp ihanet etmelerini dengeliyecek bir unsur elde edilmiş oldu.

Bu dönemi 7. Kısım'da anlatacağız ama bir türlü elimiz değmedi.

Bizdeki Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra Türkiye’ye Ahmet Sırrı Dedebaba, Türkiye’de saklı âyin yaptığı gerekçesiyle tutuklanmıştır.

BEKTÂŞÎLİĞİN ÖZELLİKLERİ

Bu tarikat mensupları, yâni el alarak ya da diğer bir deyişle nasip alarak bu örgütlenmeye katılan kişiler "Bektâşî" olarak adlandırılırlar. Ancak Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi, tevella (Ehl-i Beyt’i sevenleri sevme) ve teberra (Ehl-i Beyt’i sevmeyenleri sevmeme) gibi Alevîliğin temel esaslarına bağlı oluşları dolayısıyla Bektaşilik, Aleviliğin rafine olmuş şeklidir. Anadolu, Azerbaycan, Balkanlar'daki Bektaşiler ve İran'daki tüm Alevî tarikat mensupları On İki İmam inancına bağlıdırlar. Başlangıcından günümüze kadar kökenleri Horasan Melametîliği'ne dayanan bu tarikat, tarihî gelişim süreci içerisinde Vefâîyye/Bâbâîyye (Baba İlyas/Baba İshak), Yesevîlik/Âhilik, Kalenderîlik/Haydarilik, Rufâîlik/Gâlibîlik, Saltukîyye/Barakîyyûn, Hurûfîlik/Bektâşîlik, Nîmetullahîlik/Nûrbakşîlik, Şahkulu Baba/Zünnunîyye, Çelebîyye/Celâlîyye, Gül Baba/Dedebabalık (Bektaşi Babagân), ve Alicilik/Harabatîlik olarak sıralanabilir.

Türkiye’de her Bektâşî bir ölçüde Alevî olduğu hâlde her Alevî, (Hacı Bektaş-ı Velî’yi Horasan Ereni" sayıp hürmet etmesine rağmen,) Bektâşî değildir. Çünkü Aleviler, soydan gelirler, Bektaşiler ise yoldan... Alevî, Ali'yi sevendir; Bektâşî ise Ali olmaya soyunandır.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin ölümünden sonra tarikat Hacı Bektaş halifeliğinin temsili konusunda düştükleri anlaşmazlık sonucu, Dedebabalar ve Çelebiler olmak üzere iki ana kola ayrılmışlardır... Dedebabalar, "Hacı Bektaş-ı Veli’nin evlenmediğine, Kadıncık Ana(nın onun mânevi evlâdı olduğuna ve geleneğin Hızır Bâli, Resul Bâli, Mürsel Bâli ve onun oğlu Balım Sultan çizgisinde devam ettiğine ve Balım Sultan'ın 'mücerred' olup evlenmediği için, bu kol burada kesilip, kardeşi Kalender yolu ile devam ettiğine" inanırlar.

Çelebiler kolu ise "Hacı Bektaş-ı Veli’nin evli olduğu ve ölümünden sonra yerine oğlu Seyid Ali Sultan’ın posta oturduğu ve silsilenin bu çizgide geliştiği" görüşündedirler.

Balım Sultan, "Pîr-i sâni - İkinci Pir" diye bilinir. Asıl adının Hızır Bâli olduğu kabul edilmektedir. Hakkında tarihî kaynaklara dayanan bilgi ve belge yoktur. Anlatılanlar, Tarikat'in sözlü tarih anlayışı çerçevesinde oluşmuştur. Türbesi Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi yanındadır. Çelebiler kolu Balım Sultan’ın Hacı Bektaş soyundan Mürsel Bâli’nin oğludur" derler. Dedebabalar ise bir kerâmet veya efsâneye dayanarak Balım Sultan’ın "Seyid Ali Mürsel Bâli’nin kerâmeti ile doğduğu" görüşündedirler. Bir Sırp Prensesi'nden dünyaya geldiği yolunda rivâyetler de vardır. Osmanlı yönetimi ve özellikle II. Beyazıt’la iyi ilişkiler kurmuştur. Hatta Saray'da yaşadığı söylenir. 1501 yılında resmen Dimetoka’daki tekkeden alınarak Hacıbektaş’a getirilir ve dergâhın başına geçer. Doğu'da Osmanlı yönetimi altındaki Alevi nüfusun Safevi propogandası sonucu siyasî ve toplumsal huzursuzluk çıkarması üzerine Padişah'ın da desteği ile Bektâşî tarikatını bugün bilinen şekliyle tanzim etmiş, Alevi Türkmenler'in Şah İsmail'e meyletmesini önlemeye çalışmıştır. Bunu daha önce anlattık.

Balım Sultan Pîr-i Sâni" Dedebabalar ekolüne göre mücerretlik erkânını koyan ve Yeniçeriler'in uyguladığı ritüelleri sistemleştirip yazılı hâle getiren kişidir. Sonradan kendi adına bir Balım Sultan Töreni ihdas edilmiştir ki, “ikrar âyini kapsamında ek bir tören" niteliğindedir.

Bazı kaynaklar "hulûl inancı, tenasüh inancı, üçleme, hurufîlik tesiri ve içkinin makbul sayılması, İslamî emir ve yasakların 'zahiri' olduğunu söyleyip tanımama" gibi ilkelerin Balım Sultan döneminde tarikata girdiğini belirtir. Meselâ "dem" dedikleri içki için "ehline helâl, nâ-ehline haram" ifadesi kullanılır. Mücerred dervişlerin kulağına "menguş" denilen demir halka konulması da yine bu dönemde getirilmiştir. Yavuz Sultan Selim takardı. İstanbul'daki Şahkulu Dergâhı da "İkinci Pir Evi" diye bilinir oldu. Bunun dışında Balkanlar'da Karaca Ahmet Tekkesi (Üsküp), Hüseyin Baba Tekkesi (Manastır) ve Anadolu'da Abdal Musa Tekkesi (Antalya, Elmalı, Tekke Köyü) , Abdal Murad Tekkesi (Bursa, Pınarbaşı) gibi Bektâşî dergâhları vardır. Anadoludakiler Alevi merkezlerine dönüşmüştür.

ŞAHKULU SULTAN DERGÂHI

Aslında o dergâh, 1329 yılında Osmanlılar ile Bizans arasında meydana gelen Pelekanon (Maltepe) Savaşı'nın ardından, Orhan Gazi tarafından bir "ahî zâviyesi" şeklinde kurulmuştu.1402'deki Sultan Yıldırım Bayezid ile Timur arasındaki Ankara Savaşı’ndan sonra Saltanat peşinde olan Şehzâde Süleyman Çelebi tarafından bölgenin İmparator II. Manuel Palaiologos’a terkedilmesinin ardından civardaki diğer zâviyelerle birlikte burası da ortadan kaldırılmış, çevredeki zâviyelerin “kırk erenler” diye anılan şeyhleri şehid edilmiştir. Fetret Devri'nin sonra ermesi, II. Mehmed'in padişah olması ve bölgenin tekrar Türkler eline geçmesinden sonra zaviye yeniden işler hâle gelmiştir.

Tekke, muhtemelen XVI.Yüzyıl'ın başlarında, eski nüfuzlarını yitiren ahîlerden alınıp Balım Sultan aracılığıyla yeniden teşkilâtlanan ve güçlenen Bektaşîler’e intikâl etmiş, ardından Bektaşîliğin İstanbul’daki âsitânesi ve Osmanlı topraklarındaki bütün tekkeleri içinde en önemlilerinden biri olarak varlığını sürdürmüştür. Bazı kaynaklarda, Babagân (mücerred) koluna bağlı Bektaşî tekkeleri arasında Kırşehir’deki Pîr Evi'nden ve Dimetoka’daki Seyyid Ali Sultan Tekkesi’nden sonra üçüncü sırayı aldığı bildirilmekte; diğer bazı metinlerde ise bu tekkeye “âsitâne-i sâniye” veya “ikinci pîr evi” denildiği görülmektedir. "Şahkulu" adını alması da bu dönemdedir.

Osmanlı başşehrini Anadolu’ya bağlayan yolun üzerinde bulunan Şahkulu Sultan Tekkesi’nin Devlet-Ordu-Bektaşîlik ilişkilerinde ve teşrifatta özel bir yeri vardı. Hacıbektaş'taki Pîr Evi'nden İstanbul’a gelen Dedebabalar, İstanbul’daki Bektaşî ricâli ve Yeniçeri Ocağı’nın ileri gelenleri tarafından Şahkulu Sultan Tekkesi’nde merâsimle karşılanır, burada bir süre dinlendikten sonra İstanbul’a nakledilirler, Kırşehir’e dönüşlerinde de yine bu tekkeden uğurlanırlardı.

1826’da Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşî tarikatının da lağvedilmesiyle Şahkulu Sultan Tekkesi Nakşibendîler’e devredilmiş, o tarihteki postnişini Âhir Mehmed Baba dört dervişiyle beraber Tire’ye sürülmüştür. Bu sırada tekkenin yıktırılmasa bile, en azından tahribata uğradığı tahmin edilebilir.

O tarihten sonra Bektaşîlik resmen mülga sayılmış, ancak bu tarikata gönülden yakınlığı olduğu bilinen Sultan Abdülaziz’in tahta çıkışından (1861) sonra Bektaşîler’e Devlet'çe müsamaha gösterilmeye başlanmış ve "Nakşibendî" adı altında kendi geleneklerini sürdürmelerine göz yumulmuştur. İşte bu vesile ile Şahkulu Sultan Tekkesi’nin de bir durgunluk döneminin ardından XIX. yüzyılın ortalarından itibaren yavaş yavaş canlandığı ve Bektaşîler nezdindeki eski önemini kazandığı görülmektedir. Tekkenin günümüze intikâl eden yapıları bu ikinci kuruluş devrine âittir. Özellikle bu dönemin postnişinlerinden Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’nın meşihâtı boyunca (1863-1907) Şahkulu Sultan Tekkesi yoğun bir imar faaliyetine sahne olmuştur. Tekke, "Merd-i İman Tekkesi" olarak da bilinir. Galat olarak Merdivenköy denmiştir.

Cümle kapısında yer alan 1291 (1874) tarihli kitâbe tekkeyi meydana getiren bütün binalar için geçerli bir ihya kitâbesi olmadığı gibi, tekkenin çekirdeğini teşkil eden Meydan Evi ile buna bağlı büyük aşevi-kiler evi, çamaşırhane-hamam kanadının mimârî özellikleri, ayrıca tekkenin tarihçesine ilişkin bilgiler bu bölümlerin XIX. yüzyılın ortalarında yaptırıldığını göstermektedir. Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’nın 1869’da Hacıbektaş'taki Pîr Evi'ni ikinci defa ziyaretinden dönüşünde tekkeyi tamir ettirip genişlettiği, matbu dîvânındaki biyografisinden öğrenilmektedir. İkametgâh bölümü de Meydan Evi'nin kuzeyine bu tarihten sonra, cümle kapısındaki kitâbenin işaret ettiği 1874’te eklenmiş olmalıdır. Cümle kapısının yanındaki bölümlerin (kapıcı can hücresi, bacılar mahfili, at evi) aynı tarihte inşa edildiği, Keydan Evi/nin, büyük aşevi, çamaşırhane-hamam kanadının da bu sırada esaslı bir onarım geçirerek son şeklini aldığı tahmin edilebilir. XIX. yüzyılın sonlarında imâr faaliyetinin devam ettiği, 1892’de bir “zenbûr evi” (arı kovanlarını barındıran yapı) ve 1896’da Şeyh Odası niteliğinde bir mekânın yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Harâbî, Rıza Tevfik ve daha niceleri bu dergâhtan feyz almıştır.

Şahkulu Sultan Dergâhı, 1925’te bütün tekkelerin kapatılmasıyla birlikte kapatıldıktan sonra mülkiyeti Vakıflar İdaresi’ne geçmiş, bir müddet son postnişin Hasan Tahsin Baba’nın ve bazı dervişlerin meskeni şeklinde kullanılmış, bu neslin vefatını müteakip terkedilerek harap olmaya başlamıştır. Günümüze ulaşmayan bazı bölümlerin bu devirde ortadan kalktığı bilinmektedir.

1965 yılında Vakıflar İdaresi tekkenin bir kısmını (Meydan Evi ile buna bitişik olan bazı bölümleri) restore ettirmiş, ancak herhangi bir fonksiyon verilmediğinden yapılar yeniden yıkılmaya yüz tutmuştur.
(Şahkulu kısmı İslâm Ansiklopedisi'nden alınmıştır. Hazırlayana teşekkürler)

1990'larda kurulan "Şahkulu Sultan Külliyesi’ni Onarma ve Yaşatma Derneği" tekkeyi aslına uygun biçimde tamir ettirmiştir ama, Bektaşî kültürünün yaşatıldığı bir merkez haline maalesef getirememiştir. Ortada koskoca bir Meydan Evi olmasına rağmen, bir köşede "Cem Evi" tabelâsiyle bir oda belirlenmiş, bahçeye bir çocuk oyun parkı yapılmıştır.

Biz derneklerin "Cem Evi" açamıyacağını anlattık. Şahkulu Sultan Dergâhı, İstanbul’da ve Türkiye'de, hattâ dünyada Bektaşîliğin en parlak temsilcisi idi. Geçmişteki askerî ve siyasî öneminin yanı sıra, Bektaşî edebiyatı ve mûsikîsinde de önemli bir yere sahiptir. Bektaşîler’den başka diğer tarikat ehli arasında da sevilip sayılan, bir müddet Hacıbeştaş’taki Pîr Evi'nde Dedebabalık yapacak kadar nüfuzlu olan şair ve bestekâr Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’nın meşihâtı sırasında tekke verimli bir kültür hayatına sahne olmuştu. Ayrıca hazîredeki mezarlardan anlaşıldığı gibi mensupları arasında devlet ricâlinden birçok kimsenin bulunduğu bu tekke seçkin İstanbul Bektaşîliğini temsil etmekteydi. Ama şimdi sözümona "Aleviler'in ziyaretgâhı" mesâbesine indirilmiştir. Bektâşilik'ten eser yoktur. Ne şiir, ne müzik, ne kültür, ne edebiyat!... Câhil Aleviler gelsin, kurban kessin, sözümona Rıza Lokması versin, çocuklar bahçede oynayıp tepişsin... Şehirde, hele İstanbul gibi bir megakentte Alevilik böyle sürebilir mi?.... 500 yıl önce Balım Sultan Aleviliği şehir için Bektaşilik olarak tanzim etmiş, yolu göstermiş... Ama nâfile!... Alevî köyden kalkıp şehire gelir, ama bir türlü ne şehirli olabilir, ne de Bektâşî.... Manzara budur... Yazık olmuştur Bektâşiliğe de, Şahkulu Sultan Dergâhı'na da!...

Neyse... Biz devam edelim Bektâşîlik'le ve Kemâl Üçüncü'nun yazısıyla.... Tabii arada bizim katkılarımız olacak.

BEKTÂŞÎLİĞİN ÖZELLİKLERİNE DEVAM

Tarikat'ın özüne gelince; Bektaşilik 'Hacı Bektaş-ı Veli’nin Dört Kapı ilkesi üzerine kurulmuştur. Bunlar Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat'tır. Onu da kendi dilinden anlattık... Şeriat: İslamın bütün zahir emir ve muamelatını harfiyen uymak emir ve yasaklara riayet etmeyi gerektirir... Tarikat: İlk ve en önemli adım olan ikrar verip pîr'den el almaktır. Bu süre içerisinde gösterilen mertebe lere ulaşmak için pîr'in verdiği bir takım ödevler veyaptırdığı uygulamalar, eğitim vardır... Marifet Kapısı'na ulaşan kişi ilim evrenine ayak basmıştır. Sırra vakıftır. Bu kapı üç aşamadan (Ayne’l-yakin, İlme’l-yakin, Hakke’l-yakin) oluşur... Hakikat Kapısı'na ulaşan kişi hakikat âlemine dalar, Hakk'ı gerçek mahiyeti ile kavrar. Zahiri perde onun için kalkar. Bu aşamada benlikten ve bencillikten uzaklaşmış birliği gerçekleştirmiş olur.

Bu Dört Kapı'ya ek olarak tevelâa-teberra (ehl-i beytin dostuna dost, düşmanına düşman olma), Ehl-i Beyt sevgisi, 12 imam, 14 Mâsum-u Pâk ve 17 Kemerbest'e saygı. Hz. Ali’nin "velâyetin başlangıcı" olduğunu kabul etmek önemli ilkelerdir.

Bektâşî Törenleri

1. Bektaşiliğe Giriş (İkrar Âyini)
2. Görgü Cemi
3. Abdal Musa Kurbanı
4. Muharrem Âyini
5. Koldan Kopan Erkânı
6. Dardan İndirme Erkânı
7. Baş Okutma Erkânı
isimlerini taşır.

Bektâşî Tarikatı'ndaki Görevler:

1. Baba: Cem'i yöneten tarikattaki en yetkili kişidir.
2. Rehber: Görgüsü yapılanlara yardımcı olan kişidir.
3. Gözcü: Törenin düzen ve sükûnetini sağlar.
4. Çerağcı: Çerağın yakılması, uyandırılması, meydanın aydınlatılması ile görevlidir.
5. Sazendâr: Saz çalarlar. Ney, tambur, kudüm de vardır. Bektaşilik'te semah yoktur.
6. Ferraş: Süpürgeci adıyla da anılır. Temizlik işlerini yürütür.
7. Saka: Su dağıtma görevini yerine getirir.
8. Sofracı: Sofrayı kurma-kaldırma işlemini yerine getirir.
9. Pervane: ortalıkta dönüp hizmet görevini yerine getiren kişidir.
10. Peyik: Cem yapılacağı haberini cemaate ulaştıran kişidir. 11. İznikçi: Meydan Evi'nin temizliğini sağlayan kişidir.
12. Bekçi. Giriş, çıkışları kontrol eden ve güvenliği sağlayan kişidir.

Bektaşilik'te ilk derece Muhiblik'tir. İkinci derece Dervişlik'tir. Erkek muhiblerden biri dervişliğe ikrar verir ve tekkeye girer ve bir müddet hizmet eder. Liyakati anlaşıldığında dervişlik âyn-i cemi yapılır ve derviş olur. Üçüncü derece Babalık'tır. Ehliyeti görülen derviş, Halife tarafından durumu incelenerek Baba yapılır ve kendisine icâzetnâme verilir. Babalar peygamber soyundan iseler, taclarının üzerine yeşil, değilse beyaz sarık sararlar. Görevleri muhib ve derviş yetiştirmektir.

Dördüncü derece Mücerredlik'tir. Hiç evlenmemiş bir derviş veya baba, ikrar vererek mücerredlik payesine erişir. Bunlar evlenmezler ve ömürleri boyunca kendilerini tarikata vakfetmiş sayılırlar. Beşinci derece Halifelik'tir. Bektaşilik'te en yüksek derecedir. Baba, halifelik makamlarından birine başvurarak isteği kabul edilirse, kendisine icâzet ve halifelik alâmetleri verilir. Bunlar çırağ, tuğ, alem ve (örtü) sofradır. Bunların hepsi “Balım Sultan Erkânnâmesi” 'nde teferruatıyla anlatılmaktadır.

Günümüzde Bektaşilik, Tekke ve Zaviyeler Kanunu gereği yasaklanmış durumdadır. Ancak Arnavutluk, Mısır, Amerika Birleşik devletleri (Detroit) gibi yabancı ülkelerde yasal statüde faaliyet göstermektedirler. Asırlarca sürmüş bir geleneğin bıçakla kesilir gibi birden kalkması ve kaybolması sosyal olayların tabiatı icâbı mümkün değildir. Asırlar boyunca zengin bir kültürel birikim (edebiyatı müzik) meydana getirmiştir. Bunların her birisi ayrı bir incelemenin konusu olacak kadar mufassaldır. Bu gelenek günümüz Türkiye’sinde entellektüel düzeyde de olsa meraklılar tarafından yaşatılmaya çalışılmaktadır.

BEKTÂŞÎ MUSİKÎSİ

Türk tarikat geleneği içerisinde Mevlevilik'ten sonra musikîye en fazla önem veren ve zenginliği olan tarikat Bektaşi tarikatıdır. Kanaatimize göre bu, her iki tarikatın de melâmî gelenekten beslenmesi ile alâkalı bir hususiyettir. Yâni, "musikî de ehline helâl, nâ-ehline, azıtıp sapıtana haram"dır.

Bektâşilik'te müziğin estetik kaygılardan ziyâde kutsal bir boyutu vardır. Bu musikî umumiyetle sözlü kültür vasıtasıyla bugüne kadar aktarılagelmiştir. Dîvanlar ve cönkleri bunun dışında tutmakta fayda vardır. Bir ibadet (niyaz)anlayışı içerisinde belli ritüel kurallar çerçevesinde icra edilir. Bugün kütphanelerimizde ve şahıslarda bu musikînin ürünleri olan yüzlerce eser vardır. Fakat bunlar maalesef gereken dikkat ve titizlikle incelenerek yazılı-elektronik kültür ortamına aktarılıp araştırmacıların istifadesine sunulamamıştır. Bu nedene Türk müziğinin zengin armonik yapısı ortaya konulmakta büyük güçlükler çekilmektedir.

Bektâşî müziği, Türk sözlü edebiyatının gür ve berrak bir kolu olan Alevi-Bektaşi üslûbu üzerine kurulmuştur. Klasik musikiden daha çok halk musikisine yakındır. Başlıca eserleri "nefes" denilen ilâhiler, mirâciyeler, düvazdeh imam, semâai, kalenderî, methiye denilen türlerdir. Elimizde sözlü kaynaklardan yazıya geçirilmiş 100'den fazla nefes vardır. Bektâşî raksanı, bektaşi devr-i revânı, bektaşi raksı ayrıca curcuna aksak, düyek, devr-i hindi, yürük semâi, Türk aksağı, sofyan, mim sofyan gibi usûlleri vardır.

Bektaşi musikisinde kullanılan temel saz bağlamadır. Yörelere göre çok değişik isimler alan bu sazlar çöğür, ruzba, ırızva, bulgari, cura, tambura ve divan sazı olarak adlandırılırlar. Kent Bektaşiliği'nde ney, tambur, kudüm gibi klasik Türk müziği sazlarına daha fazla riayet edildiği görülmektedir. İstanbul ve çevresinde icra edilen bektaşi musıkisinde beste ve melodik yapı bakımından Klâsik Türk Musıkîsi görülür. Rumeli ve Anadolu’da okunan nefesler ise saz şairlerinin besteleri niteliğinde Türk Halk Musıkisi özellikleri taşıyan, bütünüyle mahalli motiflerle meydana gelmiş eserlerdir. Sözlü kültür içerisinde üretilip aktarıldıklarından yöreden yöreye farklılıklar görülmektedir. Bir tarikat çevresinde belli bir usulle söylenirken bir başka bağlamda usuller değişebilmektedir. Geleneğin ve öğretinin gelecek kuşaklara aktarılmasında müzik ve söz birlikteliği çok önemli bir işlev görür. Hasaîi yollarda yükselme “Nefs Mertebeleri” ile başlar. Hüseynî yollarda yükselme ise “Ruh Mertebeleri” ile başlar.

ONUNCU BÖLÜM : BALKANLAR'DA BEKTÂŞÎLİK

XIII. Yüzyıl'ın başlarında Osmanlı Devleti bu bölgelere henüz gelmeden gezici dervişler eliyle olmuştur. Bu yerleşmede boş ve tenha araziler tercih edilmiş, oralara tekke ve zaviyeler kurulmuştur. Bu yerleşmenin gerçek kahramanı Sarı Saltuk’tur. Onun gerçek bir şahsiyet olmayıp bölgede iki asır boyunca faaliyet göstermiş bütün sûfilerin tecrübelerinin toplamı olduğu söylenirse de, Sarı Saltuk, Balkan Yarımadası’nda İslam’ı yayan bir zat olarak gösterilmektedir. Sarı Saltuk 1261 yılında Anadolu’dan 10 bin aileyi kapsayan 40 Türkmen kabilesi ile Dobruca’ya iskân etmiştir. Bu yıllardan itibaren Dobruca her şeyi ile tamamen bir Müslüman olmuştur. Sarı Saltuk’un, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu yıllarda dinÎ faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir.

Bektaşî evliyasının en büyüklerinden sayılan Kızıl Deli (Seyyid Ali Sultan), Yıldırım Bayezid devrinde (1389-1402) Dimetoka’nın fethinde bulunmuş ve onun izniyle sonradan tarikatın en büyük dört zâviyesinden biri kabul edilen kendi zâviyesini kurmuştu

Fetihlerle birlikte Bektaşîliğin yayılma sahaları da Bulgaristan, Girit ve hatta Macaristan gibi pek çok memleketi içine aldı.

Bektaşîlik Rumeli topraklarındaki bu geniş yayılma kabiliyetinin yapısına , Avrupa’nın bu doğu kısmının bir özelliğini de ihmal etmemek lâzımdır. Buralar daha IX. Yüzyıl'dan itibaren, aslında Anadolu’da doğmuş bir mezhep olup, Bektaşîliğin bazı yönlerini andıran bir yapıya sahip Paulicianisme’in Balkanlar’daki devamı demek olan Bogomilisme’in hâkimiyet sahaları idi. Ortodoksluğa şiddetle muhalif olan bu Hıristiyan mezhep mensupları herhalde Bektaşîliğe geçmekle fazla bir şey kaybetmemenin yanısıra pek çok da imtiyaza sahip olmuşlardır. Bektaşiliğin Balkanlarda yayılmasındaki ikinci şekil ise Osmanlı Devleti’nin fetih ve iskan politikalarıyla ve Yeniçeri-Bektaşi birlikteliği ile gerçekleşmiştir. Hacı Bektaş-ı Veli, bir kısım halifelerini belli bir plan ve stratejiye göre Rumeli’ye göndermiştir. Bu etkinlik, Osmanlı fetihlerinin Balkanlarda hızlı yayılmasında da devam etmiştir. Şüphe yok ki, ikinci şekilde olan yerleşmenin en önemli ismi, Seyyid Ali Sultan’dır. Seyyid Ali Sultan; Doğu Yunanistan, Doğu Bulgaristan ve Güney Romanya’da vaaz ederek insanlara İslam’ı ve Bektaşiliği anlatmıştır.

Seyyid Ali Sultan, Yunanistan’ın Dimetoka şehrine yerleşmiş olan ilk Türk dervişlerindendir. Bugün Didymoteithon veya Dimetoka adıyla anılmakta olan yer, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki önemli merkezlerinden biridir. Dimetoka'da kurulan ilk sosyal ve dinî kurum, Abdal Cüneyd Zâviyesi ve Dimetoka’nın 32 km. batısında Bektaşiliğin ikinci Pîri olan Balım Sultan’ın yetiştiği tekke olarak bilinen Seyyid Ali Sultan Tekkesi (Kızıl Deli Tekkesi)’dir.

Bu tekkelerde din, renk, düşünce, ırk ayırımı yapılmaksızın tüm insanlara sevgiyle yaklaşılmış; bu durum yayılmanın itici gücü olmuştur. Tekkeler, bulundukları yerlerde sosyal, ticarî, dinî ve askerî fonksiyonlar icra ederlerdi, Balkanlar'da da öyle olmuştur. Ayrıca yolculuk ve ulaşım için sorunlu olan yerlere kurularak bir nevi karakol görevi de üstlenmiştir. . Bir kültür ve sanat merkezi olarak da faaliyet gösteren tekkeler, aynı zamanda ruh ve sinir hastalıkları için tedavi merkezi olarak da görev yapmıştır. Tekkelerin gelirleri genellikle vakıflar tarafından sağlanmıştır. Bunun yanında kendilerine bağlı vakıf arazilerinden gelir elde eden tekkeler de bulunmaktadır. Tekkeler, halka açık yönüyle anlam ifade ettikleri gibi içe dönük olarak da hizmet vermiştir. Bir yandan dervişlerin devamlı olarak ikamet ettikleri bir mekân olma özelliğine sahip iken, diğer yandan tarikata intisap edenlerin, zikir ve merasimi toplu olarak yaptıkları yerler olmuşlardır. Tekkeler; tevhidhanelerinde zikrin yapıldığı, gerektiğinde vakit namazı kılındığı, meşruthanelerinde şeyh ve ailesinin günlük yaşamını sürdürdüğü, selamlık kısımlarında şeyh başta olmak üzere diğer tekke görevlilerinin ayrı odalarının bulunduğu, türbe ve hazirelerinde ölen şeyh ve yakınlarının gömülü olduğu, ibadetin yanı sıra eğitim, barınma, temizlenme, iaşe gibi sosyal ihtiyaçların giderildiği, musiki meşki yapıldığı, sohbetlerin edildiği, gerektiğinde fakir çevre halkının doyurulduğu bir imaret gibi hizmet veren ve uzaktan gelen konukların da konaklandırıldığı, bu hizmetleri verebilmek için birçok değişik mimarî bölümlerden meydana gelen ve bu mimarî bölümlerin birbirleriyle olan ilişkisini sağlayan bir yapı ya da yapılar bütünüdür

BALKANLAR'DAKİ BEKTÂŞÎ TEKKELERİ

Makedonya'daki Bektaşi tekkeleri; Ali Baba Tekkesi: Debar (Debre) / Hâce Baba Tekkesi: Titov Veles (Köprülü) / Hamza Baba Tekkesi: Štip (İştip) / Hıdır Baba Tekkesi: Kicevo (Kırcova) / Hüseyin Baba Tekkesi: Bitola (Manastır) / Kanatlar'da bir Bektaşi Tekkesi / Karaca Ahmet Tekkesi: Skopje (Üsküp) / Harabâti Baba Tekkesi (Dergâhı): Şar Dağları eteğinde / Mustafa Baba Tekkesi: Üsküp / KaracaAhmet Bektaşi Tekkesi: Kumanovo / İsmail Baba Tekkesi: Usturumca

Bulgaristan'daki Bektaşi tekkeleri; Abdullah Dede Tekkesi: Yeni Zagra / Akyazılı Sultan Tekkesi: Varna, Balçık köyü (Batova) / Horasanî Ali Koca Baba Zâviyesi: Ruscuk / Genç Baba Tekkesi: Miralar köyü yakınlarında / Hakir Ali Baba Zaviyesi: Ruscuk / Haydar Baba: Tutrakan / Hekim Ali Baba Tekkesi: Tutrakan (Denziler köyü) / Hasan Demir Baba Tekkesi (Deli Orman Bektaşi Tekkesi / Timur Baba Tekkesi / Pehlivan Baba Tekkesi olarak da anılır): Kemaller (İsperih) Mumcular köyü / Otman Baba Tekkesi: Hasköy (Haskova) / , Kıdemli Baba Tekkesi: Nova Zagora (Yeni Zağra) / Kızana Tekkesi: Eskicuma (Tırgovişte) Kızana (Momino) / Ali Koç Baba Tekkesi : Niğbolu / Musa Baba Tekkesi: Şumnu (Şumen) / Voden Hüseyin Baba Tekkesi: Deliorman Adaköy (Ostrovo)’ün yakınında Voden Park'ta / Abdullah Dede Tekkesi / Melek Baba Tekkesi / Kamber Baba Tekkesi / Hüsam Dede Tekkesi: Tutrakan (Denziler köyü) / Hüseyin Baba Tekkesi: Duraç köyü yakınlarında / Koca Doğan Zâviyesi / Hüseyin Baba Zâviyesi / Timur Baba Zâviyesi: Silistre / Mustafa Baba Tekkesi: Silistre ve Rusçuk arasında / Kurt Baba Tekkesi: Belören (Belveren) / Musa Baba Zâviyesi: Kozluca / Mustafa Baba Tekkesi: Hasköy/Filibe / Bâli Tekkesi: Razgrad yakınlarında / Üç Gaziler: Hloi (Hebilköy) yakınlarında / Aziz İsmail Baba Tekke ve Türbesi: İstrumnitsa’da / Tırnova Bektaşi Tekkesi / Koşukavak Evhad Baba Tekkesi

Arnavutluktaki Tekkeler: Berat (Arnavud Belgradı) Baba Aliço Tekkesi / Berat Glava Bölgesi İsmail Baba Tekkesi / Berat Prista Köyü Bektaşi Tekkesi / Elbasan (İlbasan) Cefâî Baba Tekkesi / Elbasan (İlbasan) Bölgesi Martanes Bektaşi Tekkesi / Frasırî Nasîbi Tâhir Baba Tekkesi / Gjirokaster (Ergiri) Âsım Baba Bektaşi Tekkesi / Gjirokaster (Ergiri) Baba Musa Bektaşi Tekkesi / Korça (Göriçe) Melçan Bektaşi Tekkesi (Büyük Tekke) / Hacı Baba Horasânî Tekkesi / Korça (Göriçe) Turan Bektaşi Tekkesi / Kruya (Akçahisar) Hacı Yahya Baba Tekkesi / Leskovik Baba Âbidin Tekkesi / Saru Saltuk Tekkesi (Dergâhı) / Semberdheny Bektaşi Tekkesi / Tiran Bektaşi Tekkesi

Kosova Bektaşi Tekkeleri: Priştine Bektaşi Tekkesi / Prizren Hacı Âdem Baba Bektaşi Tekkesi... Bunlar hâlen mevcut değildir / Faal olan bir tek Yakova Bektaşi Tekkesi vardır / Kaçanik şehrinde Bektaşi Tekkesi / Vulçitrin Mehmet Baba Tekkesi/ İstimliye Hasan Baba Tekkesi / Zveçan Haydar Baba Tekkesi / Dubniça Bektaşi Tekkesi

Bosna-Hersek'te Bektâşî Tekkeleri: Blagay Bektaşi Tekkesi / Gradiška Bektaşi Tekkesi / İzvornik Bektaşi Tekkesi / Konjiç (Konyiç) Bektaşi Tekkesi / Sarajevo (Saraybosna) Bektaşi Tekkesi / Tuzla Bektaşi Tekkesi

Macaristan'daki Bektâşî Tekkeleri: Budin Gül Baba Tekkesi / Budin’de Hızır Baba Tekkesi / Baba Miftah Tekkesi / Gazi Gürz İlyas Tekkesi / Muhtar Baba Tekkesi / Hindi Baba Tekkesi / Eger (Eğri)’de, Dede Sultan Tekkesi / Yağmur Baba Tekkesi / Pécs (İbrahim Peçevi'nin şehridir)’de İdris Baba Tekkesi

Romanya'daki Bektâşî Tekkeleri: Babadağ Sarı Saltuk Türbesi ve Tekkesi

Sırbıstan'daki Bektâşî Tekkeleri: Mehmet Paşa Yahyapasiç Bektaşi tekkesi:Belgrad / Köprübaşı Tekkesi: Niş

Yunanistan’da Bektaşi Tekkeleri: Durballı (Türbe-i Ali) Tekkesi: Thesalia (Farsalla) / Salih Baba Bektaşi Tekkesi: Alasonya / Mürsel Baba Tekkesi: Dimetoka / Hasan Baba Tekkesi / Horasanîzâde Mevlâna Derviş Ali Bektaşi Tekkesi (Dergâhı) / Hacı Hasip Baba Bektaşi Tekkesi: İskeçe / Katarin Bektaşi Tekkesi / Kesriye Bektaşi Tekkesi / Reni Bektaşi Tekkesi / Sarıgöl (Kozana) Bektaşi Tekkeleri / Selanik Bektaşi Tekkesi / Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli Sultan ) Tekkesi /, Vudurina Köyü Tekkesi / Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli Sultan) Dergâhı / Yanya Bektaşi Dergâhı / Mağaralı Köy Bektaşi Dergâhı / İbrahim Baba Dergâhı / Resmo Bektaşi Tekkesi / Abdullah Paşa Bektaşi Tekkesi / İneova Bektaşî Tekkesi / Hasan Baba Bektaşî Dergâhı / Salih Dede Bektaşi Dergâhı / İstanköy Adası Dergâhı /
Batı Trakya'daki Bektâşî Tekkeleri: Dimetoka’da Gazi Ferhat Baba Tekkesi / Öksüz Baba Tekkesi / Abdal Cüneyd Tekkesi / Ahi Denek Tekkesi / Çakmak Dede Tekkesi / Develi Dede Tekkesi / Karagöz Bey Tekkesi / Yağmur Baba Tekkesi / Nasuh Bey Tekkesi / Timurhan Şeyh Tekkesi / Hasan Baba Tekkesi / Şahin Baba–Şahin Sufi Sultan Tekkesi / Şeyh Musluhiddin Baba Tekkesi / Timur Baba Tekkesi / Demirhan Baba Tekkesi / Şeyh Dede Baba Bektaşi Tekkesi
Ferecik'te İbrahim Baba Tekkesi / Ahi Horasan Tekkesi / Ahi Baba Tekkesi / Ahi Turan Şah Tekkesi / Cuyi Dede Tekkesi / Veli Dede Tekkesi / Şeyh Siyah Taccüddin Tekkesi / Göbekli Saraç Baba Tekkesi / Ferecik Tekkesi / Gaziler Tekkesi / Ali Baba Zâviyesi / Binbiroklu Ahmet Baba Zâviyesi / Elmalı Baba Zâviyesi / Eski Baba Zâviyesi / Mümin Baba Zâviyesi / Timur Baba Zâviyesi / Yaran Baba Zâviyesi / Mürsel Baba Zâviyesi: Tsermen (Çirmen) / Aşağı Tekke: Mikroderio (Küçük Derbent) köyü / Gazi Hasan Baba: Tekkesi: Sidiro (Demirören) köyü Çilingir Baba: Haldini (Ilanlı/Yılanlı) / Işıklar Nefes Baba: Tekkesi: Loutros (Ilıca) köyü / Sancaktar Baba Tekkesi / Hızır Baba Tekkesi: Makri (Miri) köyü / Evros'ta Gazi Ferhat Baba Tekkesi / Öksüz Baba Tekkesi
Rodopi'de Kara Ahmed Tekkesi: Pospos (Puşpuş) / Süpüren Mahmut Dede Tekkesi: Komotini (Gümülcüne) / Ak Baba Tekkesi: Taşlık: Petrota (Taşlık) köyü / Kamber Baba Tekkesi: Anokambi (Yukarı Kamberler) ve Kato Kambi (Aşağı Kamberler) köyü / Raşiye Tekkesi: Mega Evmiro (Büyük Mursalı) / Ahmet oğlu Ahmet Baba Tekkesi Genisia (Yenice Karasu) köyü
Epir'de Hacı Süleyman Baba Tekkesi / Tepedelen ve civarında Düka Tekkesi / Turan’da Aziz Ali Baba Tekkesi / Veli köy Bektaşi Tekkesi / Nevaliya’ Bektaşi Tekkesi Tepedelen Nehri’ni geçen Tre-buşik Tepesi’nin yamaçları üzerinde Lîk (Leak) Bektaşi Tekkesi
Girit’te Hanya Bektaşî Tekkesi / Horasanlı Ali Dede Tekkesi: Kandiye / Hasan Baba Tekkesi: Resmo /
Yunanistan Makedonyası'nda Gazi Baba Türbesi: İneli, Kesriye / Topluca Bektaşi Tekkesi: Kışlalar yanındadır (bahçesinde Sancaktar Ali Baba’nın türbe ve mezarı vardır) / Kesriye Aydın Baba Tekke ve Türbesi: / Odra BektaşiTekkesi: Kesriye’nin batısında / Alikulu Tekkesi: Aydınlı/Agia / Kesrin Dergâhı / Katerini Bektaşi Tekkesi / Kasım Baba Tekkesi ve Sancaktar Ali Baba Türbesi:

Günümüzde bu memleketlerdeki siyasî rejimler dolayısıyla Bektaşîlik her ne kadar eski durumunu muhafaza etmiyorsa da, kısmen Arnavutluk ve Yugoslavya’da belli ölçüde de olsa mevcudiyetini sürdürmektedir.

ONBİRİNCİ BÖLÜM: DÜNYADA BEKTAŞİLİK

Bektaşîliğin ANADOLU ve BALKANLAR dışındaki dağılımına gelince bunun başlıca şu sahaları içine aldığı görülür:

a) EL-CEZİRE ve IRAK'taki tekkelerin gerçek mânada tekke olmayıp diğer yerlerden mukaddes makamları ziyarete gelen Bektaşîler için konaklama tesisleri mahiyeti taşır.

b) MISIR'DA BEKTÂŞÎLİK: XV.Yüzyıl'ın sonlarına doğru Abdal Mûsâ’nın müridi Kaygusuz Abdal tarafından ilk defa Kahire yakınlarındaki Mukattam dağı eteklerinde kurulan tekke ile Bektaşîlik Mısır’a girdi. Bu tekkenin Mısır’da tarikatın tek müessesesidir. Bu durum Bektaşîliğin Anadolu’daki kadar buralarda yayılma imkânı bulamadığını gösterir. Bektaşîlik Mısır’da ancak Arnavutlar arasında tutunabilmiştir.

Hacı Bektaşi Veli’den sonra Kaygusuz Abdal, gerçek ismi ile Alaeddin veya Gaybi, tarikatın en önemli figürleridir. Kaygusuz Abdal, tarikatın asıl kurucu olarak kabul edilen Abdal Musa’nın yanında ikamet ettikten sonra, rivayete göre kırk Bektaşi dervişi ile Mısır’a gitmiştir. Bu şekilde Mısır’da Bektaşilik görülmeye başlamıştır. Daha sonra Memlüklüler topraklarında yaşayan tarikatlara herhangi bir yasaklama getirmediği için yaygın hale gelmiştir.

30 Ocak 1949 tarihinde Mısır’da bir araya gelen Hür Dünya Babaları oy birliği ile Kaygusuz Dergâhı’nın postnişi olan Ahmet Sırrı Baba’yı Dede Baba seçmişlerdir. Ahmet Sırrı Baba Bektaşiliğin geleceğinden endişe duyduğu için, Recep Ferdi Baba’ya Babalık icazeti vererek Amerika’ya görevli olarak göndermiştir.

AMERİKA’DA BEKTÂŞÎLİK : Amerika'daki Arnavut Bektaşiliğinin önemli bir ismi olan Recep Ferdi Baba,1901 yılında Arnavutluk’un güneyinde Cirokaslar isimli bir köyde doğmuştur. Jirokastro şehrinde klasik lise eğitimi gördükten sonra medreseye giderek ünlü müderris Molla Rakip Efendi’den Arapça, Farsça öğrenmiştir. İddiaya göre bunlara ek olarak Türkçe, Arnavutça, Sırpça, İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Yunanca lisanlarına da iyi derecede vakıftır. Recep Ferdi, Ergiri Dergâhı Postnişini olan Selim Ruhi Baba’nın tekkesinde derviş olmuş, sonra Babalık mertebesine yükselmiştir.

Recep Ferdi Baba, İkinci Dünya Savaşı başladığında tekkenin başına geçmiştir. Recep Ferdi Baba, Arnavutluk’ta bulunduğu yıllarda Bektaşi erkânnamesini ve Süleyman Çelebi’nin mevlidini Arnavutça’ya çevirmiştir

Arnavutluk’taki rejim sebebiyle inancını rahat bir şekilde yaşayamayacağına inanan Recep Ferdi Baba,1944 yılının sonunda Arnavutluk’u terk etmiştir. İtalya’da değişik mülteci kamplarında geçen dört yıldan sonra Kahire’ye gitmiş ve burada hâlâ faaliyetlerini sürdüren Arnavut tekkesinde (Abdal Dergâhı) dört yıl geçirmiştir. Daha sonra rivayete göre Ahmet Sırrı Baba onu Amerika'ya göndermiş, Recep Baba, Kahire’den gelirken yanında Ergirili Derviş Lütfi, Avlonyalı Derviş Arşi, Yakovalı Derviş Bayram, Derviş Ali ve Derviş Abbas Mürteza'yı götürmüştür.

Recep Ferdi Baba,1952 yılında New York’a yerleşmiş olan kız kardeşinin yanına giderek, tekke kurmak için uygun bir mekân arayışına girmiştir. Neticede Detroit şehri yakınlarında bir çiftlik ve büyük bir arazi satın alınarak gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Bu tekke yasal olarak 15 Mayıs 1954 yılında hizmete açılmıştır. Yine iddiaya göre, kurallara uygun şekilde Recep Baba tekke babalığına seçilmiştir.

Recep Baba, sonra Amerika’da Bektaşiliğin felsefesini ve ilkelerini her kesimden okuyucuya taşıyabilmek amacıyla t Zeri I Bektashizmas (Bektaşiliğin yolu) adında altı ayda bir yayımlanan bir dergi çıkarma kararı almıştır. İlk sayıda “Bektaşilik İslâmî bir mistisizm olduğundan, mistisizme ve tarihine ve İslâm’ın genel kurallarına de değineceğiz” açıklaması vardır. Bu dergi maddi imkânsızlıklar sebebiyle yayın hayatını fazla sürdürememiştir.

Recep Ferdi Baba, 24 Haziran 1990 yılında Amerika’ya davet ettiği Bedri Noyan Dedebaba’dan halifelik icâzeti almıştır. Böylece Recep Ferdi Baba, Anadolu’daki Bektaşiliğin sesi olarak Amerika’da Bektaşiliğin devamını sağlamıştır.

Recep Baba, 14 Eylül 1995 tarihinde Hakk’a yürümüştür. Vefatından sonra dergâha Arnavutluk’tan Feramul Baba Postnişîn olmuştur.

Bektaşi tarikatının, Alevi süreklerinden farklı olarak Balım Sultan ile başlayan mutlak erkânnâme uygulaması vardır. Bu erkânnâme, “Balım Sultan Erkânnâmesi” olarak anılmakta olup bu tüzük ile Bektaşilik'teki mekân düzenlemeleri, âyinler standartlaştırılmıştır. Böylece tarikat içinde yaşanılabilecek müstakil açılımlar önlenmiştir. Geçmişten bugüne günümüze dünya üzerindeki tüm Bektaşi birimlerinde aynı yaklaşım var olmuştur. Bunun günümüzdeki en önemli örneklerinden birisi de Detroit’deki Bektaşi Tekkesidir.

Amerika’da sadece Bektaşiler'in değil, Bektaşiliğe sempati duyan farklı milletlerden insanların uğrak yeri olan tekke, büyük bir bahçe içinde üç ana binadan oluşmaktadır. İlk bina tekkenin ana binasıdır. Tekke binasında ilk dikkati çeken çatının üstüne yerleştirilmiş kubbesi on iki terkli olan beyaz Bektaşi “tac”ıdır. Aynı Bektaşi tacı Recep Ferdi Baba'ya âit olan türbenin de çatısında bulunmaktadır. Yeni Dünya'daki bu Bektaşi tekkesinin çatısında bulunan on iki terkli beyaz taç, âdeta tekkeye gelenlere şunları söylemektedir:

Külâh-ı Hâcı Bektaş-ı Velî’yi
Giyen İdrâk ede sırr-ı Ali’yi
Olur âyine-i kâlbi musaffâ
Derûnunda bulur nûr-u celî’yi
(Bedri Noyan,1995)

(Hacı Bektâş külahını başına giyen Hz. Ali’nin sırlarına erer. Gönül aynası parıldar ve içinde nuru bulur.)

Tekkenin içinde misafirlerin kabul edildiği büyük bir salon bulunmaktadır. Alevi-Bektaşi öğretisinde yer etmiş ve bir kıymet hükmü taşıyan “mihmân (misafir) ev sahibinin gülüdür” düşüncesi burada da bütün incelikleri ile yaşamaktadır. Tekkede misafirperverliği, Arşi Baba’nın ve diğer tekke sakinlerinin duygularını Hatayi’nin şu dörtlüğü çok güzel anlatmaktadır.

Yine mihmân gördüm gönlüm şâd oldu
Mihmânlar siz bize safâ geldiniz
Kar kış yağar iken bahar yaz oldu

Mihmânlar siz bize safâ geldinizBu büyük misafir salonunda Amerikan ve Arnavutluk bayraklarının yanı sıra Recep Baba’nın Hacı Bektaş Velî’nin, Hz. Ali’nin, Ehl-i Beyt’in fotoğraf ve resimleri, muhtelif ayetlerin panoları yer almaktadır.

Bina içinde ayrıca Baba'nın yatak odası, selamlaşma odası, çalışma odası, muhabbet odası kütüphane ve yemek yenilen, toplantı yapılan büyük bir salon vardır.

Tekkede klasik Bektaşi tekkesindeki meydan evi tasarımına uygun olarak kutsal eşik, küre mekânı, üzerinde çerağların bulunduğu Taht-ı Muhammed, niyaz taşı ve baba postu başta olmak üzere postlar bulunmaktadır. Tekkede ayrıca küçük bir meydan evi mevcuttur. Burada ocaklık, Hz. Ali’nin ve Bektaşi Babalarının resim ve fotoğrafları yer almaktadır. Tekkenin mutfağı ve yemek salonu zemin katta 400 kişinin yiyebileceği kapasitededir. Tekkenin mutfağında yemek pişirilen büyük boyuttaki tencereler Dede Korkut hikâyelerindeki toplu yemeklerin hazırlandığı “kara kazanları” hatırlatmaktadır. Mevlânâ’’nın Divân-ı Kebiri’ndeki “Gel! Ne olursan ol, gel, aramıza gir, Biz Hak Ãşıkları'yız, gel, aramıza katıl da sana aşk bahçesinin kapısını açalım” daveti gibi, bu tekkede de Nevruz'da Bektâşîler'in yanı sıra her milletten ve her inançtan insan buluşmaktadır. Nevruzda toplantılar yapılmakta ve yemekler verilmektedir.

Tekkede Türkçe, Osmanlıca, İngilizce ve Arnavutça kitapların bulunduğu küçük bir de kütüphane mevcuttur.

Tekkenin yemek yenen salonu dahil istisnasız bütün odalarında Hz..Ali ve Hacı Bektaş Velî’nin resimleri mevcuttur.

Tekke binasının solunda bulunan sıra sıra evler ise tekkenin harcamaları için kiraya verilmektedir. Burada oturanlar ayrıca tekkenin hizmetinde de bulunmaktadırlar. Recep Baba’nın gömüldüğü türbe ise bahçenin içindedir. Bu türbenin Anadolu’nun her hangi bir yerindeki türbeden hiçbir farkı yoktur. Sanduka, üzerinde yeşil ayetler yazılı olan yeşil bir örtü ile kaplanmıştır. Recep Ferdi Baba belediyeden özel bir izinle tekkenin bahçesine gömülmüştür.

Recep Ferdi Baba, tekkesinde Arnavutluk’un güneyinde bulunan Gjirokater’deki Asım Baba tekkesi geleneği üzerine genel ve yaygın temayüllerin aksine alkol kullanımını da yasaklamıştı. Aynı şekilde Asım Baba tekkesinde de Ali Hak Baba tarafından alkollü içeceklerin içilmesi yasaklanmıştı.

Amerika’da bütün dini mâbetler için gösterilen saygı, Bektâşî tekkesi için de gösterilmektedir. Bir gazetedeki beyanatında bundan bahseden Recep Ferdi Baba “Biz dergâhımızla iftihar ederiz. Bütün Bektâşi dergâhları gibi bizim dergahımız da her millet ve dine mensup insanlar için daima açıktır” demiştir.

Bu sözü, "Sünniler, Diyanet İşleri Başkanı Cem Evi'ne giremez" diyen dernekçi sözde alevilere hatırlatırız. Onlar "Cem" konusunda Dede'den başka birinin söz hakkı olmadığını, bir evin ancak Cem zamanı "Cem Evi" oılduğunu, sâir zamanda bu özelliği olmadığını dahi bilmiyorlar!

  • ÖNEMLİ SAYFALAR: GÜNÜMÜZDE ŞİİLİK / DÜNYADA ŞİİLİK / TÜRKİYE'DE CAFERİLİK , 12 İMAM DÖNEMİ , İSLAM'A FESAT KATANLAR , SİTEMİZDEKİ SAYFALAR